31 Mart 2008 Pazartesi

"Ergenekon Pinokyoları" - Halid Özkul

"Ergenekon Pinokyoları" ve Entellerimizin Dayanılmaz Hafifliği

Osmanlı İmparatorluğu’nun “çöküş”ünün en kritik dönemi Abdülhamid II’nin saltanatı dönemine rastlar. Bu dönemi İttihat Terakki’nin döneminden soyutlamak doğru değildir. Bunu en güzel öz biçimde hicivsel olarak anlatan, Anadolu’nun edebiyatçılarının kaynağı olan İzmir’in ünlü “küfürbaz” şairi Eşref olmuştur. Delikanlılık çağımda ezberlediğim ilk siyasal beyit onundur:

Evvel zaman devr-i istibdatta

Söz söylemek memnu(yasak) idi

Söz söylesen ağlatırlardı mânanı

Şimdi geldi devr-i hürriyet

Önce söyletirler, sonra s…ler ananı …

İstibdatın, yalancılığın, yolsuzlukların, sahtekârlığın; kısacası düzenbazlığın amansız düşmanı olmuş Şair Eşref günümüzde yaşasa idi, herhalde Abdülhamid II’ye methiyeler düzer, ciltler dolusu da günün hükümetleri, egemen burjuvaları ve entel-dantel küçük burjuvaları için de bol “küfürlü-hiciv” şiirleri yazardı, zannediyorum.

1986’da İtalya’dan döndükten sonra müzmin işsizliğimin parçalarından biri de gazetecilik deneyimim oldu. Milletvekili olmak isteyen bir sosyal-demokratımızın çıkardığı Bakırköy’deki “Çağdaş” gazetesinin muhabiri olarak ara seçimlere hazırlanan parti yetkilileri ile röportajlar yapıyorduk. Benim bölgem Fatih’ti. O yıllarda necip medyamızın pek itibar etmediği ve de açıklamaları genellikle sansürle basılan bir siyasal partinin milletvekili adayı, sansürsüz yayım için Bakırköy’deki merkez büromuza telefon açıp bana gıyaben teşekkürlerini iletmişti. Kimdi bu zat-ı muhterem? Refah Partisi İstanbul 6. Bölge milletvekili adayı Recep Tayyip Erdoğan. 1 Ekim 1986 tarihli Çağdaş-Bakırköy gazetesinde yer alan tarafımdan gerçekleştirilmiş röportajın son paragrafında Erdoğan şunları söylemişti: “…Bugünkü meclis demokrasinin gereği olan bir meclis değildir. Adayı ve partileri millet iradesinin serbest hareketi ile tecelli etmiş bir meclis değildir. Fakat bu ara seçimler, hür iradenin tecellisine daha yakın olabilecektir. Ancak, eşit şartlarda bir seçim geçirdiğimizi de söyleyemeyiz. Zira, iktidar ve meclisteki muhalefet partileri kimi devlet imkanları ile, kimisi de isabetsiz hazine yardımlarıyla bu seçime iştirak ediyor. Meclis dışındaki partiler, bütün bu haklardan mahrum olarak kendi imkân ve değerleri ile bu seçimlerde mücadele ediyoruz. İnşallah, bu seçimlerden bütün anket neticilerini altüst ederek çıkacak tek parti Refah Partisi olacaktır.” Bugünden bakınca; ne kadar “masal”ımsı!

Sonrası ne oldu “balık hafızalı” necip Türk milletine hatırlatmak için “Arap Lawrence” başlıklı geçen yazılarımızda tekrar belgeledik. Türkiye’de imanlı halkımız hep “masal” dinlemeyi sevdiği için ne yapalım, bende onlara öyle anlatayım bari…

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer berber, pireler tellâl iken, ben anamın beşiğinde tıngır-mıngır sallanır iken, çok uzaklarda Anglo-Sakson hırsız, azılı kaatil ve sapıklarının sürgün gönderilerek, o memleketin yerlilerini “sözde” soykırıma uğratarak, sonradan tüm dünya üzerinde “Hürriyet Abidesi” kesilmiş bir ülkede “Sam Amca” adlı bir kuklacı varmış. “Sam Amca”nın işi gücü, ülke-ülke dolaşıp kukla imâl etmekmiş, bu amca “netekim” kuklalarına “Pinokyo” adını verirmiş. Ama kuklaların bir kusuru varmış, yalan söyledikçe burunları uzarmış. İşin daha da kötüsü, geldiği ülkenin kendini aydın sanan entellerinin burunları da estetikli olduğu için uzunmuş. Bundan dolayı kim yalancı, kim değil, anlaşılamadığı için “Sam Amca”nın da işi tıkırında gidiyormuş, çünkü kuklalar gittikçe entellere benzediği için “Sam Amca” tarafından kurulan “Nadir Artıkları Toplama Organı”na üye olan ülkenin “Temizlik Steril Kuvvetleri” kuklaları topluyoruz diye, her on yılda bir aydınları da toplamayı adet edinmişlermiş. Gel zaman git zaman ülkede nerede ise kısa burunlu kimse kalmamış…

Az zaman uz zaman gelelim günümüze… Gazeteci arkadaşımız Hrant Dink’in kahpece iğrenç katlî ardından birkaç aylık sessizlikten sonra, kamuoyu baskısı (yanında AB baskısı) sonucu aşağı yukarı sekiz ay önce başlatılan operasyona, ortalığı karıştırmayı adet edinmiş birileri “Ergenekon” adını verdi. “Soğuk Savaş” döneminde ABD’nin hizmetinde “vatansever” ayaklarda “hazır infaz kıtaları” görevi yapmış, bu yüzden adı sivrilmiş bazı emekli askerler ve aynı güçlerin ayak-işlerini gördürdükleri ülkücü-mafia bozuntuları toplandı. Bu arada, BOP’a yönelik Kuzey Irak’ta bir “Operasyon”(?!) icra edildi ve son bir ay içinde birden gazeteciler, öğretim görevlileri bu kervana katıldı. Tam da “Sam Amca”nın hedefi Afganistan mı, yoksa İran mı tartışmaları alevlendiği birkaç gün sonrası birdenbire bunların arasına ülkemiz ilerlemeci liberal demokratları, ilerici radikalleri ve devrimci demokratları tarafından “duayen” kabul edilen İlhan Selçuk gibi bir gazete yöneticisi ve yazarı da bu kervana katılmak istendi. “Sivil Darbe” ortamında suni bir “infial” ortamı yaratıldı. “İt izi, at izi” ile bilinçli olarak karıştırılmak istendi. Sonuçta gazetelere, TV ekranlarına yansıyan bilgisiz ve örgütsüz; enformasyon ve haberalma ile bilgi ve istihbarat arasındaki farkı bir türlü kavrayamamış, “temcid pilâvı” gibi aynı lâfları tekrarlayarak yaşayan entellerimizin “bilge”liğinin dayanılmaz hafiflikleri trajediyi komediye çevirdi. Traji-komik bu olsa gerek!

Entellerimizin feryadları çocukluğumdaki bir sonu gelmeyen tekerlemeyi hatırlatıyor. “Damdan düştü bir kurbağa, kuyruğunu titreterek; yoldan geçen bir yolcu, aldı götürdü onu. Mezarını kazdılar, şu yazıyı yazdılar. Damdan düştü bir kurbağa, kuyruğunu titreterek; yoldan geçen bir yolcu, aldı götürdü onu. Mezarını kazdılar, şu yazıyı yazdılar…ilh…~”

Ciddiyete dönersek, buradaki odak noktası “Ergenekon”, “kaos”un “karadelik”i… Bu konuyu sistematik olarak açıklamak için hazırlanmış kitabım Gizli Ordular-CIA” 1996’da hazır olduğu halde ancak 2001’de piyasaya çıkabilmişti. Nedenlerini önsözünde açıklamıştım. Daha da açıklık getirecek iki kitabımı telifli olarak basacak demokrat-devrimci güvenilir yayınevi bulamıyorum. Bulduğumun parası yok. Bana kendiliğinden gelenler ise, bana güven vermiyor. Freudik vakâ oldum. Gizli Ordular-CIA” kitabı ile başlarsak konu kendini anlatır sanırım. Çok merak ediyorum köşeleri kapmış “demokrat” ve “Kemalist” entel(fehmi)lerimizden kaçı bu kitabı okudu. Okusalardı, bu konu bunca yıl içinde BİLİMSEL olarak tartışılmış/tartışılıyor olacağından “Ergenekon” hakkında bu “amatör” tuzağa düşmezlerdi. Ama entellerimiz toplumsal değişim için mücadele etmiyorlar. Köşeleri kapıp “artist” olmak sevdasındalar. Onun için dengeciler. “Artist” olmak kolay, “resmi ideoloji” soslu birkaç dezenformasyon-spekülatif-sansasyon yumurtlarsanız, arada “komünist”lere ya da “Marx-Lenin”e çamur atarsanız, iş tamamdır. Hemen Yeni Şafak, Taraf veya Star ya da “malum çevre”nin bir (kanal 24 ya da atv gb.) yayını sizi parlatıverir, cebiniz para görür, “artist” te olursunuz. Çok kurnazsanız, Kırımlı-Karahitaylı yahudi-turkiklerle (Sabbatay değil) bir aile bağınız var ise bunu “demokratik-sol”(o ne demekse) “atatürkçü” medyada da yaparsınız. Hatta sonunda size bir film çevirtip sahiden “hakikİ-öz-gerçek-artist”te yaparlar. Ama entel-dantel mezarlığı böyle artistlerle dolu…

Bu kitabımın dip-notları içinde “Ergenekon”un tarafımdan araştırılmasının biyografisini kısaca yazmıştım… Ama bu bilgimi entel dostlarım kendilerini “artist” yapmak için kullandılar. Entellerin dayanılmaz hafifliği o dereceye vardı ki, Türkiye’de tek-tük gerçek devrimci Kemalistlerden biri olan Em.Kur.Yar.Talât Turhan’ı bile silmeye kalktılar. Adını mümkün olduğu kadar anmamak için büyük bir çabaya giriştiler. Onun da bilgilerini çalarak “artist” oldular. Entelliğin dayanılmaz hafifliğinde Türkiye’yi TV’den kurtarmaya girişen arkadaş diyor ki, “Ergenekon”u ilk İ.Selçuk Ziverbey’de öğrendi ve açıkladı. Haydi burdan yak! Yıl 1971. İtalya “Gladio”yu 1991’de öğrendi. Bilgiçliğe bak. Bir kere daha siz altbeziniz ile uğraşırken Talât Turhan bu konuları yazıyordu, Türkiye’de. İşkencede örgütün adının telâffuz edildiği kişi Talât Turhan’dı ve bu ad “KONTR-GERİLLA” olarak geçmişti. Bunun için Talât Turhan bu örgüt için “kontr-gerilla” ya da “X” örgütü adını kullanmıştı. Birçok kitabında bunu yazdığı gibi bu ad başlığı ile kitapları dahi mevcuttu. Bu konuda “ad”ın peşine düşen ve adının “Ergenekon” olduğunu “iddia” eden benim. O da sistemli olarak “5 yıl”ımı aldı. Kimseden bilgi çalmadım, çünkü en iğrenç hırsızlıklardan biride bir vasıflı-emek ürünü olan bilginin çalınmasıdır. Bu hırsızlık ne demokratlığa, hele devrimciliğe hiç sığmaz. Diğerleri terlemek için hamama bile girmeden, “evraka”(buldum) diye “kenef”ten fırlayan “Ergenekon Pinocchio”ları “artist” entellerdir. Bazılarının aileleri aracılığıyla gerçek “Ergenekon”la ilgileri olmasına karşın “ne hikmet ise” adını öğrenememişlerdir! Bu konuda bol miktarda spekülatif dezenformasyon yapıp sonuçta bu “devlet çete”sine hizmet sunulmuştur. Mükafatı gazete köşelerinde, TV ekranlarında, kitap fuarlarında, en sonunda da beyaz perdede ”artist” yapılmak olmuştur…

Konusu ile ilgili en son “artist” sayın Kültür bakanı oldu. Kendisini bir zamanlar “sosyal-demokrat” olarak tanıtmış bu kişi, “dönerek” AKP’nin liboş kervanına katılmış, bakan olarak mükafatlandırılmıştır. En son vecizesi “zat-ı şahane”ye hizmette kusur etmemek için AKP’nin kapatılma davasını “Ergenekon” kök-devlet çetesi soruşturması davasına bağlamak olmuştur. Ama “balık hafızalı” entellerimiz dayanılmaz hafiflikte akvaryumlarında yüzerlerken apansız yakalanmanın paniği ile bu zat-ı muhtreme şu soruyu sormaya akıl edememişlerdir. Geçmişte Ecevit’i tezgâha getirmek için onun en yakın adamı Hüsamettin Özkan “derin darbe”nin “artist”i olmuştur. Konuya vakıf olmayanlar bilmese de, konuya vakıf olanlar bu “derin darbe”de yer alan “solcu”ların “Ergenekon”un ‘ortanınsolu - eli’ olduğunu bilmekteydik. Sonuçta tasfiye edildiler. Tıpkı geçmişte -1990 sonrası- “Ergenekon”un ‘radikal milliyetçi-eli’ nasıl iktidar mücadelesini kaybedip tasfiye edildi ise ki Türkeş’in tasfiyesi ile noktalanmıştır. Amma bir nokta unutulmuştur. CHP’nin seçim yenilgesi sonrası gidilen Kurultay’da Genel Başkanlığa oynayanlar arasında en güçlü aday Hasan Fehmi Güneş nasıl ve kimlerin konspirasyonu ile tasfiye edilmiştir. Kim sayın Güneş’in eline sanki Dev-Genç Kurultay’ında çömez devrimcileri ajite eder gibi bir bildiri tutuşturup, Kurultay’ı ürkütmüştür. Böylece tasfiye edilmesi sağlanmıştır. En başta sayın Güneş’e o günün ayrıntılarını kaleme alıp bizi aydınlatmasını rica ediyorum! Bu “Ergenekon”un kara listesinde olan Güneş’in adı geçen “kök-öz devlet çetesi”nden yediği sakın ikinci darbe olmasın-dı? İmdi, “Ergenekon-Pinocchio-EG”ya sormak lazım, sen Yargıtay Başsavcısı’nı töhmet altına alırken bu “derin bilgi”ye nereden sahip oldun, yoksa senin “iyi saatte olsunlar” ile bir aile bağın mı vardı, geçmişte-CHP’de görevli iken?

Daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi “sağcı” veya “solcu” entel-dantellerimiz “artist” olmak sevdasındalar. Bu onların küçük-burjuva egoları- tapıncaları egoizmin dışa vurumu. (Bu bireyselliğini koruyarak birliktenliğin paylaşımına giden yolun başlangıcı olan ben-merkez değil. Bu bencil-merkez, tek-ben, ego-fetişizmi). Kibernetik Kaos Sistemi güdümleyenler (emperyal-zionunun malî oligarşilerinin think-tankçıları) de zaten onları “artist” yapıyor, cebine parayı koyuyor, çünkü elde ettiği bilgileri bir gün onlara karşı kullanacak ve kullanıyor da. Sonra oturup grup halinde ağlaşıyorlar: “Susma sustukça sıra sana gelecek” çığlıkları arasında, “demokratları, sosyalistleri, komünistleri toplam devrimcileri birlik olmaya” ve yardıma çağrıyorlar. Vah, vah! Ama arşivden bu zat-ı muhterem biraderanın tutanaklarına baktığınızda gazetelerinde, bu devrimci gruplara karşı yapılan baskılardan ve uygulamalardan ne köşelerinde, ne de haber sütunlarında ya da haber bültenlerinde tek satıra dahi rastlayamıyorsunuz. Örnek olsun ki, geçtiğimiz yıl, Sorun Polemik dergisine yapılan gece yarısı polis baskınına (ki derginin bilgisayarlarına ve arşivine yasa dışı bir biçimde el konuldu) ait haberi gazetenin yurtsever-devrimci bir karikatüristinin karikatürü içinde öğrenebildik, maalesef. Bu trajik bir komediydi. Galiba buna: “Susma sustukça sıra sana gelecek” diyorlar! Ya da devrimci bir grubun bütün devrimcilere mal olmuş dostlarının ölüm ilânından bizzat o ilânı veren grubun adını silmek gibi, bırakın burjuvalığı bir insani etik dışı davranışı yapanlar kendilerine utanmadan “solcu” diyorlar, aslında tam da doğruyu açık ediyorlar. Doğru bunlar kökten radikal solcu… Ama ben “solcu” ya da solcu değilim, tastamam komünist (toplumsallaştırılmış-toplumcu) olmaya çalışan bir dünya insanıyım! Ben solcu değilim, çünkü “iki yüzlü” değilim, ben olduğum gibiyim, ben devrimciyim. Ben entelegentsia(fehim) olmaya çalışan; bunu de facto-fiilen yaşayıp, anlatmaya-yazmaya, anlatırken öğrenmeye, öğrenirken kendimi eleştirip, durmadan yenileme devrimci ‘bilinçli eylem’i(praxis) zorunluluğu içindeki, bir proletek-devrimci-demokratıyım… Tam zamanı, hesaplaşıyorum. “Kör ölünce badem gözlü ol”mamalı. Kör, kördür; badem gözlü badem gözlüdür… Ben “kör”e “kör”, namussuza namussuz, haine hain derim, doğrusu budur. Benim lugatımda “çarıklı erkân-ı harp” kıvırtmaları yoktur!

Örnek olsun ki, Orhan Aldıkaçtı. “Kör” öldü, baktık ki “badem gözlü” oldu. Adı geçen gazetenin mason biraderanları, biraderlerine “badem gözlü” üvertürleri düzüyorlar köşelerinde. Haklı olarak namuslu gerçek-aydın yazarlardan “isyan sesi” çıkınca, çark ettiler. Çünkü, bu “kör adam” pek çok demokrat ve devrimci fehimi fikirlerinden dolayı, “komünizm propagandası” damgası ile yıllarca mahkumiyet öneren raporlar düzmüştü. Ama içinizdeki ‘mason hain’ bizi “balık hafızalı” zannedip utanmaz ‘methiye’ köşe yazısını kaleme alıyordu. Çünkü, “kör adam” sıradan bir adam değildi. 33°Mason Maşrık-ı Azam’ıydı, Anayasa profesörüydü, Türkiye’deki gizli Gül-Haç şer yuvasının “suprem”(yüksek) biraderiydi. Ayrıca ABD-Council Foreign on Relation/CFR – NSA – Pentagon – NATO - SHAPE(Supreme Headquarters Allied Powers Europe) - Clandestine Planning Committee (CPC )/ Gizli Plânlama Komitesi- Allied Clandestine Committee (ACC) / Müttefik Gizli Komitesi- Clandestine Co-ordination Committee-CCC(Gizli Eşgüdüm Komitesi) “destansı” dizesi zincirlemesinde kurulmuş Türk “Stay Behind” (cephe gerisi) örgütü; şu anda kabullenilmiş Pentagon-NATO kod adı ile “Ergenekon” adlı örgütün, en üst kademesinde yer alan “Suprem Committee”(Yüksek Komite)sindeki yüksek hukukçulardan sadece bir tanesiydi!

İşte “hukukçular meselesi” böyle başlıyor. Karşı taraf öğrendi, kimden, belki de benden. Benimle İzmir’de 6 saat süren bir röportaj yapan (araştırmacı-yazar Tayfun Er ve Duvar Kitapevi çalışanlarının şahitliğinde) “eskiden güvendiğimiz” Cumhuriyet kökenli gazeteci E.K’a işin sadece bu kısmından bahsetmiştim. Güya röportaj basılacaktı. Benimle yaptığı röportaj Yeni Aktüel’de yer almadı, Sabah’ta da. “Ergenekon Pinocchio-EK” haline gelen bu şahıs “Özel Harp Dairesi” diye bir kitap yazdı, önsözünde tek satırla teşekkür yok. Kitabı kendisinden istedim, tenezzül edip göndermedi. Ama birileri bu bilgiyi kaptı. Kimdi acaba bu? Hiç şüphesiz “Bilderberg Baykuşu”-“Sahibinin Sesi”-“Ergenekon Pinocchio-FK”. Yaşamında “Dr. Ceykıl-Mr.Hayt”ı oynayan bu zavallı adama, CIA-MOSSAD-BND-MI6’in istihbarat oyununun şu ilkesini biri öğretmeli. “ABD’nin dostu yoktur, olamaz da. Çünkü günü geldiğinde ilk harcanacak olan, listenin ilk sırasındaki, onun en eski işbirlikçisidir.” Zavallı adam farkında değil “ilk sıraya gönüllü oturdu”. Bu da “artist”lerin ayrı saplantısı… Bilmiyor ki “Kuklacı amca”, şu anda ‘sadece’ taşerona karar veremedi: PKK çok meşgul, Hizb’Allah “İran senaryosu” için re-organize ediliyor, onun için DHKPC mi olsun, yoksa TİT mi; yoksa en iyisi Kuvva diye yeni bir örgüt mü kurduralım, ilk “cezalandırma” eylemi ile adını duyursun; böylece laik/anti-laik sürtüşmesini “iç savaş” boyutunda derinleştirelim! “Kuklacı Sam Amca” kendini ‘çok zekiler’ sınıfından sayıyor! Ne demişti 1996’da Amerikalı Orta Doğu uzmanı diplomat, gazeteci Ruşen Çakır’a; “Erbakan zeki bir adam, bize fazla zeki olmayan biri lâzım!”

Kendini ‘fazla zeki’ zanneden külyutmaz “Ergenekon Pinocchio-FK”, “fazla zeki” olmadığına kanaat getirildiği için, CIA’nın 1992 yılında dünyada yapılan seçimlere müdahale etmek için oluşturduğu birimi “Electors” (seçiciler) tarafından (ki ustaca çıkarılan yasalarla 5 milyon seçmen oy kullanamadı, %10-12 meçhul oyun akibetinin senaryosu hazırlanamadığı için oy sayımı uzun müddet bir türlü açıklanamadı) %46,5 oy alması sağlanmış iktidar sahibi “zat-ı şahane”nin kulağına, tam da Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesi sonrası dezenformasyonu üflüyor. Öğrendiler ya, en üst kademe “hukukçu”lar. Ama lastik patladı, kademe bilgisini her ihtimale karşı eksik ve yanlış verdik. “Bilgi hırsızları”nın amaçlarını ve kimler tarafından kibernetik edildiklerini çok iyi bildiğimiz için. Ne ki, bu tip “Stay Behind” örgütlenme NATO’nun Ekim 1996’da Belçika-Brüksel’de aldığı karar ile “uykuya yatır”ılıyor. Aynı yıl İtalya’da Gladio-P2 locası üyeleri, ilginçtir kendi kimliklerini saklamadan bir dernek kurarak, Gladio-P2 üyesi Berlusconi’ye ve ayrılıkçı-neo-faşist Kuzey Ligi’ne destek verdiklerini açıklıyorlar. İtalyan “Ergenekon”u “Gladio” ve mason “P2” üyesi Berlusconi’yi koluna takıp, kızının saraydaki düğününe şahit yapan, ne İ.Selçuk, ne K.Alemdaroğlu ne de Yargıtay Başsavcısı’ydı. “Balık hafızalı” “Ergenekon Pinocchio”ları… İlginçtir ki, Türkiye’de aynı yılın Kasımında “Susurluk Skandalı” patladı. Yani 12 yıl önce uykuya yatırılmış bir örgütlenme var ortada. Sapla samanın neden?niçin?nasıl? birbirine karıştırıldığı ortada. Bunu hiçbir mason mahfeline üye olmadığı için kavrayamamış Adnan Menderes çözemedi. Etrafındaki gazeteci, danışman, işbitirici, naylon faturacı, yalaka-yağdanlıkçı “Ergenekon Pinocchio”larına inandı. (“Ergenekon” o zaman da vardı). Yassıada’da bütün bu ‘şerefsizler ordusu’ ona sırtını döndü. Kendini onunla özdeşleştiren “zat-ı şahane”ye öneririm. Bir fotoğraf vardır, çok ders verici. Sanıklarla dolu mahkeme salonunda “yalnız” kalmış bir adamın fotoğrafı. Başta Celâl Bayar sırtını dönmüş ona… Bir göz atmasını tavsiye ederim. Dramatiktir…

Bu “Soğuk Savaş”tan kalma eski asker kılıç artıkları ve ülkücü mafia başıbozuklardan kurulu “Ergenekon” diye iddia edilen örgütün, ABD-NATO/Shape-TSK-ÖHD ekseninde “Stay Behind” olarak faaliyet göstermiş TC Devletinin en yüksek bürokratlarının de facto bilgisi dahilinde olan kontr-gerilla örgütlenmesi “Ergenekon” ile ilk tutuklananların (D.P dahil) haricinde hiçbir şekilde ilgisi yoktur. Eğer bu örgütün ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız, bunu soracağınız en üst kişi (“Supreme Komite” başkanı), ABD’nin isteği ve plânlaması ile icra edilen 12 Eylul 1980 faşist askeri rejiminin Anayasası’nı hazırlayan Anayasa profesörü, Skoç Riti mason mahfelinin 33° Maşrık-ı Azamı, GülHaç üstad-ı muhteremi -Celâl Bayar’dan sonra Türkiye Başkanı (diğer üyeleri arasında DP hükümetinden Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’dı)-, bütün ABD-Avrupa eksenli “Stay Behind” kurucu beyinlerinin üyesi olduğu Roma Kulübü onursal üyesi, Türkik-yahudi asıllı İD’dır. (Gizli örgüt arayan külyutmaz Emniyet İstihbarat Dairesi’ne mason “Zambak Locası”nın üyelerinin kimler olduğunun Türk kamuoyuna açıklamasını tavsiye ederim. Tabii güçleri yeter ise!) Üstelikte “büyük şef”e “Onur” ve “Üstün Hizmet” madalyası verenler Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı olarak hükümet edenlerdir. Üstelik “Atatürk Sofrası” dümeni ile sizin tabirinizle “devlet” ile Çankaya’da pazarlığa oturan yine aynı zat-ı muhteremler. Üstelik “Ergenekon”un alt-destek komitesinden, MOSSAD’ın eski İstanbul istasyonu şefi olan azılı zionist -“Struma”yı sabotaj sonucu batıranlardan ve Nuri Paşa’nın ölümüne sebep olan Sütlüce sabotajına katılanlardan- bir (X) işadamına madalyalar sunanlar yine hükümet edenlerdir. Üstelik geçmiş yazılarımda “Ergenekon” dosyalarının Ankara-Polatlı yolunda 15 metre yeraltında saklanan “TC. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi”nde bulunduğunu açık-seçik yazdım. Genelkurmaya bile ilettik. Kimseden tık çıkmadı. Şimdi ağlaşan entelektüel gazeteci müsveddelerinin hemen hemen hepsine bu yazı e-postalandı. Belki çoğu okumadı bile. Çünkü onlar “dayanılmaz hafiflikte”ki köşe yazarları. Herşeyi onlar bilir, aman koltukları sallanmasın, sakın başkalarının onlardan daha bilgili olduğu ortaya çıkmasın. Ama nedense onlar “büzük isteyen” konularda susarlar, sonra bandı başa sarıp “Türkiye laiktir, laik kalacak” diye bitaraflarını yırtarlar. Ama Türkiye’nin laik kalması için akıl-bilgi-bilincin birlikteliği zorunludur. Aynaya bakın, ondan sonra “susma…” diye bağırın… “Yeni Dünya Düzeni”nin kaypak ve hain küçük-burjuvaları, neyin pazarlığını yaptınız?

Bir de ABD’de eğitim görüp Adli Tıp’ta resmi devlet görevlisi olan bir doçent doktor ÜS vardır, bu soruşturmada. Daha önceleri Aydınlık çevresi içinde bulunmuş bu çocuk, önce bana, sonra Talât Turhan, Aytunç Altındal, Suat Parlar’a sarmıştı. Biz bu çocuğun “bir vaka” olduğunu anladığımız için konuşmalarımızda ve ilişkilerimizde dikkatli olmaya azami önem gösterdik. Talât Turhan onun “ajan” olduğunu (üç yıl önce) belirterek kesin tavır koymuştu. İlginçtir benden Erol Mütercimler aleyhinde bir yazı yazmamı istedi sonra onunla programa çıktı. E.Mütercimler onun için çok şeker oldu. Önce bir yazısının Sorun dergisinde basılmasını istemiş, basıldıktan sonra da Sırrı Öztürk’e ver-yansın etmişti. Bir başka zaman onun “derin devletin” adamı olduğu -bir ara çoşup T.Turhan için de aynı şeyi zırvalamıştı-, benim onlarla dialoğumu kesmem gibi çelişki dolu saçmalıklar sıralıyordu. İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu aleyhine kızgın sözleri ise sürekli sarf ediyordu. Uzun yıllar psikiyatr Dr. Memduh Eren’le dostluğum olduğu için, “Büyük Reis” olarak hitap ettiğim doktorun rahle-i tedrisatında, bu tip vakalarda nasıl davranmam gerektiği konusunda uzman eğitimi almıştım. Benim taktiğim hep suyuna gitmek olmuştur. Zaten ters davranmış olsaydım, hiç şüphesiz yukarıdaki adlar arasında benimki de manşetten girerdi. Evet, bu çocuk “karısının CIA ile beraber kendisini zehirlediğini” iddia ediyordu. İstanbul Baro Başkanı karısının avukatı olduğu için onu da “derin devlet çetesi”ne dahil etmişti. Tam “bir vaka” ile karşı karşıya olduğumuz için, siyasi kimliklerimiz büyük tehlike altındaydı. Avukatı olan Suat Parlar da selameti avukatlığı bırakmakta bulmuştu. İşte külyutmaz “Ergenekon” savcısının ikinci ayak tutuklamalarında esas almış olduğu kişi, böyle ilginç “bir vaka”dır. Ama bir çok maceracı küçük-burjuvanın başını yaktığından da şüphe yoktur. Geçmişte, büyük oy çoğunluğu ile iktidara gelen Naziler iktidarlarını kitleler üzerinde pekiştirmek için pek çok konspirasyon(fesat)a girişmişlerdi. “Reichtag Yangını” da bunlardan biriydi. Gobbels tarafından tezgâhlanan senaryoda komünistler kurban seçilmiş, hedefe de III. Komünist Enternasyonal’in genel sekreteri G.Dimitrov konulmuştu. Yangını çıkartan-kundakçı olarak da Alman Komünist Partisi’nden ihraç edilmiş bir ruh hastası “şizofren” mühendis bulunmuştu. Ama mahkemede Dimitrov tezgâhı ortaya koyarak, Nazileri tarih önünde mahkum ederek, beraat etmişti. Bu olay tarihe ‘trajik’ bir konspirasyon olarak geçti ise, bu “Ergenekon” davası da hiç şüphesiz konspirasyon komedisi bir ‘tuluat’ olarak geçecektir…

Görüldüğü gibi, bu “karanlık ve kirli” işle ne İlhan Selçuk’un, ne Kemal Alemdaroğlu’nun, ne Yargıtay Başsavcısı’nın, ne Yargıtay Başkanı’nın ne de Anayasa Mahkemesinin Başkan ve Savcılarının ilgisi vardır! Bu iddia utanmazca bir mahalle kahvesi müdeimlerinin bilgiçliğinde; düpedüz maksadlı bir iftiradır, sonuçta Türkiye işçilerine, emekçilerine ve sivil-asker aydınlarına yönelik konspirasyon ve provokasyonun sürdürülmesi için plânlanmış büyük senaryodaki küçük bir adımdır. Fotoğrafı iyi analiz etmek zorunludur. Esas “çete” kimdir? “Ergenekon Pinocchio”larıdır! Merkezi ABD-Utah’da NSA-CIA’nın denetiminde ve güdümünde olan Ortadoğu Enstitüsü’ndedir. Uğur Mumcu dahil olmak üzere katledilen binlerce yurtsever ve devrimcinin kanına bu çetenin emir buyurucuları bulaşmıştır. (Bilindiği gibi NATO/Shape-CIA-BND-MOSSAD-MI6-MİT denetiminde kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Erzurum’daki kurucularından biri şu anda Utah’da olan Fethullah hoca-efendi-hazretleridir). Fethullah Gülen’in bayraktarlığındaki unsurlar “ışık evleri” aracılığıyla polis ve medya içinde yuvalanmış ve örgütlenmiş olduğu son olaylarla şahısları belirgin olarak tanıklı-açık ve seçik bir biçimde ortaya çıkmıştır. Asıl yeni “Ergenekon”un güncel versiyonu bunlardır.

Tuzağa düşmemenin tek yolu emeğin alınterinin örgütünün önderliği altında biraraya gelmektir. Bilgi-emeği hırsızı “artist”lere karşı tavır koymaktır, onları teşhir etmektir. Devrimci mücadeleyi sürdüren yaşlı insanlarımıza sahip çıkıp-destek vermek ve saygı göstermektir. Bilimsel görüş ufkunda çalışan yurtsever-devrimci-demokratların birlikteliğini sağlamaktır. Hiç şüphesiz küçük burjuva entellektüellerimiz dayanılmaz hafiflik yerine, birliktelik disiplinine uyup hareket etmiş olsalardı, vermiş oldukları kayıplar bugün en asgari düzeyde olacaktı. Bu aynı zamanda bütün devrimci gruplar, dernekler, sendikalar ve “parti”ler içinde geçerlidir. Bunun için ajan-provokatör sorunu üzerinde hassasiyetle durmaktayım. Bir zamanlar “Fethullah” cemaatine yakın olarak adı geçen Aksiyon dergisinde devrimci kitle derneklerinin “terörist” örgütlerle denkleştirilerekten hedef gösterilmesi (ki acaba kimler dergiyi bu yönde manüpile ediyor?), aynı düzlemdeki operasyonun bir dişlisi olan TMSF tarafından elkonulan Yeni-Aktüel dergisinde NATO-SHAPE-Gladio örgütlenmesinin kontra örgütü haline getirilmiş Brigade Rosse- Kızıl Tugaylar örgütünün, ajan-provokatör olduğu İtalyan Komünist Partisi tarafından teşhir edilmiş liderlerinden Mario Moretti’yi bir devrimci olarak tanıtan röportajın varlığı ilginçtir. (Konu hakkında çok detaylı bilgi “Gizli Ordular- Global Devlet Terörü ve Ajan Provokatörler” kitabımda verilmiştir). Bu dergilerde çalışan demokrat dürüst gazetecilerin Utah Merkezi’nin türbanlı, sakallı, badem bıyıklı, köse ve ensesi kalın-şişko ajan-provokatörlerine karşı dikkatli ve uyanık olmaları zorunludur…

Ayrıca en önemli konu olaylara polyalektik-materyalist yöntem ile yaklaşılmasıdır. Ortaya sürülen ve konspiratörlerin etrafında ring yaptığı “hedefler”e takılıp kalınmamalı; olaylar derinlemesine, madde ve karşı-madde analizi içinde ele alınmalıdır. Emperyal-zionun NSA-DIA-CIA-MOSSAD-BND-MI6 gibi istihbarat örgütleri tarafından, sonuçları global borsa tahtalarında malî-oligarşinin bankerler, silâh, enerji ve tıbbî sanayicilerine kâr olarak yansımış kapsamlı bir sınıfsal komplo tezgâhı yürütülmekte olduğu açıktır. Örnek olsun ki, bunun senaryosu şu anda yaşayıp yaşamadığı meçhul olan (ki benim iddiam Afganistan harekâtı sırasında ortadan kaldırıldığıdır) Usame bin Ladin adlı bir “mançurya kobayı” aracılığıyla yaratılan “sanal” El Ka’ide örgütü aracılığıyla uygulanmaktadır. (Bunu icra eden think-tank merkezleri ve uygulamaları hakkında çok detaylı belgesel bilgi Gizli Ordular-JI-IS-TRC-ABD-İzrael Global Devlet Terörünün Eşgüdüm Think-Tank Merkezleri” adlı kitabımda verilmiştir). Maalesef Türk kamuoyu, entellerinin dayanılmaz hafifliğinden dolayı Hoolywood vari dizlerin gerçek figüranları konumuna sokulmuştur. “ABD’nin dostu olmaz çünkü ABD’nin global çıkarları vardır o da hegemonyadır.” Bunun için “stratejik müttefik” deyimi de izafi bir kavramdır. ABD’nin Türkiye’nin ‘dostu’ ve ‘vazgeçilmez müttefiki’ olduğu asparagasına inananlar, ancak ABD’nin bağırsaklarından nemalananlardır. Onun için ben her olasılıkta artık ABD için çok önemi kalmamış olan “mançurya kobayı” bir F. Gülen’in acaba bilinçli olarak ABD’nin CIA aracılığıyla elinde “rehin” olarak tutulup, tutulmadığının ciddi olarak irdelenmesini savunmaktayım…

Bu tezgâh-operasyon bağlamı göz önüne alınarak gençliğinde Türkiye İşçi Partisi üyesi iken 12 Mart darbesi sonrası birdenbire ABD yolcusu olup Washington muhabiri olarak parlatılan, sonunda Türkiye’de gazete açacak malî portreyi yakalayan keskin ABD “taraf”tarı “Ergenekon Pinocchia”sı bayanın gerçek “Ergenekon” ile ilişkisinin olup olmadığının da bu geniş görüş açısı içinde irdelenmesi gerekmektedir. İlginçtir ki, zamanında Cumhuriyet gazetesinde işe başlayıp, yükselen veya göze batan, sonuçta ABD yolcusu olan pek çok gazeteci Washington muhabiri olarak parlatılmışlar; daha sonra Türkiye’ye döndüklerinde “hikmet-i kendinden menkul” bir biçimde ya TV ya da gazete açmışlar veya “eş-güdümlü” TV’lerin baş speakerleri olmuşlardır. İlk yaptıkları işte, “İlhan Selçuk’a saldırmak” olmuştur. (Kimisi de “prens” muamelesi gördükleri yuvalarında, dürüst, mert gazetecileri harcadıktan sonra terk-i mekan ettikleri yuvaya karşı aynı işlemi yürütmüşlerdir.) Anlaşılan “en yakında” bir hain var! Onu çözmek üstadın meselesi! (Bunun için üstadımıza naciz tavsiyemiz, Ziverbey köşkünde beraberce işkence gördükleri dava-arkadaşı rahmetli Dr. Memduh Eren’in kimseye bastıramadığı için kendi çabası ile bastırdığı, bunun için kitleye ulaşamamış olan “27-28 Nisan 1960 Gençlik Eylemi Işığında 27 Mayıs” adlı kitabını bulup, okumasıdır. İpuçlarını orada bulabileceğinden eminim. –Doktor kendisine göndermişti, bir daha okuması dinamizmine güç katacaktır.– O kitap küçük-burjuvazinin kaypaklığının ve ihanetinin tarihsel dersleri niteliğindedir.) Raslantı karanlığa ve ahmaklara özgüdür. Özeleştiri aydınlık, onur ve yiğitliktir. Yiğitlik akıl-bilgi-bilinç-çoşku-duygu-irade ile silâhlanmış yeni-insanın niteliğidir…



17 Mart 2008 Pazartesi

Stalin: Tarih Onu Akladı! - Halid Özkul

Ölümünün 55. Yıldönümünde Stalin : Tarih Onu Akladı!

Yıllar önce Mart ayı baskılarında, bir liberal-demokrat gazetenin birinde (galiba Melih Aşık’ın Milliyet’teki köşesinde) Stalin’in büyük kızı Svetlana’ya tebessümle “nanik” yaparken görüntülenmiş bir resmini basmışlardı. (Bende kesip saklamıştım. 31 Ocak 1981 gece yarısı, 12 Eylûl “kanlı” faşist-asker rejiminin işkenceci “siyasi polis”i tarafından gözaltına alındığımda, -vefat etmiş olan emekli muhasebeci babamdan bana yegâne miras kalmış, altın uçlu dolmakalemim ve daktilo makinem ile beraber- o da kayıplara karıştı, pek çok kayıplara karıştırılan ‘meçhul’ yoldaşlarımız gibi!) Fotoğrafın altına da “adını duyurdukça hâlâ korkudan titreten adam” diye yazmışlardı… Stalin, sosyal mücadeleler tarihinde en çok iftiraya uğramış proleter devrimci olarak Marx’ın önünde bulunur desem yalan olmaz! Pos bıyıklı koca Gürcüyü utanmazca Hitler’le denkleştirenler arasında sadece muhafazakâr ve liberal karşı-devrimci burjuvalar değil, bol miktarda küçük-burjuva “solcu” entel-dantel de bulunur…

Stalin’in doğal yollardan ölmediğini, KGB’nin şefi olan Abhazistan doğumlu Yahudi Beria denen zionist tarafından zehirletildiğini artık Sovyet belgelerine ve tanıklıklarına dayanarak biliyoruz. Mayıs 2000’de, Haziran 1953’te tutuklanarak kurşuna dizilen (infazları Aralık ayında açıklanmıştı) Lavrentiy Pavloviç Beria ve 6 arkadaşının affı için, ailelerinin maktullerin ‘Stalin döneminin kurbanı’ olarak ilân edilmeleri isteği, belgelerin incelenmesinden sonra kesinlikle reddedilmişti. Siyasi Temizlik Kurbanlarının İtibarlarının İadesi Dairesi Başkanı Askeri Savcı General Valeri Kondratov, “Beria ve arkadaşlarının suçu sabit görülmüş, itirafları alınmıştı. Yüzlerce insan Beria’nın emriyle öldürüldü. Bu dava kapanmıştır” demişti. Bu objektif bakıldığında Stalin’i kişi olarak aklayan bir açıklamaydı…

Stalin, 5 Mart 1953’te yaşama veda etti. Haber duyulunca onu son bir kez daha görmek için çırpınan kadın-erkek-yaşlı-genç Moskovalı proleterlerin yarattığı şok edici izdiham sırasında, -dile kolay- tam 1500 kişi ezilerek yaşamlarını yitirmişlerdi. Bu kitlesel-tepki korkusundan Parti bürokratları ancak yıllar sonra “Stalin Eleştirisi” yapabilmişlerdi! Aslında sadece bu sevgi boşalımı bile iftiralara verilen en dramatik ve “lirik” bir cevaptı…

Emperyal-zion tarafından Soğuk Savaş olarak adlandırılan anti-komünist Haçlı Seferleri sırasında “totaliter”, “diktatör”, “zalim”, “gaddar”, “kasap” adıyla denkleştirilen bir adamdı o. Ne var ki, Stalin’in hışmından kurtulmayı Beria’nın koruma şemsiye altında becermiş olan ‘zionist nomenkultura mafiası’ Sovyet toplumunu içten kemirdi ve 1990’da, maden işçisi ve sendikası lideri olan büyükbabası Sovyet Devrimi sürecinde anarşistlerle beraber bozgunculuktan tasfiye edilmiş (1919) olan torun Gorbaçov’un işbirliği ile SSCB tarihe gömüldü…

1992 Haziranında Moskova’yı ziyaret ettiğimde “Stalin Apartmanları”nı, Lenin’in Mozolesini ziyaret ettim (Nazım’ın mezarını da) ve “Lenin Müzesi”ni gezdim. Benden başka sadece altı kişi müzeyi ziyaret ediyordu. Bunlardan sadece ikisi gençti, diğerleri orta yaşlıydı. (Bu müze geçtiğimiz yıllarda kapatılmıştır.) “Stalin Apartmanları”, NewYork’taki Rockefeller’in ünlü Enterprise’ına nazire olarak aynı biçimde inşa edilmişti. Burada proleter aileler kalıyorlardı. Diğer apartmanlarda olduğu gibi her katta müstakil odalar vardı. Her katta ortak kullanıma açık banyo-tuvaletler-mutfak. Bedava kullanılan ortak telefon. Kalorifer ve daima akan sıcak su, tıpkı su gibi ücret ödenmeyen elektrik. Herkesin karnı toktu. Hafta sonları çok ucuz oldukları için ancak rezervasyonla yemek yenebilen güzel restoranlara gitmek ve özellikle de şık giyinip Bolşoy tiyatrosunda bale seyretmek, proleter aileler için ayrı bir zevkti. Çamaşırları genel temizlik merkezleri çok ucuza hem yıkıyor, hem de ütülüyordu. Kadınlar ev köleleri değillerdi. Çocuklar sokaklarda terk edilmiyordu. Evet, lüks yoktu, çünkü birilerinin artı-değeri, emeği, toplumsal üretim araçlarını gasp edip kişisel sermayesi haline getirip, kutsamalarına izin verilmiyordu! Namus cinayeti de, kapkaç, ırza tecavüz de çok uzaklarda kalmıştı, Batı’da! O yıllarda ABD’de insan kitleleri John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”nin gönüllü birer figüranıydı. Bütün kapitalist ülkelerde yoksul işçi kitlelerinin sefaleti, iktidar sorununu gündeme taşıdığı için, ulusal malî oligarşiler ve emrindeki burjuva bürokrasisi “savaş” kışkırtıcılığına soyunmuşlardı! Irkçılık-milliyetçilik, talancılığın ve sömürgeciliğin yolunu açmak için tırmandırılıyordu…

Yıllar ve yıllar geçti, küçük insanlar bir paket çikolata, bir kilo muz, bir naylon çorap ve bir bluejeane tav olup cehennemin kapılarını açtılar! Tekrar vahşi kapitalistleşen Rusya’nın 2005 Ocak’ında Emperyalist II. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda kazanılan zaferin 60. yıldönümünde Belgorod kenti Gaziler Birliği’nin girişimi ile 9 Mayıs'ta bir “Stalin heykeli”açıldı. Sibirya’nın İsçim kentinde de daha önce karşı-devrimciler tarafından kaldırtılmış olunan bir “Stalin büstü” yeniden yerine konulmuştu. Bunlardan kısa bir zaman önce de Kırım’da “Stalin anıtı” dikildi…

Ataol Behramoğlu, 19 Şubat 2005 tarihli köşe yazısında anlatıyor: “Ünlü ‘Taganka’ tiyatrosunda M. Bulgakov’un ‘Teatral Roman’ından yapılmış uyarlamayı izledik. Bir oyuncunun ustalıkla canlandırdığı Stalin’le ve onun ‘Edebiyatçılar ruh mühendisidir’ sözüyle, çok fazla kabalaşmaksızın dalga geçiliyordu. Stalin’i canlandıran oyuncu sahnede ilk kez göründüğünde alkışlanan o muydu, yoksa Stalin miydi, anlayamadım. Çene çaldığımız bir taksi şoförü, ‘Bize yeni bir Stalin gerekli’ diyor ve Rusya’nın ‘tüm yeryüzünü satın alacak kadar’ zenginleşmiş yeni zenginlerine veryansın ediyordu. Bir başka konuşmada, Stalin’in, nüfusu yüz bini aşan her yerleşim birimine bir tiyatro ve bir konservatuar binası; bir milyonu aşan her kente ise mutlaka metro yaptırdığını öğrendik. Her gün yüz binlerce insan taşıyan Moskova metrosu, Stalin’in eseri…” Gerçekten de Moskova metrosu, muazzam heykelleri ve duvar rölyefleri ile metrodan çok halkın sanat saraylarını andırıyor. Gürcistan’dayken Stalin hakkında ne düşündüğünü sorduğum bir yaşlı “ton-ton” emekçi Ermeni teyzem bana, güzelim Anadolu-Ermeni şivesi ile “Stalin bizim babamızdı” demişti, “bu Gorbaçev bizim anamızı s…!”

SSCB yıkılınca karşı-devrimci burjuvalar boş durmamış özellikle zionistler anti-Stalinci propagandalarını güçlendirmek için Hollywood’u seferberliğe sokmuştu. Bu amaçla 1991’de eski bir Rus mültecisi olan Yahudi Andrei Konchalovsky’nin yönetmenliğinde, İtalyan-ABD-Rus ortak yapımı orijinal adı “İç Çember” (The Inner Circle - Türkiye’de Projeksiyoncu olarak tanıtıldı) olan bir film çevirtilmişti. Amaç hem anti-Stalinizmi işlemek, hem de dönemi aynı zamanda anti-semitik gösterip, zionist propaganda yapmaktı. Bunun için film daha çekilirken Türkiye dahil Batı’da medya kanalı ile psikolojik kamuoyu hazırlaması bile yapılmıştı. Fakat filmi seyrettiğiniz zaman Stalin’e hak veriyordunuz. Filmi “Stalin’in ruhu” çarpınca, film ortalıktan kaldırılmıştı. (Orwell’in “1983” filmi de Türkiye’de aynı akıbete uğradı, ilginç!)

Anti-Stalinciliğin günümüz kapitalist BDT’si içinde savunucularında biri de emperyal-zion ile işbirliği içinde olan karşı-devrimci burjuva Ermeni lobisi. Bu lobiye yakın gazetelerden Nezavisimaya, Aralık 2000’de birinci sayfada sür manşet “Stalin Türk ajanı mıydı?” diye soruyordu. Aynen şunları yazıyordu gazete: “Stalin, Türk Müsavat hareketinin ajanı gibi çalışıyordu. Sonunda ödül olarak Ermenistan’ı aldı… Atatürk, Ermenistan’ı Batı’nın elinden koparttı ve Komünistlere teslim etti. İngilizlerle arası iyi olan dönemin Ermeni yönetimi son ana kadar direndi. Aslında Nahçıvan, Ağrı, Karabağ bölgeleri Ermeni kontrolünde bulunuyordu. Hatta Gürcistan’ın Poti limanının da Ermenistan kontrolünde kalması gerekiyordu. Stalin ve Atatürk İngilizleri bölgeden kovma kararı alınca işler değişti. Komünist Moskva Kemalist Türkiye ile birlikte Ermenistan’ı birkaç ay içinde Sovyet Cumhuriyeti yaptı.” (Aslında buraya Azerbaycan’ı da eklemek gerekiyor - y.n.) Bu iddiaların hiç de yalan olmadığı ortaya çıkan son Sovyet belgeleri ispatlıyor. 21 Ocak 1924’te zaten komada olan Lenin’in vefatı ile ünlü “vasiyet”in hilafına iktidar mücadelesine girişen Stalin, parti genel sekreterliğindeki yerine pekiştiren önemli olaylardan biri olan Mançurya sorununda akıl hocasının, K. Atatürk olduğunu anlaşılıyordu. Ankara Sovyet Büyükelçisi aracılığıyla, Mançurya sorunu hakkında ne düşündüğü soruluyordu “Millî Mücadele”ye önderlik etmiş olan ‘küçük-burjuva’ Atatürk’e. Diplomatik kriptolar ile Sovyet hükümetinin konu hakkındaki resmi açıklamalarının birebir örtüşmesi, Kürdizmi mutlu kılmak için çırpınan Kürdist literatürün anti-resmi tarihçilerimizi üzecek belgelerden!.. Özel arşivimde bulunan 1935 baskılı “Sovyet Sporcuları Şehrimizde” kitapçığındaki 1924–25–1930–31–32–33–34–35 yıllarındaki süreklilik arz etmiş olan sportif ikili ilişkileri, “yoldaşlar” hitapları, Türk küçük-burjuvazisinin bayağı parendelerinden olarak nitelemenin ne kadar doğru olacağını yine ortaya konan belgeler belirleyecektir! Ne ki, Sorun Polemik dergisinin 22. 23. ve 24. sayılarındaki Suha Bulut arkadaşın bilgi bilimsel nitelikteki makaleleri, konuyu proleter devrimci duruşta kavramak isteyenler için açıklayıcı niteliktedir, benim görüşümce de…

Nezavisimaya, Stalin’le uğraşmayı bırakmamıştır. Şubat 2006’da BDT’de Stalinci dalganın yukarı ivme kazandığı bir dönemde, genç “vahşi kapitalist” Rusya’nın Devlet Tarih Müzesi’nde; RKP’nin 20. Kurultay’ında Kruşçev tarafından yapılan “Stalin’i ve tek adam sistemini kınayan” rapor ve konuşması üzerinde “50 yıl gizlidir” mührünün zamanı dolduğu için sergileniyordu. Lenin’in ünlü “vasiyet”ine dayanak yapılarak hazırlanmış rapor, nesnelliğin öznelliğe kurban edilmesinin alışılmış örneklerinden. Tabii raporun bayraktarlığını da karşı-devrimci burjuva Ermeni lobisinin gazetesi yapmaktaydı.

Bu saldırılara karşın tastamam aynı tarihlerde Rusya’da özelliklede gençler arasında yapılan son kamu yoklamalarında posbıyıklı koca Gürcü Josef Stalin’in 1917’den beri işbaşına gelen liderler arasında en sevileni çıkması hem Rusya, hem de Dünya burjuvalarını üzüntüye gark ediyordu! Aynı dönemde Stalin’i dönemini anlatan 200 kitap basılmış, pek çok ta film yapılmıştı. Bu yapıtların çoğunda ise Stalin övülüyordu. Kamuoyu yoklamasına katılanların %18’i onu “en iyi”, %50’si ise “iyi” ya da “oldukça iyi” olarak. Buna “iyi sayılır”larda eklenince ortaya %70’lik ‘birileri için’ bayağı korkulacak bir oran çıkmıştı. Stalin’i savunan gençler, “geri ve nüfusunun büyük bölümü cahil olan bir ülkeyi önemli bir güç haline getirmesinden”; en çok da onun “eşitlikçi uygulamalarına” hayranlık duyduklarını belirterek şöyle diyorlardı: “Stalin’in zamanında Roman Abramoviç (gasp ettiği paraları -daha doğrusu emeği- yurtdışında hayâsızca harcayan milyarder Rus Yahudi işadamı - y.n.) olabilir miydi?” Gençlerin cevabı üzerine başka söze gerek var mı?

Tabii burada “tek adam” otokratlığına soyunan “yeni burjuva” lider Putin’in eski bir KGB subayı olarak kitleler üzerinde yürütülen “psikolojik savaş” uzmanı olduğunu da unutmamak gerekir. Günümüz Rusya’sında adından başka hiçbir şeyi “Komünist” olmayan “Komünist Parti”ler enflasyonu içinde kitlelerin devrimci praxis yönünde bilinçlendirilmemiş olması, bu trajik ortamı yaratıyor. Rusların geleneksel melankolik-romantik olduğunu da eklersek sonuç hiç te umut verici değil. Asya Tipi Üretim Tarzı içinde geçmiş belleklerine R-Complex şartlandırmanın kodlanmış olduğu kitlelerin, bilimsel komünist devrimci praxis yönünde “siyasal kültür” birikimini sağlamalarının zorunluluğu karşımıza görev ve ilke olarak çıkmakta. Bu da ancak doğru bir kolektif siyasi önderlikle başarılabilir!

Peki kitleler Stalin’i neden unutmadı, “zorba” ve “zalim” olduğundan mı? Yoksa Mayakovsky’nin “demiryolu kadar düz, su kadar berrak, ekmek kadar kutsal” olarak idealize edilmiş ‘yeni insan’ında onu bulduklarını zannettikleri için mi?

İşte bu nesnel gerçekliği akıldan çıkarmadan; bütün günahları ve sevapları; yanlışları, hataları hatta galatları ve de doğruları ile tıpkı yoldaş Troçki gibi –işçi sınıfının– bizim insanımız olan, geçmişten geleceğe her şeye karşın –hiç olmazsa– onurlu bir devrimci insan örneği olan; Stalin yoldaşı proletek devrimci saygı ile selâmlıyorum…

Genç-yaşlı Rus proletaryasının sevgi dolu yüreğinde ve hınç dolu belleğinde tazeliğini koruyan sade ve onurlu bir insan olarak Stalin yoldaşın ölümsüz ruhu, bedeninin ölümünden 55 yıl geçmesine karşın “adını duydukça korkudan tir-tir titreyen burjuvalara”, posbıyıklarının ardından gülümseyerek “nanik” yapıyor!...





3 Mart 2008 Pazartesi

"Arap" Lawrence - IV - Halid Özkul

"Arap" Lawrence Hâlâ Türklerle Savaşıyor!

4. Bölüm

22 Nisan 2006'da AKP Eyüp Belediyesinin "Kutlu Doğum Haftası"nda ilköğretim okullarında dağıttığı broşürde, "Örtünmemek, günahkâr olmaktır. Başörtü yasağı, İslâmı hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Örtünmek ilâhi bir emirdir" denilmiyor muydu? Bunlar her yakalanışlarında aynı takiyeyi yapıyorlar: "Gözden kaçmış", "asla laik cumhuriyetten taviz vermeyiz", anlat co heyecanlı oluyor!

Kadınların esaret simgesi olan bir örtüyü kabullenmesi ise sadece idealist eğitimin ve yüzyıların toplumsal baskısının bir yansımasıdır. Gazeteci Mine Kırıkkanat 30.11.07(Vatan) tarihli yazısında ilginç bir örnek veriyor. Çin'de antropologların Mosuo'ların toplumsal yaşamına ilişkin topladığı bilgiler, anaerkil toplum hakkında Morgan'ın tezlerinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlıyor. Tanrı yok, tanrıça var. Kavga yok, barış var. Doğayı tahrip yok, saygı var. Hepsinden ilginci kadınların başı açık, erkeklerin şapkaları var!

Vahhabizm kadına düşman; ister Prof.Dr. Bahriye Üçok gibi başı açık aydın ilâhiyatçı olsun, ister Gonca Kuriş gibi tesettürlü feminist olsun. Birini bomba ile ötekini "domuz bağlı" işkencelerle katletmeyi marifet zannediyor. BBC'nin 30.01.08 radyo haberine göre: "Saûdi Arabia Krallığı'nın dini oligarşiye dayalı iktidarını devam ettirmek için yılda 75 milyar dolar reklâm yaptırma, parayla yazı yazdırma, propaganda yükseltme harcaması yaptığı" belirlenmiş.(Necati Doğru.Vatan) Hep kitaplarıma not düşerim: BM tespitine göre "Afrika'da açlıktan ölen çocuk, kadın ve yaşlıları kurtarmak için sadece 13 milyar dolara ihtiyaç" varmış. Bu vahhabiler mi, onların "Arap" Lawrenceleri mi Müslüman? Nerede "Deniz Feneri"?

"Arap" Lawrenceler içimizde. "Arap" Lawrenceler "türban hasadı"ndan siyasal çıkar peşinde. Onların arkasında CIA-MOSSAD-Saudi Muhaberatı var. Al Baraka, Faysal Finans, Rabıta, Aramco var. İş buraya varınca kafamda yine "komplo teorileri" fink atıyor. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu ve Prof.Dr. Ahmet Taner Kışlalı, aynı tip bombalarla öldürüldüğüne dair 27.12.03 Cumhuriyet'te bir iddia var. Tevhid, Akademi ve Selam büroları, Savama ve Kudüs Ordusu üzerinden İran'a bağlandı. İpucu C-4 ve TNT içinde hızlandırıcı (basınç şiddet arttırmak) RDX maddesini bulunması. Bir de PETN var. Kim gazeteye teknik bilgi verdi ise bilinçli olarak kafa karıştırmış. Dezenformasyon yapmış... Anlatalım, ikisi birbirinden çok farklıdır. RDX ve PETN, ABD ordusu tarafından, TM-1900 - War Department Technical Manual - Ammunition General (6 June 1945)te envantere girmiştir. II. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrası NATO standardı içinde olduğu için, NATO-SHAPE "Stay Behind" harekâtının ana cephane elamanı olarak, malum ülkelerde teröre dayalı kaosun yaratılıp destabilizasyon ortamı yaratmak için bol miktarda depolanmıştır. Bu maddelerin üretilmesi yüksek komplike teknoloji laboratuvarlarını zorunlu kılar. Özelikle PETN. Bunun için ABD dışında bir tek İzrael'de üretilmektedir. Diğer ülkelerin kendine özgü laboratuvarları vardır. Yakın Doğu'da ABD müttefi olan Saudi Arabia'da da bulunur bu maddeler hem de ibadullah, ne de olsa petro-dolar. Ayrıca World Anti-Communist Leage klânının en sadık ve en eli bol ülkesidir. İran'da Şahlık döneminde bulunduysa da İran-Irak Savaşı sırasında stokların tüketildiği bilinmektedir. İran daha çok Kuzey Kore teknik yardımına bağlı yüksek patlatıcılar ve güdümlü roket yakıtları üretmektedir. "İrangate" skandalı sırasında alınan cephane envanteri içinde sadece TNT vardır. Diğer taraftan Türkiye'de RDX ilk olarak 12 Eylul öncesi 1970'li yılların sonunda Milliyet gazetesine atılmış -o sırada Türkeş'e ve ülkücüler karşı yazılar yazılmıştı- fakat patlamadığı için çubuk sağlam ele geçirilerek fotoğrafı gazetede basılmıştır. Bu maddenin NATO envanteri olduğu ilerici-demokrat yazarlar tarafından dile getirildi ise de oynanan oyunun gereği tartışma suskunluğa getirilerek unutturulmuştur. Çubuğun patlamamasına sebep RDX'i atan "Ergenekon" piyonunun teknik bilgisi olmamasıdır. Çünkü "US Army AT-1900"de bilhassa altını çizerek açıklandığı üzere bu madde "asla tek başına kullanılmaz" !

Bu gece sadece bir tek TV kanalı verdi; ülkücü-tosuncuklar, MHP'ye protesto çelenki bırakan TSK subay emeklilerini nerede ise "linç" edeceklerdi. Öylesine kudurmuşlar, saldırıyorlar ki, deşarj olamak için hep bir ağızdan uluyorlar: "Tekbir! Allahu-Ekber Bismillâh!" Bir yandan da elleri ile George Bush'gillerin tapınağı Skull and Bones'un "şeytan" alametini yapıyorlar. Türkeş'e bunu Amerikalılar öğretmişti, bu IQ sorunlu şizofrenlerde "bozkurt" işareti yaptıklarını zannediyorlar. Çelişkiye bak, alameti-farika: şeytan, ağızlarında: Allah! Bunlar çarpılacaklar ama bakalım ne zaman! Merak ettim, Siuların Büyük Reisi "Yürüyen-anıt" ne düşündü acaba? O da seneye emekli olacak! Ya ona da böyle bir durumda uluyup, ısırmaya kalkarlarsa! Aklım 12 Eylul öncesine kaygıldı. Demek köpek kudurunca sahibini tanımıyor!

Şimdi şunu vurgulamak zorunlu. Ey, ilerici-demokrat ve devrimciler yanlışınız şurada; sizler, radikal muhafazakâr, muhafazkâr gericiler ve liberal "süs-balık"gilleri terminoloji ile tartışıyorsunuz. Yukarıda belirttiğim gibi öncelikle meseleyi "başörtüsü-türban" ekseninden "tesettür-sıkmabaş" eksenine çekmeniz gerekmektedir. Çünkü burada gerici burjuva ideojisinin kültürel varlığı söz konusudur. Nerede mücadele edeceğinize hep "gerici" cephe unsurları karar veriyor. Stratejinin ilk ilkesi hasmı kendi tayin ettiğin mekâna çekmektir. Bu başarının ilk adımıdır ki taktikler üstünlüğü ele geçirir. Ancak orada yine zamanını sen tayin ederek sonuç alıcı darbeyi inderebilirsin. 1969'dan beri mekân ve zamanı "gerici-faşist cephe" tayin ettiği için sonuç budur. Bunun için birlik sağlanamıyor. Ortaya bir "koykoycular cephesi" çıkıyor...

Varsın entel-dantel "hürriyet kuşları" üniversite kapılarında ağlaşsın. Zaman "devrimci demokrat cephede" toplanma zamanıdır. Buna önderlik edecek olanda bilimsel toplumsallaşmış toplum düşünce disiplini okuludur. En temel güç kafa-kol emeği ve müttefiklerinin gücüdür. Bu sürekli devrimin ilk adımıdır. Bu kavga "yeni insanlık"a giden yolun başlangıcıdır!

5 Şubat 2008