1 Ekim 2007 Pazartesi

"Kürd-ili hicaz-kâr" dinlerken - Halid Özkul

Kürd-ili hicaz-kâr” dinlerken “PKK üstü az El Ka'ide” Yemek!

Türkiye tam bir “vurdum-duymazlar ülkesi” haline dönüştürüldü. Genel salaklık hâli doğal bir hal aldı. Sanki bilimsel olarak ispatlanmış olan kapitalist kaosun kitlesel olarak yüzde 70’in üstünde bir salaklık yarattığı olgusu yüzde 95’lere doğru (hatta daha yukarı) çekilmiş durumda. Gerçekleri yazan bizim gibi ancak marjinal bir kesimin okuduğu internet sitelerinin yurtsever-devrimci insanları ya da egemen medyanın tek-tük ‘köşe’ yazarları. Onlarda ilâh ve ilâheler olarak “ego sum qui sum”(Ben olanım!) havalarını terane ettikleri için, yazdıkları yazılmış olmaları ile kalıyor!

ABD’de Bush’a iktidar bahşetmiş software programının AKP’ye de yaptığı kıyağın fazla tartışılmadığı (ya da muhalefetin de istediği ‘tartışılmaması’) gündemimizi, “sivil anayasa” kurgusu işgal etmeye başlarken, bir taraflarımızdan İzrael savaş uçakları girip-çıktı. O aralar Almanya’da El Kaideci Alman ve Türkler ortaya çıkarılırken, Ankara’da “PKK üstü az El Ka'ide” girişimi de başarıyla tesirsiz hale getirildi. Tabii bu aralar ABD-PKK-TSK üçgenindeki “Kürd-ili hicaz-kâr” fasılları bu olgunun içinde kavramak zorunlu…

Seçim konusu hakkında çok detaylı yazmış, ilerici - demokrat – liberal – millîci tam 56 ‘köşe’ yazarına e-postalamıştım. Sağ olsunlar çok ilgi gösterdiler, bir teşekkür iletisi bile göndermediler. Belki de daha ortalığa çıkmadan deşifre ettiğim için çok bozuldular. (Abooo!) Onun için anayasa konusu ile başlayalım.

Ben ilkokulu Yeşilköy’de yatılı okudum. Havalar güzel olduğu zaman bahçede geçirdiğimiz iki saatlik öğle tatilimizin hiç bitmemesini nasıl da arzu ederdik! O zaman çocuktuk. Dahası, Georg Soros adında bir adam da bizi becermek için elma şekeri ile bahçe köşesinde beklemiyordu. En sevdiğimiz şarkılardan biri de “Arı vız-vız-vız” çocuk şarkısıydı. Şimdi 55 yaşındayım, “ben büyüdüm” ve “kötü adam” oldum!. Artık “arı” denince aklıma hemen, birilerinin bizim saplantı haline getirdiğimizi iddia ettiği “Soros’un Arıları” geliyor!

Prof. Ergun Özbudun adını duyunca, bana hiç yabancı gelmedi. Gerçi bir zamanlar Aytunç Altındal’ın sahibi olduğu Süreç yayıncılıktan yakından tanıdığımız –yayınevini sonradan devralmış fakat yürütememiş olan– değerli bir araştırmacı ve bilim insanı, şu anda Hacettepe’de doçent olan Sibel Özbudun arkadaşımızın amcası olduğundan bir kulak aşinalığımız vardı. Ama arşivime de özellikle ABD’de teşrik-i mesai yapmışları nakşetme alışkanlığım da vardı. Dedim ya, büyümüştüm, özellikle de Aytunç Altındal’ın rahle-i tedrisatından geçip aynı safta yer aldıktan sonra “çok kötü”ler sınıfına dâhil edilmiştim! Hâlbuki üstümün çizilmesinin ne anlama geldiği bana birileri tarafından lisan-ı münasip ile anlatılmıştı. Oysaki benim ‘kör-olası’ Moğol beygiri inadım, “sadakat” hamuru ile yoğrulmuştu. Ana tarafımın “kapıkulluğu”na karşı, baba tarafımdan aristokratlığım ağır basmıştı, her hal!

1986 yılında Amerikan Kütüphanesi’nden belge devşirirken (o zamanlar PC yoktu) not almışım: “Journal of Democracy – Ergun Özbudun”. Nerede ise “Demokrasi Gazetesi”nin demirbaşı olmuş bu zat-ı muhteremi not etmişiz, taa 1986’da… Yirmi bir yıl geçmiş “arı vız-vız-vız”… Bu yirmi bir yıl ve öncesinde zat-ı muhteremin Latin Amerika’dan, Uzak Doğu’ya oradan Orta Asya’ya ve Yakın-Doğu’ya yazdıkları bir “rehber” kabul edilmiş adeta. İzlemişiz! Özellikle “ılımlı siyasal İslâm”ın ABD politikalarına entegre edilmesi konusunda…”Arı vız-vız-vız”…

Journal of Democracy; Amerikan İmparatorluğunun mâlî oligarşisinin Yeni Dünya Düzeni -Düzensizliği -Kaosunun ikâmesi için icat ettiği “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin global yaşama geçirilmesi için kurumlaştırdığı ünlü Demokrasi İçin Ulusal Para Bağışlama-NED’in yayım organı. Soros’la ve onun Arı’ları ile sık-sık “sivil darbe”lerde adı anılan NED [Bu konuda “Gizli Ordular” seri çalışmalarımızda çok ayrıntılı açıklamalar bulunmakta], içinde eli kanlı CIA ajanlarının barındığı Uluslararası Kalkınma İçin Birleşik Devletler Ajansı-USIAD’ın bir alt kurumu. Diğer alt kurumlar ise CIA işbirlikçisi ünlü sendika Uluslararası İşçi Dayanışması İçin Amerikan Merkezi- AFL-CIO, ABD’li büyük patronların Uluslararası Özel Girişim İçin Merkez’i, demokratların Uluslararası Meseleler İçin Ulusal Demokrasi Enstitüsü ve cumhuriyetçilerin Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü. Yine Soros vakıfları ve Açık Toplum Enstitüsü ile neo-liberal-muhafazakâr bağlantılar bunların Bilgi Üniversitesi ile ilişkileri çokça yazılıp-tartışıldı. Şimdi bu ekibin “sivil darbe” Anayasası çalışmalarında bu konulara hiç değinilmemesi ilginç! Necip Türk basınımız bu konuda suskun. Boş yere basın denetim altına alınmadı. Sanki 84 Anayasa’sı ile bu ekibin arkasındaki güç başka âlemler. Sanki 12 Eylûl faşist asker darbesi ile 28 Şubat post-modern darbesini tezgâhlayıp AKP’yi iktidara taşıyan güç ABD değil. Sanki o zamanlar faşist, şimdi ultra-demokratlar! Oysaki 27 Mayıs Anayasası’nın gözden geçirilip tartışmaya sunulması Türkiye toplumu açısından daha gerçekçi. Ama onlar gayet iyi biliyorlar ki, 27 Mayıs Anayasası sol’a geçit verirken, “Siyasal İslâm”a geçit vermediği için tehlikeli!

Aslında Yakın-Doğu’da kaynayan kazan, sadece Dünya’da kaynayan kazanın bir yansıması. Gerçekte yönetilenlerle, yönetenlerin krizinin dışa vuruşlarını algılayamamak sorunu yaşanıyor. Algılamak gerekiyor, yoksa tanımlayamayız. İrdelemek gerekiyor, yoksa bilemeyiz. Bilemezsek, kavrayamayız. Kavrayamazsak, değiştiremeyiz; işte, bütün mesele bu. Nasıl Yapılmalı?-nın tezleri ortaya konmadıkça da kibernetik-kaosu tezgâhlayanlar “kelebek kanatları”nı büyük bir mutlulukla çırpmaya devam edecekler. Pentagon’un generalleri, borsaların kurtları, mâlî oligark vampirleri, CIA-BND-MOSSAD-MI.6 gangsterleri kendilerinin çok başarılı olduklarına dair halisülasyonlarının mastürbasyonu ile günlerini geçireceklerdir.

Burjuva politikasının eski kurtlarının birden “sola yol verici” kesilmesi boşuna değil. Eğer açığı sosyal-demokratlarla kapatmazlar ise, gelecek olanın proleter-devrimci sol olacağının gayet iyi bilincindeler. Onun için “enternasyonal sol” (yani Chavezgiller) yok oldu mavalını okurken, “millî sol”a ışık yakılması için uyarıyorlar.

Enternasyonal Sol’un tek eksiği ortaya manifesto koyamamış olması. Yoksa kadroların varlığından hiç şüphe duymuyorum. Ama birleştirici olan akıl-bilgi-bilinçtir! Bizde manifesto denince; çok sevdiğimiz kolaycılıkla “halkımız”, “ezilenler”, “yaşasın” ve “kahrolsun” slogancılığının ideolojisi, yani “yanlış bilinç” anlaşılıyor. Popülizm bilimsellik değildir, cahilliğin maskelenmesidir. Hatta ta kendisi. Manifesto, İktidar Olma Meselesi’nin Nasıl Yapılmalı?-sının özünün konulması demektir. Birleştirici olan budur. Yoksa “ben hepinizden daha eskiyim, daha iyi bilirim, bana gelin, benim önderliğimde birleşin” gazı basmak değildir! Hele her türlü sosyal-şovenizmin sırtını okşamak hiç değildir! Esas olan yorumlamak değil, değiştirmektir! Yani; tez + antitez = sentez değil, + sentez = aşmaktır… XXI. Yüzyılın devriminin formülü budur…

1 Eylül 2007 Cumartesi

Entelektüel - Entelegentsia "bilgiçliği" - Halid Özkul

Entelektüel - Entelegentsia “bilgiçliği” ya da bi-haberler için Fehim-Fehmi ayrışması üzerine birkaç not

Türkiye’de son zamanlarda ‘entel’ magazin medyası felsefi konularda bir takım “feylesof”larla geyik muhabbetlerine daldılar, yine! ABD güdümlü CNN-Türk muhabiri, “Hocam” diye hitap ettiği yaşlı ve ünlü edebiyatçı zat-ı muhtereme soruyor: “Hocam, Entelektüel nedir?” Cevaptan pek de tatmin olmayan muhabir, haklı olarak bir başka “derin” ÖSYM sorusunu ile yaşlı-başlı-saygın-seçkin üstad-ı muhteremin canını iyice sıkıyor: “Hocam, peki entelegentsia nedir?” Çünkü, cevap tam bir iflâs… ”Kibariye” de aynı cevabı verebilirdi! ”Cahilin okumuşundan korkacaksın!” diye boş yere söylememişler…

Burada Osmanlı düşün insanlarından
Baha Tevfik’in “Felsefe-i Ferd”(Altıkırkbeş. Aralık 1992) kitabını mükemmel olarak günümüz türkçesine tercüme eden mütercim Burhan Şaylı’nın eleştirisine katılmamak elde değil. “1928’de harfler değiştikten sonra Türkiye toplumunun tarihle olan bağları fena halde kopmuştur. Toplum birdenbire okuyamaz yazamaz hale gelmiştir. Ve bu okuyamaz yazamaz hale geliş, kendi tarihini iyi bilemez hale gelişle paralellik taşır. Zamanla Türkiye’li insan hem Türkiye’nin hem Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihiyle ilgili belge ve kaynakları birinci elden okuyamaz hale gelmiştir.”(a.g.e.s.14) Mütercimin örneklediği gibi, biliyorum diye ortaya çıkanların hataları da kabul edilebilir cinsten değildir. Böyle olunca da, ABD’de kültür politikaları ile yetiştirilmiş, medyanın köşe başlarına yerleştirilmiş Amerikancı tarih mühendisleri tarafından, iliksiz-ilkesiz liboş “entel-dantel”ler adeta bir tabu haline getirilmiştir. Böylece verileni anlayan, fakat hiçbir şeyi sorgulamadıkları için kavrayamayan; bunun için, her yer İngilizce olsa “ne olur, yani”; onu yada bunu “versek ne olur, yani”; şey-falan-filan-yanilerle boğulan lisansızlaştırılmış bir toplum müsvettesi olduk!.. (Ne ki, lisan-language- bir başka olgu, dil-tongue- bir başka olgudur. İkisini de aynı sözcüğe indirgeme tembelliğine indirgerseniz; gittikçe düşünemez, sorgulayamaz, irdeleyemez, yaratamayan bir tembeller sömürgesi olursunuz!)

Türkiye’deki en ciddi ve kapsamlı Ansiklopedik Türkçe Sözlük çalışmalarından biri de sayın Pars Tuğlacıyan’ındır diyebiliriz. Onun çalışması olan Okyanus Türkçe Sözlük’te (Mart-1971) “Entelekheia (entelekya): Aristoteles’e göre her varlığın erişmeye yöneldiği yetkinlik hali; bir şeyin biçimi veya özü- yetkinlik durumuna ulaşmış gerçek varlık- kendiliğinden yetkinliğe yönelen ve yetkinliğini gerçekleştirecek etkin ilkeyi kendinde taşıyan her gerçek varlık-“ olarak açıklandıktan sonra Osmanlıca (eski Türkçe) “kemal-i evvel” deyimi verilmekte, karşılığı “bütünlük, yetişkenlik, entelekya” olarak belirtildikten sonra tasavvuf felsefesiyle bağlantılı olarak “insanın kâmil aşamasına erişmesi” şeklinde noktalanmakta. Aynı sözlükte, “Intellectuel (Fr): merakı ve mesleği gereği fikir meselesiyle uğraşan kimse”; Intelligentsia (Fr): Çarlık dönemi Rusya’sında aydınlar sınıfı, bir ülkedeki aydınların tümü, açıklaması verilmekte.

Aynı konuda yeni TDK’nun sözlüğünde, “Entelektüel: Bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş aydın, münevver”, karşılığı ile açıklanmaya çalışılmış. Diğer kavramlarsa yeni TDK’nu hiç ilgilendirmemekte! Laik ve necip Türk milletine bu kadarı yeter! Oxford İngilizce Sözlük’te ise: “Intellectual: zihinsel, anlıksal, aydın, münevver, yüksek zekalı, çok akıllı” olarak açıklanmakta ayrıca; “Intelligence: zeka, akıl- bilgi, haber, gizli bilgi toplama, istihbarat, istihbarat servisi” ile belirtilmekte. Latinceye daha yakın olan Almanca sözlükte ise: Intellektuell: zihni-zihinsel; Intelligent: zeki- kavrama yeteneği; Intelligenz: zeka, zeyrekli; olarak açıklanmıştır. Burada yeni Türkçe de kullanılmayan iki kavramla karşılaşmaktayız. Peki, bu kavramlar eski lisanda da kullanılmamakta mıydı?

Tekrar eski Türkçe sözcükleri taradığımızda yeni TDK’nun kullandıklarından çok daha zengin bir kaynakla karşılaşıyoruz. Yakın zamanda daha çok ezoterik mason mahfillerinin tuluatlarını andıran bir “aydın”cılık, “aydınlanma”dır tutturulmuş gidilmekte. Karşılık olarak “münevver” gösterilmiş. Sözlük anlamı öncelikle: “parlak, ziya, aydın, aydınlık” olarak verilmekte. (Bu faaliyet içindeki “nur-u ziya” ile “aydınlatılmış” olan üstad-ı muhteremlerin hemen hemen hepsinin mason localarının üyeleri olmaları “rastlantı” olmasa gerektir!)

Eski Türkçeden yeni Türkçeye geçerken önemli kilometre taşlarından biri olan 1934’teki II. Türk Dili Kurultay’ının hazırlamış olduğu Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu(1935)‘nda “Entellektüel: idemen”, “Münevver: aydın” olarak, düşünmek, fikir sahibi olmanın önemli kavramlarından biri olan “Fehmetmek: anlamak- idrak etmek” şeklinde açıklanmakta. Buradan Okyanus Sözlüğü’ne dönersek: Arapça olan “Fehim: anlama, kavrama, zeki, akıllı, anlayışlı; Fehmetmek: anlamak; Fehmi: anlayışlı, zekaya ait, entelektüel; Fehmolunmak: anlaşılmak, kavranmak” olarak yazılmıştır. (İlginçtir ki, bizzat Kemal Atatürk tarafından Kurultay çalışmalarının başına getirilen ve soyadı dahi onun tarafından verilmiş olan Prof. İbrahim Necmi Dilmen bile, başta kızı olmak üzere yakın çevresine; Türkçe üzerine yapılan bilim dışı kurguların ciddiyet sınırını aştığını ve dejenere hale getirildiğinden yakınmıştır. Günümüzde bozuk tohum ürünleri bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır) Eski TDK’nun Felsefe ve Gramer Terimleri Sözlüğü’nde (1942) “Fehmetmek: anlamak, kavramak” olarak belirtilmiştir. Oysa ki, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ünlü Tarama Dergisi’nde (1934) “Fehim: anlayışlı [zeki, akıl, müdrik]; Fehm: anlayış, an, ök, [akıl, fikir, gönül], varış; Fehmetmek: anlamak [idrak, izan, teyakkun]” olarak ifadelendirilmiştir. Osmanlının son dönemlerinde misyoner faaliyetleri çerçevesinde kurulmuş olan Robert Kolej (Boğaziçi Üniversitesi) ile bağlantılı Redhouse Türkçe- İngilizce Sözlük’ünde (1968) “Fehim: Fehm; Fehm: anlayış, kavrama, idrak, içine alan, kapsamak; Fehmi: anlayışla ilgili olmak” olarak açıklanmıştır.

Burada nerede ise tüm sözcüklerin yanına “anlamak, kavramak, idrak” sıralanmıştır. Sanki bazıları Türkçe, bazıları Arapça gibi. Oysa ki; İdrak: anlama, biliş, duygu, eriş, sezgi; ile açıklanırken burada en önemli kıstas olan; Kavramak: ihata etmek [akla sığdırmak], kabzetmek [almak, yakalamak], tefehhüm [kavramak, anlamak, fehm, ifham-anlatmak, zihine sokmak-]; Kavrayan: müdrik, müştemil(içine alan, kavrayan);dir. Burada tefehhüm ve müdrik; Doğu Roma-Bizans-Osmanlı başkenti İstanbul lehçesinde (dialect) kavramak ve kavrayan için kullanılan bir sözcük olarak sözlüğe girmiştir. Peki neden bir başka bölge yada kentin lehçesinde yaratılamamıştır? Bunun cevabı, iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel-enerjik-uzaysallıkta manevi-sosyal/sınıfsal varlık olan insan(lar)ın nesnel-gerçeklik sürecini içermektedir. Burada Bilen: arif, vâkıf (bilen, bilgili); olmak önemlidir. İrfan(bilim, bilme, bilig, anlayış), Arif (bilen, bilgelik) bu eylemcinin vasıflarıdır. Eski Türkçe’de doğru olarak adlandırılmış olan Pîr: aydıncı (Tarama) tam olarak Intelligenz’e karşılık düşmektedir. İstanbul lehçesi ile açıklarsak intelligentsia’ya. Çünkü o aydınlatan (Münir), aydınlandırmak (Tenvir) fiilini yürüten bireydir. Aydınlatılmış (Meşruh) üstad-ı muhteremlerden değildir.

Anlamak”la, “kavramak” aynı “olay” değildir! Onun için bir sözcüğün karşılığı olarak insanları “ahmak” yerine koyarak ard, arda hep aynı sözcük/kelime/leri sıralayamazsınız. “Yanlış” başkadır, “Hata” başkadır, “Galat” başkadır. Ama üçü de ‘doğru olmayan’ eylemlerin karşılığıdır ve/fakat aralarında FARK vardır. Tıpkı “anlamak”la, “kavramak” gibi.

Şimdi asıl açıklamak istediğime gelirsek, entelektüel ile entelegentsia bir ve aynı yada benzer vasıflı bireyler değillerdir. Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak işbölümünün derinleşmesi ile yeni bir anlam kazanmışlardır. Bu günümüzün nesnel gerçek işbölümüdür. Burada kurulu düzen “içinde” olan, onu değiştirmek değil; tekrar biçimlendirme (re-form) yönünde eleştiren aydınlar; “kendine dönük” anlamış olan kimseler olarak fehmi-entelektüellerdir. Kendini aydın “sanan”, bu yorumlayıcılar-anlayan kişiler olarak “resmi ideoloji”yi kendilerini tatmin zanaatı içinde eleştirirler. Kapitalist alt yapının yansıması olan üst yapının resmi ideolojisi onların algılama(perception) bilgiçlikleri ile sınırlıdır, ortaya çıkan düzen şartlarında idrak etmiş olan entellectusun ansiklopedik bilgiciliği (sophisme) olur.

Oysa ki, kavrayan (fehmolan-concevoir) Fehim, kendi aydın “olan” siyasal kültür öğretmenleri, başkalarına öğretici-örnek olan devrimci-işçilik-sanatçılarıdır. Onların bilgi bilimsel eleştirileri (erkenntniskritischen) resmi ideolojiye karşın ve karşı, onu değiştirmek-aşmak için siyasal ilkeler zorunluluğunda kavranmıştır. İşte bu pîr- entelegentsianın en önemli vasfıdır. Ne ki, bu kavram Dünya tarihinde Çarlık Rusya’sında istibdada karşı kanla mücadele verilerekten gelişmiştir. Aydınların iki olgusu içinde devrimci tutum takınanlar gelecek olan Sovyet iktidarı döneminde de kendilerine öncülük vasfı vermişlerdir. Günümüz Rusya’sında da durum aynıdır. Metafizik burjuva ideolojisinin öncülerinden Piskopos G. Berkeley’in ünlü teorisi “their, esse is percipi”(Onların varlığı algılanmış [idrak edilmiş] olmalarıdır!) derken, bütün entelektüellere de öncülük etmiştir. Ne ki, Hegel “Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır” derken materyalist diyalektçilere yol göstermiştir. Bunun için devrimci bilim-insanları Marx ve Engels “Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan (das bewusste Sein) başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir” (Alman İdeolojisi.s.48) demişlerdir. Entelegentsia, günümüz koşullarında TV ekranlarına “kurgucu”(spekülatör) olarak taşmadan, mütevazı ve bilinçli kavgasına devam etmektedir. Çünkü onun, başkaları ne der, diye, bir derdi yoktur. Sürü psikolojisinden uzak durduğu için kolayca örgütsel bağlantılarda kurmaz. Entelektüelin solcusu ve sağcısı vardır, fakat Entelegentsianın

solcusu sağcısı olmaz, onlar adeta bir Havass içinde birbirlerini tanırlar. O bilir ki, tarihin zorunluluk tekerliği devrime doğru dönmektedir, hiçbir güçte bunu durdurmaya muktedir değildir. Kaldı ki, günümüzde Irak’tan Lübnan’a basit silâhlar kuşanmış halkın, emperyal-zionun en modern silâhlarını bile nasıl tesirsiz hale getirdiğine görerek ve duyarak şahit oluyoruz.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

"Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir" - III - Halid Özkul

Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir” - III

Yazmakta olup sonuna yaklaştığım kitap çalışmam konusu içinde olan bu konuyu erkenden kamuoyunun dikkatine sunmam, son günlerde “at izi ile it izinin” iyiden iyiye birbirine karışmasından dolayıdır. Devlet Terörü Merkezlerinden eğitimli “görevli” pek çok “uzman” ve “stratej-stratejist” taslağının ortalığı bulandırdığı bir tipik “kaos” zamansalında birilerinden işe başlamak gerekiyordu. “Eski solcu”lardan başlamak da en doğrusudur…

Psikolojik Savaş’ın en önemli teması “korku” yaratmak ve bu yaratılan korkuyu canlı tutmak, eskidiğinde bir yeni “korku” icat etmek, malzeme bittiğinde unutulmuş eski bir “korku”yu tekrar, yeni bir şeymiş gibi serbest piyasaya sürmek. Aslında bu, insanlık tarihinde iktidarı ebediyen ellerinde tutmak tutkusuna tutulmuş egemen sınıfların, “din” kisvesi altında başlayarak uygulaya geldikleri en ‘kullanışlı’ yöntemleri. Evet, istihbarat servisleri günümüzde bu işi medya patronlarının desteği ile ustaca yürütmekteler. Piyon olarak ise “şöhret” düşkünü entelektüelleri kullanmaktalar.

Bu ”aynalı sazan” hikâyesine en son, Mayıs 2007’de bir günlük gazetemizin köşesinden şahit olduk. “Eski Solcu”- Şarkıcı- Yazar- Gazeteci- Yapımcı- Ulusalcı vbgb. Bay Zülfü Livaneli Vatan’daki köşesinden “404 bomba meselesi”(9/10.05.2007) makalesinde özetle şu büyük “enformasyon”u açıklıyordu. Sovyetler Birliği’nden 400, ABD’den de 4 nükleer bomba çalınmışmış; bunlar, çantalar içinde teröristlerin elindeymiş. Üstad-ı muhterem bunu Harvard Üniversitesi dekanı Prof. Graham Allison’dan dinlemiş. Bu çok muhterem zatın Nükleer Terörizm adlı bir kitabı da bulunmaktaymış. Ayrıca Rus General Alexander Lebed, KGB için özel olarak hazırlanmış 1342 adet “çanta biçimindeki nükleer silâhın 84’ünün çalınmış olduğunu tespit ettiklerini” itiraf etmiş. Bu çok ciddi kayıp bombalar konusu hakkında; Al Gore ile “Uygunsuz Gerçek” belgeseli hazırlamış ve Oscar almış olan Lawrence Bender, bir film hazırlıyorlarmış. Kendine kanıt olarakta çoğu masa-üstü servisleme olan nükleer kaçakçılığına ait haberler verilmekte köşe yazısında. Haberine ilgisiz kalan kamuda bir güzel paylanmakta. Hatta aynı gün, bu “önemli şahıs”ı Haber Türk TV kanalındaki “13 Haberleri” programında konuk ederek rahatsız etme “cüretini gösteren”(!) sayın Gülgûn Feyman’ı, sorgulamasından da rahatsız olarak sinirli bir biçimde açıkça azarlayarak, konu hakkında belgeleri sunacağını beyan eden, “o her şeyi bilir” şahıstan hâlâ ‘tık’ yok! Kaç gün geçti?

Ben “eski solcu-vip”i beklemeden konuyu açmak istiyorum. Bir kere Harvard dendi mi? Hatırıma hemen, “Halikarnas Balıkçısı(Cevat Şakir)”nın ünlü -benim için veciz- cümlesi gelir: “Ben Oxford’ta tam dört sene bana öğretilen yalanları unutabilmek için koskoca iki senemi harcadım!” Önce internet varken, bunca bilgi sanal alemde gezinirken, “eski solcu-vip” olmanın “dayanılmaz hafifliği” ile kalemşorluk yapmaya kalkıp, insanları suçlayan ‘şahıs’ “google” ya da “wikipedia” gibi çok kullanılır arama motorlarında biraz gezinseydi şu çok basit ipuçlarını yakalıyabilirdi. Ama yapmadı! Neden? Bir, adı geçen Prof. Graham Allison ve ABD emperyalizminin “eşek” kanadı “demokrat”(!) Al Gore, her ikisi de CFR-Bilderberg Group-Trilateral Commission üyesi. Bu konuda oturup kitap yazdık (kitaplar yazıldı. Belli ki bayımız bu konuda cahil!) Lawrence Bender, Hollywood’un en ünlü “korku” edebiyatı yapımcısı, ABD devletine bu “küresel” hizmetinden dolayı Oscar’la cilâlanmış… Aşağıdaki açıklamalarımdan sonra okuyucu bu adamında ‘ne menem’ biri olduğunu anlayacaktır!

Alexander Lebed, emekli tümgeneraldi. Politik dönekliği ile Yeltsin’i iktidara taşımış, minnet borcu olarak onun Ulusal Güvenlik danışmanlığına kadar yükselmişti. Şili diktatör general Pinochet hayranı Lebed, 1996’da Yeltsin tarafından Güvenlik Konseyi’nden kovulmasından bir yıl sonra “7 Eylûl 1997’de bir dehşet verici hikaye ileri sürdü ki bu Altmış Dakika TV magazin-haberleri ile bir röportajı sırasında iddia edilmişti. Yüz (abç) Sovyet-yapısı bavul-boyutunda nükleer silâhlar sabotaj için tasarlanmıştı ‘Rus silâhlı kuvvetlerinin denetimi altında değillerdi’. Rusya Federasyonu Yönetimi Lebed’in iddialarını reddetti.” Çok doğal olarak ABD’de bulunan bir askeri istihbarat GRU ilticacısı Stanislav Lunev bu spekülasyonun lehine konuşturuldu. Açıkcası ortada Zülfügillerin “Bond” çantaları yoktu, her biri dokuz “Bond” çantası alabilecek ebatlarda “bavul”lar söz konusuydu. Fizikçilerin sırıtarak karşıladıkları bu iddia “korku” senaryolarının “İslâmcı Terör” mizansenlerinden biriydi…

Gelelim pek methedilen zat-ı muhtereme, Graham Tillett Allison, Jr.’a (1940 doğumlu), Harvard (1962) Oxford Üniversiteleri (1964) mezunu. Harvard’ta kalarak John F. Kennedy School of Government’ta profesör asistanı oldu. 1972’de profesör, 1977’de dekan oldu… Bir tartışmaya yol açan olay 1980’de gelip çattı, Kennedy School of Government(Kennedy Yönetim Okulu) kadınlara ve azınlıklara karşı fark gözetmekle suçlandı. Şikayet İş Dairesi’nin Massachusetts Kadınlara Eşitlik Hareketi Ligi tarafından resmi işleme koyuldu. Onlar dikkatini çekti ki okulun 47 öğretmeninin sadece 3’ü kadınlardı ve orada azınlıklar yoktu. Onun en büyük gafı olan 500,000 dolarlık değiş tokuş atamalarıyla üniversitenin saygınlığı uğruna zengin Texaslı çiftle (Charles C. Dickinson III ve Joanne W. Eaton) anlaşmaya varmasıydı. Pazarlık bir öğrenci gazetesi The Harvard Crimson tarafından ifşa edildi. Çiftle Allison'un bağlantısı petrol endüstrisindeki onun deneyiminin nedeniyle olduğundan şüpheli değildi. O, Belco Oil and Gas ve Getty Oil’in eski bir direktörüydü. Allison, Getty Oil’de hem de rüşvetçilik sorumluluğu ile yüzleşmişti ki Pennzoil ve Texaco’yu kapsayan şirketlerin birleşmesinde bir şüpheli olarak ateş altında kalmıştı. Allison, Taubman Centers Inc’in yönetim kurulunda hizmet vermişti; Chase Bank, Hydro-Quebec, International Energy Corporation yönetim kurulu danışmanlığı ve Trustee of IXIS’in bir danışmanıdır. O, Belfer Center for Science & International Affairs’in de direktörüdür ve 1990’dan 1993’e kadar the Project on Strengthening Democratic Institutions’in direktörüydü. Allison, 1960’larda Savunma Bakanlığı(Pentagon.y.n)na uzman ve bir danışman olduğundan beri ABD savunma politikasına ağır bir biçimde bulaşmıştı. 1985’den beri Savunma Sekreterliği’nin Savunma Politikası Yönetim Kurulu’nun bir üyesi olmuştu. Ayrıca, 1985’ten 1987’e Savunma Sekreterliği’ne özel danışman olmuştu. 1993’ten 1994’e Savunma Sekreterliği Politikası ve Plânları Yardımcısıydı. Bu yetenekle eski Sovyetler Birliği devletleri ile ilgili politika ve stratejiyi düzenledi. Demokrat Parti’nin taraftarı ve Dukakis ailesinin ile dosttur. Michael Dukakis’in başkanlık kampanyasının gayri resmi bir danışmanıydı. 1973’ten 1974’e Center for Advanced Studies’nin bir üyesiydi; RAND Corporation (CIA.y.n.) uzmanı; Council on Foreign Relations üyesi; 1974’ten 1984’e Trilateral Commission üyesi; 1972’den 1977’e Brookings Institution’de dış politika çalışmalarında teftiş komitesi üyesi ve National Academy of Sciences’da sayısız panellerin bir üyesi. Allison, Council on Foreign Relations’ın başkanı David Rockefeller gibi yerini almış adlar arasında anılmıştır. Bilderberg Group’un en azından bir toplantısında hazır bulunmuş olduğu bilinir.

Daha fazla araştırmaya gerek var mı? “Eski solcu”, kartvizitine bir kariyer daha eklemeyi de hak etti: “konspiratör” hem de Pentagon’un!

1 Temmuz 2007 Pazar

"Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir" - II - Halid Özkul

Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir” - II

“…Üzerinde Allah lafzına tekabül eden hilâl imgesi ile son derece ‘dini’ bir sembol olan bayrak…” (Nihal Bengisu Karaca. “Bahar Temizliği” Yeni Aktüel) Bir tam sayfa sahibi bu “tesettürlü” muhterem muhabir-hanımefendi; herhalde torpilli, veya bizde de –tesettürlü- var ya da “erguvani*”lerle bağlantılı olduğundan değil, “Türk basınında ‘ilke ve standart’(!) olan; akıl ve bilgi yaratıcı becerisi”nden dolayı o sayfayı işgal etmektedir!..[*Geniş bilgi için bkz. “Erguvaniler”, Tayfun Er. Duvar yay. 2007.]

Hiçbir köşe ve sayfa sahibi olamamış ben cahil kulunuzun bildiğim üzere; Müslüman peygamberinin bayrağının düz beyaz olduğu ve hiçbir simge taşımamasıdır. Ne ki, İslâm “tapınma aracı olabilecek” simgeleri ve tasvirleri yasaklamaktadır! Sonradan yine bu bayraklara (aralarında Kûreyş kabilesinin siyah bayrağı olmak üzere) diğer birkaç düz renkli kabile bayrakları katılmıştır. Bunun için en doğru İslâm ülkesi bayrağı Libya’nın düz simgesiz “Yeşil” bayrağıdır. Saûdi bayrağındaki ayet-i kerimin altına iliştirilmiş olan kılıçlar, Kûran’a aykırı bir düzen olan aşiret mutlakıyetini temsil eder.

Arapçada “alem”, öztürkçecilerimizin Fransızca “sembol”den yürüttükleri “simge” olarak sözlüklerde yazılmaktadır. Sosyetemiz “imaj”dan yürütme “imge”yi tercih eder. Ayrıca “alem” denilen bu simgeler Müslümanlara ait camii, medrese, tekke, türbe, imaret, kapalı çarşı kubbe, tonoz ve minarelerindeki tepe noktalarında metal alaşımdan dökülerek kullanılmıştır. Bu “alem”lerde ilk yüzyıllarda hilâlden başka şekiller kullanılmıştır.

Simgelerden “hilâl” ancak Osmanlılardan itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır. Arap dünyasına yayılması da Osmanlıların sayesinde olmuştur. Selçuklular ise alem olarak “çift başlı kartal”ı kullanmışlardır. “Çift başlı kartal”da yüzyıllardan beri Bizans’ın alemi olarak kullanılmaktaydı. Hâlâ da Ortodox Hıristiyan Balkan ve Slav ülkelerinin millî bayraklarında kullanılmaktadırlar. Kartal, Anadolu’nun eski simgelerindendi. Fakat en eskileri hilâl, yıldız ve arslandı. Yeniçerilerin XV. yüzyıldan sonra altında padişah ve büyük komutanların önderliğinde halka beraber toplandıkları sancaklar kullanmaya başlamışlardı ki, bunlara da “alem” adı verilmiştir. Ancak daha sonraki yıllarda bu sancakların üstünde hilâl ve yıldız simgesi de kullanılmıştır. Bu simgeler güç ve egemenliği belirtmiştir. Bu Kutsallık(Kut), Savaşçılık(Küç), Üretgenlik(Ülüğ); Türk budununun din-berisi inançlarının kaynağından gelen simgelemelerdi. (Bunu kavrayabilmek için; bkz. “Kök Türkler”(Kut, Küç, Ülüğ)”, Sencer Divitçioğlu. Ada yay. 1987) Çünkü bu Oğuz din-berisi simgeler, Anadolu din-berisi simgelerle tarihsel materyalist kaynaklardan dolayı yüzde yüz çakışmaktaydılar.

Bizden bin yıl önce, binlerce kilometre gerimizde kalmış Orta-Asya steplerinin genetiğini göz ardı etmeden; kendileri, bin yıldır üzerine ayaklarını bastığı ülkeyi kavramamakta inatla direnenlere karşın; son arkeolojik bulgularla 15 bin yıllık uygarlıklar beşiği olan anayurdumuzun nesnel gerçekliğine eğilelim.

“Hilâl”, toprağın-üretimin-bereketin ve ana tanrıçanın (Kubaba-Afrodit-Sophia); “yıldız”, ışığın, gökyüzünün, bilginin ve erkek ilâhın (Apollon) simgesi olarak animist ana-erklik toplumdan, ataerkilik toplumun pagan tapınaklarına girmiştir. Daha sonra paganizmin diğer simgeleri gibi Hıristiyanlık içinde yer bulmuşlardır. Bunlar aynı zamanda kökenlerinde sınıflar çıkarlara tekabül eden gnostik ve ezoterik/içrek yapılanmaların “okültik” değerler biçtikleri simgeler olmuşlardır. Bu gruplara devlet erkini elinde tutanlar Hıristiyanlıkta “Hermetik”lik, İslâmda ise “Batınî”lik adı vermiştirler. (Bu konularda geniş açıklamalar için bkz. “Gizli Ordular-RT-CFR-BG-TC”, Halid Özkul. Sorun yay. 2005. s.352. dip not: 63. s.356. dip not: 74.) Amaç egemenlerin denetimindeki dini kullanarak aforozlamaktır. İsyancı reddiyecilerin simgelerini de ellerinden almaktır. Ama tapınakları-ibadethaneleri imâr eden kafalar ve bu yapımda çalışanlar kollar da bu hermetik-batınîlerdir. Simgelerini ustaca ve kurnazca yerleştirenler de, bu direnen akıl ve bilginin bilinçli eylemi(praxis)dir. Bunun bir başka örnekleri, Anadolu Aleviği, Ermeni Gregoryanlığı, Süryani Nasiriliğidir. Hitit kaya tapınaklarına, kayalara işlenmiş hilâl-yıldız ve arslanları oyanlar, her türlü tasvir ve heykeli oymayı yasaklamış olan bir din ile nasıl bağdaştırılabilindiği ayrı bir ÖSY sorusudur?

Buna çok bilen tavırla, “…Allah lafzına tekabül eden hilâl imgesi” derseniz, üstelik bilgiçliğinizin altını “son derece ‘dini’ bir sembol” diye çizerseniz; pardon miss, buradaki takiyeyi yemeyiz; “uzak at civcivler yesin!” deriz… Ne kadar “vatan-millet-sakarya-din-kitap” paradigmalarına sığınarak “resmi tarih” palavraları sıkarsanız-sıkın, bu bilimsel gerçeği değiştiremezseniz. Sadece kendinizi ve kahve sohbeti müritlerinizi kandırabilirsiniz. Kafayı örtmekle Müslümanlık olmaz, beynin güneş ışığına-aydınlığa ihtiyacı vardır!..

Ayrıca bayrak üzerine spekülasyonlara anarko-nihilist radikal solda diğer uçtan katılmakta. Örneğin, Batı Avrupa’da kapitalizmin şafağında doğan ulus-devletlerin, feodal devlet simgelerinin aristokrat mutlakıyeti sürdüren hanedanların armaları olması nedeni ile; burjuvazinin devrimler sürecinde oluşturmuş olduğu ulusal simgeler olarak bayrakları; ki genellikle Fransa’da olduğu gibi her bir renk, bir sınıfsal temsile tekabül eder. Ya da aristokrasi-burjuva ittifakının sağlandığı meşruti devlet biçimli kapitalist ülkelerde olduğu gibi din etmeninden hareketle “haç” biçimdeki ana simgenin yanında genellikle hanedanlığı temsil eden renklerle bezenmiş simgelerdir. Doğal ve haklı olarak işçi sınıfı temsilcileri bu simgeleri reddederler. Onun yerine Büyük Fransız İhtilâli sırasında Marsilyalı ekmekçi zanaatkârlar ile Parisli zanaatkâr, emekçi ve işçiler olan “sankülotların”, Marsilyalıların kırmızı Frigya külâhlarını mızrakların ve tüfeklerinin uçlarında bayrak olarak sallamaları nedeni ile bu sınıfın simgesi olarak kabul edilmiş olan (ki Fransız millî bayrağının ‘kırmızı’ bandına tekabül eden) “kızıl külah”ı kendi simgeleri olarak kabul etmişlerdir. (İkiyüzelli yıl önceki Thomas Münzer’in önderlik ettiği Alman köylü ayaklanmasında ise bu ak bayrak üzerindeki “tahta çarık”tır). Bu simgenin işçi sınıfının bayrağı olarak genel sembolü oluşu ise Fransa’daki sınıflar mücadelesinin sürecinde ilk olarak A.Blanqui tarafından “Kızıl Bayrak” olarak ilân edilmiş; ardından efsanevi “1870 Paris Komünü”nde katledilen 100 bine yakın işçi-emekçi-aydının kanı ile proletarya devrimleri çağının genel simgesi olarak tescil olmuştur.

Oysaki Türk milletini temsil eden millî bayrak, tamamen Batı kapitalizminin şafağında doğmuş olan örneklerden ayrı, tamamen bir bakıma “nev-i şahsına münhasır”dır. Burjuvazinin bilimsellik dışı “resmi tarih” masalları -asparas dini motifli palavraları- ne olursa olsun, bu özellik değişemez. Zaten Osmanlı döneminde sarayın bayrağı kendi imalatı “sancak-ı şerif”i olmuştur ve ümmeti temsil etmiştir. Özünde dini esaslıdır. Keza seküler sayılabilecek “tuğralı sancak” padişahı temsil etmiştir. 1923’ten sonra ‘Turkiya Cumhuriyet’ sembolü olarak kabul edilen bayrak ise; daha önceleri Osmanlı donanmasında –Batı Akdeniz Hermetizminin yuvası Magribi- korsan ve ora kökenli kaptan-ı derya ve de ardından donanma bayrağı olarak; çok daha sonra ise Osmanlı ordusunun “savaş sancağı” olarak kabul edilmiş bayraktır. Yani dini değil, gnostik-ezoterik-hermetik-batınî özellikleri itibari ile iktidarlara kafa tutanların sembolü olarak halka mal olmuş seküler bir bayraktır. Üzerinde 15 bin yıllık simgeleri ile kökenleri Anadolu’nun komün ruhunun ana-erkliliğe denk düşen en eski bayrak Türk bayrağıdır. (Hilâl-yıldızı Müslümanlığın simgesi olarak kabul edenler, kendilerini öyle avuta dursunlar.)

Tabii burada “Türk” kavramı ile milliyetçilik sevdasında olanları ya da “Türkiyelilik” gibi bilimdışı kavramları ilericilik-demokratlık adına savunanları irdelemek yine bu bakış acısı ile bağlantılıdır…Bu da ayrı bir trajik-yazım konusudur.

1 Haziran 2007 Cuma

"Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir" - I - Halid Özkul

Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir” - I


Türkiye’nin “hormonlu ekonomisi”ne paradox olarak gelişen olaylar ve bazı kitap çalışmaları –kafa eylemleri–, ezberlerimizi (paradigmaları-“değerler” dizisini) bozuyor. Ezberler bozuldukça “somut durumların, somut tahlili” olarak ifade edilmiş olan ilkeler zorunlu olarak belleğimizdeki yerini tekrar alıyor. Soru şu; Ne Yapmalı? Değil; Nasıl Yapılmalı?..


Bu; Neden-Niçin-Nasıl sorgulama-irdeleme sürecinin son aşaması. "Nasıl Yapılmalı?"ya yanlış cevaplar üretmiş olanlar, muhakkak "Neden?" ve "Niçin?"i cevaplarken de yanlış gözlemlerde bulunmuş “görme bozukluğu” içinde olanlardır. Bunun bireyin “görme kılavuzu”nun “yanlış bilinç” (ideoloji) haliyle ilgili olduğunu bilimsel olarak ilk vurgulayanlar şüphesiz, iki devrimci bilim insanı Marx ve Engels… XIX. yüzyılın yarısında kapitalizmin kritik dönemeç noktasının nesnel gerçekliğinin ürettiği insanlar içinde onlar neden-niçin-nasıl’larını doğru cevapladıkları için bilimsel komünizmin temelini attılar. Böylece, Marx’ın deyişi ile: “Görünen ve gerçek aynı şeyler olsaydı bilime de sanata da gerek kalır mıydı?” sorusunun ışığında cevap arayarak “görme kılavuzu”muzu inşa etmeye başladık.


Görüneni değil, gerçekleri arayanlardan yazar Hasip Akgün, Görme Kılavuzu (Akış yay.1999) adlı kitabında: “Görmek, farkını üretmektir ve insan olarak ayakta kalmanın yollarından biridir. Çünkü paketlenmiş 'enformasyon' bilme değildir. Günlük dilde 'haber alma' anlamındaki 'enformasyon' bilmeyle (episteme ya da düşünme) karıştırılmıştır. Bilme, 'enforme olmak' değildir. Bilme, aynı gibi görünenleri ayırt etme, farklı gibi görünenleri sınıflandırma sürecidir…” (agy.4) diyor. Burada eleştirel nokta, “gerçeklerin ayrıntılarda gizli” olduğu polyalektiğini kavrayabilmek…


2007 Nisanında piyasaya çıkmış olan araştırmacı-yazar Tayfun Er’in Erguvaniler-Türkiye’de İktidar Doğanlar (Duvar Yay. İzmir) kitabı görme kılavuzunu “gerçek ayrıntıda gizlidir” ilkesiyle yönlendirmiş bir kafa eylemi. Kolaycılığı, ezberleri zorluyor, bozuyor. Somutu, soyutlamalarla bulandıranları rahatsız ediyor, kızdırıyor. Ayrıntıların ne kadar “hassas” olduğunu kanıtlıyor. Söz arasında belirtelim; yazarın daha önce internette yayımlanmış olan çalışmaları kaynak göstermeksizin ve bilimsel üslubundan saptırılarak Soner Yalçın ve Yalçın Küçük tarafından kullanılmıştır. Yazarın deyimi ile “kurtlarla uluyan çakallar” tarafından ve “bu tiplerin ellerine en son Hrant Dink’in kanı bulaşmıştır”.

Helenceden “eupatrid” (iyi doğmuş) kelimesi ile ifade edilen “yerli” oligarşimizin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yürüyüşünün ayrıntılı resmigeçidinin ilk cildi bu çalışma (iki cilt daha sırada). Eupatridlerin oligarşisinin Türkiye’ye özgü “kast sistemi”ni belgeliyor. Çünkü vurgulanan iktisadi-siyasi-tarihsel-toplumsal-enerjik-uzaysallığı belirleyenin; sınıflar ve sınıflar mücadelesi olduğu. Bu tarihsel materyalist polyalektik görüş ufkundan bakışla tarihi kitleler yapıyor ama örgütlü kitleler…


Egemen sınıflar içinde hegemonya sahibi burjuvazi kendi sınıf bilincinde olan bir minör kitle olarak kendi ayrıntılarını koruyor. Türkiye eupatrid oligarşisi “erguvaniler”in MR’ını çeken yazar, ayrıntılar nerelerde, nasıl gizleniyor açıklıyor: 1- Aileden gelen güç; 2- Evlilikle kazanılan güç; 3- Okul; 4- İş ortaklığı; 5- Masonluk; 6- Mezarlık; 7- Tarikat, içinde…


Buradan 14-29 Nisan ve 1 Mayıs olgularına geçiş yaparsak, alışılmış “sosyalist” kahvehane-kafe gevezelikleri ile bir yere varamayız. Ama ayrıntıların ışığında baktığımızda “kelebek kanatları”nın vuruşunun nasıl bir fırtına “desen”i çizdiği ortaya çıkıyor…


Türkiye’de marxist sol ne zaman örgütsel bütünlük sağlamaya kalksa, başarıya ulaşamıyor. Bunu sağlamaya kalkanlar şu veya bu şekilde tasfiyeye uğruyorlar. Türkiye marxist solunun kitleselleşmesi 27 Mayıs darbesinin ardından gelen ve 27 Mayıs Anayasası’na dayanan burjuva demokratik ortamında sağlanmıştır. Her ne kadar devlet terörü özellikle İtalyan faşizmine dayalı yasalarla bu kitleselleşmeyi sürekli cezalandırdıysa da engelleyememiştir. Sonuç olarak, devlet terörü daha açık olarak kendi hukukunu da aşarak kanlı katliamlara girişmiştir. 1969’da başlayan, 1970 Haziranı ile şahlanan 1970 Devrimci Atılımı hem dıştan, hem içten vurularak çökertilmiş; 1978 hareketi kibernetik yönlendirmeyle tekrar kanla boğulmuştur.


Bugüne geldiğimizde dağılganlığın “kaos” teorilerini ispatlarcasına tepe noktaya ulaştığına 1 Mayıs “Devlet Terörü Gösterileri” sırasında şahit olduk. Hâlbuki 1 Mayıs İşçi Sınıfının Birlik-Beraberlik-Önderlik Güç Gösterisi olarak kutlanan enternasyonal (millîlerarasıbirlik) şenliğidir. Buradaki amaç, Paris Komününden bu yana kendisi için bir sınıf olmanın bilinçli eylem(praxis)ini verirken katledilen proleter devrimcilerinin anılarını tazelemek ve ruhlarını devrimci coşku-duygu-irade ile selâmlamaktır. Anarko-nihilist kendi tatmin etme(mastürbasyon)nin küçük-burjuva konspirasyonu ile provokasyonlara zemin hazırlamak hiç değildir… Ama asıl suçlu, görevlerini tarihsel olarak her zaman fiilen –de facto– yerine getirmiş olan bir avuç anarşist misyoner değildir. Asıl suçlu; bütün “marxist” sol örgütlerin liderleri konumunda olup kendilerini devrimci kadroları denetlemekle yükümlü kılmış olan “erguvaniler”in egemenliğine karşı ses çıkarmayan, susan bizleriz. Onlar sınıflarının gereklerini yerine getiriyorlar; ama bizler, tarih sınıflar mücadelesidir demeyi, yazmayı biliyoruz da, sınıfsallığın devrimci zorunluluğunu kullanmıyoruz!


Diğer taraftan karşı-devrimci pragmatik (faydacı eylem) karşısında en son gelinen nokta pratik (gerekir eylem), bir türlü praxis(bilinçli eylem)e gelemedik. Çünkü Marx-Engels ustaların altını özellikle çizdiği praxis, bilgi-bilimsel bir donanımı zorunlu kılıyor. “Maoist” Konfüçyüs pratiğini hâlâ son nokta sanan kır kökenli patriarkal feodal-komünizminin utangaç “devrimci”lerinin gelebildiği ve gelebileceği son nokta bu; pratik! Onun için bu noktadan “yanlış bilincin” güdümlediği “proleter devrimcilik” adına etnik nasyonal sosyalizmlere ya da egemen-ırk şovenizmine yuvarlanmak veya “Hz. Ali”yi keşfetmek doğanın diyalektiğinin “mukadderatı”!


Kafa ile kol, kent ile kır, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki kapitalist uzlaşmaz çelişkilerin küreselleştiği bir dünyada, “devekuşu” gibi kafaları kuma gömmenin hiçbir “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Çünkü “devrimci teori olmadan, devrimci praxis olamaz”!

1 Mayıs 2007 Salı

Necip Türk Milleti - Halid Özkul

Necip Türk Milleti Adam Kesmeyi mi; Yoksa Kitap Okumayı mı Sever?


1970’lerde MHP’nin kılavuzu Hergün gazetesi baş ideologu Turancı Taha Akyol efendi, 1980 sonrası “takdir-i İlâhi”den birden liberal (bunların nasıl böyle olduğunu son kitabımda belgeliyorum) olup entel-dantel vecizeler yumurtlamaya başlamıştı. 2001 yılında Milliyet’teki köşesinde güya Osmanlıyı eleştirmek babından, liberallik gereği; “Matbaa neden gecikti?”nin cevabını verirken -taze liberal ya- eski solculardan Niyazi Berkes hocanın eklektiği ile birleştirme becerisini(!) göstermişti. Güya teknoloji yokmuş! Ertesi gün aynı gazetenin bir başka köşesindeki Ayşegül Sönmez’in hazırladığı “Çapraz Ateş” köşesinde iki üstad-ı muhterem Çetin Altan “Dalkavukluk Yapmayalım” ve Prof. İlber Ortaylı “İhtiyaç Duyulmadı” –ki çok doğru olarak Berkes’in analizinin hâtâlı olduğunu kanıtlıyordu- kısa makaleleri ile cevap vermişlerdi. Her ikisi de bir doğru da birleşmişlerdi. “Kitap oku, u…, kitap oku!”, “Adam gibi oku!” Turancı eskisi uyanık, sonradan “liberal görevli”, aslında ilhamı sayın Cüneyt Ülsever’in Hürriyet’teki köşesinde iki ay önceki “Kitapsız Türk Milleti” adlı bilimsel makalesinden almıştı. Ne de olsa gizli Turancılığına çok dokunmuştu muhterem, taze “görevli liberal”in!

Yaklaşık bir-iki yıl önce açılan “İkea” markalı mobilyacılık üzerine ihtisas kazanmış İsveçli bir firma Türkiye’ye gelince “Necip Türk Milleti”(Onat Kutlar) mobilyadan çok İsveç’in ünlü “kuru köfteleri”ne itibar gösteriyor. Haber olan buydu. Fakat Milliyet Pazar ekinde bir muhabir uyanır gibi oluyordu: “Yahu ne bu ‘etrak-ı bi idrak’, bu bildiğimiz kuru köfte” diyor. Muhabir doğru algılıyordu, çünkü aynı gazetenin 12 Aralık 1991 tarihli, üstad Melih Âşık’ın ünlü köşesinde “Demirbaş Şarl bir Türk’tü!” adlı bilgilendirici kısa makale yer alıyordu. Aşırı sağcıların bu kralı idol yapmalarına çok kızan Tarih Profesörü Alf Abergs, sosyal demokrat eğilimli Aftonbladet gazetesinin kendisi ile yaptığı bir röportajda “7. Şarl hakiki (gerçek demiyor. TDK’nın kulakları çınlasın!.y.n.) bir Türk’tü” dedikten sonra açıklıyor: “Kral Şarl, Poltava Savaşı’nda Ruslara yenildikten sonra Türkiye’ye geçip orada 5 yıl üç ay oturdu. Dönüşte onunla birlikte Türkiye’de yaşamış olan askerleri karılarına bugün “kaldolmar” dediğimiz yaprak dolmasını yapmasını öğrettiler. Kötbullar dediğimiz kuru köfte de Türkiye’den geldi. İstanbul o dönemde çok büyüleyici bir dünya kentiydi. Bizimkiler orada köyden şehre inmiş yeğenler gibi kaldılar. Banyo ve hamam bize oradan gelmiştir. İsveçliler yatmadan önce ayaklarını yıkamayı camie giden Türklerden öğrendiler. Yemekten önce ellerini yıkamasını da… Birçok İsveçli o dönemde gemi yapımını Türklerden öğrendi ve bu teknikleri İsveç’e getirdi…” Gazetede İsveç Araştırma Enstitüsü Genel Sekreteri Doçent Ulla Ehrensvard ekliyor: “Bizim körfez gemilerimiz aynen 18. yüzyılda Türkiye’de kullanılan gemilerden kopya edilmiştir. Ayrıca bize marangozluk zevki de Türkiye’den geldi. Yazlık tahta evler, köşkler de…” İmdi, beni meraklandıran o günkü İstanbul’un etnik mozağinin yüzdesi, o gemileri yapanların hangi marangozlar olduğu? Sakın bunlar 1915’lerde, 1955’lerde boğazladığımız insanların ataları olmasın! Bu her türlü “kitap -yani düşünce- düşmanlığı” ideolojisinin acı sorgusudur, adamı apansız bastırır, -Çetin Altan ustanın veciz sözü ile “ensesini kızartır”!

Nereden nereye, işte kitap okuyan muhabir arkadaşta bana şunu soracaktı: “Kitabınızda bir tabu olan pasifist M. Gandi’nin RoundTable bağlantılı olduğunu ortaya koymaya çalışmışınız açıklar mısınız?” Evet, RoundTable emperyalizm çağının “derin devleti”nin kökenidir. Ama bunu işkembeden ya da ille de Batılı bir araştırmacıdan aparlamıyorum. Ortaya bu işi organize eden mason locasının tarihçesini ve kahramanlarını ko yuyorum. Orientalizm şebekesinin en önemli saç ayağını açıklıyorum. Ayrıca notlarda diyorum ki, bu locanın temsili şu locasının bir üyesi de Bülent Ecevit’ti. Rahmetli Ecevit, evrak-ı metrukesinde neden “derin devlet” kanıtlarını saklamıştır. (Sakın onu burslu Kanada’ya gönderip maaşlı gazeteci olarak eğiten NATO’ya yani Anglo-Saksonizme minnet borcundan dolayı olmasın.) Ayrıca her daim Kıbrıs çıkartmasının “tam gizlilik” içinde yürütüldüğünü beyan etmiştir. Hâlbuki 1974 Temmuz’unda ben, Arap pasaportlu olarak Lefkoşa’daydım. Kaldığımız motelde –Kıbrıs Hıristiyanlarının İngiliz ajanı dediği- Britanyalı yaşlı bir emekli resim öğretmeni, daha çıkartmadan dört gün önce kendi büyükelçiliklerini ziyaret ettikten sonra, bize: “üç gün sonra Türkler adaya çıkartma ve indirme yapacaklar, burayı terk etmezseniz zor durumda kalırsınız” dedikten sonra, motelden ayrılmıştı. Britanya birlikleri havaalanı civarında mevzilenmişler, ardından da Kissinger önermeli CIA destekli EOKA-Bci Sampson faşist darbesi gerçekleşmişti. Bu nasıl gizliliktir? Buna serinin ilk kitabı “Gizli Ordular-CIA”da değindiğim halde kimse kurcalamadı!


Boğazımıza kadar resmi tarihe batmışız, “kitapsız Türk milleti” olduğumuz için. 27 Mayıs gençlik hareketi liderlerinden, 9 Martçılıktan ünlü Ziverbey köşkünde işkenceden geçirilmiş psikiyatr Dr. Memduh Eren’i şahsen tanımasaydım, daha birçok gerçek onun vefatı ile gömülecekti. Deniz Gezmiş’in onun yeğeni olduğunu, 1980’lerde Almanya’da Türk solunu birleştirmeye çalışırken, PKK kontraları tarafından (DDKO’cu Kürtlerle beraber ki önemli liderlerdi) katledilen Dev-Yol liderlerinden balet Erol Akın’ında onun yeğeni olduğunu “necip Türk basını” bilmez. Ne Belçikalı Mehmet Ali Birand’ın, ne de Sabbatay cemaatinin “iyi aile” çocuklarından uyanık “solcu” entelektüel araştırmacı-gazeteci-yazar-yapımcı… Can Dündar’ın “27 Mayıs” belgesel çekimlerinde ondan tek kelime bile söz edilmez. Yaşarken onunla kimse röportaj yapmadı. Yapmaya kalkan tek dergide bir ay sonra kapattırıldı! Anı kitabını kimse basmadı, Kadıköy’de bir kitapevinden başka kimse dağıtmadı. Kimse tanıtmadı ama kitap tükendi. Benim daha önceki ve son iki kitabımın başına gelenler gibi. Dağıtımcılar alıyorlar, aylarca ellerinde tutuyorlar sonra kimse istemiyor diye geri veriyorlar. Bir gün biri istiyor ve hepsi tükeniveriyor. “İyi saatte olsunlar!”


Bu durumda bir takım ajan-provokatörlerin liderliğinde bir kısım sol katledilirken, “taş taş üstüne koymak” için uğraşanlar biraraya gelemediği için süreç içinde pasivize olup ya düzene katılıyorlar, ya da eriyip yok oluyorlar.


Latin Amerika çıkış yolunu buldu. Ama “kitapsız”lıkla değil. Orada bir rahip çıktı, Bolivya’da Camilo Torres. Bu aynı zamanda Vatikan’a meydan okumaydı. Gerilla oldu ve katledildi. Kilise onu aforoz etti. Ama mensubu olduğu Fransiskanlar onu yeraltı direnişinin “aziz”i yaptılar. Öyle ki, gericiliğin kalesi Domenikanlar arasından bile şehir gerillasına katılan rahiplerin türemesine neden oldu. CIA ve Vatikan rahiplerin kitle içinde komünistler ve diğer demokratlarla beraber devrimci muhalefetini önleyemedi. Kitle “kitap” okudu, ama ilginçtir orada kitleye solcular “kitap” okutamadılar, çünkü kendileri kitap okumuyorlardı! Bizim çokbilmiş, bilgiçler bilmedikleri bir gerçek var orada. Keşişler-rahipler “kitap” yazma ve okuma geleneklerini bilimsel komünist düşünce disiplinine kadar geliştirdiler. Kitlenin içindeki bu ‘din’ adamları kitleye kitap okuma sevgisini aşıladılar. Devrimci ruh tekrardan aziz şehitlerinin küllerinden böyle doğuyor Latin Amerika’da. Bu gün bakıyorum, bizim “çok devrim yapmış”(!) solcularımızdan bir takım zevat, “kedi ulaşamadığı ciğere mundar” dermiş misali kitle hareketlerine dil uzatma pervasızlığını gösteriyorlar…


Hadi bakalım, “necip ehl-i Müslim” soru bir? Var mı bir Müslüman Camilo Torres, yok? Burada “Hacı Usame bin Ladin, vs.” sesleri duyar gibiyim, onlara bekleyin; kitabımda onun belgelerini sunuyorum, büyük ütopya-hülya (hayal değil) kırıklığına uğrayacaksınız, diyorum! Ya da var mı, bir Fransiskanlar benzeri mezhebiniz? Ben sizi fazla zorlamayayım. Benzerleri var. Acaba kaç Müslüman, ya da solcunun Hasan Benna’dan ya da Ali Şeriati’den haberi var? İşte yukarıdaki “Hacı” gibileri, bu tür insanları öğrenmeyin diye “aziz” haline getiriliyor. Ama “necip ehl-i Müslim” anti-komünizm bayrağı açıldıkça şahlanıyor, eski “kurt”ları depreşiyor! İşte “1969 Kanlı Pazar”, işte “Afganistan”, işte “Çeçenistan", işte “Bosna”, işte “Sivas”! Resmi tarih gözü ile bakanlar ya da baktırılanlar için ne kadar ters şeyler söylüyorum…“Ehl-i Müslim”, emperyal-zionun gazına gelme alışkanlığına bilimsel olarak karşı çıkmadıkça, asla solcularla biraraya gelemez, mastürbasyonun gereği yok! Nasıl mı aşmalı? İşte önemli olan bu aşabilmek! Bunun için ilkin, 1950’lerdeki Mısır ve İran deneyimlerini “rahle-i tedrisat” etmelidirler. Sonra şıhlara, tarikatlara değil, madem inanç sahipleri o halde sadece kitabına ve kitapların imanına yönelmelidirler. Biz akıl, bilgi-bilim ve bilinçten, bilinçli eylem(praxis)den bahsediyoruz…


Tartışılmayan ama sola pek çok yeni öneri getirdiğim “Yeni Dünya Düzeni” (Anahtar yay.1995) adlı kitabımın ön sözünü şöyle bitirmiştim. Bu bitiriş içinde, onlara da seslendiğim, devrimci olmaya çalışan Müslümanlar içindi:


“En yüce değer emektir. Emek Hak’tır. Hakkı var eden halktır!”


Eğer insan, sosyal-manevi bir varlık ise; bu da sınıflar mücadelesine tekabül eder…

“İnsan-ı Kamil”(Tastamam Yeni İnsan) olmanın Yeni İnsanlığın yolu budur, kimse birbirini aldatmaya kalkmasın, gerisi boştur!..