25 Şubat 2008 Pazartesi

"Arap" Lawrence - III - Halid Özkul

"Arap" Lawrence Hâlâ Türklerle Savaşıyor!


3. Bölüm


1990'lı yılların ortalarında Türkiye'nin en temiz ve dürüst demokrat-devrimci gazetesi kurulmuştu. Ama sadece muhafazakârlar değil aynı zamanda liberaller ve ilerici-Kemalistlerin elebirliği ile gazete birkaç yıl içinde kapattırıldı. Günümüze kadar da kimsenin o yeri dolduramadığını iddia ediyorum. Evet Siyah-Beyaz gazetesinin muhabirlerinden Hikmet Çiçek-Zihni Erdem'in 11.08.95 tarihli haberine göz atalım. İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı muhabirlere açıklıyor: "RP, iktidar için vize almaya çalışıyor. İç ve dış odaklardan vize almaya çalıştığı çok açık. Erbakan daha önce Amerika'ya gideni 'Amerilan Uşağı' olmakla itham ederdi. Kendisinin sadece bu dönemde iki, üç kez Amerika'ya gittiğini biliyoruz. Hatta benim hatırladığım kadarıyla Erbakan Amerika'ya giderken, Turgut Özal'dan tavsiye mektubu almıştı. O mektubu alanda Abdullah Gül'dür. Abdullah Gül iyi bir arkadaştır. İyi niyetli gayretleri vardır. Amerika ile de görüşürler, CIA ile. Ama bunu tabanlarından gizlerler. Bugün başlamamıştır. Eskiden beri de böyle idi. Refah kapalı bir hareket, kendi tabanına bile kapalı. Özal düşmanlığı yaparlar, Amerika'ya giderken Özal'dan tavsiye mektubu alırlar. Yani Fuller geliyor herkes görüşüyor. Refahçılar görüşse ne olur? Ama Refah bunları gizli kapalı yapıyor. Çünkü tabanına yıllarca, 'biz Batı düşmanı gavur düşmanıyız' demiş, Amerika'ya gideni 'hain' ilân etmiş, şimdi kendi ilişkilerini gizliyor." Muhabirler bir bilgi düşmüşler; "RP'nin 1994 yılındaki 4. büyük kongresinde MKYK üyeliğine seçilen tek "yeni" isim Kayseri Milletvekili Abdullah Gül oldu. Geçmişte, Suudi Arabistan'da öğretim üyesi olan Gül, RP içinde hızla yükselen bir isim olarak dikkat çekiyor...CFR, Refah'ı şu şekilde tanımladı: 'Türkiye'deki İslâmi grup olarak bu parti, kitle partisi olma yolundadır. Yani dünyevi hale gelmiştir. Temas kurulabilir' " Siyah-Beyaz, 16.10.95. "Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın talimatı üzerine kurulan Belediyeler Teknik Hizmet Organizasyonu Derneği(BTH) Suudi Arabistan'da 'organizasyon' adlı bir kurs düzenledi....kursa, belediye başkanları, belediyeye bağlı şirketlerin üst düzey yöneticilerinin katılacağı açıklandı..."


Gündem İran bağlantılı irtica ve "şeriat" üzerinden, terör senaryoları ile tırmandırıldı. Sonra 28 Şubat 1997 pek anlaşılmadığı için "post-modern darbe" olarak adlandırdılar. Daha doğrusu benim gibi insanlar her darbe sonrası gece yarıları 03.00'lerde yataklarında kaldırılıp, Gayrettepe'ye götürülüp, gözleri bantlı halde özel "sevgi muhabbetleri"ne maruz kaldığımız, siyasi polisin 1x2 metre hücrelerinde 10-12 insan, 30-40 gün kalıp, hücre duvarlarından işkencede öldürülüp, "çatışmada vuruldu" olan insanlarımızın kayıtlarını takip ederek haber özgürlüğümüzü kullandığımız, bu müddet içinde sadece kendi paramızla ekmek-zeytin-yoğurtla yetinip, günde bir kere tuvalete çıkıp, ancak o zaman su içebilme lüksünü tatmış olduğumuz için maalesef anlayamadık. O yüzden başta CIA-MİT-MOSSAD olmak üzere TSK'dan özür dileriz! Ne derler, "alışmış, kudurmuştan beterdir". Sonrasını biliniyor ABD'nin istediği oldu iktidara AKP geldi...


Derken gündeme uluslararası terör unsuru olarak El Ka'ide oturtulurken, Türkiye'de gündeme "Ermeni Meselesi" ve PKK terörü oturtuldu. Günün önemine-temasına uygun Milliyet 05.12.01 Yasemin Çongar-Washington haberi. Texas-Dallas-Richardson'da kurulu Holy Land Foundation-Kutsal Topraklar Vakfı, İslâmi Direniş Hareketi-HAMAS'a para aktardığı için (2000'de 13 milyon dolar) hesapları dondurulmuş. Mayıs 1999'da sorun olan konspiratör (pardon) milletvekili Merve Kavakçı'nın babası Prof.Yusuf Ziya Kavakçı'nın "başimamlık" yaptığı Kuzey Texas Merkez Camii bu vakfın başlıca gelir kaynağıymış... Geriye 05.05.99(Hürriyet)e dönüp baktığımızda Amerika'da yaşamayı çok seven (ne hikmet ise bütün bu vahhabi takımı orayı çok seviyor!) Müslüman Merve için Amerikalı gazeteci Steven Emerson "klâsik köktendinci bir militan"(!) tanımı kullanmakta zionizme karşı mücadele eden ve "İslâm bayrağı için mücadele ettiğini" bildiren tesettürlü-sıkmabaş kızımızın babasının İran ilişkileri de basına yansıyor. Aynı gazetenin deneyimli köşe yazarı Enis Berberoğlu, 12.05.99 tarihli makalesinin başlığı "Kavakçı gösterisi raslantı değil". Makalede "10 Ocak 1987'de Tahran radyosu'nun türban yasağı konusunda yayınlara" başladığı dikkat çekilerek verilen kronolojide İran Büyükelçisi Mottaki'nin -şimdi Dışişleri bakanı- bu konuda militan tavırlarına dikkat çekiliyor. "14 Mart 1989'da Tahran Üniversitesi'nde Türkiye'deki türban yasağını protesto eden gösteriler" yapıldığı gibi İran faaliyetleri sıralanıyor. (Şimdi gaz kesintileri ile bağlantıyı düşünüyor insan, ister istemez). [Yalnız burada hatalı bir bilgiyi düzeltmek isterim; HAMAS, Saûdi desteğini daha çok almış, geçmişinde MOSSAD ile "pembe" ilişkileri olmuş bir kontra örgüttür.]


Cumhuriyet, 13.05.03 Hikmet Çetinkaya köşesinde Uğur Mumcu'nun "Rabıta" adlı kitabından alıntılar ile balık hafızalı necip milletimize anımsatıyor: "Rabıta Örgütü'nün 41 kişilik kurucu meclisi içinde Türkiye'den Salih Özcan yeralıyor" Eski MSP ŞanlıUrfa milletvekili Faysal Finansman Kurumu'nun kurucu üyesi. İkinci Türk üye Ahmet Gürkan, aynı zamanda Türk-Suudi Arabistan Dostluk Cemiyeti başkanı. 1950-1957 Demokrat Parti, 1961-1965 Adalet Partisi Konya milletvekili. Türkçe ezanın kaldırılması içinilk önergeyi veren kişi. Hikmet Çetinkaya 12.07.03'te bir başka yazısında Gulbeddin Hükmetyar'ın dizi-dipi kuzucuklarını anlatırken, Rabıta'nın finans kollarının T.Özal tarafından Türkiye'ye sokulduğunu yazarak, bunların 1987'de üç gazetenin kağıt masraflarının giderlerini karşıladığını vurguluyor. Uğur Mumcu'nun bir röportajından da aktarıyor: Faisal Finans ve Al Baraka'nın, bunların yönetici olan Korkut Özal..."Daha önce TPAO Genel Müdürü'ydü ve Suudi Arabistan'a sık sık giderdi... (Niye yıllarca petrolümüzü çıkaramadık, neden zarar ettik anlayabiliyor musunuz? "Özgürlük Kuşları" entel-dantel ...) Sonra ANAP dönemi 'dinsel amaçlı vakıf ağı'nın bir kolu Bereket Vakfı kurucular: "Al Baraka Finans Kurumu, Ahmet Yahya Kiğılı, mehmet Cahit Sürmeli, Mustafa Latif Toppaş, Kemal Unakıtan..." Türkiye'deki Suudi kökenli finans kurumlarının patronu 'Dar Al-Maal Al İslâm'dır...'İslâm Tekafül Kurumu'...İslâm Bankaları Birliği" hepsi Saudi Krallığına bağlı. Hikmet Çetinkaya 26.08.03'te devam ediyor. "Hak Yatırım ve Ticaret AŞ, Al Baraka'nın Türkiye'de öncülüğünü üstlenirken Korkut Özal, Eymen Topbaş ve Kemal Unakıtan..." 27.08.03. "Nevzat yalçıntaş, Abdullah Gül...İslâm Kalkınma Bankası'nda 'müşavirlik...M.Zeki Sayın, Can Akın Çağlar, Fehmi Akın, Reha Madin...İstanbul Büyükşehir...KİPTAŞ...Faysal Emlâk...Al Baraka Türk...Faysal Finans..." 16.09.03. "Roterdam İslâm Üniversitesi"... 31.10.03. "Rabıta Örgütü'nün parasal desteğindeki Bonn'daki Kral Fahd Akademisi...Alman basını...'köktendinci militan yetiştirdiğini' yazdı."


10.09.05 Cumhuriyet'te Necdet Çalışkan-Zeki Tezer'in araştırması Telecom'u satın alan Refik el Hariri'nin kurduğu Oger Telecom'un ve kurucusunun biyografisi açıklanıyor. Hariri'nin Arabia'da müşavirlik ile başlayan ardından müteahhitlik, Fransız inşaat firması Oger'i satın alması ile başlayan büyüme, Lübnan ve Arabia'da banka satın alma, TV, radyo, haftalık dergi, gazete satın alma ve yayın şirketi kurma. Kral Fahd'ın kız kardeşiyle evlenerek daha zirveye fırlıyor. Ardından siyaset sonra booom... Bizi Anglo-Amerik-Krallar dinliyor "hürriyet serçeleri"m...


17.11.06 Milliyet. The Times'da yayımlanan bir makaleye göre: "...çoğu İslâmcı teröristlerin beyninin yıkandığı ve eğitildiği, Pakistan, Afganistan, Türkiye, Endonezya, Kuzey Afrikave giderek artan bir biçimde İngiltere ve Avrupa'daki Sünni camii ve medreselere finansman sağlayan İran değil, Suudi Arabistan'dır." Hürriyet düşmanı anti-üniversiteciler ne olacak...


2007 Genelkurmayın andıcının çalınarak basına sızdırılması...O da komplo teorisi!


24.08.07. Vatan. Atlasjet Havayolları'nın uçağını kaçıran hava korsanlarından Filistin asıllı Mısır uyruklu Mümin Abdülaziz Cuma Talikh savcılık ifadesinde çocukluğu ve gençliğinin Suudi Arabistan'da geçtiğini söyledi. Muhalif gösteriler sırasında tutuklanıp 4 ay tutuklu kaldığı burada El Ka'ide militanları ile tanıştığı, serbest kalınca El Ka'ide kampında silâh ve bomba yapımı eğitimi aldığını sonra kardeşinin bulunduğu Kıbrıs'a geldiğini...E, Ne olmuş yani!


Yine ortaya çıkan "türban" tartışmaları bu sefer "çok zeki" liderlerle Üniversite zeminine çekildi. "Türban" dümeni ile saklanan kadının "tesettüre" zorlanması bunun siyasal bir simge olduğunu biz bas-bas bağırırken birden "Başbakanullah", bunun "siyasal simge" olduğunu itiraf ediverdi. Evet, siyasal bir simge ama kimin? "Ayetullah" bunu söyleyemiyor ama bunda takiye yemiyor: Vahhabizmin...


"Türban" konusunda fikri sorulan ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson soruya şu cevabı veriyor: "Ben hiç takmadım!" Necip Türk basınımız bunu "espri" olarak algılamış. Aslında adam cahilliğimiz ve ondan kaynaklanan sadomazoşistliğimiz ile dalga geçiyor. Doğru söylüyor. Çünkü Arap ülkelerinde "türban"ı erkekler takarlar, geleneksel olarak. Türbanın biçimi ve rengi onların hangi göçebe klânına bağlı olduklarını gösterir. Arap ülkelerinde kadın peçeli-çarşaflıdır. Sadece Yemen gibi ülkelerde İslâm usülü örtünme vardır. Bu usül Pakistanlıların örttüğü gibi, saçların gözüktüğü büyük eşarbın, başın arka tarafından dolandırılarak, omuzların üstü yakaya bırakılmasıdır. Nûr suresindeki tarifte budur. Kapalı olan, kadının "ziynet süsleri"nin bulunduğu göğüs üstüdür. Ne ki, İspanya'da "Başbakanullah"ın eşi "sıkmabaş-dişi E.T" gibi dolaşırken, Körfez şeyhlerinin eşlerinin yukarıda tarif edildiği gibi saçlarının gayet rahat görülebildiğiydi.


"Sıkmabaş-tesettür" biçimi olarak "vahhabi" markalı "türban"ı dayatması üzerine Milliyet yazarlarından Mehmet Y.Yılmaz, 27.11.02 'de Pakistanlı kadın yazar Alis Faiz'in Fransız gazeteci Laurence Gourret'le röportajından bir parça aktarmış: "Kafamda bir görüntü var. 1960'lı yıllarda Lahor sokaklarında bisikletle gezen, bermuda şortlu genç kadınların görüntüsü... Bugün böyle bir şey düşünülemez bile..." Sonra ABD güdümünde askeri darbeler ve bugünkü Pakistan sonuçta kendi Anglo-Amerikan işbirlikçilerini yiyor. Ama bu satırları iktibas etmemin nedeni 1950'lerin ortalarında İstanbul-Bakırköy-Kartaltepe'deki kirada oturduğumuz evden annem, babam, ağabeylerim, ablam tıpkı yukarıdaki gibi Bakırköy sahiline iner (o zaman Menderes denen şifozren adam "Küçük Amerika" hayali ile "John Kennedy Caddesi" adını alan sahil yolunu yapmak için daha kıyı şeridini katletmemişti) Miltiyadi'nin kahvesindeki merdivenlerden denize inerdik ve aynı şekilde dönerdik. Takriben 2-3 km. Sonra 1970'lerin ikinci yarısında sokakta arsa alan Zeytinburnu fatihlerinden bir Rizeli aile ev yaptı. Hemde bahçeli evler iskanını altederek, bitişik nizam. Meğer Belediye Başkanı da Rizeliymiş. İmar-İskân müdürü de. Sonradan öğrendik. Öğrendiğimiz bir başka ilkellik, hemşericilik denen feodal çıkarcılıktı. Aile reisi Hacı. Bizi tesettürle tanıştırdılar. Bir zaman sonra baktım, annem başını örtüyor. Durumu kavradığım için sıkıştırınca çözüldü. Komşu "çarıklı hatun ulema" anneme "sen Müslüman değil misin ki niçin başını örtmüyorsun" diye baskı uyguluyorlarmış. Başını açtırdım ama bunları görünce omzuna attığı eşarbı güya bana çaktırmadan başına topluyordu. Sonra sokağın altı-üstü derken biz azınlık kaldık. Ben gençliğimde yazın Bakırköy'de şortla dolaşırdım. Hadi şimdi dolaşında göreyim! 1994'te İzmir'e tehcir oldum. İzmir'de "kent ilericiliği" ile "çarıklı-gericiliği" sokakta yazın şortundan anlarsınız. Şimdilerde İzmir'de bile azınlığa düşmeye başlamışlardı. Yazlık alan Burhaniye'de de aynı sürtüşme yayılıyor. Ama buranın yerlisi değil, özellikle polis ve devlet memuru olarak tayin edilenler. Çocukları (5-12 yaş) yazın Kur'ân kursuna gönderiliyor. Bu çocukların oyun oynarken, bizim çocuklara dini konuda baskı uyguladıklarını çocuğum aracı ile öğreniyorum. Laik ülkede din dersi zorunlu! O zaman nerede idi, o sakallı entel-dantel prof. "hürriyet havarisi" minik kuşum!


Kaldı ki bilimsel olarak ispatlandığı gibi tesettür Babil ataerkil köleci-tiranlık yasalarından Yahudiliğe oradan İslâmiyete geçiyor. Vahhabi sıkmabaş tesettürünün hangi tarihlerde nasıl bugünlere geldiğini geçen yazılarımda yazdım. 1968'de geri püskürtülen bu gerici-kültür girişimi, Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde tekrar hortlatıldı. 1986'da Üniversitedeki eylemin öncülüğünü Fehmi Koru'nun Ege Üniversitesi'nde asistan olan eşi yapıyordu. O zamanlar Fethullah Gülen hocaefendi İzmir'de karargâh kurmuştu. İşte 1960'ların 'sıkmabaşı' o zaman oldu 'türban'... NATO-Shape "George Washington" asil bendesi "Zambak" Prof . İhsan Doğramacı'da YÖK Başkanı olarak onay verdi..."Ergenekon" pardon "aile" saadeti!


25.02.2008

18 Şubat 2008 Pazartesi

"Arap" Lawrence - II - Halid Özkul

"Arap" Lawrence Hâlâ Türklerle Savaşıyor!


2. bölüm


Türkiye'de 1970'lerden itibaren gazeteci Uğur Mumcu, CIA faaliyetleri içinde Saûdi Arabia'nın rolü üzerine durmadan dikkat çektiyse de kimse tarafından ciddi bir destek görmemişti. 28 Şubat 1997'ye kadar "resmi ilerici Kemalistler" Saûdilerle pek uğraşmazdık. Birileri tarafından kapalı-karanlık odalarda yazılmış "Resmi Tarih"e göre genelleme ile "Arap"ları sevmememiz öğretilmişti. Özellikle ABD ve İzrael'le kavgalı olan Arap Milliyetçi Sosyalizmi ideolojisini savunan küçük burjuvazinin Baas Partisi'nin iktidarda olduğu Arap ülkeleri bu hedefte tutulurdu. Kutsal toprakların, Hac farıziyesinin yerine getirildiği Saûdi çölü bundan muaf tutulmasına özen gösterilirdi. Fakat ABD tarafından tezgâhlandığı nihayet 10 yıl sonra Erbakan tarafından dahi "keşf" edilen "post modern darbe" sonrası artık projektörler bugüne kadar "invisible" olan bu olguya dönüyordu.


14.04.97. (Milliyet) Mekke'de bulunan DSP Trabzon milletvekili Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, Saûdi Arabia'nın İslâmi İşler, Evkaf, Davet ve İrşad Bakanlığı'nın Türkçe olarak bastırılan ve Türk hacı adaylarına dağıttığı "Hac Rehberi" kitapçığının 11. ve 12. sayfalarında yer alan bölümlerinde anti-laik propaganda yapıldığını bildiriyordu. Bu ifadeler çok önemli çünkü, bugünkü "özgürlük havarileri"nin hacca gidip gelirken nasıl eğitildiklerini de belgeliyor. Bunların içinde en iyi örnek olarak "İnsanı İslâm'dan Çıkaran Şeyler" bölümünün 4. maddesi açıklıyor: *"İnsanların çıkardıkları kanunların, İslâm şeriatından üstün olduğuna inanmak, yahut 20. asırda İslâm kanunlarını uygulamanın doğru olmadığına veya İslâm'ın, Müslümanların geriliğine sebep olduğuna inanmak veyahutta İslâm'ın, kişinin kendisiyle Rabbi arasındaki ilişkiyi düzenleyen vicdani bir mesele olup, hayatın diğer işlerine karıştırılamayacağını söylemek." *"Bu çağda Allah'ın hükmünü uygulayıp hırsızın elini kesmenin ya da zina edeni taşlamanın doğru olmadığına inanmak." *" Hukuki işlemlerde, ceza meselelerinde veya başka konularda başka hükümlerin uygulanabileceğine inanmak. Başka hükümlerin, şeriat hükmünden üstün olduğuna inanmadığı halde onları uygulamayan da kafirdir." Neymiş? Entel-dantel "hürriyetçi su perileri"ne duyurulur!


Diyor ki Erbakan hocaefendi, "28 Şubat askerlerin değil, ABD'nin düşünce kuruluşu American Institute'ün Orta Doğu uzmanı Alan Makovsky'nin hazırladığı Türkiye raporları çerçevesinde Türkiye dışında planlandı, 28 Şubatçılar bunun farkında olmadı...içeride "işbirlikçileri" aracılığıyla uygulamaya konuldu..." (28.02.07.Basın.) Bu "işbirlikçiler", rantçılar, diye bir açıklama getirmiş hoca...


Şimdi "Arap" Lawrence'in "işbirlikçiler"i kimler olduğu konusunda ÖSY sorusunu cevaplayalım. Nisan 2000'de İslâm Konferansı Örgütü'nde laik olduğu için Türk genel sekreter seçilmesine Saûdiler muhalefet ediyorlardı. Eylûl ayında Saûdilerin Balkanlarda Osmanlı mimarisine karşı savaş açtığı da ortaya çıkmıştı. Kosovo'da Sırp saldırıları ile tahrip edilmiş olan cami, türbe, anıtsal yapı ve diğer mimari eserlerle beraber, mezarlıkların dahi Saûdi Arabia ekiplerince tamamen yıkılarak Arap üslubuna göre yeniden inşa edildiği TMMOB Mimarlar Odası Genel Başkanı Oktay Ekinci tarafından bir dilekçe ile ilgili bakan ve bürokratlara bildirilmişti. Uzun bir sessizlikten sonra Şubat 2001'de Lawrencegillerin bu sefer Arabia'daki Osmanlı kalelerine taktığı necip basınımızda yer alıyordu. Mart ayında Prof.Dr. Zekeriya Beyaz ile Saûdiler adına derin elemlere gark olan Diyanet İşleri Başkanı M.N. Yılmaz, "tavuk-horoz-kurban" konusunda atışıyorlardı. Bu atışmadan birkaç gün sonra şu haberi okuyoruz. Kral Fahd Bin Abdülaziz'in davetlisi olarak haremi Şerif yakınlarında bir sarayda kalan Necmettin Erbakan ve 18 kişiden oluşan ailesi...yanlarında 10'ar litrelik 18 bidon zemzem suyu ve 40'a yakın valiz...27.kez hacı olan...Ankara'ya geldi. Aralık ayında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr.Beyaz hoca, Uysal ve Semerkand yayınevlerince 3-5 yaş grubundaki çocuklar için hazırladıkları İslâmi boyama kitapları "Abdest ve Namaz", "Kur'ân Elifbası", "Hac Boyama, "Oruç Boyama" kitaplarını doğru bulmadığını kaydederek patlamış: "Zannediyorlar ki çok anlatırsan iyi olur. Öyle olsaydı Suudi Arabistan, Mısır iyi olurdu. Kur'ân'la yatıp kalkıyorlar ama çoğu homoseksüel. Bazı bilgiler çocuğun aklı başındayken verilmeli." Aynı konuda konuşan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi başhekimi Doç.Dr. Arif Verimli, çocuklara yönelik bu din öğeli tanıştırmayı "beyin yıkama, şartlandırma" olarak nitelendiriyor. Nisan ayında 1718'de inşa edilmiş tarihi kalenin otel yapılmak üzere yıkımı "Taliban Kafası" olarak niteleniyordu. Diğer taraftan Arabia'daki kale yıkımına tepkilere karşı Ocak 2002'de Saûdilerin Balkanlarda yapmış olduğu tahribat tekrar gündeme geldi. Saraybosna'da iç bezemeleri tamamen yokedilmiş Gazi Hüsrev Paşa Camii'nin fotoğrafı kamuya yansıtıldı. Öyle ki tepkilere Sırplar bile katılmış, Saûdi Vahhabi Yardım Ajansı adlı kurumun anıtları buldozerlerle yıktığını ifşa etmişlerdi. Britanya basına ise yıkılan Ecyad kalesinin yerine yapılacak inşaatların Ladin Grubu tarafından yapılacağı iddiasını ortaya atmıştı. Arap yetkililer "takiye" taktiklerine geçiyordu. Fırsatı kaçırmayan zionistlerde gazetelerde "Suudiler yıkıyor İsrail koruyor" diye manşet atıyorlardı (9-10-11.01.02.Milliyet). Sonuçta kale yıkıldı oraya yapılan apartmanlardan birçok Türk "Arap" Lawrence aşığı mekâlar satın aldılar. Doğrusu açıklanmasını isterim kimler bu "Arap" Lawrenceciler?


Ocak 2002'de; Bir zamanlar toz kondurmadığımız Saudi kültür teröristleri tarihi yok ederken, necip basınımızın her fırsatta karalamak ve küfür ettirmek için her türlü dezenformasyonu işlediği Libya ise Osmanlı'dan kalan tarihi mekânların restorasyonu için Türkiye'den yardım talep ediyordu...


Yazmış - bahsetmiştim adını bir aralar sıkca duyduğumuz, bugün pek kimsenin adını anmak istemediği: CIA güdümlü Aramco finanslı "Rabıta". Milliyet, 19.09.92 tarihli Tolga Şardan'ın haberine göre: Saûdi Arabia kökenli "Rabıta" örgütü Türk din adamlarının eğitiminde yaşanan skandaldan sonra emekli din adamı Ömer Faruk Küçük yine skandala mevzu olan "Rabıtat-ül Alemi İslâmi" adlı kurumun üst düzey yetkilileri ile Arabia'da temas kurup projesini anlatmış ve yardım istemiş. Proje: Küçükköy Sitesi adı altında Ankara-Ayaş'ta 502 dönüm üzerinde 3 milyonu peşin 30 milyonuda 36 ay taksitle 125 metrekarelik dubleks evler yapmak. Kontejan 1200 kişi. İlginç olanı Rabıta'nın İslâmi Cemaatleşmeye Yardım Fonu aracılığıyla üye başına 22 500 riyal (yaklaşık 45 milyonTL) yardım yapacağı. Yapılan anlaşma içinde örgütün dini faaliyetini sürdürmesi için bir binanında yapılması şartı da var! Bugün böyle bir site var mı? Varsa kimler oturuyor? İçinde malum örgüt faaliyeti sürüyor mu? Laik bir yurttaş olarak doğrusu öğrenmek isterim!


Milliyet, 26.02.93. Aydın Hasan haberi: "Rabıta" örgütünün Yunan yönetimiyle koordineli olarak Batı Trakya'daki Türk-Müslüman azınlığı, Türkiye'nin etki yörüngesinin dışına çekme yönünde faaliyet içinde olduğu bildirildi. Yunan hükümetinin 4 Türk müftüyü geceyarısı sınırdışı etmesine sebep olarak, müftülerin Rabıta tarafından eğitilmiş, parayla desteklenmiş ve Yunan hükümeti tarafından atanmış Pomak müftülerle değil, Batı Trakya halkı tarafından seçilmiş müftülerle temas kurmuş olmalarını gösterdi. 21-28 Kasım EP dergisinde "Yıllarca gizlenen gerçek; Risale-i Nur'da tahrifat var!" haberi içinde şu bilgiler bulunuyor: "Tahrifatı kim yaptı? ... Rabıta'nın Türkiye temsilcisi ve Faisal Finans'ın sahibi Salih Özcan'ın sahibi olduğu yayınevi Said-i Nursi'nin "İaretül İcaz" adlı risalesinden Vahhabi ile ilgili olan bölümleri çıkararak basıyordu. Çünkü Salih Özcan'ın bankasının sermayesi Suudi Arabistan kökenliydi. Suudi Arabistan'ın resmi mezhebinin Vehhabilik olduğu hatırlandığında değiştirme nedenleri de kolayca anlaşılıyor..."


Millî Gazete, 05.09.94'teki haberine göre 3 Eyûlde Basel'de yapılan Birinci Avrupa İslâm Birliği Konferansı'nın İkinci Birlik Toplantısı'na Rabıta, İslâma Çağrı, Cemiyet-i Hayriye gibi İslâm hayır cemiyetleri de katılmıştı. Toplantıda İran ve Saûdi Arabia büyükelçileri de bulunuyordu. Aydınlık, 22.10.94 tarihli iddiaya göre Rabıta'nın yan kuruluşu olan Doğu Türkistan Göçmenler Derneği başkanı emekli general Mehmet Rıza Bekin, 1983'te MİT'ten emekli olduktan sonra 6 yıl Saudi Arabia'da kalmış, oradan Pakistan'a geçmişti. Aynı derneğin Nisan 1988'de İstanbul'da düzenlediği Türkistan Kültür ve Tarih Semineri'ne Rabıta Genel Sekreter Yardımcısı Muhammed Nasır el Abudi ve CIA'nın eski Türkiye İstasyon Şefi, NSC danışmanı, Rand Corp. uzmanı "Türkiye'de İslâmın geleceği: Ilımlı İslâm" teorisi mimarlarından Paul Henze'de katılmıştı. Rand-Rabıta'nın bir yan kuruluşu olarak kurulan Asya İslâm Birliği'nin fahri başkanı ise Necmettin Erbakan hocaefendiydi! Hürriyet, 07.11.94 Yıldırım Çavlı'nın köşesinde yazdığına göre; Saudi Arabia şirketi Al Baraka ile Refahlı belediyeler ilişki sarmalı vardı.


27 Şubat 1995'te (tarihe dikkat) Milliyet'te "ABD'nin Refah Dosyası" adlı bir dizi başlıyor. Hazırlayan Ruşen Çakır. ABD'li diplomat (ABD Dışişleri Bakanlığı'nda Türkiye'yle de ilgili bir birimde "orta düzey" bir genç diplomat, adı saklanmış, ne hikmet ise!) Erbakan için "tehlikeli biri" demiş. "Neden?"..."Çünkü çok zeki" cevabını vermiş. Erbakan Batı'yı tanımıyormuş ya da gerçekleri tahrif ediyormuş. Meraka mucip sormuş: "Bu partide genç bir lider adayı yok mu?"...bir başkası, "Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğe soyunduğu doğru mu?" "Çok zeki" olmayan liderler arıyan Amerikalı diplomatların deneyimlisi aktarıyor: "Özal bana RP'sinin istikbal vadeden bir parti olduğunu ancak iki temel sorunu bulunduğunu söylemişti: Başında genç bir lider bulunmayışı ve Yahudilerle İsrail'e karşı sert tavır." Başkan Clinton'ın danışmanlarında İslâm ("ılımlı" diye başını siz ekleyiniz.y.n.) uzmanı Prof. John Esposito'nun, Erbakan'dan çok şikayetçi olduğunu anlıyoruz. California'da ırkçıların tahrip etmiş olduğu bir caminin tekrar açılışında yapmış olduğu konuşmadan rahatsızlığı dile getirdikten sonra ekliyor: "Bir kere çeviri çok kötüydü ve fazla zaman kaybına yol açtı. RP içinde çok iyi İngiilizce konuşan, ABD'yi ve Amerikalıları çok iyi tanıyan genç kadrolar olduğunu biliyorum. Eğer bu parti burada iyi ilişkiler geliştirmek istiyorsa bence ağırlıkla bu kişileri görevlendirmelidir. Erbakan'ı ABD'ye davet eden American Muslim Council Genel Sekreteri Abdurrahman Alamoudi de bu İngilizceye vakıf gençlerin liderlerinden ayrı olarak sık sık ABD'ye gelmelerini salık verdikten sonra özellikle RF'nin dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'le "çalışmak istediklerini" belirtiyor. Tabii aynı sayfada olmazsa olmaz "CIA adına Türkiye'de de faaliyet yürütmüş", "CIA'da Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcılığına" yükselmiş, CIA'nın think-tankı Rand Corp.da uzman Graham E. Fuller'in "ılımlı islâm" önerilerine de yer veriliyor. Fuller sözlerini ABD emperyalizminin XX.yy.'ın son çeyreğinin felsefi gurusu Mao'nun sözlerine yer vermeden edemiyor: "Yüz çiçek açsın, yüz fikir yarışsın!" Aynı sayfanın alt köşesinde gazeteci Hakan Aygün'ün yorumunda "çok zeki" Erbakan'ın bir vecizesini aktarıyor: "Refah iktidara gelirse ABD güçlü bir partner kazanacak". Dizi Fukuyama ve Huntington'un malum önermelerinin İzrael lobisinin kilit adamlarının yorumu ile bitiyor. Aynı gazetenin 18.04.95 tarihli basımında bu sefer bir başka uzman "cilâcı" iliştirilmiş gazeteciliğin "dişi bond"u "darbe önce"lerinin su-perisi Yasemin Çongar'ın Graham Fuller ile "özel" röportajı yer alıyor. Yine "ılımlı islâm"ın aktüel psikolojik savaş zemini hazırlanmaya devam ediyor: "Türk ordusu İslâmcı darbeye izin vermez". Ertesi günkü yazıda islâmcı partilerin parçalanarak daha böl ve yönet politikasının pragmatik kerametleri anlatılıyor: "Daha çok İslâmcı parti". Bir gün sonra Washington Post kaynaklı bir haber aynı gazetede yer alıyor. "Çok zeki" liderlerden Başbakan Tansu Çiller'in Wall Street Journal, Washington Post ve New York Times gazetelerinin yazarları ve yöneticileriyle yaptığı bir toplantıda, "Refah ve askeri darbe tehlikesini" dile getirmesinin ertesi günü, yayımcılıkta devlet tekelinin kaldırılması ardından kurulan Kanal 7 televizyonunun tesettürlü haber spikeri Serpil Öcalan'ın bütün Türkiye'de izlenebileceğini belirtiliyordu...


18.02.2009

Sıkmabaş Tesettür Sosyolojisi - Halid Özkul

İstanbul'un Bir Semtinin Sıkmabaş-Tesettür Sosyolojisi

"Arap" Lawrence'lere ait yazımın bittiğinin ertesi günü Vatan gazetesinin spotunda Saûdi 1 TV kanalının hiç de Batıyı aratmayan başı açık speakerlarından, dizileri haber konusu olarak işleniyordu. İşte gerçeğin ta kendisi? Hangi gerçeğin, sınıfsal gerçeğin. Çünkü Saûdi monark mâli oligarşisinin burjuva bireyleri olarak kadınların çok büyük çoğunluğu "tesettür" geleneğine uymazlar. Hatta çoğu başörtüsü dahi takmazlar. Örneğin Kral Fahd'ın kızkardeşi olan mâli oligark Hariri'nin eşinin başı açıktır. Avrupa'da ve Amerika'da petro dolarlara dayanarak lüks hayat süren bu dişi takım ayağından bluejeani de eksik etmez. Bunların namaz kıldığı da vaki değildir. Ama Arabia'da sokağa çıkarken iş değişir -bunun için Batı'da yaşamayı tercih ederler- şeriat gereği yerine getirilir. Neden mi? Çok basit, çünkü çoğunluk olarak sömürülenler ve onlara bu tatlı hayatı sunanlar işçi ve emekçilerin "afyon"lanma gereği din devletinin totaliterliği sarsılmazdır. Bunun için şeriat kurallarına uyulmak zorundadır. Başlar örtülmeli, mutlaka camide namaz kılınmalı -kılmayan kırbaçla ve hapisle cezalandırılır-, oruç tutulmalıdır.

Buradan Türkiye'ye dönmek istiyorum. Ben 1970'de siyasi bilgimin kıtlığından doğan anarşist tavırlarım yüzünden okul derslerimi savsakladığım için emeklli annemin haklı resti sonucu Kolej'den ayrıldım. (Sınıf arkadaşım Ahmet Altan o zaman bizden 7 yaş büyüktü). Devlet lisesine (Bakırköy) geldim. Yine aynı nedenlerden orada ülkücü-tosuncuklarla (bunlar Küçük Çekmece ya da Avcılar da oturanlardı) kapışınca Zeytinburnu'na sevkimi verdiler. Oradaki liseyi İhsan Mermerci yaptırmış ve adını vermişti. Kolej'de seçmeli ders olan "din dersi"ne kimse itibar etmediği için okunmazdı. Okulun kurucusu ilerici-demokrat bir insandı. Öğretmenlerimizde genellikle eski Köy Enstitüsü mezunu ya da devlet okullarından uzaklaştırılmış TÖS üyeleri öğretmenlerdi. Askerlik dersi öğretmenimiz bile Talât Aydemir sempatizanıydı. Bakırköy'de de devlet okulu olmasına karşın orada da büyük çoğunluk itibar etmiyordu (Tosuncuklar azınlıktı, sıkmabaş hiç yok gibiydi). Ama İ.Mermerci Lisesi'nde "din dersi" mecburu idi. Sebebi, okulu yaptıranın "şart koşmuş" olmasıydı! Tabii bende derse "zorla" katılmak zorunda kaldım. Hani derler ya, "dinimizde asla zorlama yoktur!" Daha ilk derste din dersini veren "imam" kökenli hocaefendimiz ile kapıştım. Bu birkaç ay boyunca sürdü. Şaşkınlık içindeki çocuklar konuyu evlerine taşıyınca lastik patlamış, Dindar müdüre önce bana "nasihat etti" onu da haklayınca "garip annem"i çağırıp tastiknamemi eline vermiş. Yalnız kalmak beni de "Radikal" Ahmet yapmıştı...

(Diğer bir farkı yaşayarak orada gözlemledim. Kolej'deki burjuva çocukların "canlı"lığı orada yoktu, sanki suskun bir "koyun sürüsü" vardı. Kolejde tartışırken sınıf daima üçe bölünürdü. Ahmet'in en temel entelektüel konusu "Allah'ın Olmadığı"ydı. (Ben TİP Gençlik Kolları üyesi olduğum için, bunu hemen partiye yetiştirirdim, onlarda çok bozulurlar "söyle ona böyle konuları tartışmasın" fetvası çıkarırlardı. Ahmet'te bu fetvalara çok sinirlenerek, terslerdi.) "Radikal" Ahmet'in tarafı -genellikle kızlar-, Ahmet'e karşı olanlar "muhafazakâr"lar, bir de benim de aralarında olduğum nötr uzlaşıcı "demokrat"lar. Tartışma sonrası hepimiz yine bir topluluktur. Ahmet evli bir çocuk sahibi olarak ağabeyimizdi. Ama Zeytinburnu'nda bir "sindirilmişlik" hakimdi ve ben nihilist muhalefet olarak tek başıma izole edildim. Taşralı küçük-burjuvazi ve çarıklarını daha kaybetmemiş "işçi" sınıfı beni sevmemişti! Çünkü ben onların yüzlerce yıllık "köy" geleneklerine kafa tutuyordum. Eğitim farkını da gördüm. Kolej'de 5 olan İngilizcem 10, 2-3 olarak nerede ise 'toto' oynayan Fizik, Kimya 7 oluvermişti. Ben de beni izole eden "çarıklı" küçük burjuvalardan, bir kentli küçük-burjuva olarak üstünlüğümü göstermek iradesi ile, İngilizce dersinde genç öğretmenimle İngilizce konuşarak intikam alıyordum. Çocukluk işte!)

Peki Zeytinburnu'nda kimler oturuyordu. Daha önce de yazdığım gibi bu semt Demokrat Parti'nin son demlerinde Orta Asya'dan getirilen göçebe-çoban ve köy kökenli radikal muhafazakâr anti-komünist sürünün gecekondulaştırılması ile oluşturulmuştu. Uzun süre AP ve MHP'nin kalesi olarak kaldı. İşçi sınıfı yerleşimi azdı. Bunlara Kapalı Çarşı, Aksaray civarında küçük dükkânlar verildi ve genellikle önce dericilikle uğraştılar sonra Nato'nun CIA-MİT operasyonlarına paralel olarak mafia türü örgütlenmelere bulaştılar. "Ergenekon"un tetikçileri-piyonları ve "vurucu yuvalanmaları" ve SSCB karşı "Türkik" operasyonların has elemanı olarak genellikle bunlar seçildi. 1970'lerin ortalarına İstanbul'a doğru Karadeniz'den gelen dinci akınla bu yekparelik bozulmaya başladı. Bu bozulma ile beraber işçi sınıfı yerleşimleri de genişlemeye başladı. İşçi sınıfının gelişi devrimci tomurcuklarında oluşmasına neden oldu.

Daima egemen sınıflar işçi sınıfının önüne geleneksel "afyon" dini koymuşlar ve "kutsa"mışlardır. İşçi sınıfı için "din dersi zorunlu" olmalıydı. Peki yukarıdaki örneğimizi esas olarak burjuva kanada bakalım. Kim bu Mermerci'ler? Çok mu dindarlar? Gülerim. Mermercilerin kızları, torunları, her boy ve cins burjuva gazetelerin magazin sayfalarının içeriğinde konu mankenleridirler. Halkın kafasını soysuzlaştıran en etkili ideolojik baskı aygıtı medyanın dejenere konularından biri olan aktüel-magazin köşelerinde Başbakanullah'ın "biz Batı'dan ahlâksızlığı aldık" türünden fotoğrafları ile görünürler. İşçi kadınlar yaptı mı "fahişelik" dedikleri türden, onlar yaptılar mı "çapkınlık" ve "flört değiştirme" ya da "playboy" türünden et-pazarı fotoğrafları. Peki bu muhafazakâr mâli-oligark Mermerciler hangi burjuva partisini destekliyorlar. Önce DP, sonra AP, ANAP ve Refahtan kopartılarak inşa edilen AKP. Bu partinin kurucu finansörlerinden. Mermerciler Vehbi Koç amcalarının yakin akrabası olurlar. Nakşibendi tarikatı ile yakın ve sıcak temasları olmuştur. İstanbul-Veliefendi'de Akfil tekstil fabrikasına kurmuşlardır. (Daha fazlası için "Erguvaniler", Tayfun Er. Duvar yay. Bkz.) Onlara işçi lâzımdır ama sadece "Allahı ve öteki dünyayı" düşünen, hep çalışan, hep çalışan en önemlisi hiç soru sormayan, onlara ne denilirse kabullenen. Ücretli özgür-köleler!

Peki üniversitede okumak isteyen "kızlarımızın" seçtiği branş ilâhiyat mı? Hayır, pozitif bilimler. Peki pozitif bilimler okuyan bir "kızın" laik-parlamenter bir devlet yapısındaki bir kurumda; bizzat Başbakanullah tarafından ifade edildiği üzere bir siyasal simge olan "sıkmabaş" modeli ile, üniversitede arzı endem etme hürriyeti(liberty) [özgürlük-freedom değil] neye alamettir? Söyleyeyim, sonuçta işçi sınıfını ve emekçileri sindirecek bir dinci-faşist devletine. Nasıl mı? Adım-adım. Ben İstanbul'a 1468 yılında Sultan Mehmet'in dileği ile yerleşmiş bir aileden olup, 1993'te o kentten "tehcir" olmak zorunda kalmış bir bireyim. Ailemin nesilden-nesile aktardığı gerçek "tarih" ve benim yaşadığım-gözlemlediğim deneyime dayanarak kesinlikle bunun sadece bir gerici adım olduğunu iddia ediyorum. En son örnek İran'dır ve TUDEH olayıdır. "Başörtüsü bizim bayrağımızdır, Allah'ın emridir" diyen zihniyet, şeriatcı ve sosyolojik olarak gericidir. Çok ilginç belgesel bir örnek vererek bu adamların ne kadar ilkel olduğunu anlatayım. Kur'ân'da bir Müslüman kız ile bir Hıristiyan erkeğin evlenemeyeceği öne sürülür. Oysaki bizzat peygamber Muhammed, Hicret'in 4. yılının 4. ayının son gününde Hıristiyanlarla bir "mukavele"yi Hıristiyan ve Müslümanların gözü önünde Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin tanıklarında Muaviye'ye yazdırmıştır. Kudüs'te Karmel dağının Fryars Manastırı'nda taraflarca imzalanmıştır. Daha sonra bu metin Fransa'ya götürülerek Kraliyet arşivinde saklanmıştır. Bu "mukavele"ye göre tarafların anlaşması ile bir Hıristiyan erkek bir Müslüman kızla evlenebilir. Bu metnin İngilizcesi Paul Rycaut Esq. "The Present State of Ottoman Empire" (London, 1668. p.101-102) kitabında yayımlanmıştır. Metin Araplar tarafından kabul edildiği halde, Osmanlılar XV.yy.'dan itibaren bu metnin varlığını kabul etmemişlerdir. Çünkü Anadolu Müslümanlığı softalık ile yaklaştığı İslâma "inanç" olarak değil, göçer geleneğinden dolayı "güç" olarak kabul etmiştir. Çünkü kabullenişte "kılıç-zoru" vardır. "İnanç"tan "güç"e dönüşüm geriye doğru atılmış bir adımdır. Çünkü iradilik yerine determinizmi esas alır. O zaman sizin değil maddenin kendi materyalist polyalektiği işler. O zaman "doğru" olarak siz maddi gerçeklik tarafından yönlendirilirsiniz. Ama "devrimci" bir ad koyamazsanız, "softa"lık ideolojik maskesini kullanmak zorunda kalırsınız. Bu tarihsel zorun ifadesidir. Ama yine çıkmazdasınızdır, çünkü tarihsel zor "devrimci"dir... Şimdi bu yurttaşlar birer muhafazakâr olarak toplumsal alan içinde, zaten -ruhlarına işlemiş olan- takiyeli seçim hileleri sonucu iktidara da sahip olduklarından hürce dolaşabilmekteler, dini vecibelerini yerine getirebilmektedirler. Kimse onların giyimine-ibadetine karışmamaktadır. Tartışma bu da değildir. Alevilere, Ermenilere, Rumlara, Süryanilere hatta Şaman ve ateistlere göre kıyaslandığında egemen ideolojinin Sünni kanadının bir unsuru olarak tam "egemen"dirler. Ama "hegemonya" istiyorlar. Zurna burada ötmüyor! İster beğenelim, istersek de haklı olarak sonuna kadar eleştirmiş ve eleştirecek olalım bir burjuva millî demokratik devrim süreci içinde kazanılmış bir "ileri"(devrimci değil, inkilâpcı -jakoben -radikal reformist-) adım olarak "laik"likten asla ve asla taviz verilemez, kesin olarak da verilmemelidir. Çünkü önemli olan bunu devrimci tarzda ayakları üstüne oturtmaktır...

Diğer taraftan benim merak ettiğim bu sorunun özel üniversitelerde niçin gündeme gelmemiş olmasıdır. Eğer bu genel bir sorun ise orada da olması gerekmiyor mu? Bütün bu "sıkmabaş" takımı devlet üniversitelerine gitmektedirler. Peruk fiyatları çok mu arttı da bir kalkışma söz konusu! Yine sınıfsal nesnel gerçeklik ortaya çıkıyor. Burada hedef üniversite değil, "devlet"tir. "Laik cumhuriyetten taviz vermeyiz" takkiyedir. Artık karnımız tok yemeyiz, yemeyeceğiz. Kızların okula gitmesi engelleniyor bir demogojidir. Önce üniversite, sonra ilköğretim ya da kamu alanları, hastane, adliye hatta karakol. "Ne olacak yani! Bakın sıkmabaşlı polis kızımızda oldu; bir şey oldu mu?" ve ordu sonra ne oldu?. Sonrası mı, bavullarını hazırlamış bir sürü sakallı entel-dantel hürriyet havarisi hicret yollarında...

Araştırılması gereken bir nokta bu "kızlarımız"ın hangi sınıfın üyesi oldukları, "fukara-sosyalizmi"nin tabanı olan köyle ilişiğini kesmemiş küçük-burjuva esnaf tabakanın mı, yoksa işçi sınıfına mı? Bunun sosyolojik araştırması yapılmalıdır. Çünkü Batı'da "nasyonal- sosyalizm" kıpraştırılır iken, Doğu'da "fukara islâm-sosyalizmi" kıpraştırılmaktadır. Hatta her ikisinin kırması...

Benden söylemesi, yıllar önce yazdım. Global mâli oligarşi iktisadi dar boğazda bunun için siyasal geleceğin ne olacağının da sınıfsal bilincinde, onun için gündem tekrar eski bir ipe sarılmak. Onun için geri bıraktırılmışlığı gelişmekte olan üstelik iktisadi determinizmden dolayı emperyalist olması gerekirken olamayan ve asla da olamayacak ülkelerin sıkıştırmasından kurtulmak için önümüze "yeniden mandaterizm"i koydular ve "yeniden faşizm"i koyuyorlar. Onun için bizi sûni gündemlerle oyalıyorlar, bizde tezgâha geliyoruz. Örgütsüz olduğumuz için elimiz mahkûm. Yangınlar başladı! Bu emperyalist Batıda başka boyutta, üçüncü ülkelerde ise kendi özgüllükleri -ki bunu etnik ve dinsel yapıları- belirliyen boyutta tezahür etmeye başladı. Onun için boşa geçirelecek tek gün bile yoktur. Çakallar tekrar uluma-kudurma alametleri gösteriyor. Bundan dolayı işçi sınıfının siyasal birliğini emekçi müttefikleriyle sağlanması ve bu öncülükte "devrimci demokrat cephe"nin inşası acilen zorunluluktur...Tekyol sürekli devrimdir! Non Pasaron! Kıyamete kadar...



11 Şubat 2008 Pazartesi

"Arap" Lawrence - I - Halid Özkul

"Arap" Lawrence Hâlâ Türklerle Savaşıyor!


1. Bölüm


Mayıs 1992'de paleontologlar İspanya'nın kuzeyinde Rioja bölgesininin killi toprakları arasında 120 milyon yıllık serçe büyüklüğünde kanatlı ve tüylü dinozor fosilleri bulmuşlardı. O güne kadar sadece Moğolistan ve Çin'de bulunan fosiller hem dinozor hem de kuş özelliklerini taşımaktaydı.


Tıp bilimi, insanın beyni katmanlarında içten-dışa doğru; R-Complex-"irkilme"nin, Limbic-"refleks"in, Neo-Cortex-"mantık"ın kaynağı olarak açıklıyor. Peki, "praxis"i üreten "bilinç" nerede? Bence bilinç, benim "S-Secrex" adını verdiğim kimyasal beyin sıvısında oluşuyor. Bu kimyasal beyin sıvısı tıpkı nöro-bilgisayar gibi çalışıyor. Bu sıvı kuruyup ya da kimyasal bozuşmaya uğramadıkça, kalp fonksiyonlarını yitirse bile o yaşamını sürdürüyor. Onun için fizyolojik doğal ölümlerde, doktor kan basıncına göre "ölüm raporu" verse bile sinir hücreleri elektro-manyetik iletişimini nöron düğümlerinde nano düzeyde sürdürüyor. İşte bu enerji birikiminin de bir-mikro kütleselliği ve ağırlığı var. Bu vücudun soğuması sonucu buharlaşıyor, aminoasit buhar uzayın sonsuzluğuna doğru zaman ve mekân boyutunda zorunluluktan özgürlüğe molekülerleşiyor. Bunu şöylede kısaca özetleyebilirim: RNA - DNA - RNA.


Tabii "Kutsal Kitaplar"da bu bilgilere ait ipuçları ararsanız boşuna zaman kaybetmiş olursunuz. O sırada "yüce yaratıcı", 7. günündeydi ve resmi daireler kapalı olduğu için ortalama beyinleri zorlamaya lüzum yoktu. Rabbiler, Rahipler ve Hocalar için çok rahatsız edici, 'vay zındık vay!..' İşin kötüsü insan dediğin batinî durmadan "gizem"e çomak sokmakta ya da "parmak" atmakta...


Aralık 1995'te Science'da yayımlanan makaleye göre California Üniversitesi'nden Prof. Francisco Ayala'nın DNA testlerine dayanarak geliştirdiği gen araştırmasıyla ortaya çıkan sonuca göre çağdaş insan bir anne "Havva"dan gelmediği, yaklaşık 100 bin kişilik bir Homo Sapiens topluluğundan geldiği ortaya çıkmıştı. Üstelik bu toplulukta çok büyük yüzdeyi dişiler oluşturken, erkekler sayılı derecede azınlıktaydı!


Stephen Hawking diyorki: "Evrenin varoluşunu açıklamak için Tanrı'ya ihtiyaç yok. Fizik yeter!" Ya sentetik -yapay- kromozon üretmeyi başaran Amerikalı genetikçi Craig Venter'e ne demeli: "insanoğlu artık DNA'yı okuma faslından, yazma faslına" geçirdi. Vay iblis vay!..


İnsanlık uzaya açıldı, önce Ay sonra Venüs, Merih ve uydu teleskopla her bakışımız "kutsal kitaplar" dediğimiz "masal"ları sarsıyor. Gökyüzü; Troposfer (14 km.), Stratosfer (18 km.), Tropopoz (50 km.), Ozon tabakası, Mezosfer (90 km.) ve İyonoafer (Aurora-350 km) olmak üzere altı kattan oluşur. "Kutsal kitaplar"a göre üç...


Aralık 2007 sayısında Der Spiegel Kur'ân'ı kapak yaparak şu bilgiyi veriyor: "1973 yılında Yemen'de (Sana kentinde) çok eski bir cami restorasyonu (peygamber zamanında inşa edilmiş) sırasında çatı katının kuytu bir köşesinde papirüs kağıtları üzerine yazılmış dokümanlar bulunmuş. Kutsal yazıların imhası İslâm'da yasak olduğundan, bunlar gizli yerlerde saklanırmış. 700 yıllarına ait olduğu tespit edilen dokümanları Yemenliler bir çuvala koyup kaldırmışlar. Alman Kur'ân ve İslâm araştırmacıları Albrecht Noth ve Gerd-Rüdiger Puin, bunların değerini fark etmiş ve Alman hükümetinden sağlanan finansal destekle bu yazıları araştırmaya başlamışlar ve bazı yazım farkları olduğunu saptamışlar. Bilindiği üzere Arapça'daki nokta ve çizgilerin kelimelere farklı manalar vermektedir." (22.01.08.Vatan) Almanya'dan "imanlı" bir vatandaşta İlâhiyatçı Prof. Süleyman Ateş'e konu hakkında bilgi soruyor. Uzman hocaefendinin verdiği cevap; Avrupalı doğubilimcilerin kafa karıştırdığını. Eskiden noktalama olmadığı fakat Kur'ân'ın uzman ezbercilere belletildiği için sonradan konan işaretlerin asla anlamı bozmayacağını zaten bunun da Avrupalılar tarafından kabul edildiğini beyan ediyor. Amin! Ama, Hocaefendi yazarken, üstelik Latin abecesi ile "Kur'ân" yazıyor, neden "Kuran"(kurmaktan) yazmıyor. "Kar" başka, "kâr" başka. "Kârı aldım" başka, "karı aldım" başka. "Hakim" başka, "Hâkim" başka. "Yar" başka, "yâr" başka. Bunu çoğaltabiliriz. Bir de Arapcayı düşünün. Ayrıca prof. titrli bu adamların söylediğine bakın. Okuması yazması olmadan, sadece ve sadece ezbere dayanan; tıbben nörolojik olarak ispatlandığı üzere, bir bakıma "beyin yıkama" merkezleri işlevi gören tekke ve kurslarda, şartlı reflekslerle sokağa salınan "mümin"leri düşünün bir de!..


Kendi dünyaya idealist aristo mantığı ile baktığı için, herkesi öyle bakar zannediyor, hocaefendi. 632'de peygamber Muhammed ölünce yerine halife olarak Ebubekir geçti, 634'de o da ecelinle ölünce Ömer halife seçildi. Fakat biraz İslâm tarihinden bilgisi olanlar bilir ki, Muhammed'in özerk, adil, -kendisi de öyle olduğu için- yetimleri ve yoksulları ve de köleleri kollayan toplum düzenlemesi (ki Marx-Engels tarafından "komünist Müslümanlık" olarak değerlendirilmiştir) yerine Ömer'le birlikte merkeziyetçi ve tanıdıkları sorumlu mevkilere oturtma uygulamalarına yapılanmaya başladı. Bu da Kureyş kabilesi ile Kureyş'ten olmayan "ilk inanlar"(sahabe) arasında sürtüşmelere yol açtı. Ne ki, Ömer eceliyle ölmedi, 644'de öldürüldü. Yeni halife Osman'ın döneminde ise merkeziyetçilik ve akraba kayırmanın had safhaya varması ardından bardağı taşıran en önemli olay meydana geldi. Günümüzde hacı-hoca-cüppeli takımının en rahatsız olduğu olay şudur: Osman, Zeyd bin Sabit'in başkanlığında hazırlattığı "yenilenen" Kur'ân metinlerini esas alıp, öncekileri yok etmesi, onları daha önce halka açıklayan kurrayı(usta hafızların -hani prof. ulemanın uzman dediği) güç durumda bırakmıştı. (Demek ki bir "karmanyola" oldu!) Sadece kurracılar değil; Talha, Zübeyr ve Ali gibi sahabe önderleri de Osman'a cephe aldılar. Sonuçta kurranın Kûfe'de etrafında toplanan yoksul Müslümanlar ayaklandı. Osman'ı evinde öldürenlerin arasında Ebubekir'in oğlu Muhammed'te bulunuyordu. Demek ki ortada bir Kûreyş kabilesi asilleri olan egemen sınıflarla ki, bunlar cihad dümeni ile feth edilen ülkelerden gelen talan ganimetinden gittikçe artan parsayı zimmetlerine geçirirken, yoksullara gittikçe küçülen bir biçimde "üçün biri" düşmekteydi. Halbuki sahabe yaşayarak şahid olmuştu ki, Muhammed kendi de dahil herkese belirli hak ilkeleri içinde eşit dağıtım yapardı. Tabii o zaman asker azdı, avanta çoktu. Asker çoğalınca işler ters yüz oldu, ama yöneten-egemen Kûreyş asilleri eskisine göre daha da göbeklenmeye, enseleri kalınlaşmaya başlamışlardı. Gariban tek "avrat"la idare ederken, Kûreyş takımı dörtle yetinmemiş, kılıfına uydurup dört "avrat" daha alıp haremi sekize çıkarmışlar; üstelik cariyeler, köleleri hesap dışı bırakmışlardı. İşte bu avantayı bir türlü durduramayan Ali'nin de 661'de öldürülmesinin ardından nihayet Emeviler iktidara ele geçirdiler ve Osman'ın asıl temellerini attığı "Emeği İslâmı" başladı. (Bu konuları sayın Yusuf Küpeli-Sinbad sitesinde gayet ayrıntılı bir biçimde yazmakta.) Aslında Kûreyş'in tasfiye plânı Muhammed'in ölümü ile başlamıştı bile... Zaten ilk terör kurbanları hep kadınlar olmuşlardı. Muhammed daha Mekke'ye girdiğinde gün idam listesi içindekiler arasında köle şarkıcı kadın Sara da vardı. Necir bölgesinde Muhammed öldüğü gün şenlik yapan kadınların Ebubekir el ve ayaklarını kestirtecekti. Kadınların zoru neydi, suçlama tef çalarak Allah'la ve İslâmiyetle alay etmiş olmalarıydı. "Hoşgörü" kitapta kalmıştı! Tabii, bu ulema için sosyoloji diye bir bilim dalı olmayınca neden?niçin?nasıl?ı sormak "zındıklık" oluyordu. Hıristiyanlıkta da engizisyon aynı mantık içinde yürümüştü...


Bin yıldan fazla bir zaman sonra çöl iklimindeki kabile düzeninden bir adım dahi ileri adım atamamış göçebe-çoban egemenler içinde Muhammed bin Abdülvahab adlı şeyh XVIII. yüzyılın ortalarında tamamen öze dönmeyi -yani 620'lerdeki gibi- esas koşan Vahhabi mezhebini kuruyordu. Vahhabi mezhebine Necit'in Detiye Şeyhi Muhammed bin Saûd destek vererek yaygınlaştırdı. Oğlu Abdülaziz Mekke'de halifeler Ebubekir, Ömer ve Ali'nin doğdukları evleri yıktırtarak işi genişlettiyse de bir Şii tarafından öldürüldü. Oğlu Saûd Medine, Mekke (1805-6) ve Şam'ı aldı. Medine'de ashab mezarlarını yıktırdı. Bunun üzerine Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu Ahmet Tosun Paşa Mekke, Medine ve Taif'i (1812-13) vahabbilerden geri aldı. ( O sırada Avrupa'da Anglo-Sakson ittifakı Napoléon'u haklamakla meşguldüler.) Saûd ölünce yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sefer Mehmet Ali Paşa'nın ikinci oğlu İbrahim Paşa Detiye'yi alarak Abdullah ve dört oğlunu tutuklayıp İstanbul'a gönderdi. Bir yıl sonra beşide idam edildi (1819). Böylece Osmanlı ve dolayısıyla Türkler ile çöl barbarının "kan davası" başlamış oldu. Mehmet Ali Paşa'nın kuvvetleri çekilince Abdullah'ın oğullarından Terki, Riyad'da 1820'de ikinci vahhabi devletini ilân etti. 1830'da Aksa ve Bahreyn'i ele geçirdi. 1834'te o da öldürüldü. Yerine geçen oğlu Merşer bin Abdurrahman ise oğlu Faysal tarafından öldürüldü. 1888'den itibaren vahhabi şeyhi ve Mekke emiri Osmanlı yönetimine karşı açıkca Britanya, Fransa ve İtalyanlardan destek aradılar. 1891'de Osmanlılar bir kere daha vahhabileri tepelediler...


Büyük Britanya Hindistan yolunu açmak için daha 1839'da Aden limanını ele geçirmişti. (1854'de Kırım Savaşı ardından 1856'da Paris Anlaşması ile Avrupalı sömürgeci kapitalist ülkeler 1870'de Prusya'nın Fransızları altetmesine kadar anakaralarında barışı sağlamışlardı.) 1857'de Britanya Yemen-Perin'i işgal etti. 1860'da ABD'de petrolün sondaj yolu ile elde edilmesi ile yeni bir stratejik bakış oluşmaya başladı. 1869'da Britanyalılar Suveyş kanalını hizmete açmışlardı. 1870-1900 arası "yeni düzende" tekelci kapitalizmin emperyalist siyaseti de mâli oligarşi tarafından oluşturulmaya başlıyordu. Britanya emperyalizmi 1882'de Mısır'ı tamamen elegeçirecekti. Ardından 1895-97'de Britanya'nın organize ettiği Kuweyt'te işbirlikçi şeyh Mübarek bin Sabbah aracılığıyla işbirlikçi Saûdi Abdurrahman bin Saûd'a destek vererek Arap yarımadasını çembere alıyorlardı. XX. Yüzyıl emperyalizm çağına Afrika'da Boer savaşları, Asya'da Boxer Ayaklanması'nın bastırılması ile girildi. "Yeni düzen" 1912'de Balkan Savaşı ile çatlatıldı, 1914'de I. Evrensel Paylaşım Savaşı'nın başlaması ile çökertildi.


Arap Yarımadasında Arapların aşkından tutuşan bir Britanyalı orientalist vardı. Adı Edward Thomas Lawrence (1888-1932), 1911-1914 yılları arasında Britanya istihbarat servisinin bir elemanı olan arkeolog Prof. D.G.Hogarth ile Kargamış Hitit eserleri kazılarına katılmıştı. 1914'te Sina, Gazza ve Akabe'de Osmanlı sınırlarının haritasını çıkaran bir ekiple çalışmıştı. (Bu bilgi çok önemlidir. Çünkü Britanya daha 1856 Paris Anlaşması öncesinden Osmanlı'nın parçalanması ve kendi payına düşeni hesaplamıştı. Tıpkı bugünkü "ABD-İzrael çok güçlü onların yanında yer almak lazımdır" uyanıklığını gösteren saf kan ahmaklar gibi o günde Sultan'ından -Abdülaziz hariç, o da bu yiğitliğini canı ile ödedi- pan-islâmcı/pan-türkist İttihat Terakki paşalarına kadar Britanya sevdasına tutulmuşlardı. Ama senaryo belliydi, akılsızlığın çaresizliğinden doğan ahmaklıkla "ateşteki kestanelerin tarihsel maşası" Almanya'nın kucağına oturdular.) Lawrence, teğmen rütbesi ile Mısır'a atandı. Haberalmada Osmanlı savaş esirlerini sorgulayarak bir yılını geçirdi. Türk birliklerinin hareketleri hakkında topladığı bilgilere daha öncekileri de ekleyerek Osmanlı Ordusunu tanıtan bir el kitabı yazdı. Ajan yetiştirdi ve yerleştirdi. Bunların arasında Filistin'de "beşinci kol faaliyeti" içindeki zionist Yahudiler de vardı. 1916'da Mekke şerifi Hüseyin Osmanlılara başkaldırmıştı. Vahhabiler bütün Yakın-Doğu'daki mezhep müritleriyle, Filistin-Irak-Suriye cephelerinde Osmanlı Ordusunu arkadan vurmak için Britanya ordusuna hizmeti "altın tepsi"de sundu. Bu "hıyanet", çok sonraları çok sinsi bir emperyal-zionist senaryo ile yoksul Arap halkına maledildi. Oysaki egemen sınıfın temsilcisi, "köle emeği"nin sömürücüsü "şeriat ehl-i müslim"inden aşiret şeyhleri, şıhları, şerifleri, "efendi" değiştirmişlerdi. Lawrence, Hüseyin'in oğlu Faysal ile "çok-yakın-sıkı" bir dostluk kurdu. Böylece "şehvetle" Arap birlikleri kurarak bunları silâhlandırdı. Bu birliklerle Osmanlı Ordusunun geri hatlarında gerilla savaşına başlattı. Temmuz 1917'de Akabe limanının elegeçirilmesine yardımcı oldu. Hicaz demiryollarına sabotaj düzenledi. Gerilla saldırıları, asıl etken Osmanlı Ordusunun yoksulluğu da eklenince General Albeny'nin Kudüs'ü alışını kolaylaştırdı. Şam'ın düşürülmesinde etkisi olduğu da iddia edilmişti. Hedef petrol elegeçirilince, Araplara bağımsızlık isteklerini kimse takmadı. 1919'da albay rütbesinden ordudan ayrıldı. 1921'de Churchill'in arap işleri danışmanı oldu... Mayıs 2006'da İngiliz yazar James Barr, "Lawrence'in anıları ve iddiaları" üzerine yaptığı bir araştırma sonrası Sunday Times'a yaptığı açıklamada, Lawrence'in iddia ettiği gibi hiçbir zaman Deraa'da (20 Kasım 1917) tutuklanmadığını. (Hani şu "işkence görme -ırzına geçilme- vukuatı" iddiası). Çünkü o tarihlere denk düşen yırtık sayfaların öteki sayfalardaki kalem izlerinin okunması sonucu, o tarihlerde Azrak'ta olduğunun anlaşıldığını. "Bu yalanı, düşmanlarını karalamak ve sado-mazoşist dürtülerini tatmin etmek için uydurduğunu" öne sürdü. (Milliyet. 15.05.06.Nevsal Elevli-London)


Barr'ın teşhisi çok doğru, ama sadece sado-mazoşist olan Lawrence değil. Ardılları "Arap" Lawrencelerde aynı saplantıdan müzdarip.


11.02.2008

4 Şubat 2008 Pazartesi

Peki, "Ergenekon" Kimin Suç Örgütüydü - Halid Özkul

Peki, "Ergenekon" Kimin Suç Örgütüydü?

Son günlerin sansasyonel haberlerinden biri Kızılderililerin özellikle de onların en savaşcı ve baş eğmez kabilelerinden biri olan Siu'ların "Türk" kökenli olma iddiaları, spekülasyonlarıydı. Güya günümüzden 800 yıl önce benim büyük atam Cengiz Han'ın şerrinden kaçan mazlum Uygurlar, Bering Boğazını geçerek (kayıkla mı, salla mı geçtiler acaba-kaç kişi?) Kuzey Amerika'ya gelip yerleşmişler ve Kızılderililerin boylarını oluşturmuşlardı (Maşallah ne sex gücü!). Kanıt olarakta Kızılderili-Siuların lisanlarından bazı sentankslar ve folkloreye ait örneklemeler gösterilmekte. Tabii işin komedisi şurada, bu zırvalamaların hiçbir bilimsel tutamağı yok. Üstelik bu zortlatmaların sahibi bir profesör yani sözüm ona biliminsanı...

Gerçek bir biliminsanı olan Prof. Sencer Divitçioğlu "Kök Türkler" kitabında çok güzel açıklıyor. İster Türk, Hint, İskit, İrani, İskandinav, Germen, Angl, Sakson, İrlandalı ya da Moğol ol; iktisadi alt yapı olarak göçebe-çoban barbarlık evresindeki toplumlarda belirleyici olan Kut(kutsallık), Küç(savaşcılık) ve Ülüğ(üretim)dir. Bütün bu toplumların folklore-mitolojisi-kültü tastamam benzerlikler göstermesi bunun için şaşırtıcı değildir. Örneğin Eski-Ahit-Talmut'ta cennet dağlarla çevrilidir. Aynı şekilde çok sonraki yüzyıllarda Orta Asya'daki "Türkik" boylar arasında yayılmış olan Yahudiliğin etkisi ile uydurulmuş olan ve "Homeros" gibi bir farazi bir kişilik olan "Dede Korkut"a maledilmiş "Ergenekon Destanı"ndaki bütün temalar aynı üretim ilişkisi içindeki çeşitli kıtalardaki bütün klânların söyleşilerinde aynen geçer. "Bozkurt" gibi. İskit, Etrüsk, Roma, "Türkik" boyların klânlarında kullanılmasının nedenleri: ilk evcilleştirilen hayvan olması, sürü halinde dolaşması, tıpkı kendi geçmişlerinde yaşanarak toplumsal belleğe yer edinmiş avcı-toplayıcı göçebe anaerkil toplumlarında olduğu gibi dişikurt(asena)un sürüye hükmetmesidir. Bunun için anaerkil klânın kansoyunu temsil eden ilk sembol-totemi olmuştur. Diğer sembollerde gelişi güzel değil, avcı-toplayıcı toplumun savaştığı ya da yerleşik-tarıma geçiş sürecinde olduğu gibi evcilleştirdiği hayvanlardır. "Demir"de ilk kullanılan maden olması açısından, ayrıca avcı-toplayıcı göçerlikte kadınların hakimiyetindeki ateşin ve onun teknik ve zanaatinin elegeçirilmesinin, ataerkilliğe geçişin ilk sembolü olarak kullanılmıştır. Örneğin ataerkil Kürt şoven-milliyetçiliğinin pek sevdiği mitoloji; "demirci kawa"daki kişi yukarıda çok kısa olarak değindiğim, anaerkilliği altetmiş "savaş aletlerinin yapımcısı-savaşcı" ataerkilliğin sembolüdür.

Göçebe barbarlığın yaygın olduğu bir dünyada birbirleri ile ilintili toplumlarda birçok kelimenin benzer olması da bunun için normaldir. Runik yazıyı kullanmaları belirleyici değildir. Üstelik Avro-Germenik runik yazı ile Ötügen runik yazısının harflerin şekilleri ve seslendirilişleri tamamen farklıdır. Üstelikte Kızılderililerin genetik çözümü "Türkik"lerle değil, Moğollarla uyum gösterdiği geçen yıl açıklanmıştır. Ama "Türk" kafatasçılığının daha on-onbeş yıl öncesine kadar İrani Tacikleri ve Moğolları, Hunları "Türk", bütün Türkleri de Müslüman zannettikleri için şaşılacak bir şey yoktur. Bilindiği gibi bugün "Türkik" insan toplumları içinde Müslümanlığın haricinde Hıristiyan, Yahudi, Budist, Şaman ve Animist inançlar sürdürülmektedir.

Böyle tezler 1960'lı yıllarda, NATO-SHAPE-CIA'nın Komünizmle Mücadele Dernekleri ve CKMP-MHP'yi kurdurmasına paralel olarak, militanlarına ideoloji oluşturma amaçı ile "Tunç Derililer" adlı bir kitapta piyasaya sürülmüştü. Ama zaten, 1930'lu yılların başlarından beri Türk-İslâm sentezinin tezi olan "Medeniyetler Orta Asya'dan -yani Türklerden- Dünyaya Yayılmıştır" tezi daha ilköğretimden beri insanlarımızın zaten pek de çalıştırmaya gayret etmedikleri akıllarına nakşedilmekteydi. Şu anda dünyada sadece iki ülkede arkaik-ırkçılığın tezleri genç insanların beyinlerine devlet eğitim sistemi tarafından nakşediliyor: biri İzrael, diğeri Türkiye!.. Ne kadar öğünsek azdır...

Hatta devlet-kurumları katında bu işin uzmanları bile vardır. Prof. Halil "Gobbels" gibi. "Tarih boyunca 16 Türk Devleti" hipotezinin hiçbir bilimselliği olmadığı, yine aklı-başında devlet üniversiteleri tarafından ispatlandığı; buna karşı çıkan "İttihat ve Terakki" kılıç artığı bir takım mikro "Adolf"ların iddialarının ise yine aynı devletin bağımsız yargı organlarınca çürütülerek, üniversitelerimizin bilimsel haklılığının hukuksal boyutta kazanmasına karşın; bu bilim-dışı ve bir emekli astsubayın emeklilik şifozresini olarak nüksetmiş arkaik-ırkçı palavranın sembolleri olan "uydurma-palavra" bayraklar devlet katı yüksek bürokratlarının (TSK dahil) makam odalarında yer aldığı gibi, hâlâ TC Cumhurbaşkanlığı forsu bu "Nazi-türko" sembolü içermektedir...

İtalya'nın ünlü bilim insanı ve genetik uzmanı Luigi Luca Cavalli Sforza, Mart 1992'de "ırkın bulunmadığını, dünyadaki insanların bilimsel olmayan yöntemlerle kategorilere ayrıldığını" açıklıyordu. Son bilimsel teoriye göre modern insanın atası sayılan Homo Sapiens Afrika'da 160-200 bin yılları arasında gelişiyor. Sapiens Sapiens 100 bin yıl önce Afrika'dan yola çıkıyor. 50 bin yıl önce Asya'ya yayılıyor. 35 bin yıl önce Avrupa ve Pasifik'e ve 15 bin yıl önce Kuzey Amerika'ya geçiyor. Günümüzdeki "ırkçılık" için Sforza diyor ki: "Göçmenlerin kitle halinde gelmesi, ırkçılıktan çok bir yabancı düşmanlığını ortaya çıkardı. Irkçılığın amacı, sömürülen insanı kurban durumuna getirmesi, her bozuk giden olaydan onu sorumlu tutmasıdır..." (2002'de Denizli'de bir mermer ocağında 500 bin yıllık bir Homo Erectus fosilinin bulunduğunu hatırlatayım.)

Çağcıl bilim artık dallarında mono ya da dialek çalışmıyor, polyalektik bir yapı sergiliyor. Jeoloji, Paleontoloji, Antropoloji, Genetik-Biyoloji ve Arkeoloji insanın geçmişini birarada arıyorlar. Böylece praxis içinde eriştikleri yeni materyalist-polyalektik yöntem şifreleri bir bir çözüyor, geçmişte mono bilim dallarının bütün kategorik teorilerini çöpe atıyor. Kendine yabancılaştırılmış insanın tekrar "kutsal" doğa anasını ve "yüce" kendisini tanımaya, kendisinin bilincine varmasına doğru, yani bilimsel izafi doğruya bir adım daha yaklaşıyoruz...

1995 yılında İtalya-Torino Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde insan genetiği dalında Prof. Alberto Piazza ile yardımcı araştırmacılar Luca Cavalli-Sforza ve Paolo Menozzi tarafından yazılan "İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası" adlı genetik atlas türündeki kitap yukarıda açıkladığım yeni bir bilim dalı olan "genetik-arkeoloji"nin ilk yapıtıydı. (Ben bu kitabı 1997 kışında İtalyan'dan getirtip, tercüme edilip basılması için -çünkü Anadolu'ya ait ilginç bulgular vardı- aynı yılın bahar ayında TÜBİTAK'a gönderdim. On yıl tercüme edilmedi. Merak ettim, çünkü bir de cebimizden masraf etmiştik, 1987'de yazılı olarak sordum: "böyle bir kitap yoktur" dendi. Hâlâ tercüme edilmeyi bekliyor mu? Tabii birileri kitabı kaybetmediyse... Koca TÜBİTAK'ta İtalyancadan tercüme yapacak adam yoktu veya bulamadılar(!) bilimsel ciddiyete bakın, sözüm ona bunlarda laikler!) Kitap bilimsel olarak, Avrupa insan topluluklarının 10 bin ile 6 bin yıl önce Yakın Doğu'dan (Anadolu üzerinden) geldiğini genetik-antropo-arkeolojiye dayanarak ispatlıyor.

1999 yılında Güney Carolina Nevada'da arkeolojik ve antropolojik araştırmalar sonucu bir mağarada bulunan 9400 yıllık insan iskeletinin ve 12 bin yıllık taş yontma aletin bulunuşu Amerikan yerlilerinin Orta Asya'dan Bering Boğazı'nı geçerek geldikleri tezlerini çürütüyordu. Ayrıca aksi olarak Brezilya'nın Amazon bölgesinde bulunan 11500 yıllık insan iskeletinin Güney Asyalı ya da Avustralyalı bir "ırk"tan geldiğini gösteriyordu. Zaten Christophos Colombus'un "Amerika'yı keşfetti" Malta Şövalyeleri palavrası da 2002'de tamamen çürütüldü. (Bizim ilköğretim ders kitapları haricinde.)

2000 yılı baharında Rusya Bilimler Akademisi'nden Nikolai Bader'in kaleme aldığı 272 sayfalık kitap ve Britanya-Glascow Üniversitesi'nden William Goodwin'in Güney Rusya'da Sungir'de bulunan 29 bin yıllık mezardaki neanderthal çocuğun kaburgalarından alınan bir parçanın DNA analizleri sonucu modern insanla, neanderthal arasında bir ilgi olmadığı ortaya çıkıyordu. (İlginç olanı geçtiğimiz yıla kadar kendilerini "Türkik" kabul eden ya da -petrol ve doğalgaz satma- pragmatik nedenlerden "öyle görünen" Kazakların bunun yanlış olduğunu kendilerinin Moğollardan geldiklerini ileri sürmesiydi. Acaba "Yecüc-Mecüc" dedikleri neanderthaller miydi?)

Buradan Uygurlara dönersek Orta Asya Turan'ın da Kök Türkler'in haricinde kimse kendini "Türk-Türük" olarak belirtmemiştir. Bunun için SSCB'nin dağıldığının ilân edildiği ilk gün, Özbekistan'da Özbeklerin sürgündeki Kırım-Tatarları ve genelde de Çeçenlere karşı katliama başlamaları ve bunun ancak Kızıl Ordu tarafından durdurulabildiği nedense bizim "kafatasçı"lar nezdinde hiç irdelenmemiştir. "Orta Asya Türkleri Birliği" burjuva idealist(ülkücü)lerin "ırkçı-faşist" fantezisidir. Çünkü hani o meşhur "16 Türk Devleti"nin içinde kurulmuş olan gerçek devletlerin hiçbirini de bir başkaları değil, yine bizim kafatasçıların "Türk" kabul ettikleri devletler tarafından üstelik ya Çinliler, Ruslar ya da İranlılarla işbirliği yapılarak yıkılmıştır. Akil insanı böyle bir "tarih"ten utanç duyar. Köpek bile ortalıkta fazla pislik gördü mü kuyruğunu apuş arasına alıp oradan uzaklaşıyor...

"Ulus-Millet", en basit anlatımı ile kapitalizmin şafağında "Pazar" determinizminin zorunluluğunda doğmuş bir nesnel-gerçekliktir. Şu veya bunun isteği ya da iradi önderliği ile değil. Ancak, tüm burjuva cumhuriyetler gibi "Türkiye Cumhuriyeti" de, burjuva parlamenter Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından doğan iradi "Türk"lüğü ifade eden bir ideolojik devlet yapısıdır. Bu "irade"nin bir ideoloji olarak, tamamen "ırkçı" bir tarzda lisanlaştırılıp-uygulanmasından doğan "faşist" yaptırımlarının da eleştirilmesi de o ülkenin yurttaşlarının en doğal burjuva "demokratik" hakkıdır. Bu burjuva demokratik hakkın yeniden yaşama geçirilmesi açınımını da o yurttaşların sadece ve sadece sınıfsal konumları ve hedefleri belirler. Kapitalizm sürecinde "sınıfsız toplum" diye bir "palavra" yoktur. Bu bizim duçe("Millî Şef")nin asparagasıydı...

Şimdi asıl konuya, bizim savaşcı Siuların büyük reisi "Yürüyen-anıt"ın tarzı ile girmek istiyorum. Peki, bu "burjuva demokratik" hakların bizzat yine burjuva devlet tarafından kısıntıya uğratılması mümkün müdür? Evet, mümkündür. Bu nasıl olur? Ya Almanya'da ya da İtalya da olduğu gibi seçimle iktidarı ele geçirmiş bir büyük sermaye burjuva partisi, faşist veya nazi(milliyetçi-sosyalist) "yeni" düzenine geçerek, bir "führer-başbuğ" ve "duçe-şef" aracılığıyla olur. Ya da askeri darbe ile olur. Pekiii, o nasıl olur? 'Necip basın' mensubu sorusu: "Burada işe "mavi ceketliler" background olarak katılır mı acaba?" Evet, katılır...

O işi de en iyi bilen Büyük Reis "Yürüyen-anıt"tır! Kendisi mümtaz savaşcı Siuların içinden seçilerek, "duçe"nin rüyalarının nüksettirildiği ülkedeki "mavi ceketliler"in "NATO-ROMA-Savunma Koleji"nde eğitim görmüştür. Bu Kolej daha önce Paris'te kurulu iken, 1953 Gladio-P2'nin kurucusu, "duçe"nin ülkesinin ve onun "eski tüfek"lerinden aristokrat E. Sogno, psikolojik savaş eğitimi görmüştür. Sonra neler olduğunu artık bütün dünya öğrendi. "Gladio" ve "P-2" suç örgütü olarak damgalandı. Suçlu bulunan subaylar ordudan atıldı. Bazıları tutuklandı. İstihbarat -askeri ve sivil- örgütleri lavedildi. Bir burjuva önder olarak saygı duyduğum General de Gaulle "mavi ceketliler"i kovarak ülkesini Avrupa'nın yegane "demokratik burjuva" cumhuriyeti olarak ilân etmesi ile bu işlev Roma'daki Savunma Koleji tarafından üstlenilmişti. Ne üstlenildi? "Psikolojik Savaş". Büyük Reis'in katıldığım terimi ile "Karanlık Savaş". Zaten bu terimi en iyi Büyük Reis bilir, çünkü Avrupa'da kanla sulanan "Karanlık Savaş"ın sonuçları alınırken kendisi NATO'nun ilgili "istihbarat" dairesinin başında bulunuyordu!

Peki bu "karanlık savaşı" kim öğütledi? "Mavi Ceketliler". Peki kim kurdu? "Mavi Ceketliler"in eğittiği istihbarat örgütleri. Bu örgütün de başında kimler vardı. Siu Savaşçıları. Peki, uygulayanları kim eğitti: Siu savaşçıları. Peki bu gelişimin sonucu ülkede kaos ve terör tırmandırıldı mı? Evet, hem de nasıl kanlı! Peki sonuçta ne oldu? "Askeri Darbe". Yönetime kim el koydu? Siular yönetime el koydu. O zaman ülkede bir anayasa var mıydı? Evet. O halde suç mudur? Burjuva hukukuna göre "suç"tur. Çünkü onbinlerce insan bu "suç"a istinaden yargılanmış, hapse atılmış ve idam edilmiştir. Suç işleyen kurum "suç örgütü" olur mu? Burjuva Hukuka göre evet. "Ama efendim, o zamanın Büyük Reisleri Anayasa'ya dayanarak yönetime 'el koydu'lar." Peki o zaman "dünyanın en iyi, iki anayasasından biri olan bir anayasa"yı neden tez elden değiştirdiler? Üstelik dünyada görülmemiş bir "ucubelik" ile suçluluğun bir ifadesi olarak, "Büyük Reisler" neden anayasaya kendileri için "ömürboyu dokunulmazlık" maddesi koydular. Peki, Ayrıca laikliğe son verecek atılımı fişekleyen "din eğitimi zorunluluğu"nu getirdiler mi? Evet. Peki 28 yıl geçti. Latin Amerika'da "mavi ceketliler"in organizasyonları olan bu "karanlık savaş"lar sonucu katledilen o ülkelerin işbirlikçi Komançileri, Novayoları, Çerokalarının suçlu büyüklü-küçüklü reisleri tutuklandı mı? Eee...vet. Yeni Büyük Reisler halklarından geçmiş için "özür diledi" mi? Suçlarını ve o zaman "suç örgütleri" haline getirildiklerini "itiraf" ettiler mi? Evet. Peki bizim Büyük Reis, siz geçmiş hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizi bir kurum olarak, maddi ve manevi açıdan bağlar mı? Duyamadım? Alooo...ses gelmiyor... Bence bağlar

Şimdi (hani geçmişte ellerinize özel "Field Manual-FM" [Sahra Talimnameleri-ST] verip, ülkenizin işçi-emekçi çocuklarını tuzak-tezgâhlara düşürüp boğazlamanız-işkencelerden geçirmeniz için sizi eğiten) "mavi ceketliler"in bölgemizde yeni planları var! Bu planların gereği, artık -"komünizm tehlikesi" palavrası senaryosu sahneden indirildi- işlerine yaramadığınız sizin tasfiye edilmeniz lazım. Pentagon'un think-tank akilleri öyle diyor. (Maalesef böyle, oyunun kuralı bu. Kuralı onlar koyuyor. Yine onlar uyguluyor. Langley'de "kanat çırpıyor"lar Yakın Doğu'da -Irak-Lübnan-Türkiye- "fırtına" çıkıyor) Bunu bildiğiniz fakat açıklayamadığınız -yukarıda saymış olduğum nedenlerden- için itibarınızın kırılması zorunlu. Yoksa "mavi ceketliler" istedikleri gibi at oynatamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Onun için ABD ve İzrael sizin yüzünüze gülerken, sırtınızı sıvazlayıp, "ay çok korktum!" derken, "pis pis sırıtarak" arkadan etnik terörü örgütlüyor. (Dinci teröre nasıl hazırlanıyorlar gelecek yazımızın konusu.) Koz olarak kullanıp bir yandan da silâh satarak (aslında ötekileri de mafioso işlere salıp, hem sizin iç istikrarınızı bozuyorlar hem de toplanan rantla onları da silâhlandırıyorlar. İzraelliler buna "bir taşla iki kuş vurmak" diyor") ekonominizi daha da dar boğaza sokuyorlar. Ardından ülkede daha önceden bordrolanmış ajan-provokatörleri ve konspiratör işbirlikçileri "dişi" medya (ki siyasi olarak da günün gereği onlar tercih ediliyor) sizi çileden çıkarmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bizim "necip basına" ipucu vermek için "kaos teorisi"nden bahsediyorsunuz, ama Büyük Reis şanssızsınız, çünkü "mavi ceketliler" işi yıllar önce -12 Eylûl'den çok önce- planladıkları için "necip medya"mızda kitap okuyan gazeteci bırakmadılar! Geriye IQ'ları sorunlu medya derebeylerinin, sadece yemek-yürümek-sıçmak arasındaki "serf"leri kaldı...Galiba adlarına "muhabir" diyorlar, arapçada hem haberalan hem de bunun için savaş yapan anlamında...

Şimdi, uyanık "mavi ceketliler" bütün dökümanlar ellerinde olduğu için size bir kahpelik hazırladı. Kahpelik "mavi ceketliler"in en büyük özelliği. Hukuken şuç örgütü (ki geçmişte sizler örgütlediniz) olan "Ergenekon"da kullandığı kılıç artığı "ahmaklar sürüsü"nü piyasaya çıkardı. Bilgileri 'taraf'lı halde apartta bekleyen kuçu-kuçu "dişi bond-medya"ya sızdırdı. Ama "Mavi Ceketliler" asla daha yukarlara çıkmıyor. Hedeftekiler piyonlar... Bunlarla oyalanmanız yeterli! Çünkü asıl beyinler "mason locaları"na kayıtlı, "capo di capo" asıl "godfather-brethren" 33° "Büyük Müfettiş", hem Malta Şövalyesi, hem GülHaç, hem "Roma Club", hem "Légion d'Honeur", hem de "Devlet Nişanı" sahibi "Zambak" gibi kutsal "bilken" adam, anadan doğma türkik-Yahudiliğin* dokunulmazlığı var başının üstünde, "hale"li! Hem siyasi hem de fizyolojik olarak Top... ("Sabbetaycı" değil, bu dezenformasyondur; İzrael ve Türkiye'deki "türkik- eşkanazi" işbirlikçileri tarafından kotarılmış bir hedef saptırma operasyonudur...) Ne de olsa "Mavi Ceketliler"in ülkesini bu asil ideolojik emperyal-zion güç kurdu. Her yerde, her zaman sizi izleyen "ulu göz" J.B.O "George Washington", global hegemon. Sizin bilginiz ve gücünüz oraya yetmez Büyük Reis! -Tabii aynı "şirket"e ortak değilseniz!

"Mavi Ceketliler" bu işleri becerirken "necip iktidar"lardan, "necip basın"ına kadar "necip millet"imizi nasıl kullanacağını çok iyi biliyor. Çünkü 1946'da onları siz davet ettiniz. Onların tezgâhı ile dört darbe yaptınız. Bu ülkenin devrimci, demokrat ve yurtseverlerini "vatan, millet, sakarya" palavraları ile "mavi ceketliler"in arzuları hedefinde katlettiniz! Ama biz "kan davası" gütmüyoruz, çünkü başka "Türkiye yok!", biz işin ciddiyetinin farkındayız, ama siz farkında mısınız şüpheliyiz! Daima emek ve haklılardan yana olan onurlu ve başları dik devrimciler olarak "özür sunumu" bekliyoruz, "barış çubuğu"nu tüttürmek sizin elinizde! Ne acı ki, varlığını "Arap" Lawrence özelleştirmiş, "necip iktidar" şunu kavrayamadı ki, "mavi ceketliler"in dostu yoktur. Onları gelecek kanlı darbenin "kurban"ları olarak çoktan seçti. Ama onlar kendi elleri ile durmadan ateşe odun değil, "petrol" atıyorlar...

"Ergenekon" sorununun ABD-İzrael (CIA-MI6-BND-DGSE-MOSSAD) global devlet terörü ve ajan-provokatörler ayağının bütün ayrıntılarını belgesel nitelikte yeni yazdığım iki kitabımda sırası ile açıkladım ama telif basacak yayınevi bulamıyoruz, bulduğumuzunda "parası" yok veya önce "evet" diyor sonra kıvırtıyor! Herhalde basmak için sadece para değil, "yürek"te gerekiyor! Ülke ne hale geldi. Buna 'kader' ya da 'raslantı' diyenler hem "ahmak"tır hem de emek düşmanı "hain"...