31 Ekim 2008 Cuma

Paradigmalar - Murat Naroğlu

Paradigmalar

“Postkapitalist” paradigmaların teknolojik gelişmelere dayandığını belirterek yazıya başlamak doğru olacaktır, çünkü dile getirilen görüşlerin esasını bu süreç oluşturmaktadır.. Burjuvazi, 1980li yılların ortalarında başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla yükselen açık sınıf saldırısında pek çok farklı siyasi görüşü dillendirdi, dillendiriyor. Ancak bu görüşlerin temelinde teknolojiye aşırı bir vurgu yapıldığı gözlerden kaçmamalı. Oysa teknoloji, her ne kadar geniş kapsamlı etkilerde bulunmuş olsa da, son tahlilde kapitalist tekellerin daha fazla kâr amaçları için kullanılmaktadır. Bugünkü bilgisayar teknolojisi, geçmişte buharlı makine ve elektriğin aldığı yolu çok daha hızlı bir şekilde alıyor, emek örgütlenmeleri sürecini daha derinden dönüştürüyorsa da, artı-değer oranını arttırmak hâlâ kapitalizmin temel yasasıdır ve teknolojik gelişmeler de bu amaç doğrultusunda, burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak desteklenmektedir. Bilgisayarlaşmayla beraber üretim araçlarının gelişimi sağlanmış, üretkenlik arttırılmıştır ancak; işçi sınıfının denetiminde, bürokrasinin sönümlenmesi, çalışma saatlerinin azaltılması, otomasyonun yaygınlaştırılarak sanat, spor, felsefe, bilim, vb. faaliyetlere ayrılacak şekilde zamanın yeniden düzenlenmesi, işsizliğin yok edilmesi sağlanabilecekken gelişmeler bunların tersi yönde olmaktadır. Bu ayrım, teknolojinin bağımsız olmayıp egemen sınıf politikalarına göre şekillendiğinin göstergesidir. “Postkapitalist” paradigmaların aksine, çalışma saatleri azalmamış, işsizlik ve eğitimsizlik artmış, teknolojik gelişmelere paralel olarak sağlık, ulaşım, enerji, tarım vb. alanlardaki sorunlar çözülememiştir. Ücretli kölelik ve sömürü biçimleri dönüşmüş, fakat bunlar yokolmayıp özde bir değişim geçirmediği gibi ne işçi sınıfı çözülmüş ne de onun kapitalizmi yıkıcı-sosyalizmi kurucu gücü elinden almıştır. Nesnel gerçekler tam da bunları doğrulayacak şekildedir.


Sonsöz ve özet anlamında dile getirilebilecek kimi düşüncelere değindikten sonra şimdi İlker Belek'in kitabına paralel olarak, postkapitalist paradigmalara daha yakından bakalım.


Kitabının giriş bölümünde Drucker ve Toffler'ın görüşlerini ele alan Belek, tartışma konusu olan fikirleri bu iki yazar üzerinden inceliyor, ilerleyen bölümlerde ise incelemeler daha detaylı bir hâl alıyor. Drucker'a göre “toplumcu ve sosyal mücadele” yoluyla elde edilecek kurtuluşlar son bulmuştur ve mevcut toplum ne kapitalist ne de sosyalisttir. 'Bilgi'yi, sistemi açıklayıcı kavram olarak kullanan Drucker, sanayi dönemi üretim araçlarının tersine, bilginin herkes tarafından ulaşılabilir olduğunu savunuyor. Bununla beraber, bilgi sahiplerinin gücünün artmasıyla, bir “yönetim devrimi” yaşandığını iddia ediyor. Toffler da, “Üçüncü Dalga” eserinde, tarihi “Birinci, ikinci ve üçüncü dalgalar” şeklinde ayırarak, Drucker'la benzer görüşlere ulaşıyor. Bu iki yazarın düşüncelerinin aktarımının ardından Belek, “postkapitalist” tezleri, ortak özelliklerini dikkate alarak özetliyor. (s. 30)


Bilgisayarlaşma ve teknoloji

Bilgisayarlaşma ve artan bir hızla bilgisayarların üretim sürecine girmesi, kimi çevrelerde teknolojiye gereğinden fazla önem verilmesine, teknolojiyi belirleyici bir durak olarak ele alıp, onun bağımsız bir yapısının olduğunun dile getirilmesine yol açmıştır. Bu görüşleri “teknolojik determinizm” olarak adlandırabiliriz. Bilgisayarların kullanımının yaygınlaşması ve işçilerin de buna uygun olarak bilgisayar ve bilgisayarlı sistemleri kullanma, onları denetleme, vb. şeyleri öğreniyor olmaları, işçi sınıfının niteliğinin arttığı, “bilgi işçisi”nin oluştuğu, bu haliyle de işçilerin sınıf olmaktan çıktıkları şeklinde kimi düşüncelere de zemin hazırladı. Gündelik hayatı yüksek ivme oranıyla etkileyen bilgisayarlaşmayı incelerken, bu süreçte bilgisayarların üretime nasıl yerleştirildiğini, emek örgütlenmelerinin yeniden nasıl düzenlendiğini de ele almak gerekiyor.


Öğrendiğimiz kadarıyla Marks, yaşadığı ana kadarki emek örgütlenmelerini (emek ve emek aracı düzenlemeleri) “basit elbirliği”, “işbölümü ve manifaktür” ve “fabrikasyon” olarak incelemiş. Çok sayıda işçinin aynı ortamda biraraya gelerek bir kapitalist için üretim faaliyetinde bulunmaları, gelişen işbölümü ve uzmanlaşma, son olarak ise buhar makinesiyle beraber fabrikalarda görüşen makineleşme. Bu değişiklikler Taylorizm ve Fordizm ve şimdilerde de Post Fordizm olarak nitelendirilen kimi emek örgütlenmelerini ortaya çıkarmıştır. Şimdi bu kavramlara bakalım.


Taylorizm

Bu anlayışın geliştiricisi Frederich Winslow Taylor'dur. Düzenleme Okulu yazarlarından Aglietta, Taylorizm'in 19. yy sonunda gelişen bir emek örgütlenmesi, emek kontrol gücü biçimi olduğunu dile getirmektedir. Taylor, Luddistler öncülüğünde işçilerin makinelere saldırıp onları parçalaması şeklinde tezahür eden ve Marks'ın da özellikle üzerinde durduğu işe ve ürettiğine yabancılaşma durumunu aşmak için birtakım çalışmalar yapmıştır. Kitaptan özetleyecek olursak Taylorizm'in üç ilkesi vardır:

1- “Emek sürecinin becerisizleştirilmesi, basitleştirilmesi: Bu anlamda bütün üretim sürecinin parçalanması.”

2- “Emek sürecinin dehümanize edilmesi: Beyin çalışmasının üretimden alınarak, plânlama düzeyinde merkezileştirilmesi. Kol ve kafa emeklerinin tamamen ayrılması.”

3- “İşçinin yaptığı işin her aşamasının yönetimce plânlanması ve bu plânın işçiye direktifler biçiminde iletilmesi.” (s. 57)


Bu modelle beraber işçilerin çalışmaları, ne kadar sürede ne kadar ürün ortaya koyması gerektiği gibi, işçiyi makine durumuna getiren uygulamalar devreye sokulmuş; makineler de bu süreci kontrol etmenin bir aracı haline getirilmiştir. Sovyetler Birliği içinde de Taylorizm'in uygulanıp uygulanmaması, uygulansa bile ne tür değişiklikler yapılması gerektiği üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği'nin bu modele duyduğu ihtiyaç ve koşulların değerlendirilmesi bu yazının konusu dahilinde olmadığından şimdilik değinmekle yetiniyorum.


“Emek örgütlenmesinde ikinci bilimsel aşama: Fordizm”

Bir kez daha Düzenleme Okulu yazarlarına dönecek olursak, emek düzenlemelerini yansıtan dar kalıp dışında onlar Fordizm'i, kapitalizmin 2. Paylaşım Savaşı sonrasındaki sosyal, kültürel, siyasal, vb. alanlardaki genel yapılanması olarak ele almaktadırlar. Ancak Belek eserinde, bu modelin dar anlamıyla, emek örgütlenmelerindeki etkisiyle ilgileneceğini belirtmiş. Ben de bu doğrultuda devam etmek durumundayım.

Taylorist modelin hakim olduğu dönemlerde fabrika içinde bulunan makinelerin aralarındaki iletişimin sağlanması, hammadde taşınması ve bir makinede işlenen hammaddenin bir diğer makineye götürülmesi “zaman kaybı” ve “verim düşüklüğü”ne sebep olmuştur. “Fordizm, kendisinden önceki dönemde Taylorizm'in geliştirdiği ilkeleri, kendiliğinden akan ve üzerinde üretimin gerçekleştirildiği bir bant sisteminde, zaman kayıplarını minimize edecek şekilde yeniden düzenlemiştir. Böylece işçilerin aralarında koşuşturmak zorunda kaldıkları makineler, hareketli bir bant sistemi ile birleştirilmiştir.” (s. 60) Aglietta'ya göre bu uygulama, iş yoğunluğunu ve kafa-kol ayrımını arttırmıştır.

Bu modeli ilk uygulayan Henry Ford olmuştur. Otomobil endüstrisinin devi Ford, işçilerin motivasyonlarını arttırmak amacıyla “ücretlerini iki katına çıkarmış ve onlara, bant sisteminin sonucunda fiyatları yarı yarıya düşen kendi ürettikleri otomobillerden taksitle satın alma olanağı yaratmıştır.” (s. 61) Makinelerin art arda dizilmesi ve bant sistemiyle birleştirilmesi neticesinde Ford, bir otomobil üretimi için gerekli süreyi ve maliyeti oldukça düşürmüştür. Bu noktada şunu vurgulamak gerekir; bilim ve teknolojiyi daha fazla kâr, daha fazla artı-değer sömürüsü için kullanan ve günümüzde de üniversite-sanayi işbirliği adı altında bunu gerçekleştiren kapitalist dünyada ne çalışma saatleri azalmış, ne de refah seviyesi artmıştır.

Belek'e göre Fordizm ve Taylorizm arasındaki esas fark, “kolektif emek”in yaratılması üzerinedir. “Taylorizm amaçları basitleştirip niteliksizleştirse de, amacı bireysel işçiye bırakmıştır. Fordizm ise bireysel işçiyi makine ile birleştirerek, Marks'ın Kapital'de işbölümü bağlamı içinde sözünü ettiği “kolektif emek”i en tam biçimde geliştirmiştir. (s. 62)


“Emek ve teknolojinin örgütlenmesinde son aşama: 'Esneklik' ”

İşin parçanlanması sürecinin, her geçen gün daha da özelleşmiş makinelere duyulan ihtiyacı arttırması ve bu anlamda teknolojideki sınırlılık; kullanılan makine sayısının artmasıyla bantlar arasında yaşanan beklemeler, standardizasyonun işin her derecesi için aynı olmaması ve doğan zaman kaybı; kontrol ve koordinasyon maliyetlerinin artması; işçilerde “iş doyumsuzluğu”nun oluşup emeğin parçanlanması ile emek örgütlenmeleri alanında sıkıntılar başgöstermiştir. Bu sorunlara çözüm olarak yapılan düzenlemeler, “esnek üretim” olarak adlandırılmakta. “Üretimdeki “esnekliği” tanımlamak için “Esnek İmâlat Sistemi (EİS) (Flexible Manufacturing System)” terimi, ilk kez 1960larda Londra'da David Williamson isimli bir mühendis tarafından kullanılmıştır. Bu kavram o zaman “Sistem 24” olarak adlandırılmıştır. Nedeni, 16 saati insansız gece şifti olmak üzere, üretimin bilgisayar denetiminde 24 saat sürdürülmesiydi.” (s. 68) Görüldüğü gibi bilgisayarlar ve yazılımlarla oluşan otomosyon, esneklik açısından kapitalizmin vazgeçilmezleri olmakta. (EİS'nin temel amaçları için bakınız s. 70)


“Tam zamanında üretim”

Kapitalizm, tarihi boyunca çeşitli evrelerde aşırı üretim krizine girmiştir. Yeni pazar alanlarının yaratılması, toplumdaki refah seviyesiyle eşzamanlı olarak tüketimin artması kapitalistlerde iyimserlik havası oluşturmaktadır. Ancak, ihtiyaca göre değil pazara göre üretim yapan(s. 71) ve bir süre sonra da varolan pazarların dolması, stoklardaki artış ve kitlelerin tüketiminin azalmasına paralel olarak ürettiğini tükettiremeyen kapitalizm, kimi zaman savaşlara dönüşen bir kriz batağına saplanır. Bu sebeple stokların kontrolü, büyük üretimin yer yer sınırlandırılması, “stok döngüsünün geliştirilmesi” EİS için önemli bir görevdir. İşte EİS'nin bu andaki en önemli unsurlarından birisi TZÜ'dür. TZÜ, “stoksuz, sipariş üzerine ve o anda yapılan üretim anlamına gelmektedir... 1940'lı yıllarda Toyota'nın başkanlığını yapmış olan Taichi Ohno tarafından ortaya atılmış ve 1970lerin bunalım yıllarından başlayarak da geniş uygulama alanı bulmuştur. “Stok azaltılması “TZÜ”nün yararlarından birisidir, ancak en önemli yararı değildir. “TZÜ”, kalite defektlerinin %60, üretim zamanının %90, sermaye harcamalarının %30 oranında azaltılmasını sağlamaktadır.”

“Tam zamanlı üretim” modelinde ani talep artışları başgösterdiğinde işçilere fazla mesai yaptırılmakta, piyasanın durgunlaştığı dönemlerdeyse işçiler işten çıkarılmaktadır. Kimi zaman da işçiler farklı alanlara yönlendirilmekte, ihtiyacın olduğu diğer hatlara aktarılmaktadır. Mantık hep aynıdır: daha az masraf, daha fazla kâr. “Toyota bugün için “esnek imâlat”ın ve “internal esneklik”1in en bilinen örneği durumundadır. Bilgisayar teknolojisi, bu teknolojinin yeniden dizaynı ve emekgücünün çok işlevlileştirilmesi (“esnekleştirilmesi”) Toyota'nın temel stratejileridir.” (s. 74)


Emek gücünün niteliği

Emek gücünün niteliğinde değişiklikler olduğu fikri, sıklıkla dile getirilmektedir. Buna göre, geçmişte yüksek ücret alan kesim vasıfsız kol işçileriyken; bugün, eğitim ve teknoloji neticesinde vasıflı kafa işçileri olmuştur. Bu kategori, “bilgi işleri” olarak adlandırılmata, mevcut toplumun “bilgi toplumu” olduğu iddia edilmektedir. “Toffler ise, elle imâlatın (manifaktür) yerini “zihinle imâlat (mentifaktür)”ın aldığını belirtmektedir.... yeni emek gücünün oluşturduğu toplumsal grubu “cogniterya” olarak tanımlamaktadır.” (s. 79-80) “Postkapitalist” tezlerin ortak görüşüne göre, eğitim ve bilgisayar teknolojisi, emekgücünün niteliğini arttırmış, sanayi toplumuna ait olan kapitalist-sosyalist toplum biçimleri yerini “sanayi ötesi bilgi toplumu”na bırakmıştır. Bu sebeple, proletarya eski işlevini yerine getiremeyecektir; teknokratların ve yöneticilerin gücü artmış, sınıf mücadeleleri sanayi dönemine ait olup geçmişte kalmıştır.

Bu tezlerin sahipleri, yeni emek gücünü açıklarken, Atkinson aracılığıyla belirlenen dört başlıktan yararlanırlar: “işlevsel (functional) esneklik”, “sayısal (numerical) esneklik”, “çalışma zamanı (working time) esnekliği” ve “ücret (pay) esnekliği”.

“İşlevsel esneklik” ile, işçinin bulunduğu ortamdaki farklı işleri yapabilecek duruma gelmesi amaçlanır. Bunun için bilgisayarların üretim sürecindeki rollerinin arttırılmasına çalışılır, işçi ise bu sürecin kontrolörü olarak görev yapmaktadır. “Örneğin Volvo otomobil fabrikasında, eskiden var olan beş iş kategorisi tek bir kategoride bilrleştirilmiştir ve bugün, bütün işçilerin bu sonuncu işin uzmanı olması beklentisi hakimdir.” (s. 82)

“Sayısal esneklik”, işçi alım ve çıkarımının kolaylaştırılması demektir. Bu sürecin önündeki en büyük engeller ise yasalar, sendikal hareket ve sınıf mücadelesidir. Avrupa'da sık sık rastladığımız protesto eylemlerinin sebepleri arasında, işten çıkarmaları kolaylaştıracak yasaların düzenlenmesi de bulunmaktadır. Özellikle neoliberal uygulamaların devreye sokulduğu 1980li yıllarla başlayan süreçte, sendikal hareketlerin törpülendiği, iş güvencesinin sarsıldığı ve yokedildiği göze çarpmaktadır.

“Çalışma zamanı esnekliği”, “sayısal esneklik”in uygulamalarıyla çakışmaktadır. Özellikle “TZÜ” üretim modelinin hakim kılındığı yerlerde, işçi sayısındaki değişikliklere paralel olarak, çalışma saatlerinde oynamalar yapılmakta, fazla mesai ve teknolojinin gelişimiyle eve iş götürülmesi istenmektedir. “Tam zamanlı çalışma” yerine, “yarı süreli çalışma” değişen ivmelerle artış göstermektedir.

“Ücret esnekliği” politikasıyla amaçlanan bireysel ve kurumsal performansa göre ödeme yapmaktır. Bu yöntem de diğerleri gibi işçiler arasındaki birliği önleyip rekabeti körüklemekte, sınıf bilincinin oluşumunu zedeleyerek sendikal ve sosyalist harekete ciddi zararlar vermektedir.

Bu “esneklik” tanımlarından yola çıkarak iş güvencesinin “esneklik”ten nasıl etkilendiğine de kısaca değinmek gerek. İş güvencesi, üç düzeyde tanımlanmış: “İstihdam güvencesi: Bir işçinin çalıştığı firmadaki iş güvencesidir. Mesleki güvence: Bir işçinin belli bir firmada belli bir amacı gerçekleştirmedeki sabitlik derecesidir. Emek piyasası güvencesi: Farklı işlerde de olsa bir işçinin emek piyasasında kalma becerisidir. “İşlevsel esneklik”in özellikle mesleki güvence; “sayısal esnekliğin” ise özellikle istihdam ve emek piyasası güvencesi üzerinde olumsuz etkilerde bulundukları bilinmektedir.” (s. 192, vurgular bana ait, M. N.)

Emek gücünün sektörel dağıılımı

Genel kanıya göre çoğu sektörün payında daralma yaşanırken, hizmet sektörü, hizmet sektörü içinde de yönetime dayalı meslekler artış göstermektedir. Sektörlerin dağılımına ilişkin ortak bir payda bulunmayıp, araştırmacılar arasında farklılıklar göze çarpsa da, “yönetici, araştırıcı, bankacı, reklamcı” gibi meslek gruplarının sayısında artış yaşandığı, üzerinde hemfikir olunulan bir görüştür. Devamında da artışın aslolarak bilgi gerektiren işlerde olduğu, nitelikli “bilgi işçileri”nin oluştuğu belirtilmektedir. Dikkat edilirse “postkapitalist” tezler, dönüp dolaşıp teknoloji vurgusuna geliyor ve mevcut toplumun yapısının ciddi bir değişim geçirdiğini iddia ediyor.

Tezlerini aktardığımız görüş, hizmet sektöründeki genişlemeyle kafa emeğinin yaygınlaşarak beyaz yakalıların arttığını; ters orantılı olarak kol emeğine dayalı mavi yakalıların ise azaldığını dile getirmektedir. “Gerçekten de endüstriyalist dönemin tanımlayıcısı olan mavi yakalılarda 1960lardan beri ciddi bir düşüş gözlenmektedir. Bu gruptaki azalmayı oluşturanlar madencilik sektörünün işçileridir. Yani en fazla oranda el emeğine dayanan ve en niteliksiz işleri yapanlardır. Öte yandan tarım işçilerindeki azalma, bütün gruplar içinde en önemli azalmanın gözlendiği gruptır.” (s.96) Veriler böyleyken “postkapitalist” paradigma, bilimsel komünizmin kullandığı sınıf kavramının geçerliliğini yitirdiğini, mavi yakalıların azalmasıyla işçi sınıfının toplumsal gücünü yitirdiğini iddia etmektedir. Bu durumda karşımıza, cevaplanması gereken bazı sorular çıkıyor: İşçi sınıfı sadece mavi yakalılardan mı oluşur? Üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı neye göre yapılır? Hizmet sektöründe olup sadece kullanım değeri üreten bir kişi nesnel olarak işçi sınıfının kapsamında mıdır?

İlerleyen sayfalarda bu ve benzeri sorulara verilen cevapları aktaracağım, şunu belirtelim ki, sınıfın kapsamı üzerine yürütülen tartışmalar bu sürecin can alıcı noktasını oluşturuyor. “Postkapitalist” tezler, hizmet sektörünün genişlemesi ve değişim değeri değil kullanım değeri üretenlerin sayısının artmasıyla, artı-değer sömürüsünün sanayi dönemindeki özelliklerini yitirdiğini dile getirerek, kapitalizm ve sosyalizmin aşıldığı bir “bilgi toplumu”na işaret etmektedir.

Belek, eserinde, hizmet sektörünün, “postkapitalist” paradigmaların belirttiği gibi sadece nitelikli iş gücüne sahip beyaz yakalılardan oluşmadığını, bu sektörde mavi yakalıların da önemli oranda yer kapladığını belirtiyor. “Böylece “postendütriyel” sektör olarak değerlendirilen hizmet sektörü çoğu becerisiz, düşük ücretli, sendikasız ve iş güvencesi bulunmayan, düzensiz istihdam edilen emekgücünden oluşmaktadır.” (s. 204) Öte yandan hizmet sektöründe becerilileşme yönünde homojen bir gelişme olmadığı da açıktır. Tek başına teknolojik gelişme, doğrudan becerilileşmeyi sağlayamaz. Bunun en güzel örneği ABD'deki Silikon Vadisi'dir. Braverman, “ofis çalışması yürüten beyaz yakalıların çok önemli kısmının tamamen niteliksiz bir üretim ortamına hapsolduğunu belirtmiştir.” (s. 219) “En beyaz yakalı ve entelektüel olarak nitelenen sektörler bile önemli oranda beden işçiliğine dayalı işleri (temizlik işleri, aşçılık, çamaşırcılık gibi) içerebilmektedir. Ve nihayet beyaz yakalı emekgücü içinde tamamen becerisiz ve durumları bu açıdan geleneksel el işçilerinden bile daha kötü olan sektörler bulunabilmektedir... Üretim araçları mülkiyetine sahip olan burjuvazinin zamanla, eskiden üzerinde bulunan yönetsel işleri profesyonel bir yönetici kategorisine bırakması, beyaz yakalılar denilen toplumsal kategorinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlar yönetim, plânlama, düzenleme, analiz, denetim, ticaret işlevleridir.” (s. 220) Bu özellikleri itibariyle beyaz yakalılar ve hizmet sektöründe, “postkapitalist” tezlerin iddia ettiği gibi iyimser bir nitelik artışı, iyileşme, ücret dengesizliğinin giderilmesi gibi şeyler söz konusu değildir. IBM Türk'te yaşananlar, Marksist sınıf paradigmasının tarihsel haklılığına güzel bir örnektir. Ayrıca bu süreç, elektrik-elektronik ve bilgisayar mühendisi olup kendisini çalışan sınıflardan ayrı, tuzu kuru görenlere sarsıcı bir etki yapması bakımından da önem taşır.


Emekgücündeki kadın oranı ve yaş

“Yarı zamanlı çalışma” ve “esneklik”in bir sonucu olarak kadınların “bilgi toplumu”nda daha rahat çalışabildikleri dile getirilmiştir. Çalışan kadın sayısının artıyor oluşu, “emekgücünün feminizasyonu” olarak da dile getirilebilir. “Feminizasyon olgusu, “postendüstriyalist” gelişmenin, endüstriyalist kalkınmanın yarattığı kadın erkek eşitsizliğini ortadan kaldırmakta olduğu şeklinde değerlendirilmektedir.” (s. 101) Ancak unutulmaması gereken bir nokta var: Kadınlar, işgücüne ihtiyaç duyulduğu dönemlerde de benzer şekilde üretimin içine çekilmişlerdi, çocuklarla birlikte ucuz emeklerinden yararlanıldı ve yeri geldiğinde de ilk fırsatta işten çıkarıldılar. Şimdi tekrardan bir pembe tablo çizilmeye çalışılsa da kadınlar, bütün bu güzel söylemlere rağmen kapitalist sömürü ve kadını aşağılama mekanizmasının değişmeden yerinde kaldığını yaşayarak görmektedirler.

İşgücünün yaş dağılımındaki değişiklikler ve “postendüstriyel” çalışma biçiminin bu sürece etkisi incelendiğinde “tam zamanlı” çalışan kadın ve erkeklerin (55-69 yaş arası) sayısında azalma olurken, “yarı zamanlı”, esnek çalışanların sayısı artmaktadır. “Böylece 65 yaş üzerinde her iki cins için, 50 yaşından itibaren ise kadınlarda çalışma biçimlerinin “esnekleştiği” görülmektedir. Sonuç olarak “postendüstriyel” çalışmanın bir yönüyle de yaşlı çalışması olduğu belirtilmektedir.” (s. 102)


Kapitalist Organizasyon Yapısı”

Fordist örgütlenmeye ilişkin genel görüşlerden birisi onun bürokratik yapılanmasıdır. İşçilerin sıkı denetimi, işbölümünün yaygın oluşu, hiyerarşi, “zaman ve hareket standardizasyonu” beraberinde bürokratik uzmanlaşmayı ve zaman kaybını getirmiştir. “Postkapitalist” paradigma, teknolojik gelişmelerin etkisi neticesinde, yönetim ve denetim ilişkilerinin değiştiğini, çalışanların niteliklerinin artmasıyla işbölümünün azaldığını dile getirerek bütün bunların hiyerarşik yapıyı düzleştirdiğini iddia etmektedir. Kuruluşların iç ilişkileri daha sağlam bir zemine oturmuş, çalışanlar arası sosyal ilişkiler gelişerek gerilim azalmıştır. Toffler'a göre “bilgi toplum”u bürokrasi sonrası çağı yaşamaktadır. Benzeri görüşler Drucker ve Bell'de de ifadesini buluyor.

Bolwijn ve Kumpe, Fordizm'den bugüne bütün firmaları “etkin firma”, “kaliteye dayalı firma”, “'esnek' firma” ve “yenilikçi firma” olarak kategorize edip inceliyor. Buna göre “etkin firma”nın temel amacı maliyetleri azaltmak, kütlesel üretimde bulunmaktır. Fordist modeli uygular. İkinci firma tipi ürün çeşitliliği ve müşteri memnuniyetini esas almakta, ancak stokların şişmesine sebep olmaktadır. “'Esnek' firma” kalite ve fiyat yanında “esneklik”i esas alır. Son olarak “yenilikçi firma” ise çeşitli ürünlerle beraber kendi özgün üretimini de yapar. Kurum içi iletişim yüksek, teknoloji takibi gelişmiş, yeni piyasalar-alanlar yaratma çabası esas olmuştur. Bunlar haricinde “'esnek' firma” yapısı içinde İsveç-Alman modeli ve Japon modeli olmak üzere iki ayrı tanımlama daha yapılmaktadır.2

“Postkapitalist” yazarlar, mevcut firma yapısının katılımı arttıran, işçiye, yasal olmasa da yaptığı iş ve getirisi anlamında firma sahibi hissi veren, onu daha verimli kullanan bir niteliği olduğunu iddia ederler. Bu firmalar aynı zamanda insanidir, çalışanlarının çeşitli alanlarda kişisel gelişimini de sağlamaktadır. Görüldüğü gibi, “postkapitalist” tezlerin sahipleri, insani kapitalizm olgusunu bir hayli sevmiş.


Sınıf yapısı ve bugün

“Postkapitalist” tezlere ait olan, Marksist sınıf anlayışının toplumu açıklamada yetersiz kaldığı, işçi sınıfının kapsamının daralarak, belki de hiç sahip olmadığı devrimci misyonunu yitirdiği şeklindeki görüşü ilk dillendiren kişinin Robert Nisbet olduğu bildirilmektedir.3 Drucker, Toffler, Galbraith, Mallet, Lash, Urry, Giddens, Clark, Lipset gibi isimlerde de kimi farklılıklara rağmen temel yaklaşımlarda benzeri düşünceleri görüyoruz. Bahro ise, geçmişte sahip olduğu Marksist düşüncelerden köklü bir kopuş yaşamıştır. Bu kategoriye Andre Gorz'u da dahil edebiliriz, bilinen son önemli eserlerinden birisini adı “Elveda Proletarya” idi.

Kitapta yazarların görüşleri detaylı bir şekilde dile getirilmekte ancak burada benzeri bir aktarım yapmayacağım. (s. 131-140)


Yukarıda hizmet sektörünün genişlemesine ilişkin kimi “postkapitalist” tezlerden bahsetmiştim. Bu bağlamda şimdi ele alacağımız kavram “yeni orta sınıf”. Bu kategoriye ilk dikkat çeken kişinin Emel Lederer (1912) olduğu belirtiliyor. Lederer için “yeni orta sınıf”, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir ara kademeye işaret ediyor. Kimi yazarlara göre “'yeni orta sınıf' ile birlikte emek-sermaye çatışmasının yerini, başlıca güç ve gündem odakları olarak “statü grupları”; ırksal, dinsel, dilsel çıkar birlikleri; toplumsal sorunlar (çevre, eğitim, vb.) almıştır.” Bu hareketleri, “yeni toplumsal hareketler” olarak tanımlayanlar da bulunmaktadır. “Postkapitalist” paradigma savunucuları, mevcut toplumun ancak bu mücadeleler üzerinden açıklanabileceğini iddia etmektedirler. Onlara göre işçi artık bir yurttaştır, birlikte sınıf mücadelesi geçmişte kalmıştır, kendisini sınıfın bir üyesi olaral değil ancak bir birey olarak ifade edebilir. Bu ve benzeri görüşlerin “sol” hareket içine de yerleşip “yeni sol” olarak adlandırıldıkları da hepimizin rastladığı bir durumdur.

Clement ve Myles'a göre “'yeni orta sınıf', kendisi gerçek ekonomik mülkiyete sahip olmamakla birlikte emek veya yönetim araçları üzerinde kontrol sağlamıştır.” (s. 144)


Belek, kitabının “endüstri ötesi toplum” kuramını açıkladığı bölümünde sırasıyla Daniel Bell, Jerald Hage ve Charles H. Powers, Piore ve Sabel'in görüşlerini aktarıyor. Bu kısımdan sonra “enformasyon toplumu”na ilişkin detaylı bölümler geliyor. “Post Fordist” toplum modeli, “disorganize kapitalizm” ve “postmodernizasyon”a ilişkin doyurucu açıklamalarla kitabın 6. bölümünü bitirmiş oluyoruz.


“Postkapitalist” paradigma ve teknoloji

“Postkapitalist” paradigmayı oluşturan temel etmenin teknoloji olduğunu, yer yer teknolojiyi tamamen bağımsız bir süreç olarak ele alıp kesin bir teknolojik determinizm içine düştüklerini belirtmiştik. Peki Marksist kuram bu konuda ne söylüyor? Belek'ten aynen aktarıyorum: “Marks, üretim sürecinini ögelerini insanın kişisel faaliyeti, emek nesnesi ve emek araçları olarak belirlemektedir. (vurgular bana ait, M. N.) Bu sınıflamadan görüldüğü gibi “postkapitalist” paradigmanın belirleyici önem yüklediği teknoloji (emek araçları) bu sınıflamanın bileşenlerinden yalnızca birisidir. Sınıflamanın asıl önemli bileşeni ise bizzat üretimi gerçekleştiren emekgücünün yani bir kullanım değeri üretirken harcanan mental ve fiziksel yetenekler bütününün kendisidir.” (s. 184)

Bilgisayar başta olmak üzere teknolojik gelişmeler neticesinde, daha az canlı emeğin, daha fazla üretim aracını kontrol ederek daha fazla ürün elde etmesi, Marks tarafından, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi olarak tanımlanıyor. Bu süreçte her kapitalist birey/grup/topluluk, rekabeti kazanmak ve artı-değer oranını arttırmak için elbette ki daha ileri teknoloji isteyecektir ancak “sermayenin organik bileşimindeki artış olgusu; üretimin canlı unsurunun... vazgeçilmezliğinin doğruluğunu kanıtlar.” (s. 188) Şimdi Marks'tan alıntı yapmanın tam sırası: “Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi kısaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek üzere azaltır.”

“Sermaye teknolojik yatırım alanlarını ve hızını da belirlemiştir. Çünkü teknolojik yatırım değişmeyen sermayenin kullanımından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının sermayenin mülkiyetinde olduğu koşullarda, şüphesiz ki teknoloji de bir mülkiyet ilişkisi biçimine dönüşmektedir. Teknoloji bir üretim aracıdır ve bütün diğer üretim araçları gibi sermayenin egemenliği altındadır.” (s. 190)


“Sınıf şemaları”

Bu bölümde Belek, belli başlı kimi araştırmacıların toplumsal sınıflara ilişkin yaptıkları kategorilendirmelerden bahsediyor. (s. 224-231) Her biri üzerinde uzun uzadıya durmayıp, sınıf tanımları yaparken dikkate aldıkları kriterleri aktarmaya çalışacağım.

Poulantzas, sınıfı tanımlayan asıl özelliğin üretken/üretken olmayan emek olduğunu belirtiyor. Üretken emeği ise, “kapitalist üretim ilişkileri içinde doğrudan doğruya artı-değer üreten emekgücü” olarak tanımlıyor. Bu durumda ticarette, bankacılık sektöründe çalışanlar, hekimler, avukatlar da üretken emeğe sahip değiller ve dolayısıyla işçi sınıfının kapsamı dışındadırlar. Üretken olmayan emeğin hakim olduğu hizmet sektörünün genişliyor oluşuna dayanarak, mevcut görüşe göre işçi sınıfının kapsamı daralmaktadır. “Poulantzas üretken emek derken doğrudan imâlat sektöründe yer alan ve el emeği ile maddi mal üretimi sürecine katılan emekgücü sektörlerini anlatmaktadır... Poulantzas'ın “yeni küçük burjuvazi”si emeği üretken olmayan; ancak üretim araçlarının mülkiyetine de sahip olmayan ara toplumsal grupları tanımlamaktadır. Bu özelliklerinden ilki onu işçi sınıfından; ikincisi ise burjuvaziden ayırmaktadır.”

Carchedi'de belirleyici olan ise “üretim araçlarının mülkiyet hakkıdır.” “Dolaşım sürecinde yer alan ve Poulantzas'ın üretken olmayan diye nitelediği emekgücü sektörleri de kolektif emeğin parçasıdır. Bu nedenle de üretim araçları karşısındaki mülkiyet konumunun aynılığı dolayımıyla işçi sınıfının kapsamına girmektedir.” Önemli bir tanımlama da Carchedi'nin “yeni orta sınıf”ıdır. Bu sınıf ne sermayenin gerçek sahipliğine (yöneticiler) ne de yasal sahipliğine (sermaye sahipliği) sahiptir. Kimi özellikleri itibariyle refah seviyesi daha yüksek olsa da proleterleşmeye açıktır. Ücretlerinde düşüş, hiyerarşide yükselme sınırının düşmesi, çalışma saatleri onları işçi sınıfına yaklaştırmaktadır.

“Wright'a göre sermaye ile emek ilişkisinde üç merkezi süreç bulunmakta...Bunlar; üretimin fiziksel araçlarının kontrolü, emekgücünün kontrolü ve yeni yatırımlar ile kaynak tahsisatının kontrolüdür. Burjuvazi bunların tümünü elinde bulundururken, işçi sınıfı hiçbir kontrol mekanizmasına sahip değildir.” Wright, esas olmasa da üçüncü bir sınıfsal güç olarak da küçük burjuvaziyi tanımlamaktadır. Daha ileri incelemelerinde ise, burjuvazi ile küçükburjuvazi arasındaki küçük sermayedarları, küçükburjuvazi ile proletarya arasındaki yarı-otonom çalışanları, burjuvazi ile proletarya arasındaki yönetici ve denetleyicileri ele almaktadır. Ancak son tahlilde küçükburjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkili sınıfsal konuma sahip olanları proletarya kapsamında değerlendirmenin daha doğru olduğunu dile getirir. (“teknisyenler, sekreterle, ofis çalışanları”)

Callinicos'ta proletarya ücretli işçi kitlesine tekabül eder. Ancak Belek, bu ayrımın yetersiz olduğu görüşünde. “'yeni orta sınıf'ın üstünde yer alan gruplar da emeklerini satarak geçinmelerine karşın işçi sınıfının değil, daha çok burjuvazinin konumunda bulunmaktadır.” “hizmet sektöründeki ve beyaz yakalılardaki artışı veri olarak kullanarak işçi sınıfının ölümünü ilân eden “postkapitalist” paradigmanın iddialarının tam tersine Callinicos; işçi sınıfının sayısında azalma değil, tersine artışın olduğunu, ancak bu artışın işçi sınıfının yapısında bir değişimle birlikte gerçekleştiğini belirtmektedir.”


Paradigmalar ve ilk yazıya son söz

“Postkapitalist” paradigma, daha önce de belirtildiği gibi teknolojideki gelişmeleri esas alarak teknolojik belirleyiciliği gündeme getiriyor. Bilgisayarların üretim sürecinde kullanılmasıyla mavi yakalılar olarak nitelendirilen işçi sınıfının sayısında azalma olduğunu; hizmet sektörü ve beyaz yakalıların sayısındaki artışla sınıf kavramının toplumu açıklamaktan uzak kaldığını; emeğin nitelik artışı gösterip kadın-erkek eşitsizliğinin eski katılığını yitirdiğini iddia ediyor. Paradigmaya göre insanlar kendilerini dil, din, cinsel kimlik, çevre hareketleri, vb. şekilde, yurttaş olarak ifade ediyor ve sınıf mücadelelerinin dinamiği azalarak “yeni toplumsal hareketler” (örneğin Sivil Toplum Kuruluşları; STK-sermaye ilişkisini gör(e)mezler tabi) ön plâna çıkıyor.

Söylenenler böyle olsa da gerçek oldukça farklı. “Postkapitalist” paradigmalar hemen her görüşüyle bir açmaza sürükleniyor. Teknoloji, üretim sürecinin sadece bir parçası ve teknolojinin kullanımı, gelişimi noktasında son sözü egemen sınıf söylüyor. Aksi takdirde bugünkü bilgisayar teknolojisi kullanılarak çalışma saatleri azaltılabilir, kişilere kendilerini geliştirebilecekleri serbest zaman sağlanabilirdi. Üretim ve dağıtım sürecinin bilgisayarlar aracıliğıyla denetimi yapılarak, hizmet sektörü de dahil bürokrasi kaldırılabilir, üretim ihtiyaca göre şekillendirilebilirdi. Oysa olan bunun tam tersidir. Teknolojinin yeni istihdam alanları yarattığı iddiasına paralel, kimi istihdam alanlarını da yok ettiği göz ardı edilmekte, çalışma saatleri ve işsizlik, ücret eşitsizlikleri, çevre kirliliği, kadın ve çocuklar başta olmak üzere ucuz iş gücü sömürüsü, sosyal cinayetler ve kitlesel hoşnutsuzluğun arttığı dile getirilmemektedir.

Hizmet sektörü ve beyaz yakalılar homojen özelliklere sahip değiller, emekgücünün niteliği artmayıp azalıyor, yüksek teknoloji barındıran yerlerde bile beden işine büyük oranda ihtiyaç duyuluyor, orta sınıflar refah devleti dönemindeki yaşam standartlarını yitirirken Avrupa'da grevler genel grevlere dönüşme işareti veriyor.

İşçi sınıfı sadece mavi yakalılardan oluşmuyor, Marksist sınıf tanımı hiçbir şekilde bununla sınırlanmamıştır, “sömürü de yalnızca artı-değer üreten üretken emek sektörleriyle ilintili/sınırlı bir durum değildir. Maddi mal üreten ekonomik sektörün dışında kalanlar ve işsizler de (doğrudan artı-değer üretimine katılmasalar bile) sömürüye tabidirler ve sınıf içi unsurlardır.” Sınıfta bir daralma değil, çeşitlilikle beraber artma gözlenmektedir. Kapitalizm hâlâ kâr ve artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur, “ücretli kölelik” mekanizmasının temelinde bir değişiklik yoktur. Günümüzdeki sorun nesnel sınıf çıkarı değildir. Sorun, sınıfın bu konumunu, “kendinde sınıf”ı aşarak “kendi için sınıf” olamamasıdır. İşçi sınıfı hâlâ tarihin öznesidir ve siyasal gücünü göstermelidir.

1: “internal esneklik işçinin, işyerinde farklı amaçları gerçekleştirebilecek çok yönlü beceri ve alışkanlıklarla donatılması (“esnek emekgücü”); bunun için uygun teknolojilerin ve emek ve teknoloji örgütlenme biçimlerinin (“esnek teknoloji”) kullanılmasıdır. (s. 66-67)

2: daha detaylı bilgi için s. 109-110-111

3: 1958, Amerikan Sosyoloji Birliği toplantısı

15 Eylül 2008 Pazartesi

Skoçlar, Fransızlar ve Marksizm - Halid Özkul

Skoçlar, Fransızlar, Kırım "Arap" Kanamalı Kenesi ve Marksizm

Türkiye’de bir yanda 250 bin YTL’yi birkaç saniyelik öpücükte kazanan, kapitalizmin tekelci (emperyalist) evresinin yeniden üretiminin yeni iş bölümünün ürünü olan, sınıflı toplumların “kadim” mesleğinin “manken” imajı verilmiş fahişeleri; diğer yanda aynı yaşlarda günde sadece 30 YTL’lik yevmiye için ortalama 16-18 saat çalışma ürünü, yarattıkları artı-değerlerin acımasızca sömürülerek patronların “kâr” hanesine yazılan, kaderleri patronlar ve onların düzeni tarafından tayin edilen 12 tonluk çelik levhalar altında ezilerek ölmek olan “özgür-köleler” proleterlerin görüntülenmeyen dramı; bir yanda alış-veriş için İtalya’ya seyahate gidip 500 ile 1500 Euro (asgari ücretin kaç katı siz hesaplayın) alış-veriş yaptıklarını gevrek-gevrek anlatan haramzade burjuvalar; bir başka yanda ise ipcambazı küçük-burjuvazinin lâz salataları yaşanıyor. (Ve düzenin merkezinde de her şeyi dinlemek için çırpınan “büyük birader” ve şurakası…)

Başta işçi sınıfı olmak üzere tabanda emekçi kitlelerin yaşam standardı hergün genişleyen yoksullaşmaya paralel olarak, yoksulluk sınırından açlık sınırına doğru gerilerken, Türkiye’yi TV kanalından kurtarmaya çalışan arkadaşlar, satışa geçince kıymeti kendinden menkûl “jakoben”lerimiz birdenbire çok köpürdüler. Bizler yaşama lâf salatalarının entel-dantel fantezilerinden değil, sınıflar mücadelesi nesnel gerçeğinden baktığımız için sonuç olarak, lastiğin şu ya da bu şekilde patlayacağını biliyorduk. Yanılmadık, haklı çıktık. İşçi sınıfı ile sadece kıymeti kendinden menkûl necip protokol sendikacıları aracılığıyla diyalog kuranlar, işçi sınıfının devrimci demokratik düşünce disiplini okulunu (ki bu bilimsel komünizmdir) görmemezlikten gelen ve böylece “resmi ideoloji”nin bir fraksiyonundan başka birşey olmadıklarını ortaya koyanların geldiği nokta doğrusu beni hiç şaşırtmadı…

Burjuva entelektüel ekonomist-gazeteciler arasında Hegelci diyalektiği bilerek kullandığı için bana göre özgün bir yeri olan Yiğit Bulut, sosyal-milliyetçi çıkışlı yazıları arasında ilginç bir çıkışta bulundu. Fakat “Kanaltürk” tragedyasından dolayı Yiğit Bulut-Tuncay Özkan-Mine Kırıkkanat geyik-dalaşması kıvraklığında bu “ifşaat” gargaraya geldi. Kendisinin her dem anti-emperyalist (ABD ve AB karşıtı) olduğunu (ama anti-kapitalist olmadan nasıl olacaksa) belirten ve BOP’a karşı olduğunu beyan ederken Türkiye’nin İzrael “stratejik”(!) müttefikliğini savunan (bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!) Bulut’un “Arap Emperyalizmi” keşfi…

Ekonomi tahlillerini dikkate değer bulduğum sayın Bulut, Tuncay Özkan ve şövalyelerinin icraatını “bizkacsafiz.com” olarak değerlendirirken, Özkan’ı Skoç köylülerini/serflerini aldatan Skoç feodal-aristokratlarına benzetiyordu. Bilindiği gibi Skoç aristokrasisi ne zaman İngiliz merkezi krallığından birşeyler kopartmaya kalksa, önce köylüleri gaza getirir sonra ayaklanma şantajı ile isteklerine nail olunca onları yüzüstü bırakırlar, zavallı köylülerin hakkına düşen ise öfkeli kralın onları kılıçtan geçirmesi olurdu. Skoçyalı Yiğit’in isabetli atışını ise karşılayan Özkan değil, ‘minnettine sual sorulmaz’ AB’liğinin Jeanne d’Arc’ı (azize) Kırıkkanat oldu. Ne de olsa Fransız burjuva “sosyalizm mektebi”nde tedrisat görmüş entelektüellerden olan, 2005 yılında “neo-barbarlar”ın taçizine maruz kaldığı için çok asabi fakat iyi bir gözlemci olduğunu bir kere daha ispat eden madam, “pırlantalı altın yüzük”ten işe girişince, ‘takke düştü piryantinli saçlar görüldü’; sonuçta herkes kendi limanına çekilmeyi uygun buldu. Küçük burjuvazi için her zaman ideal “modus vivendi”de bu olmuştur daima. Ama ben önemli siyasal noktanın üstünü kaşımaktan yanayım. Kırım “Arap” kanamalı kenesi tarafından ısırılmış…

Öncelikle en basit anlatımı ile “emperyalizm”in ne olduğuna bakalım. İlk öğrenim bilgileri düzeyinde “emperyalizm” nedir sorusuna şu cevap verilmektedir: “bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üstündeki iktisadi, askeri ve kültürel egemenliği” (Büyük Larousse). Siyaseti “es” geçen bunun için eksik bir anlatım olan bu anlatımı, bilimsel açıdan pek de doyurucu olmayan bu “resmî” cevabı, irdelemeye devam edelim…

Karl Marx’ın abidevi yapıtı Kapital’lerinin özellikle III. Cildi içinde tekelci kapitalizmin üretim güçleri, üretim ilişkileri, yeniden üretim ve yeni işbölümleri embriyonlarının özü ve açık anlatımları bulunmaktadır. (Diğer anlatımlar F.Engels’in Anti-Duhring’inde de yer almıştır.) Bunlara karşın “Emperyalizm” üzerine “ilk kitap İngiliz “sosyal-liberal” ekonomist J.A.Hobson’ın Emperyalizm, Bir İnceleme başlığıyla 1902’de, London’da yayımlanmış yapıtıdır” (N.Güvenç. Küreselleşme ve Türkiye. BDS yay.1998) Marx’ın cevherini iyi kavrayabilmiş, Hobson’un çalışmasını da göz önünde tutan Avusturyalı “Rudolf Hilferding’in 1905’te yazılmış ama yayımlanması 1910’u bulmuş Finans-Kapital:Kapitalist Gelişmenin En Yeni Aşaması Üstüne Bir İnceleme’si”(N.G.) ikinci yayımdır. Bilimsel komünist “emperyalizm” kuramı çalışmalarına kaynak sayılan, Gestapo tarafından katledilmiş olan Hilferding’in açıklayıcı sözü ile “malî-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar”. Bu söz kilitlerden biridir. İleride Türkiye-İzrael stratejik ortaklık palavrasını irdelerken “start” olacaktır. Konumuza dönersek, “Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi…(1913). Emperyalizmin Ekonomik Açıklamasına Yönelik Bir İnceleme… altbaşlığını taşıyan Luxemburg’un çalışması Marx’ın Kapital’de “eksik bıraktığı” dünya pazarları konusunu tamamlamak ve özellikle “kapitalist kriz” konusunu bir kurama bağlamak amacını güder… 1915’te Nikolay Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi incelemesi ile 1916’da yazılmış olan Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlığını taşıyan incelemesi yayımlanır(1917)… Karl Kautsky’nin 1914’de yayımlanmış Emperyalizm…başlıklı 14 sayfalık bir makalesi ile onun 1915’te yayımlanmış az bilinen Ulusal Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Topluluğu…”(N.G.) kitabı bulunmaktadır…

Genellikle burjuva (liberal, demokrat veya sosyalist) bilim çevreleri de dahil olmak üzere tartışmacılar Lenin’in Emperyalizm adlı kitabını bu konuda referans kabul ederler. Radikal bir kesim de haklı olarak Luxemburg’un günümüzde ciddi olarak gözönüne alınmasını önerdikleri Sermaye Birikimi adlı kitabını bu referansa eklerler. Bu arada görmemezlikten gelinerek haksızlığa uğrayan Buharin’dir. 1985 yılında Luxemburg’un Sermaye Birikimi (Alan Yay. 1986) adlı yapıtını türkçeye tercüme eden mütercim-yorumcu Tayfun Ertan, başarılı bir örnek çalışma olarak hazırladığı tanıtım yazısında konuyu broşür değerinde toparlamıştır. Onun da yazdığı üzere Buharin, Luxemburg’un hatasını yapıcı bir biçimde eleştirirken emperyalizmin tarihselliğini vurgulamasına katılmıştır. Ne ki günümüz gelişmeleri, Luxemburg’un (ve Buharin’in) öngörülerini doğrulamıştır…

Lenin ünlü Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Sol yay. Nisan 1977) kitabında şöyle yorumluyor: “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü eski kapitalizmin yerini, tekellerin egemen olduğu bir yenisinin alması, doğurduğu birçok sonuçlar arasında Borsanın önemini de azaltmıştır…(s.47)… Başka bir deyişle, eski kapitalizm, serbest rekabet kapitalizmi, mutlak ve vazgeçilmez düzenleyicisi Borsa ile birlikte, ortadan ebediyen kaybolmaktadır. Geçici bir dönemin belirtilerini taşıyan, serbest rekabet ve tekel karışımı yeni bir kapitalizm, onun yerini alıyor…(s.49)” [Lenin, Britanya emperyalist –MI6- ajanlarının ve onların “beyaz” işbirlikçileri zionistlerin -BUND ve SR- tezgâhladığı bir sûikast sonucu zehirlenmesi nedeniyle 21 Ocak 1924’de yaşama veda etmesinden beş yıl sonra, 29 Ekim 1929’da NewYork Borsası’nın iflâsı ile emperyalist tekelci kapitalist ekonomilerin nasıl allak-bullak olduğunu görseydi muhakkak yapıtını bir kere daha gözden geçirirdi. Hem de Buharin’in Emperyalizm kitabını esas alarak. Günümüzün yorumunu sonraya bırakıyorum.] Lenin’in kitabının özeti şu paragraftır: “Emperyalizm, tekellerin ve malî sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci plânda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”(s.108) Günümüzün son moda deyimle “konjonktürel” olarak doğrudur. Oysaki Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nin özellikle ‘Uluslararası Ödünçler’ ve ‘Himayeci Gümrük Vergileri ve Birikim’ bölümlerinde günümüzde dahi bizi derinden düşünmeye sevk edecek ekonomi-politik sonuçlar vardır. “Emperyalizm, sermaye birikiminin kendisine açık duran kapitalist-olmayan çevre için verdiği rekabetçi mücadelenin siyasal ifadesidir (s.342)… Emperyalizm, kapitalist-olmayan uygarlıklarının çöküşünü ne kadar şiddetli, acımasız ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirirse, kapitalist birikimin bindiği dalı da o kadar hızlı bir şekilde kesmektedir. Emperyalizm, kapitalizmin ömrünü uzatmanın tarihsel yöntemi olmakla birlikte, kapitalizmin çabuk bir şekilde sona erdirilmesinin de en emin yoludur.(s.343)” Lenin, Emperyalizm kitabında Hilferding, Hobson, Kautsky ve bazı Alman liberal ve demokrat ekonomistlerinden olumlu veya olumsuz uzun uzun bahsetmesine karşılık, Luxemburg’un kitabından bahsetmediği gibi, Buharin’in kitabını da kesinlikle görmemezlikten gelmiştir. Halbuki Buharin, Luxemburg’un yanlışını sergilediği gibi doğrularıda Kapital ufkundan Marx’ın yöntemselliğinde bakıldığında her iki yazardan daha doğru tanımlamaktadır. (Bugünden baktığımızda). Mütercim Tayfun Ertan, mükemmelen özetlediği yorumunda şöyle açıklamaktadır: “Bukharin, “emperyalizmin tarihsel gerekliliğinden” söz ederken, aynı Luxemburg gibi, kapitalizmin gerçekten de kapitalist-olmayan üretim biçimlerine gereksinme duyduğunu vurgulamaktadır. [bu vurgu Lenin’de yoktur.H.Ö] Ancak…Bukharin açısından emperyalizmin gerisindeki gerçek ekonomik neden, [Luxemburg’un iddia ettiği gibi.H.Ö.] pazar sorunu değil, sermayenin, kapitalizm dışı üretim biçimlerinin egemen olduğu ülkelerde daha fazla kâr elde etme olasılığı bulmasıdır. Emperyalizmin gerisindeki neden, artı-değerin, kapalı bir sistem içinde realize edilememesi[Luxemburg’un iddia ettiği gibi.H.Ö.] sorunu değil, kapitalist olmayan sistemlerde daha kârlı bir şekilde realize edilmesi olasılığının bulunmasıdır… Kâr haddini öne çıkartarak, eğer bir bunalım kuramı inşa edilecekse, bunun yeniden üretim kuramlarının varsayımlarla tıkalı mekanik yapısından değil, üretim sürecinin dinamik organik bütünlüğünden çıkartılması gerektiğine işaret etmektedir… Gerçekten de, üretim süreci, doğayla ilişkilerden tutun da, üst yapıya kadar uzanan, geniş bir analitik açıklama sahası açmaktadır önümüze. Ve emperyalizm gibi, ekonomik nitelikleri yanısıra kültürel-ideolojik ve siyasal boyutlar taşıyan bir konu, herhalde üretim süreci çerçevesinde daha akılcı bir şekilde ele alınabilir… (s.18-19)”

Bu kuramcıların ardından XX. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana tartışılan kapitalizmin sürekli buhranları kuramlarıdır. Sweezy, Lange ve Mandel, ‘ekonomi-politik’ açısından tekelci kapitalizmin emperyalizm dönemi üzerine ciddi çalışmalar vermiş batılı aydınlardır. Yoksa emperyalist ‘siyaset’ üzerine bende dahil eli kalem tutan herkes hipotezler ileriye sürmüşlerdir…

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de İzrael bir “tabu”dur. İzrael’e yüklendiniz mi hemen “Holocaust Kültü” devreye sokulup, “6 milyon Yahudi masalı” anlatılmaya başlanıyor. Direnirseniz “anti-semit” damgası yersiniz. Ama İzrael’e muhabbet beslerseniz görünmeyen el size bütün kapıları açar. İstediğiniz kadar anti-ABD’ci ya da anti-ABci olun farketmez. Bunun için emperyalistleri sayanlar İzrael zionizminin emperyalizm olduğu atlamakta ihtimam gösterirler. Kendilerini kurtarmak için, hemen kaynağı Osmanlı İmparatorluğu’nun son günleri olan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Yakın-Doğu cephesine olan Filistin’deki Briyanya-Arap-Osmanlı çatışmalarının ezberletilmiş “resmi” hikâyelerine götürürler. Türk burjuva laisist elitinin gizli “resmi ideoloji” olarak, kahvehane eğitimli “küçük adam”ın beynine nakşedilmiş “bizi arkadan vuran hain Araplar” edebiyatı devreye sokulur. Mürekkep yalamışının son keşfi “Arap Emperyalizmi” gibi. Bu “Kırım –Arap- kanamalı kene”si 1918’den beri yakamızı bırakmamaktadır…

Bu çok bilgiç “Arap Emperyalizmi” sözüne biraz iktisadi-siyasa, toplumsal-tarih bilgisi olan insanlar herhalde bir tarafları ile gülerler. Bu “Arap” Atlantik Okyanusu kıyıları Magrip’inden başlayıp Irak’a oradan Sudan’a kadar dağılmış, genelde Akdeniz halklarından müteşekkil bir Hami topluluğudur. Sami olan Tevrat’a bağlı Musevileri de Arap olarak saymak bence antropolojik olarak doğru olur. Yahudilik için aynı şey söz konusu değildir. Çünkü Talmud-Kabbala inançını Tevrat’a öncelleyen Yahudiler nerede ise bütün halkların arasına karışmışlardır. Bunların en militan kolu Kırım-Hazar-Karahitay/Çağatay-Türkik-Eşkenaz-zionistlerdir…

[Türkiye’de bilinçli olarak zionistler tarafından tezgâhlanan konspirasyonlardan biri de “Sabbataist”lik meselesidir. Özellikle emperyalist işbirlikçisi Emevi-İslâmın militan kolu olan Vahhabi çetesi içinden üfletilen kurgu ile “Sabbataist”ler Yahudi ve zionist olarak “kara propaganda”nın psikolojik baskısı altında bırakılmaktadır. Halbuki Sabbatay Cemaati Endülüs- Safarat Musevisidir. Ve Tevrat’ı öncellediği için özellikle anti-zionisttir. XVII. yüzyılda Sultan Mehmet “Avcı”nın itimatını kazanarak Müslüman olan Sabbatay Sevi efendinin yolunu devam ettirenler, bir cemaat mezhebi olarak örgütlenerek uzun bir süreç içinde Osmanlı Devlet-i-âli’si içinde itibar kazanmaya başlarlar. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Sabbatay Cemati’nden faydalanmak isteyen Osmanlı Kapıkulunun geleneksel “anti-Türk” siyaseti sonucu dıştalanmış Anadolu’ya göçmüş yahudi kökenli Türkik aristokratlar bazı tarikatlerin yanısıra Sabbatay Cemaati içine de sızmışlardır. XIX.yüzyıl sonlarında “zionizm”in teorize edilmesine paralel olarak özellikle Polonya-Romanya-Moldovya-Macaristan kanalı ile Osmanlı Devlet-i-âli’sine sızan Eşkenaziler –ki çoğu kendini Hıristiyan olarak tanıtmıştır- ile güç birliğine girişmişlerdir. Özellikle İttihat ve Terakki içinde güçlenen bu “birlik” ordu ve devlet bürokrasisi içinde kök salarak despot-aristokrat “derin devlet”in kurucuları haline gelmiştir. İlginçtir ki zionistler ilk olarak Filistinlileri değil, Anadolu’nun Ermeni çocuklarını “sözde” katletmişlerdir…]

Araplar içinde malî oligarşi oluşturup-oluşturmadığı tartışma götürür tek kolu Saûdi Arabia’nın Vahhabileridir. Bunlara “Müslüman”-zionu tarikatı demek daha doğrudur. Arapların içinde Marunîler gibi Hıristiyanlar, Şiiler ve Aleviler (özellikle Suriye) de bulunmaktadır. 1916-1918’de Vahhabiler ve Çerkez varlığından dolayı canciğer-kuzu sarması olduğumuz Ürdün’ün Haşimileri Britanya emperyalistleri ile işbirliği içinde Osmanlı Ordusunu arkadan vururken, Osmanlı Ordusu saflarındaki Arap askerlerin yüzdesekseni Filistinlilerden oluşmaktaydı. Filistinliler Osmanlı giderse başlarına ne geleceğini gayet iyi biliyorlardı. Zionistler de Britanya ordusu için casusluk faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu olayları Prof.M.Kemal Öke Türkiye’de Filistin üzerine ilk kapsamlı çalışma olan kitabı Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar’da belgeleriyle anlatmaktadır. Diğer taraftan Osmanlı hükümetleri Arap ülkelerinde hiçbir imar hareketinde bulunmadıkları gibi, Arap halklarının kendi feodalleri yanısıra pek çok Osmanlı paşası da sömürge valisi olarak ekstra haraç toplamış, zülum ve yağma yapmışlardı. Bu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir…

Türkiye-İzrael stratejik ortaklığını savunanlar sonuçta “artist” oluyorlar. Skoç Yiğitte artist olur umarım. Ama günümüzde Irak işgali hazırlayan, 1 milyon masum genç, ihtiyar, kadın, erkek, çocuk Iraklının katledilmesinden sorumlu olanların başında ABD’den sonra İzrael gelir. PKK gibi sosyal-faşist kontra terör örgütlerine lojistik eğitim sağlayanlar ardından da, anti-terör silâhları satarak ütopik küçük burjuvaları ahmak yerine koyan yine bu güçlerdir. Bu işbirlikçi halk-yurt-emek düşmanları istihbarat örgütlerine, medyaya, siyasal partilere, bürokrasiye, orduya, polise, sivil toplum örgütlerine, sendikalara, iş dünyasına, etnik ve dini yapılara kadar sızmayı başarmışlardır. Dünyanın neresinde olursa olsun uyuşturucu madde kaçakçılığının mafia çetelerinin bağlantılarının bir ucunun MOSSAD’a kadar uzanması benim “komplo teorim” değildir. Belgelenmiş gerçeklerdir. Görmek isteyenler için. Bugün bir şeriat –Talmud- devleti olan İzrael zionist devletinin Suriye ile pazarlığa oturması tamamen İzrael’in çevirdiği “kanlı ve iğrenç” provokasyon(kışkırtma) ve konspirasyon(fesat)ların artık son durağa gelmiş olmalarını bilmelerinden dolayıdır. Niçin?

Daha 1992’de yazmış olduğum Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda, yeni üretim güçlerinin inkişafı sonucu, yeni üretim ilişkileri ve yeniden üretimin doğurmuş olduğu yeni işbölümünden dolayı Dünyada küreselleşmeyi tamamlayan tekelci kapitalizmin emperyalist evresinin bir dönüşüm –bir anlamda yeniden yapılanma- noktasına geldiğini yazmıştım. Çünkü Avrupa –AB- bunun sinyallerini vermişti, buna er veya geç ABD’de uymak “zorundaydı”, şimdi ekonomik determinizmin siyasal perspektifinde o konuma geldi. 2009 yılbaşından sonra klasik ütopyaların raslantısal beyinleri sosyal-emperyalist prestroykayı Kautsky gibi “sosyalizm” olarak algılamayacağını umarım. Yeni emperyalist süreç “sosyal emperyalizm” olacak tezini ortaya atmıştım. Bunun da yeniden mandater- yeniden faşizm olarak uygulanacağını yıllardır yazıyorum. Küresel tekelci kapitalizm-emperyalizm; sosyal-emperyalizm olarak evrimleşirken ideolojik olarak piyasaya süreceği tek silâhı “milliyetçilik” güncelleşerek “sosyal-milliyetçilik” olarak tezgâha çıkacaktır. (Devlet Bahçeli ile bir prof. arasındaki MHP’deki iktidar kavgası aslında bunun işaretiydi, Bahçeli tepkisini yanlış olarak –çünkü tosuncuklarda entelektüel seviye nâkız- “türban”laşarak verdi. Sonra çark etti. Tornistanını tek silâhları olan demogojiyle kamufle etmeye çalıştı.) İşte bu değişim süreci içinde İzrael’in “kirli çamaşırları”nın ortaya çıkacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bunun için İzrael kendini sağlama almak zorunda. Bunun tek şartıda Arap burjuvazisiyle bir “Modus Vivendi” yaratmak. Irak’ta Baascı küçük-burjuvazinin direnişi hiç de umdukları gibi çıkmadı. İşler ters gidiyor, daha da gidecek 1967 sınırlarına çekilmeye bunun için gönüllüler. Koatik-kibernetik denetiminde tuttuğu Hamas’ında günleri sayılı. Çünkü daha Soğuk Savaş yıllarında CIA tezgâhı olan Dünya Anti-Komünist Ligi’nin faaliyetlerini incelediğimizde, İrangate skandalında, Afganistan, Bosna-Hersek, Kosova, Çeçenistan operasyonlarında MOSSAD’ın Saûdi Vahhabi işbirliği ortaya çıkıyor. Tam bir kontra-terör örgütlenmesi olan Hamas’ın liderlerinin bugün ABD’de dondurulmuş olan milyonlarca dolara varan ve “ne hikmet ise”, Allah’ın adını anıp dolara tapan Emevi-Vahhabi çetesinin işbirlikçilerinin sorgulanmayan bu serveti birden ilginç belgelerle sorgulanacak, benden söylemesi. “Para”ya ve “her türlü deliğe” tapan bu sapık Emevi-Vahhabiye çetelerinin yeni yapılanmada yeri yok. Çünkü yeni düşman “laik-komünistler” olacak!…

Yeni yapılanma kendini “Mayıs 68”de hazırladı, 1971’de denedi tezimi yineliyorum. Ben izlenimleri diyalektik-mantıkla “üç grub”a ayırmıyorum. Polyalektik yöntemle “dört grub”a ayırıyorum. Nedense, o hareketin içinden gelerek “Mayıs 68’in devrimci insanlarına ve onların devrimci ruhlarına saygı” göstermelerine karşın yenilgilerinin sebeplerini arayanlar hiç anılmamış. Ben bu gruptanım. Marx’ın Paris Komünü’ne desteği ve/fakat eleştirisi göz ardı ediliyor. Her siyasal hareketin en basit bakış açısı ile “tek” değil, “iki” yönü vardır: 1- Devrimci yönü ve onun karşı-devrimci yönü veya 2- Karşı-Devrimci yönü ve onun devrimci yönü. İşte bunu gözlemledikten sonra: a- düzenden yana muhazakârlar, b- “hakikat”(gerçek mi?) ahlakını benimseyenler, c- dönekler olarak ayırırsanız Aristocu kategorik mantık içinde batarsınız. Dikkat edilirse, “Mayıs’68” hikayesini yorumlayanların hiçbiri anarşist-öğrenci gençliği harekete geçiren ideolojik önderliğin “Marx-Mao-Marcuse” olarak sloganlaştırıldığına değinmiyor! Marx’ın yanında onun Komünist Manifesto’da “gerici komünizmler” bölümünde mahkûm ettiği “köylü komünizmi”nin ve bu tanıyı doğrulayan “anti-sovyetik, Rus sosyal emperyalizmi ve Sovyet İmparatorluğu” tezi ile 1974 sonrası ABD’nin bütün anti-komünist kontr-gerilla dökümanlarının gurusu olan “kadın düşmanı” Mao ve Marcuse. Pentagon-CIA’nın Soğuk Savaş’ın başında Orta Avrupa siyasal propaganda şefi olduğu kanıtlanmış adam. İpliği pazara çıkmış burjuva karşı-devrimci Frankfurt Okulu’nun gurusu. (Son kitabımda bu okulun üyelerinin ve ütopik küçük burjuvazimizin tapındığı çok ünlendirilmiş filozof bozuntularının CIA ve karşı-devrimci burjuva fesat yuvaları ile kaotik-kibernetik can-ciğer kuzu sarması ilişkileri Amerikalı demokrat ve –özellikle deşifre konularında başarılı çalışmaları olan Troçkist- devrimcilerin belgelerine dayanılarak teşhir edilmektedir. Ayrıca Yusuf Küpeli ağabeyimizin Mayıs’68’in bilinmeyen yüzünü açıklamak için kullandığı belgenin MI6 bağlantılarını anlatan tam tercümeside yapılmıştır.) Bu belgeler okunduğunda Fransız “Muhafazakâr”lar devrimci, devrim halisilasyonları gören anarşist Maocugillerin nasıl karşı-devrimci konuma düştüğünün hiç de “raslantısal” olmadığı görülmektedir. Evet, bunlar komplodur. Tam bir komplo. Burjuva azınlık diktatörlüğünün, çoğunluğu işçi sınıfından “özgür köle”liğin üzerinden artı-değerleri ilâlebet gasp etmesi için tezgâhlanmış sınıfsal tahakküm komplosu. Marx ve Marcuse, bu Marx’a yapılabilecek en büyük hakaretti. Hâlâ bu dangalaklığı sürdüren “avanak Avni”ler var. Bunları es geçin, İsveç’te bile 1980’lerde terk edilmiş burjuva yozlaştırması olan “serbest aşk”tan dem vurun, sizi gidi Freudik kasık ütopyacıları, sizi gidi raslantısal, duygusal entel-danteller…

Burada beni ne “saf” Skoçlar, ne de “romantik” Fransızlar ilgilendiriyor. Ben bir Türk olarak nesnel gerçeklik içinde çoğu Arap(Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Alevi, Yezidi, Asuri, vb.) kardeşlerim olan Yakın-Doğulular ile yaşıyorum. Onun için yazılarımda uzak diyarların “gurbet” melankolisinden uzak, yalın, hırçın ve kavgacı oluyor. Çünkü ben Paris-London (ya da İstanbul) asfaltlarının “yürümekle aşınmaz” ekolünden değil, sıcak (Türkiye ve Filistin) silâhlı mücadelenin (de facto) içinden geldim. Filistin halkının ekmeğini ve acılarını paylaştım. Bu kavgada düşmüş olan, siyasal perspektiflerine katılayım ya da katılmayayım yoldaşlarımızın sadece ahlâki değil, ilkesel sorumluluğunu da taşıyorum. Bu benim yaşamıma psiko-bio-enerji veren en büyük manevi güç. Her sabah aynaya baktığımda kendimle ve benim gibi olanlarla gurur duyuyorum. Etrafı kana boyadıktan ve 12 yıllar civarında mapusluktan sonra, hiçbir sorumluluk duyusu taşımadan özeleştiri yapmaksızın eleğini duvara asmışlara, pişman döneklere aynadaki suratlarına tükürmeyi öneriyorum…

Günümüzde burjuva medyasının birden Marx’ı (Engels’i yok sayarak) keşfetmesi ardından, pîrlerin dahiliklerini ispat eden bir üslupla “kitab-ı mukaddes” (Yeni Ahit-İncil’den sonra Dünyada en çok satan ve okunan) Komünist Manifesto’da belirttikleri gibi burjuva ideolojik çarpıtma taaruzuna geçerek (“Marx’ın ütopyası”-!- olarak) komünizmin bir “ütopya” olduğu kadim liberal karşı-devrimci tezlerini tekrar üflemeye başlamışlardır. Marx-Engels’in her türlü ütopya(hülya)ya savaş açmış olmasına karşılık, küçük burjuva romantiklerimizde aynı terennümü ağızlarına çoktandır dolamışlardı. Marx-Engels bize (işçi sınıfı ve yandaşlarına) asla “ütopya” öğütlemedi ama bize “hayal” kurmamızı, hayalsiz yaşamamamızı vasiyet ettiler. Bu devrimci ilkenin 1 numarasıdır! Hayal (imagine), insan aklının, faaliyetle başlayan bilgisinin ana kaynağıdır. Hayallerimiz bize otodinamik uzaysal-enerjiyi sağlar. Çünkü zaman ve mekândan insanın yabancılaşmaya karşı kendine dönük ilk ve doğal yüzüdürler. Buradan tasavvur(imagination)lar ortaya çıkar. Böylece fikir(idea)ler oluşur, olgunlaşır. Fikirlerin bileşkesi kavram(conception)ları türetmemiz için yaratıcılığımızı tetikler. Böylece kuram(theory) dediğimiz, eylemleri yönlendiren somut direktiflerin anahtarlarını elde ederiz. Hayallerimiz, somut durumların somut tahlillerinin izafi doğruluğunda beynimizi yöntemsel çalışmaya zorlar. Bütün bilimsel keşifler, hayal kaynağından doğmuş nesnel gerçeklerin bilim-teknik-sanat olgularıdır. Hayaller çağlar boyu entelegentsiaya kaynak olurken. Entelektüellere ise ütopya(hülya)lar kaynak olur. Ütopya, gerçekleştirilmesi “olanaksız”, zamandan ve mekandan soyutlanmış, egemen sınıf karakteri olan “ideal bir toplum” rüyasıdır. Aristo mantığının monoletik yüzeyselliğindeki bir “raslantısal” ufuk turudur. Köle sahiplerinin feylosofu Platon’un site-devleti, XVI.yüzyılda doğan mason spekülasyonundan ilham alan Katolik Kilisesi’nin imanlı kulu burjuva-mason Thomas More’un Ütopyası, biraderi Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi aynı burjuva “edebi” hülyalanmalarının ürünüdür. XIX.yüzyılda sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan burjuva ütopyacıları Saint-Simon, Owen, Fourier, Cabet burjuva sosyalizmlerinin sözcüleri olarak herbirinin sınıfsal yaklaşımı da farklıdır. Ama bunlar ütopyayı edebiyattan politik-ekonomiye doğru kaydırarak ayaklarını yere bastırmaya çalışmışlardır. Bunların arasına Augoste Comte’ta katılabilir. XX.yüzyılda Ernst Bloch, Karl Manheim gibi ütopyacı burjuva düşünürlerin yanısıra Aldous Huxley, George Orwell gibi karşı-ütopyacılarda ortaya çıkmıştır. Burjuvazi günümüzde ütopyacılığı futürizm adı altında okullaştırmıştır. “Think-tank”(Düşünce-deposu) adı verilen burjuva kurumlar gerçekte malî-oligarşinin çıkarları doğrultusunda “futurizm” ideolojisini işleyen sınıfsal yapılanmalardır. Bu nedenlerden dolayı, “Ütopya” ile Bilimsel Komünizm arasında uzlaşmaz çelişkiler vardır… İşçi sınıfının proletek devrimci demokrat mücadele silâhı Bilimsel Komünizmin ana insani kaynağı devrimci hayallerimizdir… Asla terk etmeyeceğiz. Kahrolsun ütopya, yaşasın hayal! “Tek Yol Devrim”…




8 Eylül 2008 Pazartesi

Patronlar ve İşçi Sınıfı - Halid Özkul

Patronlar işçi sınıfını mı besliyormuş?

1 Mayıs’tan başlamak üzere Mayıs ayları bereketli olur. Martta yaratıcı rahmine ışık düşen Kutsal Toprak Ana’nın doğum ayıdır Mayıs. Yaratan-üretenler olarak onun kızlı-erkekli çocukları onu kutsarlar bu ayın başında, ateş(ışık)ler yakarak. Yüce-kendim-lerden Marx’ın doğum günü de bu günlere rastlar- 5 Mayıstır. Ama konumuz bu değil…

Mayıs ayının son günlerinde “Anadolu Kaplanları” diye üflenmiş lümpen-burjuvazinin ‘nezih’ patronlarından da olan Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan efendi (antik İon/Rumcada “köle sahibi” demektir), Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kurulu’nun 6. Olağanüstü Genel Kurulu’nda “veciz” bir cümle kurmuştur. Bakan’ullah, “18-29 yaş arasındaki gençlerin yeni istihdamına getirilen teşvikler sonrasında 30 yaş üstü çalışanların işten çıkarılma riskiyle karşı karşıya” kalınacağı eleştirilerine yanıt olarak buyurmuştur. “Bu düzenleme ile birlikte zorunlu istihdam kaldırılmış”tır. (Efendi, iktisadi nesnel-gerçeklik olarak sadece işsizler ordusunun büyümesine yönelik bu kararın, işçi sınıfına nasıl bir “yarar” sağlayacağını açıklamamıştır.) “18-29 yaş arasındaki gençlerin yeni istihdamına da 5 yıl süreli teşvik verilmiş”tir. (Yani, efendinin bütün telcanbazlığına karşın, 30 yaş üstü işçilere her an kapıyı gösterilebilme imkanına yasal kılıf hazırlanmıştır.) “SSK işveren payıda 5 puan indirilmiştir”. (Türkiye’de SSK’nın patronlar-hükümetleri tarafından nasıl batırıldığı sürecinin en yeni kanıtı.) Türkiye’nin (“patronlarının” kelimesi unutulmuştur) ihtiyaçı olan bu paket özel sektör tarafından “gerektiği gibi algılanmamış”. (“Dinime küfür eden benden daha Müslüman olsa bari” dedikleri bu olsa gerektir.) Ve işte yüzyılın keşifi: “Yıllardır beslediğim, baktığım, randıman aldığım adamları çıkartacağım yerine yenisini alacağım. Bunu niye yapayım?””Bunu yapan ancak uzaylıdır.”(Vatan. 30.05.08) Pinokyolar ülkesi, pinokyo hükümetinin, pinokyo…

Anadolu Kaplanı” uzaysal kaşif büyük efendi-patronun son cümlesi iktisadi-siyasadan bihaberliğinin en güzel kanıtı. Ama aynı zamanda, kapitalist üretim ilişkilerinin meyvesi olan işçi sınıfını, ücretli “özgür-köle” bile değil, feodal bilincinde genetik olarak yerleşmiş olan “serf” bile değil, mimetik şuurunda kalan “efendi”lik içgüdüleri ile resmen “köle” olarak gördüğünün en açık kanıtı. Batıda bu tür tartışmalar XIX. yüzyılda yapılıyordu. Ama kapitalizm varolduğu müddetçede yapılacak. Ekonomi politiğin burjuva babaları Adam Smith ve Ricardo kimin kime baktığını açıklayamadılar. Onlara göre patronlar işçi sınıfına bakıyordu. Çünkü cevheri keşfedememişlerdi. Bunu bulup bilimsel olarak ispatlayan, bugün artık “bükemedikleri eli öpmek” zorunda kalan burjuva ekonomi okullarının da kabul ettiği gibi Karl Marx oldu. Tarihsel Materyalizm ışığında bu kârın kaynağını açıklayan artı-değer (kâr) kuramıdır. Yani kimin kime baktığının bilimsel açıklamasıdır…

Komünistler Birliği adı altındaki enternasyonal işçi örgütü, Kasım 1847’de Marx-Engels’i halkoyuna sunulmak üzere teorik ve pratik parti programını hazırlamak için görevlendirmişti. Böylece Komünist Manifesto ortaya çıkmasının ardından Marx, Kapital’lere temel olacak yapıtlarından Ücretli Emek ve Sermaye’yi yazdı. Grundrisse (Bu ad Marx’ın değil, Moskva Marxizm-Leninizm Enstitüsü’nün verdiği addır. Aslı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” için ön çalışmalar-notları olarak toplarlanmıştır); Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Daha sonra Kapital’in IV. cildi olarak sunulan Artı-Değer Teorileri); Ücret, Fiyat ve Kâr; Kapital-I ve ardından Engels tarafından toparlanıp basılan yapıtlar bir bütün halindeki onun iktisadi kuramının yazımlarıydı. “Kendisi için” yaşamını işçi sınıfına adamasına karşın; uzun yıllar çok kısa süreli editörlükler dışında, sadece ailesinin ve fehim “birlikteliğin” özgün veçhesini oluşturdukları Engels’in maddî desteğine karşın, yaşamını genellikle yoksul bir biçimde geçirmesinden doğan müzmin hastalıklar ve bu sebeplerden çok küçük yaşlarında yitirdiği çocuklarının manevi açısı ki buna en son yaşam yoldaşı sevgili eşinin ölümü eklenmiştir; evet, bütün bu gerçekler içinde notlarını aldığı, dostlarına mektupları ile ilettiği hedeflediği “bazı” tasarımlarını tamamlayamadan fiziksel yaşama veda etmişti. Ama geride bıraktığı yepyeni bir devrimci bilimdalının sağlam temelleriydi. Bu yüce-kendi pîrin yapıtlarını kavrayabilenler için kapitalizmin ve bilimsel toplumsallaştırılmış toplumun(komünist) bütün kaynakları açık seçik yazılmıştır. Hatta Marx bilimsel dürüstlüğünü kavrayamamış olanları, “kapitalisti ve toprakbeyini hiçbir şekilde pempeye[italik Marx’a ait] boyamadım” diyerek uyarır. (Bu bakımdan “efendim, şunu unutmuştur, bu yanlıştır, falan yoktur” türünden bilimsel bakış açısı yoksunu Marx’ı eleştirme dangalaklığına kapılan bazı “artist” olma heveslisi küçük burjuvalar ham hülya-ütopya-lar peşindedirler. Bunlar yeri geldiğinde bilimsel verilerle teşhir edilirler, “artist” yapılırlar! Hiç meraklanmasınlar…)

Evet konumuza dönersek; mesele işçilerin beslendiği mi, yoksa beslediği midir? Bunun cevabına en basit anlatımları ile Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye (Sol yay. 1987) kitabından başlayalım. Kitabın sunuşunda Engels şöyle açıklamakta: İşçinin “…kapitalistin emrine… kiraya verdiği ya da sattığı, emek-gücüdür.(s.22)… işçi, oniki saatte altı marklık bir değer yaratıyorsa, altı saatte de üç marklık bir değer yaratır. Demek ki, kapitalist için altı saat çalışmakla, işçi, ücret olarak aldığı üç markın eşdeğerini kapitaliste zaten geri ödemiş oluyor. Altı saatlik bir çalışmadan sonra ikisi de ödeşmiş olmaktadırlar, birbirlerine tek fenik bile borçlu değillerdir.(s.23)” Marx da şöyle devam eder: “ücret, kapitalistin belirli bir iş-zamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır. Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlarda, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa, gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları emek-gücüdür. Kapitalist, bu emek-gücünü, bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır…İşçiler, metalarını, yani emek-güçlerini kapitalistin metaı ile, yani para ile değişirler ve bu değişim, belirli bir oranda olur…emek-gücünün öteki metalarla değişebilme oranını…değişim değerini ifade eder…onun fiyatı denen şeydir. (s.30)…işçinin, gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı, bu yaşamsal faaliyetidir…(s.31) Kendisi için ürettiği şey, ücrettir…onun için yaşam, bu işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar…Emek-gücü, her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani özgür emek olmamıştır…Köle…kendisi bir metadır, ama emek-gücü onun kendi metası değildir. Serf, emek-gücünün yalnız bir bölümünü satar. Toprak sahibinden ücret almaz; daha çok o, kendisi, toprak sahibine bir haraç öder. Serf toprağa aittir ve topraktan elde edilenleri toprağın sahibine teslim eder. Özgür işçi, tersine kendisini satar ve hem de parça parça…İşçi, ne bir köle sahibine, ne de toprağa aittir, ama günlük yaşamının 8, 10, 12, 15 saati, bunu satın alana aittir. İşçi, kensisini kiralayan kapitalisti istediği an terkeder ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yolverir. Ama yaşamının biricik kaynağı, kendi emek-gücünün satımı olan işçi kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terkedemez. İşçi, şu ya da bu patrona değil, kapitalist sınıfa aittir ve dahası, kendisini satmak, yani bu burjuva sınıf içinde bir alıcı bulmak ona düşer. ” (s.32-33) “Yalın emek-gücünün üretim maliyeti, … işçinin varoluş ve üreme giderlerinden oluşur. Bu varoluş ve üreme giderlerinin fiyatı, ücreti meydana getirir. Bu biçimde belirlenen ücrete, asgari ücret denir…Sermayeyi oluşturan bütün bu kısımlar [hammaddeler, emek aletleri, geçim araçları.H.Ö], emeğin yarattığı şeylerdir, birikmiş emektir.”(s.39-40) “Bir pamuk fabrikası işçisi, yalnızca pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir…Sermaye, ancak emek-gücü karşılığında değişebilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli-işçinin emek-gücü, sermaye ile, ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişebilir.” (s.44) “…İşçinin ürettiği metaın satış fiyatı, kapitaliste göre, üç bölüme ayrılır: birincisi, önceden ödediği hammaddelerin fiyatı ile gene önceden ödediği emek aletlerinin, makinelerin ve öteki emek araçlarının yıpranma payını karşılayan, onu yerine koyan bölüm; ikincisi, önceden ödediği ücreti karşılayan bölüm; üçüncüsü ise, geriye kalan artı, kapitalistin kârı…Ücret ve kâr birbirleriyle ters orantılıdır. Emeğin payı, yani ücret düştüğü ölçüde, sermayenin payı, yani kâr yükselir ve tersi…”(s.48-49) “…kapitalistin kârı, emek aletlerinin yetkinleşmesi, doğal güçlerin yeni bir kullanımı vb. sayesinde de yükselir.”(s.50) “…her yeni bilimsel bulguyla her yeni teknik buluşla, günlük üretimin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılmak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. (Engels.s.24)” “…işlerin iyi gittiği dönemlerde, eğer ücret yüzde-beş, öte yandan kâr da yüzde otuz yükselse, orantılı ücret, yani göreli ücret yükselmiş değil, düşmüş olur…İşçinin, sermayenin hızla büyümesinde çıkarı var demek, işçi başkalarının zenginliğini ne denli büyük bir hızla çoğaltırsa, kendi payına düşen kırıntılar o denli bol olacak; işçiler o denli çok istihdam edilebilecek ve onlar o denli daha çok çoğalabilecek; sermayeye bağımlı köleler yığını o denli artırılabilecek demektir ancak.”(s. 51) “Daha büyük bir işbölümü bir işçiye 5, 10, 20 kişinin işini yapma olanağı verir; demek oluyor ki, işbölümü, işçiler arasındaki rekabeti, 5, 10, 20 kat artırır…işbölümü artığı ölçüde, iş yalınlaşırrekabet çoğalır, ücret azalır…”(s.57) Marx, Ücret Fiyat ve Kâr yapıtında da tahlillerine devam eder: “Artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimleşmiş bulunduğu bölümüne kâr adını veriyorum…Rant, faiz ve sınaî kâr, metanın artı değerinin, yani metaın içerdiği ödenmemiş emeğin çeşitli bölümlerine verilen farklı adlardan başka bir şey değildir ve bunların hepsi de bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilirler…(s.132)” “…işçi de, bir ücret artışı isteminde bulunmakla yalnız kendi emeğinin artan değerini istemiş olur…”(s.139) “Kapitalistlerin elinden alınmak istenen onikinci saatin, tam da kapitalistlerin kârlarını onunla sağladıkları saat olduğunu iddia ettiler. Sermaye birikiminin azalacağı, fiyatların artacağı, pazarların kaybedileceği, üretimin düşeceği ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak, ücretlerin azalacağı ve sonunda da yıkımın geleceği tehdidini savurdular…Peki sonuç ne oldu? İşgününün azalmasına karşın, fabrika işçilerinin parasal ücretlerinde bir yükselme, fabrikalarda çalışan işçilerin sayılarında önemli bir artış, ürünlerinin fiyatlarında kesintisiz bir düşüş, emeklerinin üretici gücünde şaşılacak bir gelişme, ürettikleri metaların pazarlarında, duyulmadık, sürekli bir genişleme…”(s.97)

Konunun özü şudur; iktisat bilimi ışığında ispatlandığı gibi “işçi sınıfı patronlarını beslemektedir”, daha doğrusu kapitalist-burjuva patronlar işçi sınıfının “kanını emmekte”dir. Buradan günümüz Türkiyesi’ne ve Tuzla tersanelerinde yaşanan işçi kırımına dönersek. Özellikle Doğu Anadolu’da gerek iktisadi altyapıda, gerekse de düşünsel-siyasal üstyapıda yüzyıllardan beri egemen olan feodal üretim ilişkileri içinde bir üretim gücü olarak serf konumunda bulunmuş Doğulu emekçilerin, Batı’da işçi sınıfına katılarak sömürülmesinde; “vahşi kapitalizm”in tarihsel kronolojisinden fırlayarak ete-kemiğe-kana bürünerek nesnel gerçeğe dönüştüğü gözlemlenmektedir…

* * *

Yaşanmış (yaşanan ve kapitalist sistem içinde daha çok yaşanacak) bir olayın hikâyesi ile olgunun neticelerini görelim. 199O’lı yılların başı, 28 Nisan 1960 gençlik hareketi liderlerinden, “9 Martçı”lıktan ünlü Ziverbey Köşkü’nde işkence görmüş devrimci Kemalistlerden psikiyatr Dr. Memduh Eren Kadıköy’deki evindeki sohbetlerinin birinde anlatıyor. Kendisi zamanında Fenerbahçe’de futbol oynadığı için, bu “spor” kulübünün idare heyetlerini yakından tanıyor. O günlerde Aziz Yıldırım kulübün başkanlığını ele geçirmeye çalışıyor. Tabii kulüp yönetici kadrosu burjuva kodomanlardan oluşturuluyor. Genç biri onu ziyarete gelip kulüpteki son durumu anlattı, doktor kısa zamanda onu yolcu etti. Sonra bana: “Bak bu (X) [adı bende saklı] çocuğun -35 yaş üstü- Tuzla’da bir tersanesi var. Yabancılardan iş alıyorlar. Yakında dolar milyoneri olur. Bu adam çok güzel bir kadınla evli, iki kız çocuğu var. Ama bu adamın 16 yaşında liseye giden iki “sevgili”(!)si var. Caddebostan semtinde iki ayrı adreste, iki apartman dairesi kiralamış, kızlar buralarda oturuyor. Bu da sık sık onları ziyaret ediyor. Bu heriflerin hepsi böyle, neden bu böyle, anlat bakalım bana…” Şimdi ben de bunu niçin anlatıyorum. Fantezi olsun diye değil. Burada sermayenin ne olduğunu yukarıda bilimsel olarak anlattık. Artık-emek/ödenmemiş-emek/artı-değer/kâr, bu birikim burjuva patronların nesine gidiyor? Sadece sabit sermayenin yenilenmesine mi? Onlar öyle anlatırlar hep masallarını! Rahmetli Doktor, tersaneye gidip işçilerin durumunu görmüş, onun deyimi ile “Victor Hugo’nun Sefiller”i diyor; gözleri “devrim şehidi” Talât Aydemir’in ona ‘en son emanet’i kara kalem “Ana” portresine kayıyor; tepesi atmış, o “hasta olmuş” ben psikiyatrist! Doktor, hakiki jakobendi, “ulan diyor, bu şerefsizler dururken, asker-polisle ne işiniz var”! Bana kızıyor… (1970’deki devrimci eylemler sırasında THKP-C’nin ilk eylemi malî-oligarklardan Has ailesinin oğlunu kaçırarak fidye istemek olmuştu. İstenen fidye sadece 400 bin TL.’ydi ve Has ailesinin işçi sınıfının sırtından elde ettiği sadece bir günlük “kâr”ıydı. –Bunu tarihi bir örnek olarak aktarıyorum. Sonra yapılanlarla karşılaştırılsın diye. Methiye ya da hedef gösterme olarak değil!–)

Yıl 2008, 4 Haziran gazete haberi; her yıl yeni bir “koca” değiştirmesi magazin sayfalarını süsleyen namlı bir burjuva “sosyetik-parazit” Bodrum’daki bu yaz kreasyonu için Nişantaşı’ndan 40 bin dolarlık (50 000 YTL, 111 işçinin net asgari ücreti) alış veriş yapmış, bir o kadar da sipariş vermiş. Bu at suratlı-sefih parazitin bu yaz ki kreasyonu 222 işçinin asgari ücretini karşılıyor. Bu bayan bir fabrikatörün kızı olurmuş. Anlaşılan babası pek-çok işçinin ödenmemiş emeğini gasp etmiş. Benim merak ettiğim bu bayanın nerede, hangi “ücret”le “çalıştığı”(!) Şimdi kim kimi besliyor sorusu daha anlam kazanıyor…

Burjuvazi sorunu yaşamın bu gerçeği ile sorguladığınız zaman hemen feryat eder. Bozguncular, kışkırtıcılar, isyana teşvik ediciler gibi klişeleşmiş lâflar salyalı ağızlardan köpükler saçarak yayılır. Gerçek şudur ki, ücretlerden, rant-faiz-vergi sarmalına kadar ödenen bütün değerler, işçi sınıfının şu ya da bu şekilde zaman içinde ödenmemiş toplumsal emek-gücünün bilûrlaşmışmış ifadelerinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfı sadece patronları değil, ara sınıf denen bütün asalakları da besler. Asalaklardan kurtulmanın tek yolu “yeni bir dünya” kurmaktır…

Devrimci praxisin önünde duran en önemli görevlerden biri, bunu bilimsel olarak işçi ve emekçi kitlelerine yaşamın içindeki örneklerle anlatmaktır. Bunu başarabilmenin tek ve biricik yolu ise işçi sınıfının siyasal öncülüğünü yapacak proleter devrimci örgütünün inşa edilmesidir. Tek yol sürekli devrimdir!