15 Eylül 2008 Pazartesi

Skoçlar, Fransızlar ve Marksizm - Halid Özkul

Skoçlar, Fransızlar, Kırım "Arap" Kanamalı Kenesi ve Marksizm

Türkiye’de bir yanda 250 bin YTL’yi birkaç saniyelik öpücükte kazanan, kapitalizmin tekelci (emperyalist) evresinin yeniden üretiminin yeni iş bölümünün ürünü olan, sınıflı toplumların “kadim” mesleğinin “manken” imajı verilmiş fahişeleri; diğer yanda aynı yaşlarda günde sadece 30 YTL’lik yevmiye için ortalama 16-18 saat çalışma ürünü, yarattıkları artı-değerlerin acımasızca sömürülerek patronların “kâr” hanesine yazılan, kaderleri patronlar ve onların düzeni tarafından tayin edilen 12 tonluk çelik levhalar altında ezilerek ölmek olan “özgür-köleler” proleterlerin görüntülenmeyen dramı; bir yanda alış-veriş için İtalya’ya seyahate gidip 500 ile 1500 Euro (asgari ücretin kaç katı siz hesaplayın) alış-veriş yaptıklarını gevrek-gevrek anlatan haramzade burjuvalar; bir başka yanda ise ipcambazı küçük-burjuvazinin lâz salataları yaşanıyor. (Ve düzenin merkezinde de her şeyi dinlemek için çırpınan “büyük birader” ve şurakası…)

Başta işçi sınıfı olmak üzere tabanda emekçi kitlelerin yaşam standardı hergün genişleyen yoksullaşmaya paralel olarak, yoksulluk sınırından açlık sınırına doğru gerilerken, Türkiye’yi TV kanalından kurtarmaya çalışan arkadaşlar, satışa geçince kıymeti kendinden menkûl “jakoben”lerimiz birdenbire çok köpürdüler. Bizler yaşama lâf salatalarının entel-dantel fantezilerinden değil, sınıflar mücadelesi nesnel gerçeğinden baktığımız için sonuç olarak, lastiğin şu ya da bu şekilde patlayacağını biliyorduk. Yanılmadık, haklı çıktık. İşçi sınıfı ile sadece kıymeti kendinden menkûl necip protokol sendikacıları aracılığıyla diyalog kuranlar, işçi sınıfının devrimci demokratik düşünce disiplini okulunu (ki bu bilimsel komünizmdir) görmemezlikten gelen ve böylece “resmi ideoloji”nin bir fraksiyonundan başka birşey olmadıklarını ortaya koyanların geldiği nokta doğrusu beni hiç şaşırtmadı…

Burjuva entelektüel ekonomist-gazeteciler arasında Hegelci diyalektiği bilerek kullandığı için bana göre özgün bir yeri olan Yiğit Bulut, sosyal-milliyetçi çıkışlı yazıları arasında ilginç bir çıkışta bulundu. Fakat “Kanaltürk” tragedyasından dolayı Yiğit Bulut-Tuncay Özkan-Mine Kırıkkanat geyik-dalaşması kıvraklığında bu “ifşaat” gargaraya geldi. Kendisinin her dem anti-emperyalist (ABD ve AB karşıtı) olduğunu (ama anti-kapitalist olmadan nasıl olacaksa) belirten ve BOP’a karşı olduğunu beyan ederken Türkiye’nin İzrael “stratejik”(!) müttefikliğini savunan (bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!) Bulut’un “Arap Emperyalizmi” keşfi…

Ekonomi tahlillerini dikkate değer bulduğum sayın Bulut, Tuncay Özkan ve şövalyelerinin icraatını “bizkacsafiz.com” olarak değerlendirirken, Özkan’ı Skoç köylülerini/serflerini aldatan Skoç feodal-aristokratlarına benzetiyordu. Bilindiği gibi Skoç aristokrasisi ne zaman İngiliz merkezi krallığından birşeyler kopartmaya kalksa, önce köylüleri gaza getirir sonra ayaklanma şantajı ile isteklerine nail olunca onları yüzüstü bırakırlar, zavallı köylülerin hakkına düşen ise öfkeli kralın onları kılıçtan geçirmesi olurdu. Skoçyalı Yiğit’in isabetli atışını ise karşılayan Özkan değil, ‘minnettine sual sorulmaz’ AB’liğinin Jeanne d’Arc’ı (azize) Kırıkkanat oldu. Ne de olsa Fransız burjuva “sosyalizm mektebi”nde tedrisat görmüş entelektüellerden olan, 2005 yılında “neo-barbarlar”ın taçizine maruz kaldığı için çok asabi fakat iyi bir gözlemci olduğunu bir kere daha ispat eden madam, “pırlantalı altın yüzük”ten işe girişince, ‘takke düştü piryantinli saçlar görüldü’; sonuçta herkes kendi limanına çekilmeyi uygun buldu. Küçük burjuvazi için her zaman ideal “modus vivendi”de bu olmuştur daima. Ama ben önemli siyasal noktanın üstünü kaşımaktan yanayım. Kırım “Arap” kanamalı kenesi tarafından ısırılmış…

Öncelikle en basit anlatımı ile “emperyalizm”in ne olduğuna bakalım. İlk öğrenim bilgileri düzeyinde “emperyalizm” nedir sorusuna şu cevap verilmektedir: “bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üstündeki iktisadi, askeri ve kültürel egemenliği” (Büyük Larousse). Siyaseti “es” geçen bunun için eksik bir anlatım olan bu anlatımı, bilimsel açıdan pek de doyurucu olmayan bu “resmî” cevabı, irdelemeye devam edelim…

Karl Marx’ın abidevi yapıtı Kapital’lerinin özellikle III. Cildi içinde tekelci kapitalizmin üretim güçleri, üretim ilişkileri, yeniden üretim ve yeni işbölümleri embriyonlarının özü ve açık anlatımları bulunmaktadır. (Diğer anlatımlar F.Engels’in Anti-Duhring’inde de yer almıştır.) Bunlara karşın “Emperyalizm” üzerine “ilk kitap İngiliz “sosyal-liberal” ekonomist J.A.Hobson’ın Emperyalizm, Bir İnceleme başlığıyla 1902’de, London’da yayımlanmış yapıtıdır” (N.Güvenç. Küreselleşme ve Türkiye. BDS yay.1998) Marx’ın cevherini iyi kavrayabilmiş, Hobson’un çalışmasını da göz önünde tutan Avusturyalı “Rudolf Hilferding’in 1905’te yazılmış ama yayımlanması 1910’u bulmuş Finans-Kapital:Kapitalist Gelişmenin En Yeni Aşaması Üstüne Bir İnceleme’si”(N.G.) ikinci yayımdır. Bilimsel komünist “emperyalizm” kuramı çalışmalarına kaynak sayılan, Gestapo tarafından katledilmiş olan Hilferding’in açıklayıcı sözü ile “malî-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar”. Bu söz kilitlerden biridir. İleride Türkiye-İzrael stratejik ortaklık palavrasını irdelerken “start” olacaktır. Konumuza dönersek, “Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi…(1913). Emperyalizmin Ekonomik Açıklamasına Yönelik Bir İnceleme… altbaşlığını taşıyan Luxemburg’un çalışması Marx’ın Kapital’de “eksik bıraktığı” dünya pazarları konusunu tamamlamak ve özellikle “kapitalist kriz” konusunu bir kurama bağlamak amacını güder… 1915’te Nikolay Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi incelemesi ile 1916’da yazılmış olan Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlığını taşıyan incelemesi yayımlanır(1917)… Karl Kautsky’nin 1914’de yayımlanmış Emperyalizm…başlıklı 14 sayfalık bir makalesi ile onun 1915’te yayımlanmış az bilinen Ulusal Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Topluluğu…”(N.G.) kitabı bulunmaktadır…

Genellikle burjuva (liberal, demokrat veya sosyalist) bilim çevreleri de dahil olmak üzere tartışmacılar Lenin’in Emperyalizm adlı kitabını bu konuda referans kabul ederler. Radikal bir kesim de haklı olarak Luxemburg’un günümüzde ciddi olarak gözönüne alınmasını önerdikleri Sermaye Birikimi adlı kitabını bu referansa eklerler. Bu arada görmemezlikten gelinerek haksızlığa uğrayan Buharin’dir. 1985 yılında Luxemburg’un Sermaye Birikimi (Alan Yay. 1986) adlı yapıtını türkçeye tercüme eden mütercim-yorumcu Tayfun Ertan, başarılı bir örnek çalışma olarak hazırladığı tanıtım yazısında konuyu broşür değerinde toparlamıştır. Onun da yazdığı üzere Buharin, Luxemburg’un hatasını yapıcı bir biçimde eleştirirken emperyalizmin tarihselliğini vurgulamasına katılmıştır. Ne ki günümüz gelişmeleri, Luxemburg’un (ve Buharin’in) öngörülerini doğrulamıştır…

Lenin ünlü Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Sol yay. Nisan 1977) kitabında şöyle yorumluyor: “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü eski kapitalizmin yerini, tekellerin egemen olduğu bir yenisinin alması, doğurduğu birçok sonuçlar arasında Borsanın önemini de azaltmıştır…(s.47)… Başka bir deyişle, eski kapitalizm, serbest rekabet kapitalizmi, mutlak ve vazgeçilmez düzenleyicisi Borsa ile birlikte, ortadan ebediyen kaybolmaktadır. Geçici bir dönemin belirtilerini taşıyan, serbest rekabet ve tekel karışımı yeni bir kapitalizm, onun yerini alıyor…(s.49)” [Lenin, Britanya emperyalist –MI6- ajanlarının ve onların “beyaz” işbirlikçileri zionistlerin -BUND ve SR- tezgâhladığı bir sûikast sonucu zehirlenmesi nedeniyle 21 Ocak 1924’de yaşama veda etmesinden beş yıl sonra, 29 Ekim 1929’da NewYork Borsası’nın iflâsı ile emperyalist tekelci kapitalist ekonomilerin nasıl allak-bullak olduğunu görseydi muhakkak yapıtını bir kere daha gözden geçirirdi. Hem de Buharin’in Emperyalizm kitabını esas alarak. Günümüzün yorumunu sonraya bırakıyorum.] Lenin’in kitabının özeti şu paragraftır: “Emperyalizm, tekellerin ve malî sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci plânda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”(s.108) Günümüzün son moda deyimle “konjonktürel” olarak doğrudur. Oysaki Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nin özellikle ‘Uluslararası Ödünçler’ ve ‘Himayeci Gümrük Vergileri ve Birikim’ bölümlerinde günümüzde dahi bizi derinden düşünmeye sevk edecek ekonomi-politik sonuçlar vardır. “Emperyalizm, sermaye birikiminin kendisine açık duran kapitalist-olmayan çevre için verdiği rekabetçi mücadelenin siyasal ifadesidir (s.342)… Emperyalizm, kapitalist-olmayan uygarlıklarının çöküşünü ne kadar şiddetli, acımasız ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirirse, kapitalist birikimin bindiği dalı da o kadar hızlı bir şekilde kesmektedir. Emperyalizm, kapitalizmin ömrünü uzatmanın tarihsel yöntemi olmakla birlikte, kapitalizmin çabuk bir şekilde sona erdirilmesinin de en emin yoludur.(s.343)” Lenin, Emperyalizm kitabında Hilferding, Hobson, Kautsky ve bazı Alman liberal ve demokrat ekonomistlerinden olumlu veya olumsuz uzun uzun bahsetmesine karşılık, Luxemburg’un kitabından bahsetmediği gibi, Buharin’in kitabını da kesinlikle görmemezlikten gelmiştir. Halbuki Buharin, Luxemburg’un yanlışını sergilediği gibi doğrularıda Kapital ufkundan Marx’ın yöntemselliğinde bakıldığında her iki yazardan daha doğru tanımlamaktadır. (Bugünden baktığımızda). Mütercim Tayfun Ertan, mükemmelen özetlediği yorumunda şöyle açıklamaktadır: “Bukharin, “emperyalizmin tarihsel gerekliliğinden” söz ederken, aynı Luxemburg gibi, kapitalizmin gerçekten de kapitalist-olmayan üretim biçimlerine gereksinme duyduğunu vurgulamaktadır. [bu vurgu Lenin’de yoktur.H.Ö] Ancak…Bukharin açısından emperyalizmin gerisindeki gerçek ekonomik neden, [Luxemburg’un iddia ettiği gibi.H.Ö.] pazar sorunu değil, sermayenin, kapitalizm dışı üretim biçimlerinin egemen olduğu ülkelerde daha fazla kâr elde etme olasılığı bulmasıdır. Emperyalizmin gerisindeki neden, artı-değerin, kapalı bir sistem içinde realize edilememesi[Luxemburg’un iddia ettiği gibi.H.Ö.] sorunu değil, kapitalist olmayan sistemlerde daha kârlı bir şekilde realize edilmesi olasılığının bulunmasıdır… Kâr haddini öne çıkartarak, eğer bir bunalım kuramı inşa edilecekse, bunun yeniden üretim kuramlarının varsayımlarla tıkalı mekanik yapısından değil, üretim sürecinin dinamik organik bütünlüğünden çıkartılması gerektiğine işaret etmektedir… Gerçekten de, üretim süreci, doğayla ilişkilerden tutun da, üst yapıya kadar uzanan, geniş bir analitik açıklama sahası açmaktadır önümüze. Ve emperyalizm gibi, ekonomik nitelikleri yanısıra kültürel-ideolojik ve siyasal boyutlar taşıyan bir konu, herhalde üretim süreci çerçevesinde daha akılcı bir şekilde ele alınabilir… (s.18-19)”

Bu kuramcıların ardından XX. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana tartışılan kapitalizmin sürekli buhranları kuramlarıdır. Sweezy, Lange ve Mandel, ‘ekonomi-politik’ açısından tekelci kapitalizmin emperyalizm dönemi üzerine ciddi çalışmalar vermiş batılı aydınlardır. Yoksa emperyalist ‘siyaset’ üzerine bende dahil eli kalem tutan herkes hipotezler ileriye sürmüşlerdir…

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de İzrael bir “tabu”dur. İzrael’e yüklendiniz mi hemen “Holocaust Kültü” devreye sokulup, “6 milyon Yahudi masalı” anlatılmaya başlanıyor. Direnirseniz “anti-semit” damgası yersiniz. Ama İzrael’e muhabbet beslerseniz görünmeyen el size bütün kapıları açar. İstediğiniz kadar anti-ABD’ci ya da anti-ABci olun farketmez. Bunun için emperyalistleri sayanlar İzrael zionizminin emperyalizm olduğu atlamakta ihtimam gösterirler. Kendilerini kurtarmak için, hemen kaynağı Osmanlı İmparatorluğu’nun son günleri olan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Yakın-Doğu cephesine olan Filistin’deki Briyanya-Arap-Osmanlı çatışmalarının ezberletilmiş “resmi” hikâyelerine götürürler. Türk burjuva laisist elitinin gizli “resmi ideoloji” olarak, kahvehane eğitimli “küçük adam”ın beynine nakşedilmiş “bizi arkadan vuran hain Araplar” edebiyatı devreye sokulur. Mürekkep yalamışının son keşfi “Arap Emperyalizmi” gibi. Bu “Kırım –Arap- kanamalı kene”si 1918’den beri yakamızı bırakmamaktadır…

Bu çok bilgiç “Arap Emperyalizmi” sözüne biraz iktisadi-siyasa, toplumsal-tarih bilgisi olan insanlar herhalde bir tarafları ile gülerler. Bu “Arap” Atlantik Okyanusu kıyıları Magrip’inden başlayıp Irak’a oradan Sudan’a kadar dağılmış, genelde Akdeniz halklarından müteşekkil bir Hami topluluğudur. Sami olan Tevrat’a bağlı Musevileri de Arap olarak saymak bence antropolojik olarak doğru olur. Yahudilik için aynı şey söz konusu değildir. Çünkü Talmud-Kabbala inançını Tevrat’a öncelleyen Yahudiler nerede ise bütün halkların arasına karışmışlardır. Bunların en militan kolu Kırım-Hazar-Karahitay/Çağatay-Türkik-Eşkenaz-zionistlerdir…

[Türkiye’de bilinçli olarak zionistler tarafından tezgâhlanan konspirasyonlardan biri de “Sabbataist”lik meselesidir. Özellikle emperyalist işbirlikçisi Emevi-İslâmın militan kolu olan Vahhabi çetesi içinden üfletilen kurgu ile “Sabbataist”ler Yahudi ve zionist olarak “kara propaganda”nın psikolojik baskısı altında bırakılmaktadır. Halbuki Sabbatay Cemaati Endülüs- Safarat Musevisidir. Ve Tevrat’ı öncellediği için özellikle anti-zionisttir. XVII. yüzyılda Sultan Mehmet “Avcı”nın itimatını kazanarak Müslüman olan Sabbatay Sevi efendinin yolunu devam ettirenler, bir cemaat mezhebi olarak örgütlenerek uzun bir süreç içinde Osmanlı Devlet-i-âli’si içinde itibar kazanmaya başlarlar. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Sabbatay Cemati’nden faydalanmak isteyen Osmanlı Kapıkulunun geleneksel “anti-Türk” siyaseti sonucu dıştalanmış Anadolu’ya göçmüş yahudi kökenli Türkik aristokratlar bazı tarikatlerin yanısıra Sabbatay Cemaati içine de sızmışlardır. XIX.yüzyıl sonlarında “zionizm”in teorize edilmesine paralel olarak özellikle Polonya-Romanya-Moldovya-Macaristan kanalı ile Osmanlı Devlet-i-âli’sine sızan Eşkenaziler –ki çoğu kendini Hıristiyan olarak tanıtmıştır- ile güç birliğine girişmişlerdir. Özellikle İttihat ve Terakki içinde güçlenen bu “birlik” ordu ve devlet bürokrasisi içinde kök salarak despot-aristokrat “derin devlet”in kurucuları haline gelmiştir. İlginçtir ki zionistler ilk olarak Filistinlileri değil, Anadolu’nun Ermeni çocuklarını “sözde” katletmişlerdir…]

Araplar içinde malî oligarşi oluşturup-oluşturmadığı tartışma götürür tek kolu Saûdi Arabia’nın Vahhabileridir. Bunlara “Müslüman”-zionu tarikatı demek daha doğrudur. Arapların içinde Marunîler gibi Hıristiyanlar, Şiiler ve Aleviler (özellikle Suriye) de bulunmaktadır. 1916-1918’de Vahhabiler ve Çerkez varlığından dolayı canciğer-kuzu sarması olduğumuz Ürdün’ün Haşimileri Britanya emperyalistleri ile işbirliği içinde Osmanlı Ordusunu arkadan vururken, Osmanlı Ordusu saflarındaki Arap askerlerin yüzdesekseni Filistinlilerden oluşmaktaydı. Filistinliler Osmanlı giderse başlarına ne geleceğini gayet iyi biliyorlardı. Zionistler de Britanya ordusu için casusluk faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu olayları Prof.M.Kemal Öke Türkiye’de Filistin üzerine ilk kapsamlı çalışma olan kitabı Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar’da belgeleriyle anlatmaktadır. Diğer taraftan Osmanlı hükümetleri Arap ülkelerinde hiçbir imar hareketinde bulunmadıkları gibi, Arap halklarının kendi feodalleri yanısıra pek çok Osmanlı paşası da sömürge valisi olarak ekstra haraç toplamış, zülum ve yağma yapmışlardı. Bu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir…

Türkiye-İzrael stratejik ortaklığını savunanlar sonuçta “artist” oluyorlar. Skoç Yiğitte artist olur umarım. Ama günümüzde Irak işgali hazırlayan, 1 milyon masum genç, ihtiyar, kadın, erkek, çocuk Iraklının katledilmesinden sorumlu olanların başında ABD’den sonra İzrael gelir. PKK gibi sosyal-faşist kontra terör örgütlerine lojistik eğitim sağlayanlar ardından da, anti-terör silâhları satarak ütopik küçük burjuvaları ahmak yerine koyan yine bu güçlerdir. Bu işbirlikçi halk-yurt-emek düşmanları istihbarat örgütlerine, medyaya, siyasal partilere, bürokrasiye, orduya, polise, sivil toplum örgütlerine, sendikalara, iş dünyasına, etnik ve dini yapılara kadar sızmayı başarmışlardır. Dünyanın neresinde olursa olsun uyuşturucu madde kaçakçılığının mafia çetelerinin bağlantılarının bir ucunun MOSSAD’a kadar uzanması benim “komplo teorim” değildir. Belgelenmiş gerçeklerdir. Görmek isteyenler için. Bugün bir şeriat –Talmud- devleti olan İzrael zionist devletinin Suriye ile pazarlığa oturması tamamen İzrael’in çevirdiği “kanlı ve iğrenç” provokasyon(kışkırtma) ve konspirasyon(fesat)ların artık son durağa gelmiş olmalarını bilmelerinden dolayıdır. Niçin?

Daha 1992’de yazmış olduğum Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda, yeni üretim güçlerinin inkişafı sonucu, yeni üretim ilişkileri ve yeniden üretimin doğurmuş olduğu yeni işbölümünden dolayı Dünyada küreselleşmeyi tamamlayan tekelci kapitalizmin emperyalist evresinin bir dönüşüm –bir anlamda yeniden yapılanma- noktasına geldiğini yazmıştım. Çünkü Avrupa –AB- bunun sinyallerini vermişti, buna er veya geç ABD’de uymak “zorundaydı”, şimdi ekonomik determinizmin siyasal perspektifinde o konuma geldi. 2009 yılbaşından sonra klasik ütopyaların raslantısal beyinleri sosyal-emperyalist prestroykayı Kautsky gibi “sosyalizm” olarak algılamayacağını umarım. Yeni emperyalist süreç “sosyal emperyalizm” olacak tezini ortaya atmıştım. Bunun da yeniden mandater- yeniden faşizm olarak uygulanacağını yıllardır yazıyorum. Küresel tekelci kapitalizm-emperyalizm; sosyal-emperyalizm olarak evrimleşirken ideolojik olarak piyasaya süreceği tek silâhı “milliyetçilik” güncelleşerek “sosyal-milliyetçilik” olarak tezgâha çıkacaktır. (Devlet Bahçeli ile bir prof. arasındaki MHP’deki iktidar kavgası aslında bunun işaretiydi, Bahçeli tepkisini yanlış olarak –çünkü tosuncuklarda entelektüel seviye nâkız- “türban”laşarak verdi. Sonra çark etti. Tornistanını tek silâhları olan demogojiyle kamufle etmeye çalıştı.) İşte bu değişim süreci içinde İzrael’in “kirli çamaşırları”nın ortaya çıkacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bunun için İzrael kendini sağlama almak zorunda. Bunun tek şartıda Arap burjuvazisiyle bir “Modus Vivendi” yaratmak. Irak’ta Baascı küçük-burjuvazinin direnişi hiç de umdukları gibi çıkmadı. İşler ters gidiyor, daha da gidecek 1967 sınırlarına çekilmeye bunun için gönüllüler. Koatik-kibernetik denetiminde tuttuğu Hamas’ında günleri sayılı. Çünkü daha Soğuk Savaş yıllarında CIA tezgâhı olan Dünya Anti-Komünist Ligi’nin faaliyetlerini incelediğimizde, İrangate skandalında, Afganistan, Bosna-Hersek, Kosova, Çeçenistan operasyonlarında MOSSAD’ın Saûdi Vahhabi işbirliği ortaya çıkıyor. Tam bir kontra-terör örgütlenmesi olan Hamas’ın liderlerinin bugün ABD’de dondurulmuş olan milyonlarca dolara varan ve “ne hikmet ise”, Allah’ın adını anıp dolara tapan Emevi-Vahhabi çetesinin işbirlikçilerinin sorgulanmayan bu serveti birden ilginç belgelerle sorgulanacak, benden söylemesi. “Para”ya ve “her türlü deliğe” tapan bu sapık Emevi-Vahhabiye çetelerinin yeni yapılanmada yeri yok. Çünkü yeni düşman “laik-komünistler” olacak!…

Yeni yapılanma kendini “Mayıs 68”de hazırladı, 1971’de denedi tezimi yineliyorum. Ben izlenimleri diyalektik-mantıkla “üç grub”a ayırmıyorum. Polyalektik yöntemle “dört grub”a ayırıyorum. Nedense, o hareketin içinden gelerek “Mayıs 68’in devrimci insanlarına ve onların devrimci ruhlarına saygı” göstermelerine karşın yenilgilerinin sebeplerini arayanlar hiç anılmamış. Ben bu gruptanım. Marx’ın Paris Komünü’ne desteği ve/fakat eleştirisi göz ardı ediliyor. Her siyasal hareketin en basit bakış açısı ile “tek” değil, “iki” yönü vardır: 1- Devrimci yönü ve onun karşı-devrimci yönü veya 2- Karşı-Devrimci yönü ve onun devrimci yönü. İşte bunu gözlemledikten sonra: a- düzenden yana muhazakârlar, b- “hakikat”(gerçek mi?) ahlakını benimseyenler, c- dönekler olarak ayırırsanız Aristocu kategorik mantık içinde batarsınız. Dikkat edilirse, “Mayıs’68” hikayesini yorumlayanların hiçbiri anarşist-öğrenci gençliği harekete geçiren ideolojik önderliğin “Marx-Mao-Marcuse” olarak sloganlaştırıldığına değinmiyor! Marx’ın yanında onun Komünist Manifesto’da “gerici komünizmler” bölümünde mahkûm ettiği “köylü komünizmi”nin ve bu tanıyı doğrulayan “anti-sovyetik, Rus sosyal emperyalizmi ve Sovyet İmparatorluğu” tezi ile 1974 sonrası ABD’nin bütün anti-komünist kontr-gerilla dökümanlarının gurusu olan “kadın düşmanı” Mao ve Marcuse. Pentagon-CIA’nın Soğuk Savaş’ın başında Orta Avrupa siyasal propaganda şefi olduğu kanıtlanmış adam. İpliği pazara çıkmış burjuva karşı-devrimci Frankfurt Okulu’nun gurusu. (Son kitabımda bu okulun üyelerinin ve ütopik küçük burjuvazimizin tapındığı çok ünlendirilmiş filozof bozuntularının CIA ve karşı-devrimci burjuva fesat yuvaları ile kaotik-kibernetik can-ciğer kuzu sarması ilişkileri Amerikalı demokrat ve –özellikle deşifre konularında başarılı çalışmaları olan Troçkist- devrimcilerin belgelerine dayanılarak teşhir edilmektedir. Ayrıca Yusuf Küpeli ağabeyimizin Mayıs’68’in bilinmeyen yüzünü açıklamak için kullandığı belgenin MI6 bağlantılarını anlatan tam tercümeside yapılmıştır.) Bu belgeler okunduğunda Fransız “Muhafazakâr”lar devrimci, devrim halisilasyonları gören anarşist Maocugillerin nasıl karşı-devrimci konuma düştüğünün hiç de “raslantısal” olmadığı görülmektedir. Evet, bunlar komplodur. Tam bir komplo. Burjuva azınlık diktatörlüğünün, çoğunluğu işçi sınıfından “özgür köle”liğin üzerinden artı-değerleri ilâlebet gasp etmesi için tezgâhlanmış sınıfsal tahakküm komplosu. Marx ve Marcuse, bu Marx’a yapılabilecek en büyük hakaretti. Hâlâ bu dangalaklığı sürdüren “avanak Avni”ler var. Bunları es geçin, İsveç’te bile 1980’lerde terk edilmiş burjuva yozlaştırması olan “serbest aşk”tan dem vurun, sizi gidi Freudik kasık ütopyacıları, sizi gidi raslantısal, duygusal entel-danteller…

Burada beni ne “saf” Skoçlar, ne de “romantik” Fransızlar ilgilendiriyor. Ben bir Türk olarak nesnel gerçeklik içinde çoğu Arap(Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Alevi, Yezidi, Asuri, vb.) kardeşlerim olan Yakın-Doğulular ile yaşıyorum. Onun için yazılarımda uzak diyarların “gurbet” melankolisinden uzak, yalın, hırçın ve kavgacı oluyor. Çünkü ben Paris-London (ya da İstanbul) asfaltlarının “yürümekle aşınmaz” ekolünden değil, sıcak (Türkiye ve Filistin) silâhlı mücadelenin (de facto) içinden geldim. Filistin halkının ekmeğini ve acılarını paylaştım. Bu kavgada düşmüş olan, siyasal perspektiflerine katılayım ya da katılmayayım yoldaşlarımızın sadece ahlâki değil, ilkesel sorumluluğunu da taşıyorum. Bu benim yaşamıma psiko-bio-enerji veren en büyük manevi güç. Her sabah aynaya baktığımda kendimle ve benim gibi olanlarla gurur duyuyorum. Etrafı kana boyadıktan ve 12 yıllar civarında mapusluktan sonra, hiçbir sorumluluk duyusu taşımadan özeleştiri yapmaksızın eleğini duvara asmışlara, pişman döneklere aynadaki suratlarına tükürmeyi öneriyorum…

Günümüzde burjuva medyasının birden Marx’ı (Engels’i yok sayarak) keşfetmesi ardından, pîrlerin dahiliklerini ispat eden bir üslupla “kitab-ı mukaddes” (Yeni Ahit-İncil’den sonra Dünyada en çok satan ve okunan) Komünist Manifesto’da belirttikleri gibi burjuva ideolojik çarpıtma taaruzuna geçerek (“Marx’ın ütopyası”-!- olarak) komünizmin bir “ütopya” olduğu kadim liberal karşı-devrimci tezlerini tekrar üflemeye başlamışlardır. Marx-Engels’in her türlü ütopya(hülya)ya savaş açmış olmasına karşılık, küçük burjuva romantiklerimizde aynı terennümü ağızlarına çoktandır dolamışlardı. Marx-Engels bize (işçi sınıfı ve yandaşlarına) asla “ütopya” öğütlemedi ama bize “hayal” kurmamızı, hayalsiz yaşamamamızı vasiyet ettiler. Bu devrimci ilkenin 1 numarasıdır! Hayal (imagine), insan aklının, faaliyetle başlayan bilgisinin ana kaynağıdır. Hayallerimiz bize otodinamik uzaysal-enerjiyi sağlar. Çünkü zaman ve mekândan insanın yabancılaşmaya karşı kendine dönük ilk ve doğal yüzüdürler. Buradan tasavvur(imagination)lar ortaya çıkar. Böylece fikir(idea)ler oluşur, olgunlaşır. Fikirlerin bileşkesi kavram(conception)ları türetmemiz için yaratıcılığımızı tetikler. Böylece kuram(theory) dediğimiz, eylemleri yönlendiren somut direktiflerin anahtarlarını elde ederiz. Hayallerimiz, somut durumların somut tahlillerinin izafi doğruluğunda beynimizi yöntemsel çalışmaya zorlar. Bütün bilimsel keşifler, hayal kaynağından doğmuş nesnel gerçeklerin bilim-teknik-sanat olgularıdır. Hayaller çağlar boyu entelegentsiaya kaynak olurken. Entelektüellere ise ütopya(hülya)lar kaynak olur. Ütopya, gerçekleştirilmesi “olanaksız”, zamandan ve mekandan soyutlanmış, egemen sınıf karakteri olan “ideal bir toplum” rüyasıdır. Aristo mantığının monoletik yüzeyselliğindeki bir “raslantısal” ufuk turudur. Köle sahiplerinin feylosofu Platon’un site-devleti, XVI.yüzyılda doğan mason spekülasyonundan ilham alan Katolik Kilisesi’nin imanlı kulu burjuva-mason Thomas More’un Ütopyası, biraderi Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi aynı burjuva “edebi” hülyalanmalarının ürünüdür. XIX.yüzyılda sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan burjuva ütopyacıları Saint-Simon, Owen, Fourier, Cabet burjuva sosyalizmlerinin sözcüleri olarak herbirinin sınıfsal yaklaşımı da farklıdır. Ama bunlar ütopyayı edebiyattan politik-ekonomiye doğru kaydırarak ayaklarını yere bastırmaya çalışmışlardır. Bunların arasına Augoste Comte’ta katılabilir. XX.yüzyılda Ernst Bloch, Karl Manheim gibi ütopyacı burjuva düşünürlerin yanısıra Aldous Huxley, George Orwell gibi karşı-ütopyacılarda ortaya çıkmıştır. Burjuvazi günümüzde ütopyacılığı futürizm adı altında okullaştırmıştır. “Think-tank”(Düşünce-deposu) adı verilen burjuva kurumlar gerçekte malî-oligarşinin çıkarları doğrultusunda “futurizm” ideolojisini işleyen sınıfsal yapılanmalardır. Bu nedenlerden dolayı, “Ütopya” ile Bilimsel Komünizm arasında uzlaşmaz çelişkiler vardır… İşçi sınıfının proletek devrimci demokrat mücadele silâhı Bilimsel Komünizmin ana insani kaynağı devrimci hayallerimizdir… Asla terk etmeyeceğiz. Kahrolsun ütopya, yaşasın hayal! “Tek Yol Devrim”…




8 Eylül 2008 Pazartesi

Patronlar ve İşçi Sınıfı - Halid Özkul

Patronlar işçi sınıfını mı besliyormuş?

1 Mayıs’tan başlamak üzere Mayıs ayları bereketli olur. Martta yaratıcı rahmine ışık düşen Kutsal Toprak Ana’nın doğum ayıdır Mayıs. Yaratan-üretenler olarak onun kızlı-erkekli çocukları onu kutsarlar bu ayın başında, ateş(ışık)ler yakarak. Yüce-kendim-lerden Marx’ın doğum günü de bu günlere rastlar- 5 Mayıstır. Ama konumuz bu değil…

Mayıs ayının son günlerinde “Anadolu Kaplanları” diye üflenmiş lümpen-burjuvazinin ‘nezih’ patronlarından da olan Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan efendi (antik İon/Rumcada “köle sahibi” demektir), Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kurulu’nun 6. Olağanüstü Genel Kurulu’nda “veciz” bir cümle kurmuştur. Bakan’ullah, “18-29 yaş arasındaki gençlerin yeni istihdamına getirilen teşvikler sonrasında 30 yaş üstü çalışanların işten çıkarılma riskiyle karşı karşıya” kalınacağı eleştirilerine yanıt olarak buyurmuştur. “Bu düzenleme ile birlikte zorunlu istihdam kaldırılmış”tır. (Efendi, iktisadi nesnel-gerçeklik olarak sadece işsizler ordusunun büyümesine yönelik bu kararın, işçi sınıfına nasıl bir “yarar” sağlayacağını açıklamamıştır.) “18-29 yaş arasındaki gençlerin yeni istihdamına da 5 yıl süreli teşvik verilmiş”tir. (Yani, efendinin bütün telcanbazlığına karşın, 30 yaş üstü işçilere her an kapıyı gösterilebilme imkanına yasal kılıf hazırlanmıştır.) “SSK işveren payıda 5 puan indirilmiştir”. (Türkiye’de SSK’nın patronlar-hükümetleri tarafından nasıl batırıldığı sürecinin en yeni kanıtı.) Türkiye’nin (“patronlarının” kelimesi unutulmuştur) ihtiyaçı olan bu paket özel sektör tarafından “gerektiği gibi algılanmamış”. (“Dinime küfür eden benden daha Müslüman olsa bari” dedikleri bu olsa gerektir.) Ve işte yüzyılın keşifi: “Yıllardır beslediğim, baktığım, randıman aldığım adamları çıkartacağım yerine yenisini alacağım. Bunu niye yapayım?””Bunu yapan ancak uzaylıdır.”(Vatan. 30.05.08) Pinokyolar ülkesi, pinokyo hükümetinin, pinokyo…

Anadolu Kaplanı” uzaysal kaşif büyük efendi-patronun son cümlesi iktisadi-siyasadan bihaberliğinin en güzel kanıtı. Ama aynı zamanda, kapitalist üretim ilişkilerinin meyvesi olan işçi sınıfını, ücretli “özgür-köle” bile değil, feodal bilincinde genetik olarak yerleşmiş olan “serf” bile değil, mimetik şuurunda kalan “efendi”lik içgüdüleri ile resmen “köle” olarak gördüğünün en açık kanıtı. Batıda bu tür tartışmalar XIX. yüzyılda yapılıyordu. Ama kapitalizm varolduğu müddetçede yapılacak. Ekonomi politiğin burjuva babaları Adam Smith ve Ricardo kimin kime baktığını açıklayamadılar. Onlara göre patronlar işçi sınıfına bakıyordu. Çünkü cevheri keşfedememişlerdi. Bunu bulup bilimsel olarak ispatlayan, bugün artık “bükemedikleri eli öpmek” zorunda kalan burjuva ekonomi okullarının da kabul ettiği gibi Karl Marx oldu. Tarihsel Materyalizm ışığında bu kârın kaynağını açıklayan artı-değer (kâr) kuramıdır. Yani kimin kime baktığının bilimsel açıklamasıdır…

Komünistler Birliği adı altındaki enternasyonal işçi örgütü, Kasım 1847’de Marx-Engels’i halkoyuna sunulmak üzere teorik ve pratik parti programını hazırlamak için görevlendirmişti. Böylece Komünist Manifesto ortaya çıkmasının ardından Marx, Kapital’lere temel olacak yapıtlarından Ücretli Emek ve Sermaye’yi yazdı. Grundrisse (Bu ad Marx’ın değil, Moskva Marxizm-Leninizm Enstitüsü’nün verdiği addır. Aslı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” için ön çalışmalar-notları olarak toplarlanmıştır); Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Daha sonra Kapital’in IV. cildi olarak sunulan Artı-Değer Teorileri); Ücret, Fiyat ve Kâr; Kapital-I ve ardından Engels tarafından toparlanıp basılan yapıtlar bir bütün halindeki onun iktisadi kuramının yazımlarıydı. “Kendisi için” yaşamını işçi sınıfına adamasına karşın; uzun yıllar çok kısa süreli editörlükler dışında, sadece ailesinin ve fehim “birlikteliğin” özgün veçhesini oluşturdukları Engels’in maddî desteğine karşın, yaşamını genellikle yoksul bir biçimde geçirmesinden doğan müzmin hastalıklar ve bu sebeplerden çok küçük yaşlarında yitirdiği çocuklarının manevi açısı ki buna en son yaşam yoldaşı sevgili eşinin ölümü eklenmiştir; evet, bütün bu gerçekler içinde notlarını aldığı, dostlarına mektupları ile ilettiği hedeflediği “bazı” tasarımlarını tamamlayamadan fiziksel yaşama veda etmişti. Ama geride bıraktığı yepyeni bir devrimci bilimdalının sağlam temelleriydi. Bu yüce-kendi pîrin yapıtlarını kavrayabilenler için kapitalizmin ve bilimsel toplumsallaştırılmış toplumun(komünist) bütün kaynakları açık seçik yazılmıştır. Hatta Marx bilimsel dürüstlüğünü kavrayamamış olanları, “kapitalisti ve toprakbeyini hiçbir şekilde pempeye[italik Marx’a ait] boyamadım” diyerek uyarır. (Bu bakımdan “efendim, şunu unutmuştur, bu yanlıştır, falan yoktur” türünden bilimsel bakış açısı yoksunu Marx’ı eleştirme dangalaklığına kapılan bazı “artist” olma heveslisi küçük burjuvalar ham hülya-ütopya-lar peşindedirler. Bunlar yeri geldiğinde bilimsel verilerle teşhir edilirler, “artist” yapılırlar! Hiç meraklanmasınlar…)

Evet konumuza dönersek; mesele işçilerin beslendiği mi, yoksa beslediği midir? Bunun cevabına en basit anlatımları ile Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye (Sol yay. 1987) kitabından başlayalım. Kitabın sunuşunda Engels şöyle açıklamakta: İşçinin “…kapitalistin emrine… kiraya verdiği ya da sattığı, emek-gücüdür.(s.22)… işçi, oniki saatte altı marklık bir değer yaratıyorsa, altı saatte de üç marklık bir değer yaratır. Demek ki, kapitalist için altı saat çalışmakla, işçi, ücret olarak aldığı üç markın eşdeğerini kapitaliste zaten geri ödemiş oluyor. Altı saatlik bir çalışmadan sonra ikisi de ödeşmiş olmaktadırlar, birbirlerine tek fenik bile borçlu değillerdir.(s.23)” Marx da şöyle devam eder: “ücret, kapitalistin belirli bir iş-zamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır. Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlarda, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa, gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları emek-gücüdür. Kapitalist, bu emek-gücünü, bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır…İşçiler, metalarını, yani emek-güçlerini kapitalistin metaı ile, yani para ile değişirler ve bu değişim, belirli bir oranda olur…emek-gücünün öteki metalarla değişebilme oranını…değişim değerini ifade eder…onun fiyatı denen şeydir. (s.30)…işçinin, gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı, bu yaşamsal faaliyetidir…(s.31) Kendisi için ürettiği şey, ücrettir…onun için yaşam, bu işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar…Emek-gücü, her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani özgür emek olmamıştır…Köle…kendisi bir metadır, ama emek-gücü onun kendi metası değildir. Serf, emek-gücünün yalnız bir bölümünü satar. Toprak sahibinden ücret almaz; daha çok o, kendisi, toprak sahibine bir haraç öder. Serf toprağa aittir ve topraktan elde edilenleri toprağın sahibine teslim eder. Özgür işçi, tersine kendisini satar ve hem de parça parça…İşçi, ne bir köle sahibine, ne de toprağa aittir, ama günlük yaşamının 8, 10, 12, 15 saati, bunu satın alana aittir. İşçi, kensisini kiralayan kapitalisti istediği an terkeder ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yolverir. Ama yaşamının biricik kaynağı, kendi emek-gücünün satımı olan işçi kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terkedemez. İşçi, şu ya da bu patrona değil, kapitalist sınıfa aittir ve dahası, kendisini satmak, yani bu burjuva sınıf içinde bir alıcı bulmak ona düşer. ” (s.32-33) “Yalın emek-gücünün üretim maliyeti, … işçinin varoluş ve üreme giderlerinden oluşur. Bu varoluş ve üreme giderlerinin fiyatı, ücreti meydana getirir. Bu biçimde belirlenen ücrete, asgari ücret denir…Sermayeyi oluşturan bütün bu kısımlar [hammaddeler, emek aletleri, geçim araçları.H.Ö], emeğin yarattığı şeylerdir, birikmiş emektir.”(s.39-40) “Bir pamuk fabrikası işçisi, yalnızca pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir…Sermaye, ancak emek-gücü karşılığında değişebilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli-işçinin emek-gücü, sermaye ile, ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişebilir.” (s.44) “…İşçinin ürettiği metaın satış fiyatı, kapitaliste göre, üç bölüme ayrılır: birincisi, önceden ödediği hammaddelerin fiyatı ile gene önceden ödediği emek aletlerinin, makinelerin ve öteki emek araçlarının yıpranma payını karşılayan, onu yerine koyan bölüm; ikincisi, önceden ödediği ücreti karşılayan bölüm; üçüncüsü ise, geriye kalan artı, kapitalistin kârı…Ücret ve kâr birbirleriyle ters orantılıdır. Emeğin payı, yani ücret düştüğü ölçüde, sermayenin payı, yani kâr yükselir ve tersi…”(s.48-49) “…kapitalistin kârı, emek aletlerinin yetkinleşmesi, doğal güçlerin yeni bir kullanımı vb. sayesinde de yükselir.”(s.50) “…her yeni bilimsel bulguyla her yeni teknik buluşla, günlük üretimin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılmak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. (Engels.s.24)” “…işlerin iyi gittiği dönemlerde, eğer ücret yüzde-beş, öte yandan kâr da yüzde otuz yükselse, orantılı ücret, yani göreli ücret yükselmiş değil, düşmüş olur…İşçinin, sermayenin hızla büyümesinde çıkarı var demek, işçi başkalarının zenginliğini ne denli büyük bir hızla çoğaltırsa, kendi payına düşen kırıntılar o denli bol olacak; işçiler o denli çok istihdam edilebilecek ve onlar o denli daha çok çoğalabilecek; sermayeye bağımlı köleler yığını o denli artırılabilecek demektir ancak.”(s. 51) “Daha büyük bir işbölümü bir işçiye 5, 10, 20 kişinin işini yapma olanağı verir; demek oluyor ki, işbölümü, işçiler arasındaki rekabeti, 5, 10, 20 kat artırır…işbölümü artığı ölçüde, iş yalınlaşırrekabet çoğalır, ücret azalır…”(s.57) Marx, Ücret Fiyat ve Kâr yapıtında da tahlillerine devam eder: “Artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimleşmiş bulunduğu bölümüne kâr adını veriyorum…Rant, faiz ve sınaî kâr, metanın artı değerinin, yani metaın içerdiği ödenmemiş emeğin çeşitli bölümlerine verilen farklı adlardan başka bir şey değildir ve bunların hepsi de bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilirler…(s.132)” “…işçi de, bir ücret artışı isteminde bulunmakla yalnız kendi emeğinin artan değerini istemiş olur…”(s.139) “Kapitalistlerin elinden alınmak istenen onikinci saatin, tam da kapitalistlerin kârlarını onunla sağladıkları saat olduğunu iddia ettiler. Sermaye birikiminin azalacağı, fiyatların artacağı, pazarların kaybedileceği, üretimin düşeceği ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak, ücretlerin azalacağı ve sonunda da yıkımın geleceği tehdidini savurdular…Peki sonuç ne oldu? İşgününün azalmasına karşın, fabrika işçilerinin parasal ücretlerinde bir yükselme, fabrikalarda çalışan işçilerin sayılarında önemli bir artış, ürünlerinin fiyatlarında kesintisiz bir düşüş, emeklerinin üretici gücünde şaşılacak bir gelişme, ürettikleri metaların pazarlarında, duyulmadık, sürekli bir genişleme…”(s.97)

Konunun özü şudur; iktisat bilimi ışığında ispatlandığı gibi “işçi sınıfı patronlarını beslemektedir”, daha doğrusu kapitalist-burjuva patronlar işçi sınıfının “kanını emmekte”dir. Buradan günümüz Türkiyesi’ne ve Tuzla tersanelerinde yaşanan işçi kırımına dönersek. Özellikle Doğu Anadolu’da gerek iktisadi altyapıda, gerekse de düşünsel-siyasal üstyapıda yüzyıllardan beri egemen olan feodal üretim ilişkileri içinde bir üretim gücü olarak serf konumunda bulunmuş Doğulu emekçilerin, Batı’da işçi sınıfına katılarak sömürülmesinde; “vahşi kapitalizm”in tarihsel kronolojisinden fırlayarak ete-kemiğe-kana bürünerek nesnel gerçeğe dönüştüğü gözlemlenmektedir…

* * *

Yaşanmış (yaşanan ve kapitalist sistem içinde daha çok yaşanacak) bir olayın hikâyesi ile olgunun neticelerini görelim. 199O’lı yılların başı, 28 Nisan 1960 gençlik hareketi liderlerinden, “9 Martçı”lıktan ünlü Ziverbey Köşkü’nde işkence görmüş devrimci Kemalistlerden psikiyatr Dr. Memduh Eren Kadıköy’deki evindeki sohbetlerinin birinde anlatıyor. Kendisi zamanında Fenerbahçe’de futbol oynadığı için, bu “spor” kulübünün idare heyetlerini yakından tanıyor. O günlerde Aziz Yıldırım kulübün başkanlığını ele geçirmeye çalışıyor. Tabii kulüp yönetici kadrosu burjuva kodomanlardan oluşturuluyor. Genç biri onu ziyarete gelip kulüpteki son durumu anlattı, doktor kısa zamanda onu yolcu etti. Sonra bana: “Bak bu (X) [adı bende saklı] çocuğun -35 yaş üstü- Tuzla’da bir tersanesi var. Yabancılardan iş alıyorlar. Yakında dolar milyoneri olur. Bu adam çok güzel bir kadınla evli, iki kız çocuğu var. Ama bu adamın 16 yaşında liseye giden iki “sevgili”(!)si var. Caddebostan semtinde iki ayrı adreste, iki apartman dairesi kiralamış, kızlar buralarda oturuyor. Bu da sık sık onları ziyaret ediyor. Bu heriflerin hepsi böyle, neden bu böyle, anlat bakalım bana…” Şimdi ben de bunu niçin anlatıyorum. Fantezi olsun diye değil. Burada sermayenin ne olduğunu yukarıda bilimsel olarak anlattık. Artık-emek/ödenmemiş-emek/artı-değer/kâr, bu birikim burjuva patronların nesine gidiyor? Sadece sabit sermayenin yenilenmesine mi? Onlar öyle anlatırlar hep masallarını! Rahmetli Doktor, tersaneye gidip işçilerin durumunu görmüş, onun deyimi ile “Victor Hugo’nun Sefiller”i diyor; gözleri “devrim şehidi” Talât Aydemir’in ona ‘en son emanet’i kara kalem “Ana” portresine kayıyor; tepesi atmış, o “hasta olmuş” ben psikiyatrist! Doktor, hakiki jakobendi, “ulan diyor, bu şerefsizler dururken, asker-polisle ne işiniz var”! Bana kızıyor… (1970’deki devrimci eylemler sırasında THKP-C’nin ilk eylemi malî-oligarklardan Has ailesinin oğlunu kaçırarak fidye istemek olmuştu. İstenen fidye sadece 400 bin TL.’ydi ve Has ailesinin işçi sınıfının sırtından elde ettiği sadece bir günlük “kâr”ıydı. –Bunu tarihi bir örnek olarak aktarıyorum. Sonra yapılanlarla karşılaştırılsın diye. Methiye ya da hedef gösterme olarak değil!–)

Yıl 2008, 4 Haziran gazete haberi; her yıl yeni bir “koca” değiştirmesi magazin sayfalarını süsleyen namlı bir burjuva “sosyetik-parazit” Bodrum’daki bu yaz kreasyonu için Nişantaşı’ndan 40 bin dolarlık (50 000 YTL, 111 işçinin net asgari ücreti) alış veriş yapmış, bir o kadar da sipariş vermiş. Bu at suratlı-sefih parazitin bu yaz ki kreasyonu 222 işçinin asgari ücretini karşılıyor. Bu bayan bir fabrikatörün kızı olurmuş. Anlaşılan babası pek-çok işçinin ödenmemiş emeğini gasp etmiş. Benim merak ettiğim bu bayanın nerede, hangi “ücret”le “çalıştığı”(!) Şimdi kim kimi besliyor sorusu daha anlam kazanıyor…

Burjuvazi sorunu yaşamın bu gerçeği ile sorguladığınız zaman hemen feryat eder. Bozguncular, kışkırtıcılar, isyana teşvik ediciler gibi klişeleşmiş lâflar salyalı ağızlardan köpükler saçarak yayılır. Gerçek şudur ki, ücretlerden, rant-faiz-vergi sarmalına kadar ödenen bütün değerler, işçi sınıfının şu ya da bu şekilde zaman içinde ödenmemiş toplumsal emek-gücünün bilûrlaşmışmış ifadelerinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfı sadece patronları değil, ara sınıf denen bütün asalakları da besler. Asalaklardan kurtulmanın tek yolu “yeni bir dünya” kurmaktır…

Devrimci praxisin önünde duran en önemli görevlerden biri, bunu bilimsel olarak işçi ve emekçi kitlelerine yaşamın içindeki örneklerle anlatmaktır. Bunu başarabilmenin tek ve biricik yolu ise işçi sınıfının siyasal öncülüğünü yapacak proleter devrimci örgütünün inşa edilmesidir. Tek yol sürekli devrimdir!




2 Eylül 2008 Salı

Eşitlikçi Kültü Ütopyası Üzerine - Halid Özkul

Eşitlikçi Kültü Ütopyası Üstüne

Büyük Aydınlanma 1789 Fransa Devrimine tekabül eder. Fransız burjuva devrimi kendini “eşitlik, hürriyet, kardeşlik” sloganı ve üç-renkli bayrağı ile sembolize etmiştir. “Eşitlik, hürriyet, kardeşlik” bir jironden (liberal-burjuva) sloganı olmasına karşın jakoben (devrimci küçük-burjuvazi) kanat tarafından da sahiplenilmiştir. Gözden kaçırılan önemli bir nokta şudur ki, Fransız devrimi içinde militan rol yüklenmiş fakat azınlıkta olan proletaryanın önderleri, mücadele içindeki sınıfsal ön-sezileri ile bu soyut kavramları reddetmişlerdir. Genç kapitalizmin, genç sınıf ürünü olarak proletaryanın önderleri genellikle Hıristiyan-komünizmine dayanan genetik ve mimetik bilgi birikimleri ile “mülkiyete dayanan” bir toplumda bu sloganların içi boşluğu ile dalga geçmişlerdir. (Gen.bil.i.bkz. Gizli Ordular-RT-CFR-BG-TC”) Buna karşın burjuva fehmi(entelektüel)lerden gelen ütopik sosyalistler bu sloganı kullanmayı adet edinmişlerdir. (Bunun bilimsel kaynağı “artı-değer” kuramının bilinmezliğidir.) Ta ki yüce-kendim(pîr)lerden devrimci bilim-insanları Marx-Engels zuhur edip, Bilimsel Sosyalizm(komünizm)in temellerini atıp, bu sloganları mahkûm edene kadar. Ama küçük-burjuvazinin dayandığı burjuva ideolojinin “kendisi için” sınıf bilincinden doğan, sınıfsal karşı-duruşların bir ifadesi olarak bu sloganların özellikle “eşitlik” ayağı, büyük bir direnç ve inat ile bilimsel komünist düşünce içine sızmaya diretmektedir. Çağcıl devrimci proletaryanın fehim(entelejantsia)leri ise aynı direnç ve inatla bu sızma duruşlarına karşı mücadele etmeye kararlıdır…

Bu sızma işçi sınıfının iktisadi mücadelesinin ifadeleri olan ve sendikaları tarafından yürütülen “ücret”ler konusundaki tartışmalarda kendini göstermektedir. Marx , Ücret, Fiyat ve Kâr yapıtında günümüzde hâlâ kavranamamış bu konunun iktisadi-siyasa bilimsel kaynağından açıklık getirmekte: “…farklı nitelikteki emek-güçlerinin üretim maliyetleri nasıl değişiyorsa, farklı sanayi dallarında kullanılan emek-güçlerinin değerlerinin de farklı olmak zorunda olduklarını belirteyim. Dolayısıyla ücretlerde eşitlik istemi, bir yanılgıya, hiçbir zaman yerine getirilemeyecek akla-aykırı bir isteğe dayanmaktadır. Bu istemin kaynağı, öncülleri kabul edip vargılardan kaçan hatalı ve yüzeysel radikalizmdir. Ücret sisteminde, emek-gücünün değeri, bütün öteki metaların değerleri gibi belirlenir. Ve değişik türden emek-güçleri nasıl ki farklı değerlere sahipse ya da üretimleri için farklı emek miktarı gerekiyorsa, emek pazarında da farklı fiyatlara sahip olmak zorundadırlar. Ücret sistemi altında, eşit ya da hatalı âdil ücret isteminde bulunmak, kölelik sistemi temeli üzerinde özgürlük istemekle aynı şeydir. Sorun sizin neyi haklı ya da âdil bulduğunuz değildir. Sorun şudur: Belli bir üretim sisteminde, zorunlu ve kaçınılmaz olan nedir?”(s.125) Aynı konu üzerinde 1880’de Britanya’da The Labour Standard ve 1884’te Almanya’da Zürcher Social-Demokrat’ta yayımlanan Engels’in “Adil Bir İşgünü Karşılığında Adil Bir Ücret” makalesinde ise şöyle denilmekteydi: “…İşçi, bütün emek-gücünü, yani bu işi sürekli bir biçimde yapabilecek durumda kalmak üzere sağlayabileceği kadarını kapitaliste verir. Bunun karşılığında, kapitalistten her gün aynı işi yeniden yapabilmesi için kendisine gerekli olduğu kadar –fazla değil- geçim aracı alır. Eşsiz bir âdillik!…Eğer kapitalist, işçi ile anlaşamazsa, bekleyebilir ve sermayesinden yiyerek yaşayabilir. İşçi ise bunu yapamaz. O, ancak ücretiyle yaşayabilir ve bu yüzdendir ki, en kötü koşullarda işi kabul etmesi gereklidir…sermayenin bu “âdil” ücretleri ne ile ödediğini araştıralım. Elbette ki, sermaye ile. Ama sermaye hiç bir değer üretmez. Toprak dışında biricik servet kaynağı emektir. Sermaye, birikmiş emeğin meyvesinden başka bir şey değildir. Bundan, işçilerin ücretlerinin emekle ödendikleri sonucu çıkar; işçi bizzat kendi emeğinin meyveleriyle ödüllendirilir…işçiler eski savaş naralarını gömsünler ve yerine daha iyisini, yani: ‘Üretim araçlarının: hammaddelerin, fabrikaların ve makinelerin emekçi halkın eline geçmesi!’ sloganını koysunlar.”(s.154-155)

Gerek
Marx, gerekse Engels diyalektik materyalist yöntemi ayakları üzerine oturtarak yaşama geçirdikleri için haklıdırlar. Hareketin, zıtların çelişkili birliği özellikle farkın olduğu bir yerde “eşitlik” olmaz. “…Fark’ın olduğu yerde Eşitlikten söz edilemez. Çünkü Eşitlik Fark’ı ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Oysa ki her Tekil, diğerinden Farklıdır; diğeri-değildir. Her Tekil, Değişim’e tabidir ve onunla özdeş olarak çıkar (doğar). Yoksa, İdealistlerin sandıkları gibi, soyut bir Eşitlikle değil. Her Tekil’i Tekil yapan sözkonusu Özdeşlikteki bu Farklılaştırabilme özelliğidir.” (Niçin Eşit İşe Eşit Ücret Değil? Aytunç Altındal. Süreç yay. 1984.s.17). Bu tekillik aynı zamanda bireyin emek-gücüdür. Uyanık burjuvaların “eşitlik” asparagasının asıl hedefi, ücreti asgaride “eşit”leyip artı-değer gasbını “eşit”ce yağmalamaktır. Tıpkı dünyanın ozon tabakasını yırtan burjuva duyumsuzluğunun, artı-değer yağmasının sinsi hesapları ile birden “sigara yasağı” havarisi “tatlı su perisi” kesilmesi gibi. Çünkü birincide gündeme gelecek olan çalışma saatlerinin azaltılması, ikincisinde ise beşer dakikadan bir saat artıya varan çalışma saatlerinin arttırılmasıdır. Bu da ödenmemiş emeğin/artı-değer/kârın extradan cebe indirilmesidir…

Bilimsel Toplumsallaşmış Toplumculuk (Komünizm) “eşitlik”ten değil HAKtan hareket eder. Hak eşitlik değil İHTİYAÇtır. Ustalarında belirttiği gibi “yetenekler bireysel ama ihtiyaçlar toplumsal niteliktedir”. Bunun için hedef olarak “HERKESİN YETENEĞİNDEN, HERKESİN İHTİYAÇINA GÖRELİK” benimsenmiştir. ‘Herkesin yeteneğinden, herkese eşitce’lik değil! “Yaşamda Eşitlik fikri toplumsal tarihsel işbölümünden doğan Yabancılaşma’nın ortaya çıkardığı sınıfsal nitelikte bir yanılsamadır…” (AA.age.s.24) Bunun için Marx, Proudhon’un eşitlikçi ütopyalarını Felsefenin Sefaleti yapıtında liğme-liğme çürütmüştür. …

Sayın Altındal, 24 Ocak kararlarının mimarı, 12 Eylûl kanlı faşist generaller rejiminin ekonomi danışmanı, ABD’nin sadık bendesi Turgut Özal’ın neo-liberal Friedman-Hayek çizgisinin uluslararası işçi sınıfına dayattığı “Eşit İşe Eşit Ücret” formülünün Türkiye işçi sınıfının önüne getirilmesi ve/fakat başta DİSK olmak üzere işçi sendikalarının konu hakkında bilgisizliği üzerine, 1984 yılında kaleme alarak yayımladığı ve işçi sınıfı sendikalarının direnişine bilgi-gücü sağladığı -ki başarılı olunmuştur- broşürünün “Sonuçlar” kısmında şöyle özetlemektedir:

Eşitlik fikrinin nesnelliği yoktur; dolayısıyla daima apriori (deney öncesi) kalmıştır ve de öyle kalacaktır. Toplumsal-tarih bunun kanıtıdır…

Eşitlik fikri, Utopist mükemmel/ideal düzen, toplum, ulus fikrinin uzantısı olan bir yanılsamadır…

Diyalektik materyalist mantıkla değerlendirildiğinde, Değişim kalıcı olduğuna göre Eşitlik değil, Equilibrium (istikrar/denge) vardır…

Diyalektik materyalist mantıkla değerlendirildiğinde Zıtların Çelişkili Birliği vardır…Toplumsal-tarih açısından bakıldığında sınıflararası mücadele esastır, eşitlik değil. Şöyle ki, 27 Mart 1921’de Tüm Rusya Taşıma İşçileri Kongresi’nde Lenin, “İşçi ve Köylülerin hükümranlığı ilelebed sürecektir” şeklinde bir pankartla karşılanınca, Kosolapov’un da belirttiği gibi, bunu alaya almış ve şunları söylemiştir: “Bu acaip pankartı görünce kendi kendime düşündüm: işte, en temel ve elementer şeyleri bile hâlâ birbirine karıştırır durumdayız. Eğer gerçekten de işçilerin ve köylülerin hükümdarlığı ilelebet sürerse biz sosyalizme hiçbir zaman sahip olamayız; çünkü o, sınıfların ilgasını öngörür ve işçiler ve köylüler bulundukça da farklı/değişik sınıflar bulunacak ve dolayısıyla da tam sosyalizm olmayacaktır”…

Eşitlik fikri, Subjektif İdealizm’in bir ürünüdür ve Yabancılaşma sorunsalıyla bağlantılıdır. Eşitsizlik de buna bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçekte Egemen sınıfın, Eşitlik dediği her olayda Fark ve onun idealist mantıkla rasyonalize edilmiş şekli vardır. Diğer bir anlatımla Eşitlik sağlansın diye Fark Standartlaştırılmakta –rasyonalizasyon dedikleri gerçekte budur- dolayısıyla Eşitsizlik ortadan kaldırılmış kabul edilmektedir…

İş, Ücret’e eşitlenemez. Maddi olan işçinin tüketmekte olduğu işgücüdür. Çalışma verimi buna bağlı olarak ortaya çıkar. İş, işgücü tüketilerek ortaya konulan Çalışma’nın –ki bu değer üreten ve niceliksel olarak sayılandır- Kullanım –değeri ve nitelik edinmesidir. Öyleyse İş ve Çalışma bir ve aynıymışlar gibi ele alınamazlar, İş olarak tanımlanamazlar. İşgücü ve Çalışma, NESNEL, Çalışma Verimi ve İş, GERÇEK’tir. Eşit İşe Eşit Ücret formülündeyse, Nesnelliği olmayan, otorite tarafından standartize edilmiş (tanımlanmış) iş, standartize edilmiş ücrete eşitlenmektedir. Bu da idealist Gerçekçilik anlayışının bir sonucudur...

Konu tarafımdan bir yıl öncesinden beri birkaç defa kaleme alındığı halde, 24 yıl sonra ABD’nin bir başka kolcuları tarafından “Eşit İşe Eşit Ücret” Türkiye işçi sınıfına kabul ettirilmiştir. Hem sırıtık yüzlerin mutluluğu ile. İşçi sınıfı ucuz politikaya kurban edildi. İşin en utanç verici yanı, buna borazancılık yapanlar arasında; adının başında “Devrimci” ibaresi olan işçi sendikasının, diğerinin adının içinde “Komünist” olan bir partinin (ve kadrolarının)olmasıdır. Bu traji-komikliğe karşın; bu yazıyı bir yıl önce yazdığım ve 25 yıldır işçi sınıfı partisi kuracağı iddiasındaki derginin, “resmi tarih”e karşı “mangalda kül bırakmayan” “anti-ekonomist” cengaver yazarlarının hiçbirinin, işçi sınıfı için önemini kavrayamamış olması da ayrı bir dramdır. (Bunun sebepleri tarafımdan bilinmektedir ve ayrı bir kapsamlı yazı konusudur.)

Türkiye fehim kadroları dağınık olarak bulunmaktadır. Bu kadroların bilgi birikimleri ve düzeyleri dünya ile karşılaştırıldığında tatmin edici (hatta bazıları artı değerli) düzeydedir. 1976 doğumlu, bizim gibi Resneli Niyazi-Che-Lenin çizgisinden gelip, Marx-Engels’i anca keşfetmiş değil; direkt Marx-Engels’le doğru olarak başlayan yeni bir genç kadro oluşmaktadır. (İzmirli Vefa Saygın Öğüt'le Güney Çeğin’in “Sosyo-Tarihsel Teorinin Sınıfla İmtihanı-İlişkisel Sosyolojik Perspektiften Yeni Bir Sınıf Kavrayışı Denemesi”. Duvar Kitapevi. İzmir.2007. nitelikli dikkate değer bir Marxist çalışmadır.) Bu nitelikleri biraraya toparlamak zorunluluğu vardır. Bunu da ancak “Bilimsel Komünist Parti” başarabilir. Böylece “işçi kurulları”nın zorlaması ile işçi sınıfı sendikacılığı rayına oturabilir. Çalışma saatlerinin azaltılması, kır-kent, kafa-kol ayrışıklığının ortadan kaldırılması için “Süreklli Devrim” hızlı treni perondan hareket edebilir…