31 Ekim 2008 Cuma

Paradigmalar - Murat Naroğlu

Paradigmalar

“Postkapitalist” paradigmaların teknolojik gelişmelere dayandığını belirterek yazıya başlamak doğru olacaktır, çünkü dile getirilen görüşlerin esasını bu süreç oluşturmaktadır.. Burjuvazi, 1980li yılların ortalarında başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla yükselen açık sınıf saldırısında pek çok farklı siyasi görüşü dillendirdi, dillendiriyor. Ancak bu görüşlerin temelinde teknolojiye aşırı bir vurgu yapıldığı gözlerden kaçmamalı. Oysa teknoloji, her ne kadar geniş kapsamlı etkilerde bulunmuş olsa da, son tahlilde kapitalist tekellerin daha fazla kâr amaçları için kullanılmaktadır. Bugünkü bilgisayar teknolojisi, geçmişte buharlı makine ve elektriğin aldığı yolu çok daha hızlı bir şekilde alıyor, emek örgütlenmeleri sürecini daha derinden dönüştürüyorsa da, artı-değer oranını arttırmak hâlâ kapitalizmin temel yasasıdır ve teknolojik gelişmeler de bu amaç doğrultusunda, burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak desteklenmektedir. Bilgisayarlaşmayla beraber üretim araçlarının gelişimi sağlanmış, üretkenlik arttırılmıştır ancak; işçi sınıfının denetiminde, bürokrasinin sönümlenmesi, çalışma saatlerinin azaltılması, otomasyonun yaygınlaştırılarak sanat, spor, felsefe, bilim, vb. faaliyetlere ayrılacak şekilde zamanın yeniden düzenlenmesi, işsizliğin yok edilmesi sağlanabilecekken gelişmeler bunların tersi yönde olmaktadır. Bu ayrım, teknolojinin bağımsız olmayıp egemen sınıf politikalarına göre şekillendiğinin göstergesidir. “Postkapitalist” paradigmaların aksine, çalışma saatleri azalmamış, işsizlik ve eğitimsizlik artmış, teknolojik gelişmelere paralel olarak sağlık, ulaşım, enerji, tarım vb. alanlardaki sorunlar çözülememiştir. Ücretli kölelik ve sömürü biçimleri dönüşmüş, fakat bunlar yokolmayıp özde bir değişim geçirmediği gibi ne işçi sınıfı çözülmüş ne de onun kapitalizmi yıkıcı-sosyalizmi kurucu gücü elinden almıştır. Nesnel gerçekler tam da bunları doğrulayacak şekildedir.


Sonsöz ve özet anlamında dile getirilebilecek kimi düşüncelere değindikten sonra şimdi İlker Belek'in kitabına paralel olarak, postkapitalist paradigmalara daha yakından bakalım.


Kitabının giriş bölümünde Drucker ve Toffler'ın görüşlerini ele alan Belek, tartışma konusu olan fikirleri bu iki yazar üzerinden inceliyor, ilerleyen bölümlerde ise incelemeler daha detaylı bir hâl alıyor. Drucker'a göre “toplumcu ve sosyal mücadele” yoluyla elde edilecek kurtuluşlar son bulmuştur ve mevcut toplum ne kapitalist ne de sosyalisttir. 'Bilgi'yi, sistemi açıklayıcı kavram olarak kullanan Drucker, sanayi dönemi üretim araçlarının tersine, bilginin herkes tarafından ulaşılabilir olduğunu savunuyor. Bununla beraber, bilgi sahiplerinin gücünün artmasıyla, bir “yönetim devrimi” yaşandığını iddia ediyor. Toffler da, “Üçüncü Dalga” eserinde, tarihi “Birinci, ikinci ve üçüncü dalgalar” şeklinde ayırarak, Drucker'la benzer görüşlere ulaşıyor. Bu iki yazarın düşüncelerinin aktarımının ardından Belek, “postkapitalist” tezleri, ortak özelliklerini dikkate alarak özetliyor. (s. 30)


Bilgisayarlaşma ve teknoloji

Bilgisayarlaşma ve artan bir hızla bilgisayarların üretim sürecine girmesi, kimi çevrelerde teknolojiye gereğinden fazla önem verilmesine, teknolojiyi belirleyici bir durak olarak ele alıp, onun bağımsız bir yapısının olduğunun dile getirilmesine yol açmıştır. Bu görüşleri “teknolojik determinizm” olarak adlandırabiliriz. Bilgisayarların kullanımının yaygınlaşması ve işçilerin de buna uygun olarak bilgisayar ve bilgisayarlı sistemleri kullanma, onları denetleme, vb. şeyleri öğreniyor olmaları, işçi sınıfının niteliğinin arttığı, “bilgi işçisi”nin oluştuğu, bu haliyle de işçilerin sınıf olmaktan çıktıkları şeklinde kimi düşüncelere de zemin hazırladı. Gündelik hayatı yüksek ivme oranıyla etkileyen bilgisayarlaşmayı incelerken, bu süreçte bilgisayarların üretime nasıl yerleştirildiğini, emek örgütlenmelerinin yeniden nasıl düzenlendiğini de ele almak gerekiyor.


Öğrendiğimiz kadarıyla Marks, yaşadığı ana kadarki emek örgütlenmelerini (emek ve emek aracı düzenlemeleri) “basit elbirliği”, “işbölümü ve manifaktür” ve “fabrikasyon” olarak incelemiş. Çok sayıda işçinin aynı ortamda biraraya gelerek bir kapitalist için üretim faaliyetinde bulunmaları, gelişen işbölümü ve uzmanlaşma, son olarak ise buhar makinesiyle beraber fabrikalarda görüşen makineleşme. Bu değişiklikler Taylorizm ve Fordizm ve şimdilerde de Post Fordizm olarak nitelendirilen kimi emek örgütlenmelerini ortaya çıkarmıştır. Şimdi bu kavramlara bakalım.


Taylorizm

Bu anlayışın geliştiricisi Frederich Winslow Taylor'dur. Düzenleme Okulu yazarlarından Aglietta, Taylorizm'in 19. yy sonunda gelişen bir emek örgütlenmesi, emek kontrol gücü biçimi olduğunu dile getirmektedir. Taylor, Luddistler öncülüğünde işçilerin makinelere saldırıp onları parçalaması şeklinde tezahür eden ve Marks'ın da özellikle üzerinde durduğu işe ve ürettiğine yabancılaşma durumunu aşmak için birtakım çalışmalar yapmıştır. Kitaptan özetleyecek olursak Taylorizm'in üç ilkesi vardır:

1- “Emek sürecinin becerisizleştirilmesi, basitleştirilmesi: Bu anlamda bütün üretim sürecinin parçalanması.”

2- “Emek sürecinin dehümanize edilmesi: Beyin çalışmasının üretimden alınarak, plânlama düzeyinde merkezileştirilmesi. Kol ve kafa emeklerinin tamamen ayrılması.”

3- “İşçinin yaptığı işin her aşamasının yönetimce plânlanması ve bu plânın işçiye direktifler biçiminde iletilmesi.” (s. 57)


Bu modelle beraber işçilerin çalışmaları, ne kadar sürede ne kadar ürün ortaya koyması gerektiği gibi, işçiyi makine durumuna getiren uygulamalar devreye sokulmuş; makineler de bu süreci kontrol etmenin bir aracı haline getirilmiştir. Sovyetler Birliği içinde de Taylorizm'in uygulanıp uygulanmaması, uygulansa bile ne tür değişiklikler yapılması gerektiği üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği'nin bu modele duyduğu ihtiyaç ve koşulların değerlendirilmesi bu yazının konusu dahilinde olmadığından şimdilik değinmekle yetiniyorum.


“Emek örgütlenmesinde ikinci bilimsel aşama: Fordizm”

Bir kez daha Düzenleme Okulu yazarlarına dönecek olursak, emek düzenlemelerini yansıtan dar kalıp dışında onlar Fordizm'i, kapitalizmin 2. Paylaşım Savaşı sonrasındaki sosyal, kültürel, siyasal, vb. alanlardaki genel yapılanması olarak ele almaktadırlar. Ancak Belek eserinde, bu modelin dar anlamıyla, emek örgütlenmelerindeki etkisiyle ilgileneceğini belirtmiş. Ben de bu doğrultuda devam etmek durumundayım.

Taylorist modelin hakim olduğu dönemlerde fabrika içinde bulunan makinelerin aralarındaki iletişimin sağlanması, hammadde taşınması ve bir makinede işlenen hammaddenin bir diğer makineye götürülmesi “zaman kaybı” ve “verim düşüklüğü”ne sebep olmuştur. “Fordizm, kendisinden önceki dönemde Taylorizm'in geliştirdiği ilkeleri, kendiliğinden akan ve üzerinde üretimin gerçekleştirildiği bir bant sisteminde, zaman kayıplarını minimize edecek şekilde yeniden düzenlemiştir. Böylece işçilerin aralarında koşuşturmak zorunda kaldıkları makineler, hareketli bir bant sistemi ile birleştirilmiştir.” (s. 60) Aglietta'ya göre bu uygulama, iş yoğunluğunu ve kafa-kol ayrımını arttırmıştır.

Bu modeli ilk uygulayan Henry Ford olmuştur. Otomobil endüstrisinin devi Ford, işçilerin motivasyonlarını arttırmak amacıyla “ücretlerini iki katına çıkarmış ve onlara, bant sisteminin sonucunda fiyatları yarı yarıya düşen kendi ürettikleri otomobillerden taksitle satın alma olanağı yaratmıştır.” (s. 61) Makinelerin art arda dizilmesi ve bant sistemiyle birleştirilmesi neticesinde Ford, bir otomobil üretimi için gerekli süreyi ve maliyeti oldukça düşürmüştür. Bu noktada şunu vurgulamak gerekir; bilim ve teknolojiyi daha fazla kâr, daha fazla artı-değer sömürüsü için kullanan ve günümüzde de üniversite-sanayi işbirliği adı altında bunu gerçekleştiren kapitalist dünyada ne çalışma saatleri azalmış, ne de refah seviyesi artmıştır.

Belek'e göre Fordizm ve Taylorizm arasındaki esas fark, “kolektif emek”in yaratılması üzerinedir. “Taylorizm amaçları basitleştirip niteliksizleştirse de, amacı bireysel işçiye bırakmıştır. Fordizm ise bireysel işçiyi makine ile birleştirerek, Marks'ın Kapital'de işbölümü bağlamı içinde sözünü ettiği “kolektif emek”i en tam biçimde geliştirmiştir. (s. 62)


“Emek ve teknolojinin örgütlenmesinde son aşama: 'Esneklik' ”

İşin parçanlanması sürecinin, her geçen gün daha da özelleşmiş makinelere duyulan ihtiyacı arttırması ve bu anlamda teknolojideki sınırlılık; kullanılan makine sayısının artmasıyla bantlar arasında yaşanan beklemeler, standardizasyonun işin her derecesi için aynı olmaması ve doğan zaman kaybı; kontrol ve koordinasyon maliyetlerinin artması; işçilerde “iş doyumsuzluğu”nun oluşup emeğin parçanlanması ile emek örgütlenmeleri alanında sıkıntılar başgöstermiştir. Bu sorunlara çözüm olarak yapılan düzenlemeler, “esnek üretim” olarak adlandırılmakta. “Üretimdeki “esnekliği” tanımlamak için “Esnek İmâlat Sistemi (EİS) (Flexible Manufacturing System)” terimi, ilk kez 1960larda Londra'da David Williamson isimli bir mühendis tarafından kullanılmıştır. Bu kavram o zaman “Sistem 24” olarak adlandırılmıştır. Nedeni, 16 saati insansız gece şifti olmak üzere, üretimin bilgisayar denetiminde 24 saat sürdürülmesiydi.” (s. 68) Görüldüğü gibi bilgisayarlar ve yazılımlarla oluşan otomosyon, esneklik açısından kapitalizmin vazgeçilmezleri olmakta. (EİS'nin temel amaçları için bakınız s. 70)


“Tam zamanında üretim”

Kapitalizm, tarihi boyunca çeşitli evrelerde aşırı üretim krizine girmiştir. Yeni pazar alanlarının yaratılması, toplumdaki refah seviyesiyle eşzamanlı olarak tüketimin artması kapitalistlerde iyimserlik havası oluşturmaktadır. Ancak, ihtiyaca göre değil pazara göre üretim yapan(s. 71) ve bir süre sonra da varolan pazarların dolması, stoklardaki artış ve kitlelerin tüketiminin azalmasına paralel olarak ürettiğini tükettiremeyen kapitalizm, kimi zaman savaşlara dönüşen bir kriz batağına saplanır. Bu sebeple stokların kontrolü, büyük üretimin yer yer sınırlandırılması, “stok döngüsünün geliştirilmesi” EİS için önemli bir görevdir. İşte EİS'nin bu andaki en önemli unsurlarından birisi TZÜ'dür. TZÜ, “stoksuz, sipariş üzerine ve o anda yapılan üretim anlamına gelmektedir... 1940'lı yıllarda Toyota'nın başkanlığını yapmış olan Taichi Ohno tarafından ortaya atılmış ve 1970lerin bunalım yıllarından başlayarak da geniş uygulama alanı bulmuştur. “Stok azaltılması “TZÜ”nün yararlarından birisidir, ancak en önemli yararı değildir. “TZÜ”, kalite defektlerinin %60, üretim zamanının %90, sermaye harcamalarının %30 oranında azaltılmasını sağlamaktadır.”

“Tam zamanlı üretim” modelinde ani talep artışları başgösterdiğinde işçilere fazla mesai yaptırılmakta, piyasanın durgunlaştığı dönemlerdeyse işçiler işten çıkarılmaktadır. Kimi zaman da işçiler farklı alanlara yönlendirilmekte, ihtiyacın olduğu diğer hatlara aktarılmaktadır. Mantık hep aynıdır: daha az masraf, daha fazla kâr. “Toyota bugün için “esnek imâlat”ın ve “internal esneklik”1in en bilinen örneği durumundadır. Bilgisayar teknolojisi, bu teknolojinin yeniden dizaynı ve emekgücünün çok işlevlileştirilmesi (“esnekleştirilmesi”) Toyota'nın temel stratejileridir.” (s. 74)


Emek gücünün niteliği

Emek gücünün niteliğinde değişiklikler olduğu fikri, sıklıkla dile getirilmektedir. Buna göre, geçmişte yüksek ücret alan kesim vasıfsız kol işçileriyken; bugün, eğitim ve teknoloji neticesinde vasıflı kafa işçileri olmuştur. Bu kategori, “bilgi işleri” olarak adlandırılmata, mevcut toplumun “bilgi toplumu” olduğu iddia edilmektedir. “Toffler ise, elle imâlatın (manifaktür) yerini “zihinle imâlat (mentifaktür)”ın aldığını belirtmektedir.... yeni emek gücünün oluşturduğu toplumsal grubu “cogniterya” olarak tanımlamaktadır.” (s. 79-80) “Postkapitalist” tezlerin ortak görüşüne göre, eğitim ve bilgisayar teknolojisi, emekgücünün niteliğini arttırmış, sanayi toplumuna ait olan kapitalist-sosyalist toplum biçimleri yerini “sanayi ötesi bilgi toplumu”na bırakmıştır. Bu sebeple, proletarya eski işlevini yerine getiremeyecektir; teknokratların ve yöneticilerin gücü artmış, sınıf mücadeleleri sanayi dönemine ait olup geçmişte kalmıştır.

Bu tezlerin sahipleri, yeni emek gücünü açıklarken, Atkinson aracılığıyla belirlenen dört başlıktan yararlanırlar: “işlevsel (functional) esneklik”, “sayısal (numerical) esneklik”, “çalışma zamanı (working time) esnekliği” ve “ücret (pay) esnekliği”.

“İşlevsel esneklik” ile, işçinin bulunduğu ortamdaki farklı işleri yapabilecek duruma gelmesi amaçlanır. Bunun için bilgisayarların üretim sürecindeki rollerinin arttırılmasına çalışılır, işçi ise bu sürecin kontrolörü olarak görev yapmaktadır. “Örneğin Volvo otomobil fabrikasında, eskiden var olan beş iş kategorisi tek bir kategoride bilrleştirilmiştir ve bugün, bütün işçilerin bu sonuncu işin uzmanı olması beklentisi hakimdir.” (s. 82)

“Sayısal esneklik”, işçi alım ve çıkarımının kolaylaştırılması demektir. Bu sürecin önündeki en büyük engeller ise yasalar, sendikal hareket ve sınıf mücadelesidir. Avrupa'da sık sık rastladığımız protesto eylemlerinin sebepleri arasında, işten çıkarmaları kolaylaştıracak yasaların düzenlenmesi de bulunmaktadır. Özellikle neoliberal uygulamaların devreye sokulduğu 1980li yıllarla başlayan süreçte, sendikal hareketlerin törpülendiği, iş güvencesinin sarsıldığı ve yokedildiği göze çarpmaktadır.

“Çalışma zamanı esnekliği”, “sayısal esneklik”in uygulamalarıyla çakışmaktadır. Özellikle “TZÜ” üretim modelinin hakim kılındığı yerlerde, işçi sayısındaki değişikliklere paralel olarak, çalışma saatlerinde oynamalar yapılmakta, fazla mesai ve teknolojinin gelişimiyle eve iş götürülmesi istenmektedir. “Tam zamanlı çalışma” yerine, “yarı süreli çalışma” değişen ivmelerle artış göstermektedir.

“Ücret esnekliği” politikasıyla amaçlanan bireysel ve kurumsal performansa göre ödeme yapmaktır. Bu yöntem de diğerleri gibi işçiler arasındaki birliği önleyip rekabeti körüklemekte, sınıf bilincinin oluşumunu zedeleyerek sendikal ve sosyalist harekete ciddi zararlar vermektedir.

Bu “esneklik” tanımlarından yola çıkarak iş güvencesinin “esneklik”ten nasıl etkilendiğine de kısaca değinmek gerek. İş güvencesi, üç düzeyde tanımlanmış: “İstihdam güvencesi: Bir işçinin çalıştığı firmadaki iş güvencesidir. Mesleki güvence: Bir işçinin belli bir firmada belli bir amacı gerçekleştirmedeki sabitlik derecesidir. Emek piyasası güvencesi: Farklı işlerde de olsa bir işçinin emek piyasasında kalma becerisidir. “İşlevsel esneklik”in özellikle mesleki güvence; “sayısal esnekliğin” ise özellikle istihdam ve emek piyasası güvencesi üzerinde olumsuz etkilerde bulundukları bilinmektedir.” (s. 192, vurgular bana ait, M. N.)

Emek gücünün sektörel dağıılımı

Genel kanıya göre çoğu sektörün payında daralma yaşanırken, hizmet sektörü, hizmet sektörü içinde de yönetime dayalı meslekler artış göstermektedir. Sektörlerin dağılımına ilişkin ortak bir payda bulunmayıp, araştırmacılar arasında farklılıklar göze çarpsa da, “yönetici, araştırıcı, bankacı, reklamcı” gibi meslek gruplarının sayısında artış yaşandığı, üzerinde hemfikir olunulan bir görüştür. Devamında da artışın aslolarak bilgi gerektiren işlerde olduğu, nitelikli “bilgi işçileri”nin oluştuğu belirtilmektedir. Dikkat edilirse “postkapitalist” tezler, dönüp dolaşıp teknoloji vurgusuna geliyor ve mevcut toplumun yapısının ciddi bir değişim geçirdiğini iddia ediyor.

Tezlerini aktardığımız görüş, hizmet sektöründeki genişlemeyle kafa emeğinin yaygınlaşarak beyaz yakalıların arttığını; ters orantılı olarak kol emeğine dayalı mavi yakalıların ise azaldığını dile getirmektedir. “Gerçekten de endüstriyalist dönemin tanımlayıcısı olan mavi yakalılarda 1960lardan beri ciddi bir düşüş gözlenmektedir. Bu gruptaki azalmayı oluşturanlar madencilik sektörünün işçileridir. Yani en fazla oranda el emeğine dayanan ve en niteliksiz işleri yapanlardır. Öte yandan tarım işçilerindeki azalma, bütün gruplar içinde en önemli azalmanın gözlendiği gruptır.” (s.96) Veriler böyleyken “postkapitalist” paradigma, bilimsel komünizmin kullandığı sınıf kavramının geçerliliğini yitirdiğini, mavi yakalıların azalmasıyla işçi sınıfının toplumsal gücünü yitirdiğini iddia etmektedir. Bu durumda karşımıza, cevaplanması gereken bazı sorular çıkıyor: İşçi sınıfı sadece mavi yakalılardan mı oluşur? Üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı neye göre yapılır? Hizmet sektöründe olup sadece kullanım değeri üreten bir kişi nesnel olarak işçi sınıfının kapsamında mıdır?

İlerleyen sayfalarda bu ve benzeri sorulara verilen cevapları aktaracağım, şunu belirtelim ki, sınıfın kapsamı üzerine yürütülen tartışmalar bu sürecin can alıcı noktasını oluşturuyor. “Postkapitalist” tezler, hizmet sektörünün genişlemesi ve değişim değeri değil kullanım değeri üretenlerin sayısının artmasıyla, artı-değer sömürüsünün sanayi dönemindeki özelliklerini yitirdiğini dile getirerek, kapitalizm ve sosyalizmin aşıldığı bir “bilgi toplumu”na işaret etmektedir.

Belek, eserinde, hizmet sektörünün, “postkapitalist” paradigmaların belirttiği gibi sadece nitelikli iş gücüne sahip beyaz yakalılardan oluşmadığını, bu sektörde mavi yakalıların da önemli oranda yer kapladığını belirtiyor. “Böylece “postendütriyel” sektör olarak değerlendirilen hizmet sektörü çoğu becerisiz, düşük ücretli, sendikasız ve iş güvencesi bulunmayan, düzensiz istihdam edilen emekgücünden oluşmaktadır.” (s. 204) Öte yandan hizmet sektöründe becerilileşme yönünde homojen bir gelişme olmadığı da açıktır. Tek başına teknolojik gelişme, doğrudan becerilileşmeyi sağlayamaz. Bunun en güzel örneği ABD'deki Silikon Vadisi'dir. Braverman, “ofis çalışması yürüten beyaz yakalıların çok önemli kısmının tamamen niteliksiz bir üretim ortamına hapsolduğunu belirtmiştir.” (s. 219) “En beyaz yakalı ve entelektüel olarak nitelenen sektörler bile önemli oranda beden işçiliğine dayalı işleri (temizlik işleri, aşçılık, çamaşırcılık gibi) içerebilmektedir. Ve nihayet beyaz yakalı emekgücü içinde tamamen becerisiz ve durumları bu açıdan geleneksel el işçilerinden bile daha kötü olan sektörler bulunabilmektedir... Üretim araçları mülkiyetine sahip olan burjuvazinin zamanla, eskiden üzerinde bulunan yönetsel işleri profesyonel bir yönetici kategorisine bırakması, beyaz yakalılar denilen toplumsal kategorinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlar yönetim, plânlama, düzenleme, analiz, denetim, ticaret işlevleridir.” (s. 220) Bu özellikleri itibariyle beyaz yakalılar ve hizmet sektöründe, “postkapitalist” tezlerin iddia ettiği gibi iyimser bir nitelik artışı, iyileşme, ücret dengesizliğinin giderilmesi gibi şeyler söz konusu değildir. IBM Türk'te yaşananlar, Marksist sınıf paradigmasının tarihsel haklılığına güzel bir örnektir. Ayrıca bu süreç, elektrik-elektronik ve bilgisayar mühendisi olup kendisini çalışan sınıflardan ayrı, tuzu kuru görenlere sarsıcı bir etki yapması bakımından da önem taşır.


Emekgücündeki kadın oranı ve yaş

“Yarı zamanlı çalışma” ve “esneklik”in bir sonucu olarak kadınların “bilgi toplumu”nda daha rahat çalışabildikleri dile getirilmiştir. Çalışan kadın sayısının artıyor oluşu, “emekgücünün feminizasyonu” olarak da dile getirilebilir. “Feminizasyon olgusu, “postendüstriyalist” gelişmenin, endüstriyalist kalkınmanın yarattığı kadın erkek eşitsizliğini ortadan kaldırmakta olduğu şeklinde değerlendirilmektedir.” (s. 101) Ancak unutulmaması gereken bir nokta var: Kadınlar, işgücüne ihtiyaç duyulduğu dönemlerde de benzer şekilde üretimin içine çekilmişlerdi, çocuklarla birlikte ucuz emeklerinden yararlanıldı ve yeri geldiğinde de ilk fırsatta işten çıkarıldılar. Şimdi tekrardan bir pembe tablo çizilmeye çalışılsa da kadınlar, bütün bu güzel söylemlere rağmen kapitalist sömürü ve kadını aşağılama mekanizmasının değişmeden yerinde kaldığını yaşayarak görmektedirler.

İşgücünün yaş dağılımındaki değişiklikler ve “postendüstriyel” çalışma biçiminin bu sürece etkisi incelendiğinde “tam zamanlı” çalışan kadın ve erkeklerin (55-69 yaş arası) sayısında azalma olurken, “yarı zamanlı”, esnek çalışanların sayısı artmaktadır. “Böylece 65 yaş üzerinde her iki cins için, 50 yaşından itibaren ise kadınlarda çalışma biçimlerinin “esnekleştiği” görülmektedir. Sonuç olarak “postendüstriyel” çalışmanın bir yönüyle de yaşlı çalışması olduğu belirtilmektedir.” (s. 102)


Kapitalist Organizasyon Yapısı”

Fordist örgütlenmeye ilişkin genel görüşlerden birisi onun bürokratik yapılanmasıdır. İşçilerin sıkı denetimi, işbölümünün yaygın oluşu, hiyerarşi, “zaman ve hareket standardizasyonu” beraberinde bürokratik uzmanlaşmayı ve zaman kaybını getirmiştir. “Postkapitalist” paradigma, teknolojik gelişmelerin etkisi neticesinde, yönetim ve denetim ilişkilerinin değiştiğini, çalışanların niteliklerinin artmasıyla işbölümünün azaldığını dile getirerek bütün bunların hiyerarşik yapıyı düzleştirdiğini iddia etmektedir. Kuruluşların iç ilişkileri daha sağlam bir zemine oturmuş, çalışanlar arası sosyal ilişkiler gelişerek gerilim azalmıştır. Toffler'a göre “bilgi toplum”u bürokrasi sonrası çağı yaşamaktadır. Benzeri görüşler Drucker ve Bell'de de ifadesini buluyor.

Bolwijn ve Kumpe, Fordizm'den bugüne bütün firmaları “etkin firma”, “kaliteye dayalı firma”, “'esnek' firma” ve “yenilikçi firma” olarak kategorize edip inceliyor. Buna göre “etkin firma”nın temel amacı maliyetleri azaltmak, kütlesel üretimde bulunmaktır. Fordist modeli uygular. İkinci firma tipi ürün çeşitliliği ve müşteri memnuniyetini esas almakta, ancak stokların şişmesine sebep olmaktadır. “'Esnek' firma” kalite ve fiyat yanında “esneklik”i esas alır. Son olarak “yenilikçi firma” ise çeşitli ürünlerle beraber kendi özgün üretimini de yapar. Kurum içi iletişim yüksek, teknoloji takibi gelişmiş, yeni piyasalar-alanlar yaratma çabası esas olmuştur. Bunlar haricinde “'esnek' firma” yapısı içinde İsveç-Alman modeli ve Japon modeli olmak üzere iki ayrı tanımlama daha yapılmaktadır.2

“Postkapitalist” yazarlar, mevcut firma yapısının katılımı arttıran, işçiye, yasal olmasa da yaptığı iş ve getirisi anlamında firma sahibi hissi veren, onu daha verimli kullanan bir niteliği olduğunu iddia ederler. Bu firmalar aynı zamanda insanidir, çalışanlarının çeşitli alanlarda kişisel gelişimini de sağlamaktadır. Görüldüğü gibi, “postkapitalist” tezlerin sahipleri, insani kapitalizm olgusunu bir hayli sevmiş.


Sınıf yapısı ve bugün

“Postkapitalist” tezlere ait olan, Marksist sınıf anlayışının toplumu açıklamada yetersiz kaldığı, işçi sınıfının kapsamının daralarak, belki de hiç sahip olmadığı devrimci misyonunu yitirdiği şeklindeki görüşü ilk dillendiren kişinin Robert Nisbet olduğu bildirilmektedir.3 Drucker, Toffler, Galbraith, Mallet, Lash, Urry, Giddens, Clark, Lipset gibi isimlerde de kimi farklılıklara rağmen temel yaklaşımlarda benzeri düşünceleri görüyoruz. Bahro ise, geçmişte sahip olduğu Marksist düşüncelerden köklü bir kopuş yaşamıştır. Bu kategoriye Andre Gorz'u da dahil edebiliriz, bilinen son önemli eserlerinden birisini adı “Elveda Proletarya” idi.

Kitapta yazarların görüşleri detaylı bir şekilde dile getirilmekte ancak burada benzeri bir aktarım yapmayacağım. (s. 131-140)


Yukarıda hizmet sektörünün genişlemesine ilişkin kimi “postkapitalist” tezlerden bahsetmiştim. Bu bağlamda şimdi ele alacağımız kavram “yeni orta sınıf”. Bu kategoriye ilk dikkat çeken kişinin Emel Lederer (1912) olduğu belirtiliyor. Lederer için “yeni orta sınıf”, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir ara kademeye işaret ediyor. Kimi yazarlara göre “'yeni orta sınıf' ile birlikte emek-sermaye çatışmasının yerini, başlıca güç ve gündem odakları olarak “statü grupları”; ırksal, dinsel, dilsel çıkar birlikleri; toplumsal sorunlar (çevre, eğitim, vb.) almıştır.” Bu hareketleri, “yeni toplumsal hareketler” olarak tanımlayanlar da bulunmaktadır. “Postkapitalist” paradigma savunucuları, mevcut toplumun ancak bu mücadeleler üzerinden açıklanabileceğini iddia etmektedirler. Onlara göre işçi artık bir yurttaştır, birlikte sınıf mücadelesi geçmişte kalmıştır, kendisini sınıfın bir üyesi olaral değil ancak bir birey olarak ifade edebilir. Bu ve benzeri görüşlerin “sol” hareket içine de yerleşip “yeni sol” olarak adlandırıldıkları da hepimizin rastladığı bir durumdur.

Clement ve Myles'a göre “'yeni orta sınıf', kendisi gerçek ekonomik mülkiyete sahip olmamakla birlikte emek veya yönetim araçları üzerinde kontrol sağlamıştır.” (s. 144)


Belek, kitabının “endüstri ötesi toplum” kuramını açıkladığı bölümünde sırasıyla Daniel Bell, Jerald Hage ve Charles H. Powers, Piore ve Sabel'in görüşlerini aktarıyor. Bu kısımdan sonra “enformasyon toplumu”na ilişkin detaylı bölümler geliyor. “Post Fordist” toplum modeli, “disorganize kapitalizm” ve “postmodernizasyon”a ilişkin doyurucu açıklamalarla kitabın 6. bölümünü bitirmiş oluyoruz.


“Postkapitalist” paradigma ve teknoloji

“Postkapitalist” paradigmayı oluşturan temel etmenin teknoloji olduğunu, yer yer teknolojiyi tamamen bağımsız bir süreç olarak ele alıp kesin bir teknolojik determinizm içine düştüklerini belirtmiştik. Peki Marksist kuram bu konuda ne söylüyor? Belek'ten aynen aktarıyorum: “Marks, üretim sürecinini ögelerini insanın kişisel faaliyeti, emek nesnesi ve emek araçları olarak belirlemektedir. (vurgular bana ait, M. N.) Bu sınıflamadan görüldüğü gibi “postkapitalist” paradigmanın belirleyici önem yüklediği teknoloji (emek araçları) bu sınıflamanın bileşenlerinden yalnızca birisidir. Sınıflamanın asıl önemli bileşeni ise bizzat üretimi gerçekleştiren emekgücünün yani bir kullanım değeri üretirken harcanan mental ve fiziksel yetenekler bütününün kendisidir.” (s. 184)

Bilgisayar başta olmak üzere teknolojik gelişmeler neticesinde, daha az canlı emeğin, daha fazla üretim aracını kontrol ederek daha fazla ürün elde etmesi, Marks tarafından, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi olarak tanımlanıyor. Bu süreçte her kapitalist birey/grup/topluluk, rekabeti kazanmak ve artı-değer oranını arttırmak için elbette ki daha ileri teknoloji isteyecektir ancak “sermayenin organik bileşimindeki artış olgusu; üretimin canlı unsurunun... vazgeçilmezliğinin doğruluğunu kanıtlar.” (s. 188) Şimdi Marks'tan alıntı yapmanın tam sırası: “Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi kısaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek üzere azaltır.”

“Sermaye teknolojik yatırım alanlarını ve hızını da belirlemiştir. Çünkü teknolojik yatırım değişmeyen sermayenin kullanımından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının sermayenin mülkiyetinde olduğu koşullarda, şüphesiz ki teknoloji de bir mülkiyet ilişkisi biçimine dönüşmektedir. Teknoloji bir üretim aracıdır ve bütün diğer üretim araçları gibi sermayenin egemenliği altındadır.” (s. 190)


“Sınıf şemaları”

Bu bölümde Belek, belli başlı kimi araştırmacıların toplumsal sınıflara ilişkin yaptıkları kategorilendirmelerden bahsediyor. (s. 224-231) Her biri üzerinde uzun uzadıya durmayıp, sınıf tanımları yaparken dikkate aldıkları kriterleri aktarmaya çalışacağım.

Poulantzas, sınıfı tanımlayan asıl özelliğin üretken/üretken olmayan emek olduğunu belirtiyor. Üretken emeği ise, “kapitalist üretim ilişkileri içinde doğrudan doğruya artı-değer üreten emekgücü” olarak tanımlıyor. Bu durumda ticarette, bankacılık sektöründe çalışanlar, hekimler, avukatlar da üretken emeğe sahip değiller ve dolayısıyla işçi sınıfının kapsamı dışındadırlar. Üretken olmayan emeğin hakim olduğu hizmet sektörünün genişliyor oluşuna dayanarak, mevcut görüşe göre işçi sınıfının kapsamı daralmaktadır. “Poulantzas üretken emek derken doğrudan imâlat sektöründe yer alan ve el emeği ile maddi mal üretimi sürecine katılan emekgücü sektörlerini anlatmaktadır... Poulantzas'ın “yeni küçük burjuvazi”si emeği üretken olmayan; ancak üretim araçlarının mülkiyetine de sahip olmayan ara toplumsal grupları tanımlamaktadır. Bu özelliklerinden ilki onu işçi sınıfından; ikincisi ise burjuvaziden ayırmaktadır.”

Carchedi'de belirleyici olan ise “üretim araçlarının mülkiyet hakkıdır.” “Dolaşım sürecinde yer alan ve Poulantzas'ın üretken olmayan diye nitelediği emekgücü sektörleri de kolektif emeğin parçasıdır. Bu nedenle de üretim araçları karşısındaki mülkiyet konumunun aynılığı dolayımıyla işçi sınıfının kapsamına girmektedir.” Önemli bir tanımlama da Carchedi'nin “yeni orta sınıf”ıdır. Bu sınıf ne sermayenin gerçek sahipliğine (yöneticiler) ne de yasal sahipliğine (sermaye sahipliği) sahiptir. Kimi özellikleri itibariyle refah seviyesi daha yüksek olsa da proleterleşmeye açıktır. Ücretlerinde düşüş, hiyerarşide yükselme sınırının düşmesi, çalışma saatleri onları işçi sınıfına yaklaştırmaktadır.

“Wright'a göre sermaye ile emek ilişkisinde üç merkezi süreç bulunmakta...Bunlar; üretimin fiziksel araçlarının kontrolü, emekgücünün kontrolü ve yeni yatırımlar ile kaynak tahsisatının kontrolüdür. Burjuvazi bunların tümünü elinde bulundururken, işçi sınıfı hiçbir kontrol mekanizmasına sahip değildir.” Wright, esas olmasa da üçüncü bir sınıfsal güç olarak da küçük burjuvaziyi tanımlamaktadır. Daha ileri incelemelerinde ise, burjuvazi ile küçükburjuvazi arasındaki küçük sermayedarları, küçükburjuvazi ile proletarya arasındaki yarı-otonom çalışanları, burjuvazi ile proletarya arasındaki yönetici ve denetleyicileri ele almaktadır. Ancak son tahlilde küçükburjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkili sınıfsal konuma sahip olanları proletarya kapsamında değerlendirmenin daha doğru olduğunu dile getirir. (“teknisyenler, sekreterle, ofis çalışanları”)

Callinicos'ta proletarya ücretli işçi kitlesine tekabül eder. Ancak Belek, bu ayrımın yetersiz olduğu görüşünde. “'yeni orta sınıf'ın üstünde yer alan gruplar da emeklerini satarak geçinmelerine karşın işçi sınıfının değil, daha çok burjuvazinin konumunda bulunmaktadır.” “hizmet sektöründeki ve beyaz yakalılardaki artışı veri olarak kullanarak işçi sınıfının ölümünü ilân eden “postkapitalist” paradigmanın iddialarının tam tersine Callinicos; işçi sınıfının sayısında azalma değil, tersine artışın olduğunu, ancak bu artışın işçi sınıfının yapısında bir değişimle birlikte gerçekleştiğini belirtmektedir.”


Paradigmalar ve ilk yazıya son söz

“Postkapitalist” paradigma, daha önce de belirtildiği gibi teknolojideki gelişmeleri esas alarak teknolojik belirleyiciliği gündeme getiriyor. Bilgisayarların üretim sürecinde kullanılmasıyla mavi yakalılar olarak nitelendirilen işçi sınıfının sayısında azalma olduğunu; hizmet sektörü ve beyaz yakalıların sayısındaki artışla sınıf kavramının toplumu açıklamaktan uzak kaldığını; emeğin nitelik artışı gösterip kadın-erkek eşitsizliğinin eski katılığını yitirdiğini iddia ediyor. Paradigmaya göre insanlar kendilerini dil, din, cinsel kimlik, çevre hareketleri, vb. şekilde, yurttaş olarak ifade ediyor ve sınıf mücadelelerinin dinamiği azalarak “yeni toplumsal hareketler” (örneğin Sivil Toplum Kuruluşları; STK-sermaye ilişkisini gör(e)mezler tabi) ön plâna çıkıyor.

Söylenenler böyle olsa da gerçek oldukça farklı. “Postkapitalist” paradigmalar hemen her görüşüyle bir açmaza sürükleniyor. Teknoloji, üretim sürecinin sadece bir parçası ve teknolojinin kullanımı, gelişimi noktasında son sözü egemen sınıf söylüyor. Aksi takdirde bugünkü bilgisayar teknolojisi kullanılarak çalışma saatleri azaltılabilir, kişilere kendilerini geliştirebilecekleri serbest zaman sağlanabilirdi. Üretim ve dağıtım sürecinin bilgisayarlar aracıliğıyla denetimi yapılarak, hizmet sektörü de dahil bürokrasi kaldırılabilir, üretim ihtiyaca göre şekillendirilebilirdi. Oysa olan bunun tam tersidir. Teknolojinin yeni istihdam alanları yarattığı iddiasına paralel, kimi istihdam alanlarını da yok ettiği göz ardı edilmekte, çalışma saatleri ve işsizlik, ücret eşitsizlikleri, çevre kirliliği, kadın ve çocuklar başta olmak üzere ucuz iş gücü sömürüsü, sosyal cinayetler ve kitlesel hoşnutsuzluğun arttığı dile getirilmemektedir.

Hizmet sektörü ve beyaz yakalılar homojen özelliklere sahip değiller, emekgücünün niteliği artmayıp azalıyor, yüksek teknoloji barındıran yerlerde bile beden işine büyük oranda ihtiyaç duyuluyor, orta sınıflar refah devleti dönemindeki yaşam standartlarını yitirirken Avrupa'da grevler genel grevlere dönüşme işareti veriyor.

İşçi sınıfı sadece mavi yakalılardan oluşmuyor, Marksist sınıf tanımı hiçbir şekilde bununla sınırlanmamıştır, “sömürü de yalnızca artı-değer üreten üretken emek sektörleriyle ilintili/sınırlı bir durum değildir. Maddi mal üreten ekonomik sektörün dışında kalanlar ve işsizler de (doğrudan artı-değer üretimine katılmasalar bile) sömürüye tabidirler ve sınıf içi unsurlardır.” Sınıfta bir daralma değil, çeşitlilikle beraber artma gözlenmektedir. Kapitalizm hâlâ kâr ve artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur, “ücretli kölelik” mekanizmasının temelinde bir değişiklik yoktur. Günümüzdeki sorun nesnel sınıf çıkarı değildir. Sorun, sınıfın bu konumunu, “kendinde sınıf”ı aşarak “kendi için sınıf” olamamasıdır. İşçi sınıfı hâlâ tarihin öznesidir ve siyasal gücünü göstermelidir.

1: “internal esneklik işçinin, işyerinde farklı amaçları gerçekleştirebilecek çok yönlü beceri ve alışkanlıklarla donatılması (“esnek emekgücü”); bunun için uygun teknolojilerin ve emek ve teknoloji örgütlenme biçimlerinin (“esnek teknoloji”) kullanılmasıdır. (s. 66-67)

2: daha detaylı bilgi için s. 109-110-111

3: 1958, Amerikan Sosyoloji Birliği toplantısı