26 Mart 2009 Perşembe

Bilgi Toplumuna Geçişin İlk Krizi - Nazım Güvenç

İstihdam sorunu ve Bilgi Toplumu’na geçişin ilk krizi



Kasıp kavuran kriz kendini en çok işsizlikle belli ediyor. Oysa hemen herkes ekonomiyi yeniden canlandırmaya kafa yorarken önlem olarak odaklandıkları başlıca konu krizden etkilenen şirketleri (ve bankaları) yeniden güçlendirmek. ‘Kurtarma paketleri’ne konan paraların önemli bir bölümü bunun finansmanına yönelik. Bir bölümü de altyapıya yönelik kamu yatırımları ile özellikle inşaat sektörüyle işsizliğe bir ölçüde de olsa çare bulmak için.


Geçen yazımızda da belirttiğimiz üzere, bunlar anca karaya vurmuş binlerce denizyıldızı arasından birkaçını denize geri yollamaktan başka bir şey olmaz. Evet, o yıldızlar için önemli bir davranış; lakin sorunun bütününü çözmekten hayli uzak bir davranış. Oysa sorun bütününde ve özünde çözülmedikçe de toplumsal ve siyasal kriz üretmeye, türetmeye devam edecek bir yapıda. Zaten özellikle de kuzey yarımkürenin batısında yani en çok da sanayide gelişmiş kıdemli kapitalist ülkeler ile doğu Avrupa’da, Türkiye ve bazı Latin Amerika ülkelerinde bu yanıyla 1929 Krizi dahil tüm önceki krizlerden çok temel bir noktada, ‘istihdam’ düzleminde farklılaşıyor.


Bu krizin benzersizliği


Elbette önceki krizlerde de istihdamda sorun meydana geldi. Çok kimse işinden oldu, çoğu genç iş bulamadı uzun süre … 29 Krizi’nde bu sorun uzun yıllar (savaş çıkıncaya dek on yıl) çok dramatik, hatta yer yer trajik şekillerde yaşandı. Lakin savaşın ertesinde o süreçte yaşanan toplumsal kırım ve fiili tasfiyenin ardından yeni bir sanayi hamlesi yaşandı. ABD, Batı Avrupa, Japonya yeniden sanayide büyük bir atılım yaptılar, ekonomileri yeniden büyüdü. O kadar ki işsizlik değil, işçisizlik yani işçi açığı baş gösterdi. Dışardan göçmen / konuk işçilere başvuruldu yıllarca.


Peki bu krizden sonra da bu senaryonun yenilenmesi şansı var mı? Hatta diyelim bir dünya savaşı yeniden patladı, ölen öldü ve gezegen yahut insanlık hâlâ (İkinci Savaş sonundaki gibi) kaldığı yerden devam edebilecek konumda … işte o koşullarda yine 1950 – 1970 arasındaki türden bir ‘istihdam patlaması’ yaşanacak mı?


Hayır yaşanmayacak. Şu yalın ama çok temel nedenle: Önceki krizler hep Sanayi Toplumu süreci (çağı) içinde meydana gelen ve dolayısıyla onun dinamiklerinin devrede olduğu (dolayısıyla sorun ve çözümleri bu dinamiklerin belirlediği) krizlerdi.


Şimdilerde özellikle de Batı’da ve Japonya’da, bir başka deyişle kıdemli kapitalist ülkelerde (yani kapitalizme en erken geçmiş ve en ileriye gitmiş, sanayide, teknolojide en gelişmiş ülkelerde) kendini en belirgin şekilde gösteren dinamiklerin ayırt edici özelliği ise artık Bilgi Toplumu Çağı’na geçmiş olmanın ‘öncü sarsıntıları’nı da geride bırakıp ‘ilk büyük depremi’ne yolaçmış oluşudur.


Ekonomiye yönveren dinamiklerin hiyerarşisi ve yapısı değişti. Bunu görmeden, bunu okumadan Kapital’den uzun aktarmalar yapmak, kusura bakılmasın, ‘maval okumak’tan farksız oluyor. Kapital’de yazılanlar Sanayi Toplumu için geçerliydi ve o çerçevede yine geçerli. Ayrıca Sanayi Toplumu Sonrası’nı anlamaya da yardımcı. Ama bir önemli şartla: ona saplanıp kalmamakla, dogmalaştırmamakla, Mustafa Kemal’in ‘… hareketi dondururuz çocuğum’ diye tarif ettiği yanlışa düşmemek kaydıyla. ‘Ezberle’ değil, kendi beynimizle düşünmekle …Buna cesaret ve gayret etmekle …


Bilgi Toplumu’nun dinamikleri


Uzun uzadıya anlatmaya yerimiz yetmez. Kaldı ki kimselerin bilmediği, esrarengiz birtakım olguları da sayıp dökecek değiliz. Sadece bazı bilinen lakin Sanayi Toplumu’nu görmeye alışkın zihnimizin ayırt etmekte, seçmekte, özgünlüğünü algılamakta geri kaldığı için, olup bitenler sanki bildik ‘eski oyun’un tekrarı gibi geldiği için özgünlüğünü, yükselip öne çıkan / ağırlığı artan ve eskinin sınırlarını zorlayan bazı yeni dinamiklerin farkını belirginleştireceğiz.


Basit bir soru, eminim hepiniz doğru yanıtı bilirsiniz: Son birkaç yıldır dünyanın en zengin adamı sıralamasında birinci kim?


Evet, bildiniz, Bill Gates. Ne satıyor? Bilgi.


Yaşları 21 - 23 arasında olan dört genç, StudentNet adlı internet sitelerini kurduktan 6 ay sonra onu 16.4 milyon dolara sattılar. O siteyi kurarken sermayeleri (eğer ille bu kavramı kullanırsak) hiç de bildiğimiz tarzda ‘para’ değildi. Kimseden borç veya kredi de almamışlardı. ‘Yatırım sermayeleri’ asla naktî veya kaydî para değildi. Sadece Bilgi idi!


Krizden önce serveti 10 milyon dolara yaklaşan Dylan Wilk, on yıl kadar önce internetten oyun satan ‘gameplay.com Plc’u kurduğunda daha 17 yaşında bile değildi (16’ydı)! Bu çocuğun zenginliğinin kaynağı ne? Bilgisi.


Amazon, Yahoo, Google … gibi internet dünyasının ünlü dev şirketlerinin kurucuları hep züğürt (parasız anlamında) gençler. Ama bilgi olarak çok zenginler ve sermayeleri kasalarında veya bankada değil, beyinlerinde!


Kuşkusuz bunlar da ‘girişimci’. Lakin ‘kapitalist’ diye bildiğimiz türden değil (‘kapitalist’in sermayedar’ demek olduğunu anımsatırım). Çok açık, çok net aslında (lakin Kapital’e ve kapitaliste şartlanmış gözler seçemiyor) toplumda ekonomi çağ değiştiriyor, Sermaye eksenli Sanayi Toplumu’ndan Bilgi eksenli Sanayi-sonrası Toplumu’na veya Bilgi Toplumu’na geçilmekte.


Yani kapitalizm son çözümlemede kendi mezar kazıcılarını yaratıyor, kendi mezarını kazıyor. Sanayi Toplumu ile birlikte geleneksel sanayi işçisi de azalıyor. Yerini hızla ‘bilgi işçileri’ alıyor. Bedensel emeğin yerini beyinsel emek alacak. Zaten Kapitalizmin son bulup Sınıfsız Toplum’a geçiş de anca böylesi bir sosyo-ekonomik dönüşümün gerçekleşmesiyle mümkün olabilir. Yoksa maden ocağında ölümle burun buruna çalışan, veya cehennem gibi sıcak haddehanede çeliğe su veren işçi o halde kalsa ‘egemen sınıf’ olabilir mi? Olsa olsa onlar adına ‘nomenklatura’ (Komünist Parti üyesi veya gözdesi seçkinler) diktası olur, gittiği kadar gider! (Bkz. SSCB, vb.)


Marx – Engels’in kapitalizm ile komünizm arasında ‘sosyalizm’ diye ayrı bir toplumsal üretim biçimi öngörmeyişleri, sosyalizm aşamasını (Komünist Partisi’nin yönetiminde bile olsa) anca kapitalist üretim biçiminin bir evresi – sınıfsız topluma doğru geçiş evresi– olarak düşünmeleri bu nedenledir. Çünkü o sırada işçi sınıfının da burjuvaziyle (sermayedarla) birlikte ortadan kalkışının sosyo-ekonomik maddi tabanının oluşmuş olduğu koşullarda bu geçişin sosyo-politik önderliğini yapacağını, o aşamanın ise çok kısa süreceğini dahiyane bir bilimsellikle, hatta bilgece bir önseziyle kavramış ve ana hatlarıyla haber vermekle yetinmişlerdir. Sosyalist Devrimi ileri kapitalist ülkelerde öngörmeleri de yine bu nedenledir. Rusya’yı bu anlamda hiç akıllarına bile getirmemişlerdi (Kapital ilk Rusça’ya çevrildiği halde!).


Kısacası robotlar mavi yakalı emekçilerin, beden gücüyle çalışan proletaryanın yerini alacak diye üzülmek değil sevinmek gerekir. Sermayenin yerini de bilgi alacağı için artı-değerle ilgili değerlendirmeler E. Uzun arkadaşımızın Kapital’den uzun uzun aktardığı formüllerin dışında daha farklı bir bakışla yapılacaktır – çok doğal olarak.


Belki dersiniz ki bunlardan bize ne? Bizim ömrümüz bile yetmez o günleri görmeye! Sen bugün toplumu teğet değil delip geçen işsizlikle ilgili ‘çözüm’ söyle, eğer biliyorsan!


Peki, kabul. Ne var ki araya çok önemli bir seçim giriyor. O sıcak gündemi geçelim, ilk fırsatta bu ‘uzak gündem’e geri döneriz. Hem de bu kez günümüzün istihdam sorununu doğrudan ele almak üzere. Ama ilkin bu ‘uzak gündem’e kısa da olsa bir göz atmamız süreci kavramak açısından gerekliydi.


NAZIM GÜVENÇ





23 Mart 2009 Pazartesi

Genel değerlendirme - Halid Özkul

Ekonomi politika olarak “feodal uyanıklık” diye tabir edilen olgunun sosyolojik tanımlaması “köylü uyanıklığı”dır. Marx-Engels döneminde psikiyatrik-psikoloji bilimi nerede ise hiç söz konusu olmadığı için genellikle felsefe içinde yorumlanan bu gibi nitelemelerin pozitif ifadesi ise “küçük-burjuvazinin kaypaklığı” olarak da belirtilebilir. Küçük burjuvazinin genel tavrı daima sürünün gittiği yönde hareket etmektir. Karakoyunların önderliğinde…


Marx-Engels’in doğru adlandırması ile “Bilimsel Komünizm” denen düşünce SİYASAL KÜLTÜR disiplinidir. İdeoloji değil! Ki özgül olarak biz Marxizm olarak da adlandırmaktayız fakat bu tabire Marx müthiş derecede bozulduğu halde Engels, Marx’ın ölümünün ardından daha tazeyken yapılan bir söyleşide Marxizm tanımını kullandıysa da ilginçtir ki sonradan bunu hiç bir yerde hiçbir zaman kullanmaması doğru olarak Marx’ın vasiyetine sadakattir. Aynı şekilde bazı yayımlanmış yazılarımda bahsettiğim gibi Stalin’in de Lenin’in apansız ölümü karşısında, yedi düvel emperyalist tarafından kuşatılarak ambargo uygulanan SSCB’nin manevi birlikteliği için gerekli gördüğü “Leninizm”i icadı ardındaki ve özellikle kendisinin ölümünün öncesi yıllarda bu deyimi ağzına hiç almaması önemlidir. Stalin, Son Yazılarında doğru olarak Bilimsel Sosyalizm terimini tercih etmiştir. Bütün bunlarla bağlantılı olarak “ideoloji” sorunu vardır. Küçük burjuva yaklaşımlar açısından eğer Marxizm-Leninizim (Marxist-Leninist olmak ayrı bir tanımlamadır. Buna Maoist-Castroist veya …ist olmayı da ekleyebilirsiniz) ile işlere başlanınca ve işçi sınıfının tavrını “ideoloji”ye oturtursanız Hegelci diyalektik işler ve kendi mecrasında yürür. Sonunda da mafialaşmış devlet örgütü aracılığıyla çökertilirsiniz. Çünkü burada söz konusu olan kritik/eleştiri “mantık”tır. Bu “mantığı” Parti siyasal olarak ifade eder ama işçi sınıfı fiilen iktisadi alt yapıda ve siyasal üst yapıda nesnel-gerçek olarak “iktidar” olmadığı için gerçek güç değildir. Apolitize olur, seyirci kalır, bir çorap- bluejeane tav olur. Muzla-çukulatayla kandırılıp ırzına geçilir. İşte sonuçta (uzun erimde) çuvallamanın can alıcı noktası budur.


Halbuki Marx-Engels’in YÖNTEMİ aşmayı yani PRAXİSi zorunlu kılar. Lenin pratikçidir. Praxis sorununu ancak Devlet ve İhtilal’de farketmiştir. Olayın sıcacık içinde olduğunda tam bu sırada suikasta uğraması sadece SSCB proletaryası için değil, dünya proletaryası için de büyük talihsizliktir. Ama dikkat “mantık” değil “yöntem” diyorum. Materyalist “diyalektik” onun için günümüz bilimleri ufkunda “polyalektik” olmak zorundadır. Örneğin artık arkeoloji denen bilim monoletik mantık içinde çürüyor. Ama diyalektik antropo-arkeoloji ardından 1990’lı yıllarda ABD ve İtalya’da kürsülerini açan bio/genetik-antropo-arkeoloji denen polyalektik bilim dalı bu alandaki bütün verileri materyalist olarak altüst etti. Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde Morgan’ın verilerinin bilimsel olarak geçerli olmadığı nerede ise komünistler tarafından bile kabul görürken bu son bilim dalı yeniden hemde itiraza yer bırakmayacak bir biçimde bu verilerin doğruluğunu tartışmasız kanıtlamış durumda. Tabii burjuva sosyologlar bu konuda her zamanki gibi “büyük suskunluk” yasasını uyguluyorlar.


Bu açıdan Bilimsel Komünistlerin temel hareket kaynağı bilimdir. …izmler değil. Buradan Türkiye’ye bir “u” dönüşü yaparsak. Hem Mahirleri övüv hem de ardından THKP-C geleneğine Kürtçülüğü sokmuş olan “Kur-u-tuluş” grubunun Dev-Yol grubunu eleştirmeğe hiç hakkı yoktur. Çünkü bu grubun Mahirleri ağzına almaya dahi hakkı yoktur. Niçin?


1970’de Kızıldere öncesi DDKO aracılığı ve desteği ile Güney Doğu Anadolu’daki Kürt ilerici ve demokrat unsurlarına destek ve ortak devrimci gerilla harekatı için özel iletiler gönderilmiş 1983’te harfi harfine PKK’ya icra ettirilen Yüksekova operasyonu aslında THKP-C’nin Kızıldere’de katledilen subay üyeleri tarafından planlanmış olan Hakkari bölgesi gerilla harekatı ocağı şemasıydı. (Bu plan Mahir tarafından bütün ayrıntıları ile bir mektup halinde örgütün Paris –benimde içinde bulunduğum- grubuna da gönderilmiştir). Kürtlerin buna cevabı şu olmuştur. “Bugüne kadar biz çok kan akıttık biraz da sizinki aksın!” Bunun üzerine Kızıldere tuzağına adeta intihara gider gibi yürünmüştür. Ama biz bu oportünist karşı-devrimci tavrı asla unutmayız. Türkiye işçi ve emekçi sınıfları bir bütündür bunu parçalamaya hiçbir etnik milliyetçi ve maceraperest akımın gücü (PKK ya da DTP veya DHKPC) yetmeyecektir. Kendilerinin çok iyi farkında oldukları gibi DTP’nin gücünün Türkiye komünistlerinin birlik zafiyetinden geldiğini unutmamak zorunludur…


1974 sonrası Kürt milliyetçi grubu Tekoşin-Kurtuluş içinde yuvalanmış ve devrimci hareketi adeta tam da devletin (devlet terörü özel örgütü Ergenekon’un ajanlarının) istediği biçimde provoke ettiğini yaşı tutmayanlar hatırlamaz ama biz yine unutmuyoruz. Kürt hareketi Marx ve Engels’in Doğu Sorunu yazılarında haklı eleştirilerine mahsar olma şerefini kazanmış olarak daima Kürt İslam kastik-kabile toplumunun gerici ilişkileri içinde kalmış hiçbir zaman işçi sınıfını temsil etmemiştir. Edemez de pre-kapitalist sermayesini bile Anadolu coğrafyasının nesnel-gerçekliği olarak “kentli sınıflar”ı ile temsil etmiş olan Ermenileri katl ve talan ederek elde etmiştir. Sonunda bu “tenkil(soykırım)”de Osmanlı devletinin en vurucu işbirlikçisi olmuştur. Gerçekler balçıkla sıvanmaz. Koyun postuna bürünmüş kurt, daima kurttur! Uzvunu kesince travesti olmaz! Kazara işçi sınıfının düşünce disiplinini savunmuş olan Kürt komünist devrimcileri de daima aynı etnik kökenli kastın-kabile-aşiretlerin milliyetçi küçük burjuvazi tarafından pasifize edilmiştir. Bu karşı-devrimci pasifikasyon işleminde bu unsurlar faşist devlet unsurları ile işbirliğine bile gitmiş olmaları devekuşları ve dangalak embesiller haricinde gayet iyi bilinmektedir. Örneğin Nizip’teki Kürt köy emekçilerinin “Kahrolsun Feodalite”, “Yaşasın Cumhuriyet” diye pankart açmaları Kürt hareketi tarafından görmemezlikten gelinmesi bu “ikiyüzlü” faşist duruşun en somut belgesidir. Hem Kürt büyük toprak sahipleri ki çoktan kapitalistleşmişlerdir, hem jandarma hemde Kürt milliyetçi hareketi tarafından tehlikeli görülürler. Ama nerede Türk-iye devrimcileri, onlar kafa kol hesabında. İşte burada ideoloji (ki Engels buna “yanlış bilinç” demektedir) ile SİYASAL KÜLTÜR arasındaki FARK kendini gösterir bunu kavrayabilmek için KAPİTAL’i iyice fehmetmek, ardından ANTİ-DÜHRİNG, MANİFESTO ve GOTHA-ERFURTH’u yutmak zorunludur. “Kapital”leri okumadan-kavramadan komünist-entelegentsia olunamaz ama solcu-entelektüel olunabilir! Görevimiz palavraların peşinde ömür tüketmek değildir…


Bugün yapılacak olan önce “solculuktan vazgeçip”, “proleter devrimci” olmakta karar kılmak ardından gelecek en doğru hareket, gruplar halinde toplanıp TKP’ye katılmak, bu kısır tartışmalara son verip NASIL YAPILMA üzerinde işçi ve emekçi kitlelere “somut bir tasarım” sunmaktır. Sadece eleştirmek devrimcilik değildir. Devrimcilik yapmaktır, değiştirmektir. Artık yöresel, bölgesel değil enternasyonal olarak örgütlenmenin, mücadele etmenin, sürekli devrimin bayrağını yükseltme zamanıdır. Yoksa-zaten leyleğin ömrü laklakla geçer. Taka-taka-tak-tak-taka!


Devrimci saygı ve selamlarımla


Halid Özkul


İstihdam ve proleter enternasyonalizmi - Nazım Güvenç

Ekonomide istihdam sorunu ve proleter enternasyonalizmi


Altı ayı aşkın bir süredir resmen, daha uzun bir süredir ise fiilen hem küresel, hem de ulusal düzeyde yaşanan ekonomik krizin anca 1929 Krizi ile kıyaslanabilir ve onun daha büyüğü olduğu gerçeği kendini en çok ve en şiddetli olarak iki düzlemde gösteriyor:


  1. Daralan, küçülen ekonomi (mal ve hizmetlerde üretim ve tüketimin ciddi oranlarda düşmesi)

  2. İşsizlik artışı, istihdam azalışı.


1929 ile 2009 arasında bir alay başka ekonomik kriz yaşandı elbet ancak hiçbirinin şiddeti ve tahribi bu derece yüksek ve yaygın olmamıştı. Bu seferki neden böyle oldu konusuna yeniden girmeyeceğiz, birçok kez değişik yanlarıyla elealdık. Bu kez, krizi işgücü üzerindeki sonuçları itibariyle irdelemek gereğini duyuyoruz.


Ekonomilerin küçülmesi, küresel ve ulusal düzeyde ticaretin gerilemesi kaçınılmaz olarak işgücü piyasasını da olumsuz etkiledi. Kimi şirketler önlem olarak, kimileri de iflas ettikleri için çalışanlarını işten çıkarttılar. Bu noktada hemen bir anımsatma yapalım:


‘İşten çıkartma’ olgusu hiç de yeni ve bu krize özel bir şey değildir. Özellikle kıdemli kapitalist ülkelerde 1980’lerden beri ciddi bir şekilde kendini gösteren bir toplumsal olaydır. İki temel nedenden ileri gelmektedir:


  1. Gelişen teknoloji ve robot kullanımının artışı. (Özellikle Japonya’da. O derecede ki işten çıkartmanın çok ender olduğu ve bir çalışanın ilk girdiği işten emekli olmasının fiilen ‘kural’ gibi yaşandığı bu ülkede bile son on yıldır ekonomik nedenlerle işe son verme uygulaması gözle görülür derecede artmıştır.)

  2. Yeni yükselen ekonomilerin küresel rekabeti. (Üretim maliyetini düşürmenin en kestirme yolu olarak çalışan sayısını azaltma veya üretimi işgücü maliyetinin düşük olduğu coğrafyalara taşıma nedeniyle artan işsiz sayısı ve azalan yeni istihdam ihtiyacı.)


Çıkış yolu ?


Halen yaşanmakta olan kriz bu tabloyu çok daha ağırlaştırmıştır. Durum çok kısaca bu. Peki çıkış yolu?


Biliyorsunuz, özellikle ABD (ve Çin) ‘çare’yi ‘Keynes’e dönmek’te buldu: Altyapı yatırımları yaparak yeni iş alanı açmak. Günümüz dünyasında anca ‘aspirin tedavisi’ gibi bir sonuç verecek, kısacası gerçek anlamda, kapsamlı ve uzun vadeli bir çözüm olmayan bir tedavi!


Denenen bir başka yol krizdeki şirketleri devletleştirme oldu! ‘Marx büyük’; tüm o neo-liberal her şeyi özelleştirme ve her şeyi piyasalara havale etme hayalcileri çarpıldı ama bunun istihdam (yani insanlara geçimlerini sağlamak üzere ‘ekonomik iş’ yaratma) açısından yine hayli sınırlı ve geçici, kısa vadeli bir çare olduğu ortada.


Hayek’çilerin reçetesi de malum: Sakın piyasaya para sürmeyin, ateşi söndüreyim derken büsbütün büyültürsünüz. Bırakın kriz doğal seyrini yaşasın ve kendisi sönsün! ‘Ölen ölür kalan sağlar bizimdir’ mantığı. Salt ‘ekonomik akıl’ açısından bakınca elbette mantıklı bir çözüm (zayıf şirketlerin tasfiyesi, kalanların daha güçlenmesi) lakin ‘sosyal vicdan’ yoksunu ve bu nedenle elbette o da uzun vadeli kalıcılığı olan bir yol değil. Meğer ki o arada, aynı zamanda, ‘yeni bir çalışma düzeni’ (sözgelimi kişi başına daha kısa çalışma ve istihdamı daha çok kişiye yayma fakat herkese yine de ‘makul’ bir ücret ödenmesi) ilkesi de hayata geçirilsin. Ne var ki bu da Hayek’çilerin yapacağı şey değil!


Peki kim yapar?


‘Sosyalistler, Komünistler’ demek gönlümden geçiyor ama aklım durduruyor. Çok basit bir nedenle: ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz’ sloganı, ne yazık ki, ilk seslendirildiği 1848’den beri slogan olmaktan öteye gidemedi! G-50’de (başta küresel ekonominin yüzde 85’inin yaratıldığı G-20 olmak üzere) çalışanların ücretleri ve sosyal hakları (başka etkenlerin de hesaba katılmasıyla dar bir çatal şeklinde belirlenen alt ve üst sınırlar içinde) aşağı yukarı denk hale getirilmediği sürece bu elbette ki olamaz. Çünkü bunun da iki nedeni var:


  1. Ücretler ve sosyal haklar düzeyinde bugünkü gibi uçurumların varlığı işgücü kaleminde rekabete imkan vermez ve Batı’da son 30 yıldır tanık olduğumuz gerileme düzelmez. Çin vb.’lerinde ise kuşkusuz son 30 yılda hiç değilse gelir düzeyinde görece bir ilerleme var elbette lakin emperyalizmin sağladığı artı-değerden pay alarak görece refah düzeyinde daha ileri bir noktaya gelmiş olan Batı’daki düzeyle kıyaslandığında hayli geridedir. İşin kötüsü Doğu – Batı arasında ‘eşitlenme’de gidişat yukarı doğru değil aşağı doğrudur!

  2. Teknolojik hamleler nedeniyle ‘Sanayi toplumu’ çağı hızla kapanmakta, yerini ‘Bilgi toplumu’ çağı almaktadır. Bunun istihdam üzerindeki etkisi şudur: sadece sanayide değil, artık hizmet sektöründe de (bkz. İnternet bankacılığı; her işlemi yapabilen bankamatikler, vb.) pek çok alanda el emeğinin yerini robotlar, bilgisayarlar, dijital aygıtlar almaktadır. Elbette bazı sektörlerde yeni iş ve istihdam alanları açılmaktadır ama ‘kalifiyelik düzeyi’nde de çıta çok daha yüksektir (‘bilgi toplumu’).


‘Yeni Çağ, Yeni Yol’:


Sendikaların enternasyonalist bir zihniyetle dayanışma arayışı içine girmek yerine kendi işverenleri ile uzlaşmaktan başka bir çare düşünmeyişleri; Sol adına ‘enternasyonal’ muhalefetin marjinal ve küçük burjuva kesimlerin oluşturduğu bir ‘küreselleşmecilik karşıtlığı’ ekseninde tipik tutucu, hatta özünde gerici bir tavır şeklinde kendini göstermesi de Sol’un bir türlü kendini yenileyememiş olmasının, çağı doğru okuyamamasının sonucudur.


Durum bu iken, kalkıp ‘piyasa düzenine son verelim, tüm üretim araçlarını devletleştirelim’ diye ortaya çıkmak 1917’den buyana yaşanan tarihsel deneyimi hiçe saymak olmaktadır. Yani bırakın yarının dünyasını öngörememeyi; bırakın bugünün dünyasını okuyamamayı, dünün dünyasını bile anlamamak oluyor!


Komünist Manifesto’da ‘Gerici Sosyalizm’ başlığı altında yeralan şu yargı, bence, bedenen günümüzde yaşayan fakat zihnen geçen asırda kalmış ama kendini Sol’da varsayan / sanan çevreler için de geçerli:


‘‘(…) Feodal sosyalizm ortaya işte böyle çıktı; yarı yakınma, yarı hiciv; yarı geçmişin yankısı; yarı geleceğin tehdidi; bazen acı, nükteli ve keskin eleştirisiyle burjuvaziyi tam yüreğinden vurarak; ama modern tarihin gidişini kavramakta tam bir beceriksizlik gösterdiğinden etkisi bakımından hep gülünç düşerek.’’


Çünkü bugünküler de, o günküler gibi ekonomiyi anlamaktan acizler. Ekonomi ile kapitalizm arasında ayrım yapamıyorlar. Tıpkı sakar atıcılar gibi kapitalizmi vurayım derken ekonomiyi de vuruyorlar!


Tam bu noktada yeniden istihdam konusuna dönelim. Çünkü ‘ekonomi’nin varlık nedeninin bir ayağı üretim ise, diğer ayağı istihdamdır. Üretim ve istihdam, insanın ‘sosyal bir canlı’ olmasının ve hayvandan farklılaşmasının maddi temelidir. Hayvanlar da (arılar müstesna) tüketir; lakin yiyeceğini üretemez, sadece avlar veya toplar. İnsanın tarımı (üretim) ve ticareti icat etmesiyle hem sınırlı da olsa bir pazar (piyasa) oluşmuştur, hem de başlangıçta kölelik şeklinde de olsa ‘istihdam’ olgusu kendini göstermiştir. Bir başka deyişle, piyasa eşittir kapitalizm değildir, kökü çoook gerilere dayanır. Kapitalizmi ortadan kaldıracağım diye henüz tarihsel olarak ortadan kalkma saati gelmemiş piyasayı da ortadan kaldırır veya hiçe sayar bir kafayla ‘ekonomi’yi gütmeye kalkarsanız altında kalırsınız. (Bakınız: SSCB.)


‘İstihdam’ sorunu çağlar boyunca tüm toplumların çözmek zorunda kaldıkları ve çok zorlandıkları, çözmek için bir alay yapay, yani ekonomi dışı veya ‘ekonominin yerini tutucu’ yollar, yöntemler icat ettikleri (bilinçli olarak değil elbette, hayatın dayattığı sorunlarla baş edebilmek için geliştirdikleri) bir büyük sorundur.


Kapitalizm ve Sanayi Devrimi, bu anlamda insanlık tarihinde bu yönde atılmış en etkili adımlar olmuştu. Lakin ekonominin (üretici güçlerin) gelişmesi şimdi kapitalizmin sınırlarını zorlamaktadır. Bir başka deyişle, en ileri kapitalist elbise bile gelişen ekonomiye artık dar gelmektedir.


Çözüm: elbiseyi kurtarmak adına elbette gövdeyi cüce bırakmak değildir; lakin çıkartalım diye elbiseyi kesip biçerken gövdeyi delik deşik etmek de değildir.


Yeni Çağ’a uygun Yeni bir Yol bulmalıyız. Ekonomiye yeni bir don biçmeliyiz. Bunun için de öncelikle ekonomiye bakışımızı yenilemek zorundayız. Gelecek yazıda istihdam konusuna bu mantıkla eğileceğiz.


NOT:

Dünkü Milliyet’te Selma Şenol’un ‘Krizde altın kurtardı’ başlıklı haberinden bir alıntı:

‘‘Son 6 ayda 24 ayar altın gibi, altın fonlarına yatırım yapanlar da kazandı. Altın fonlarının getirisi yüzde 50’yi aştı, doların getirisi yüzde 12,5; euro’nun getirisi yüzde 9’da kaldı. Hisse senetleri ise ortalama yüzde 9,3 değer kaybetti. Altın fonları 17 Ekim 2008 – 17 Mart 2009 döneminde yüzde 50 – 55 arasında getiri sağladı.’’

İlgilenenlere duyuru...



NAZIM GÜVENÇ

19 Mart 2009 Perşembe

21. yy'de Psikolojik Savaşı Kavrayabilmek - Halid Özkul

YİRMİBİRİNCİ YÜZYILINDA PSİKOLOJİK SAVAŞI KAVRAYABİLMEK: ABD-İZRAEL ve TÜRKİYE…


Aslında bu yazının içeriği aynı olmakla beraber başlığı “Encümen-i Godfarthers ve Ergenekomik Sivil Üniforma!” olarak planlanmıştı. Ama İzrael Savunma Güçleri (İDF) Ordu Karargâhı Kara Kuvvetleri(GOCAHQ) Komutanı Tümgeneral*(Aluf) Avi Mizrahi’nin, “tencere dibin kara, seninki benden kara” türünden açıklaması aydınından, sokaktaki “ulema”ya kadar “necip millet”imizin bilgiçlik “hazine”sini teşhir etmesi açısından yeni bir düete konu oldu. Kıraathane muhabbetleri şenlendi… (*“Necip Basın”ımız çok kızdığından mı; yoksa her zamanki bilgiçliğinden midir; nedir bilinmez? Adama rütbe tenzilinde bulundu “tuğgeneral” ilân etti. İzrael ordusunda “aluf”un ne anlama geldiğini bilmediğinden ya da bilgisayarın chat ve geri zekâlı PC oyunları dışında kullanım hazinesini tam olarak hala kavrama noksanlığından olacak!)


Küresel ekonomik krizin ortasında ABD’den Yakın Doğu’ya seçim arifelerinde olan tüm ülkelerde egemen burjuva iktidarların seçmenlerine dönük “it dalaşı”, “tencere mühabbedine” döndü… Ama görülmeyen şu ki, bütün bu ülkelerde de seçimleri ABD’nin “encümen-i daniş”i olan Council on Foreign Relation-CFR’nin arzusu içindeki adaylar kazandı. Kazanacaklar. Ne ki bu örgütün dönem başkanı Richard N. Haass’ın “açık mektub”u örgütün yayın organı Foreign Affairs’te yayımlanmıştı. Bu mektuptaki öngörüler ülkemizde de türkçe yayımlanmaya başlayan Newsweek dergisinde yayımlandı (9 Kasım 2008). Tabii kaç necip aydınımız (“ulu demokrat” köşe yazarlarımız dâhil) okudu ve notunu aldı orasını “Allah bilir!”

Türkiye’de seçim ise yerel yönetim seçimleri, yani sonuçlar iktidarın konumunu belirlemeyecek. Kim ne derse desin, iktidar partisi oy çoğunluğunu elde tutup sadece genel seçimlerdeki kazanmış olduğu irrasyonel”!” oy oranı nispetinde bir oy kaybına uğrayacak olsa da sonuç sadece “BüyükAğabey”in “one minute”e %12-15’lik bir ikazı niteliği taşıyacak…


“Davos Ortaoyunu”nun ilk başarısı İzrael’de seçimleri amaçlandığı gibi Büyük Orta-Doğu Projesi-BOP’cilerin kazanması oldu. Zaten başka alternatifte yok bu ülkede. İzrael zannedildiği ya da dünyadaki İzraelofillere yutturulduğu gibi bir demokratik devlette değil. Tıpkı bir parlamenter monarşi gibi hala Anayasa’sı yok! Görünürde dinci bir ağırlık var ama teokratik yapıda bir devlet de yok ortada! İzrael tastamam neo-faşist bir devlet, taa kurulduğundan beri. Faşizmin (fascismo, falangismo ve nazizm gibi) bir türü olan zionizm, devletin temel ideolojisi. Bu ideoloji ibrani dinini kullanıyor ve kendini Yahudi olarak adlandırıyor. Ama zionistlerin hemen hemen hepsine yakını Doğu Avrupalı (Polonya ve Ukrayna) kökenli gerçek Museviler tarafından aşkenazi olarak adlandırılanlar. Aralarında Avrupalı çok az, sefarat hiç yok gibi. Tabii aşkenazi işbirlikçi rabbi ve hahamlar sayesinde dinsel maskeyi kitleselleştiriliyor. Bunların hepsinin kökeni Hazara –Türkik- devletine ya da Orta Asya’ya –Türkik- dayanıyor. Onun için sefarat kökenli yiddiş ve sefarat Musevileri haklı olarak zionistlerin İbrani-Yahudiliğini temsil etmediklerini, onların zionist olduklarını bağırarak anlatmaya çalışıyorlar. Ama seslerini bugüne kadar hiç duyuramıyorlardı. Hatta bazı Amerikalı anti-zionist Museviler uzun yıllardır spekülatif bilgilerle dolduruluşa getirildikleri için bunların Balkanik “sebbataycı”, “jön-türk” ve “ittihatçı” olduklarını bile ileri sürüyorlar. Örneğin Türk Musevi cemaati –organik küçük bir azınlığın dışında- bilinçli olarak İzrael devleti ile ilişkilerinde yıllardan beri mesafeli ve dikkatli davranıyor. Çünkü kendilerine yönelik kanlı katliam girişimlerinin esas patronlarının kimler olduğunu çok iyi biliyorlar, ama şu anda “suskunluk yasası” geçerli! Görüldüğü gibi burada birçok bilgiçin iddia ettiği gibi “din” unsuru birleştirici bir unsur değil. Burada üstünde durulan ‘ırk’çılık, Musevi cemaatlerini ürküten de bu, kesinlikle “ırk” olmamalarına karşın… “Din” ve “ırk” açınımlarını zionist devletin savunusu olarak sunmak tehlikeli bir yanılgıdır ve aslında İzrael zion devletinin istediği de budur. Çünkü buna dayanarak, Holocaust Kültü’nü kullanır ve böylece her sıkıştıklarında “anti-semitizm” yaygarası koparmasına dolaylı olarak hizmet edilmektedir. Zionizmin “Hile Yolu”nun ilizyonlarından en can alıcı noktası burasıdır… Holocaust kültü ideolojik-sanayinin ünlü sloganı “6 milyon katledilmiş Yahudi” palavrası gibi! (Dikkat edin bu sloganı kullananlar ya militan zionistlerdir ya da “tamamen duygusal” işbirlikçileridir…)


İzrael’in “Enstitü”(İbranice Mossad)leri onun kök-devletidir. (Popüler yanlış bir deyim olan “derin devlet” dedikleri.) İzraeli “MOSSAD-Enstitüler” şebekesi yönetir. İzrael’in ayakta kalabilmesi için aynen Bağdat Kabbalist Talmud’unda emredildiği gibi İzrael oğullarının haricindeki bütün insanlara kan ve gözyaşı döktürülmesi Yehova’nın kutsal emridir… (Bunların bütün teorik ve pratik bilimsel kanıtları en geniş şekilde “Gizli Ordular-Holocaust Kültü, Zionizm ve Nazizm” ile “Gizli Ordular-MOSSAD” kitaplarımda işlenmektedir.)


İşte bu yüzden Tümgeneral(Aluf) Avi Mizrahi, ABD’nin Bosna, Kosova, Irak ve Afganistandaki şehir operasyonlarına gözlemci olarak katılmıştır. Gazze operasyonunun psikolojik harekât planlamasını bizzat yapmış. Şehir ayaklanmalarını bastırmada uzman olarak Hindistan’a Müslüman ayaklanmalarını bastırmak için danışmanlık teklif etmiş. İzrael uzman komandoları Hint askerlerini terörle mücadele, şehir savaşı ve gerilla savaşı konularında eğitim vermek üzere anlaşmıştır.


Bütün bunlar sadece İzrael üstünden planlanmamaktadır. ABD politikalarına yön veren think tank kuruluşlarındaki kurmay kadroların stratejik noktalarını tutmuş aşkenazi cemaati bağlantılı Amerikalı zionistler aynı amaç doğrultusunda hareket etmektedirler. Ama şu hataya düşmemek en önemli husustur. Bunlar aşkenazi Yahudi –türkik- kökenli olduklarından dinsel amaçlarla hareket eden bir ideolojik şebeke değildirler. Bizzat kendilerinin organize ettiği sözüm ona ifşaatlarda bulunan spekülatif (kurgusal) fesat (konspirasyon) kuramlarını açıklayanlar da bu şebekenin birer parçalarıdırlar. Çünkü kaynak neden tastamam iktisadidir. Küresel tekelci kapitalist ekonomik güç içinde başat konumda olan (sanayii ve bankacı en kodamanları olan) mali oligarşinin “Amerikan çıkarları”nın içinde kamufle edildiği “Globalizm” ideolojisinin amacı dünyayı “Tek Pazar” olarak elegeçirmektir. Bu amaç uğrunda “masonluk”, “evangelizm”, hıristiyanlık” ve “yahudilik”in amaça giden yolda bir araç olmaktan başka hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Eğer bu araçlar günün birinde tıpkı “nazizm” ya da “falajizm” gibi ayakbağı olmaya başladıklarında çöp sepetine atılırlar veya kukla “diktatörler” çünkü tek amaç artı-değerin daha çok gasp edilip “Kâr” yüzdesinin yukarı fırlatılmasıdır…


İşte zionizm de bu “kanlı” araçlardan biridir ama en tehlikesi. Bu kanlı araç asimetrik ve paradox ayraçları kullanarak kendine yaşam alanı ve uzamı sağlamaktadır. Bu başka bir yazı konusudur…

Halid Özkul

araştırmacı-yazar

08.03.09

halidozkul@ttmail.com


16 Mart 2009 Pazartesi

Friedman ve Gelecek - Nazım Güvenç

Friedman’ın kriz ve Türkiye’nin geleceği öngörüsü


Ne olursa, hangi düzeyde olursa olsun bir olay, bir gerçeklik karşısında, son çözümlemede, iki şey belirleyici derecede önem taşır. Biri: nasıl algıladığınız; diğeri: nasıl tepki verdiğinizdir.


Felsefeye dalmadan şu kadarını söylemekle yetinelim: Algıdan bağımsız, nesnel bir kendinde-gerçek vardır -- olanca karmaşıklığı, çok yanlılığı içinde. Bir de onun adeta sayısız algılanış biçimi. Ve o nesnel kendinde-gerçeklik içinde, insanların, kurumların, toplumların, devletlerin farklı farklı algılayışlarının uzantısında tepki gösteriş (davranış) tarzları da kendilerine özgüdür – sınıfsal çıkarlarından kültürel / ideolojik formasyonlarına, bağımsız irade kapasitelerinden maddi ve manevi güçlerine dek uzanan sonderece geniş bir yelpazeye yayılmış değişik etkenler ve dinamiklerce belirlenir.


Küresel finans ve ekonomi krizi ile bunun Türkiye’de algılanışı; keza bu bağlamda Türkiye’nin bugün ne durumda olduğu ve yarın ne durumda olacağı konuları, bu anlamda çok tipik güncel ve canlı canlı yaşamakta olduğumuz birer örnek olaydır.


Dün Çandar, bugün Friedman, hep Pentagon!


İş Yatırım’ın çağrılısı olarak Türkiye‘ye gelip konferans veren George Friedman’ın teşhis ve öngörülerini gerek adı geçen zatın dikkate değer konumu, gerekse dile getirdiği görüşlerin dikkate değer oluşu nedeniyle tartışmakta yarar görüyoruz. Üstelik bu vesileyle tartışma konusunun bugüne dek pek ele alınmayan yanlarına da eğilmek fırsatını bulacağız.


‘Gölge CIA’ gibi bir lakabı olan ve uzun bir dönem ABD’nin en önemli stratejik araştırma kuruluşlarından (Pentagon’a hizmet veren) Stratfor’un başında görev yapmış olan George Friedman yeni yayınlanan (Türkçesi de bugünlerde piyasaya çıktı) kitabının tanıtımını desteklemek gibi ticari bir PR etkinliği kapsamında mı geldi yoksa Türkiye’de tam da bugünlerde ‘yeni-Osmanlıcılık’ rüzgarlarının üfürüldüğü bir sırada buna kuramsal dayanaklar sunmak ve ABD’nin yeşil ışığını yarı-resmi bir şekilde de olsa duyurmak için mi … veya ikisi birden, isteyen istediği yorumu yapabilir.


Kendi payımıza şunu anımsatmakla yetinip asıl konuya geçeceğiz: ‘Yeni-Osmanlıcılık’, asla yeni bir söylem değildir; sadece yeniden ve daha bir güçle şimdi ısıtılan eski bir yemektir. (Yerseniz.) İlk hali de yine Pentagon çıkışlıdır. Yalnız o sırada Türkiye’de (‘Pentagon’un koridorlarına giriş iznine mazhar olmuş ilk Türk gazeteci’ diye şişinen) Cengiz Çandar tarafından pazarlanmıştı, 1990’ların başıydı. Erken bir çıkıştı. Ne uluslararası ortam, ne de Türkiye kendisine oynatılmak istenen bu role hazır değildi, dolayısıyla pek fazla duyulmadı ve çok geçmeden rafa kaldırıldı.


Bir Truva atı: Yeni-Osmanlıcılık


Yazılarımızda yeri geldikçe belirttiğimiz bir etkeni bir kez daha vurgulamak gereğini duyuyoruz:


Dünya yeni bir jeopolitik saflaşma sürecindedir; buna yeniden paylaşım süreci de denebilir, yeni bir dünyanın kurulma süreci de ... (Aslında bir boyutuyla da yeni bir uygarlık sıçraması sürecinde ama bu bambaşka bir konu.) Yeni jeopolitik kuramlar işte tam da böyle günler içindir. Jeopolitiğin bir siyasal bilim dalından ziyade bir psikolojik / siyasal savaş aracı olması (beyinlerin fethine yönelik) işte tam da böyle dönemlerde cepheye sürülmesinden ötürüdür. ‘Yeni-Osmanlıcılık’ buna günümüzden ve ülkemizi konu alan sözde bir ‘jeopolitik kuram’, gerçekte ise Türkiye’yi sözcüğün tam anlamıyla ‘oyuna getirme’ye yönelik bir savaş hilesidir, bir siyaset dalavereciliği örneğidir, bir ‘Truva atı’dır.


Yalnııız buna saplanıp kalmak (bunu bir alay geçerli kanıtla sergilemek ve siyasal lanetler okumak, ideolojik beddualar etmek de dahil) kısır bir anti-Amerikancılıktan öteye geçmez! (İP’liyseniz buna biraz da Avrasyacılık / Avrusyacılık sosu eklersiniz. Erdoğan’a ‘BOP’un eşbaşkanı’ diye demediğinizi -haklı olarak- bırakmazken, günümüz Rusya’sının öndegelen jeopolitikçilerinden Aleksandr Dugin’le ‘eş-başkan’ konumunda olduğunuzu ‘olağan’ sayarsınız! Şimdilik geçelim…)


Doğrular ile yanlışlar birarada


Friedman’ın birçok saptaması, teşhisi (bence de) doğru. Zaten bu tür kuramsal tuzaklarda oyunun gereğidir bu. İki nedenle: birincisi, ABD gibi bir devlete hizmet veren Stratfor vb. merkezler, ilkin, kendileri (ABD) için dünyanın nereye gittiğini ‘doğru’ olarak teşhis etmeye çalışırlar. Bu konuda vardıkları sonucu yüksek gizlilik derecesinde içerde (Pentagon, Beyaz Saray) paylaşırlar. Sonra bu gidişatı kendileri (ABD) lehine nasıl yönlendirebilirler (neleri engelleyecekler, neleri yolundan çıkartacaklar, neleri körükleyecekler, vs.) bunun hesabını, planını yaparlar.


Bu belirlendi mi ona göre senaryolar yazarlar, komplolar tezgahlarlar (sözgelimi son aylarda Pakistan’da Benazir Butto’ya suikastten başlayarak Hindistan’da güya Pakistan çıkışlı kanlı terör eylemine dek; veya Türkiye’de orduyu sindirmeye yönelik Ergenekon tertibi gibi), ve bu arada birtakım jeopolitik kuramlar, doktrinler ortaya atarlar. Bunların bir bölümü ABD’nin yeni dış politikasını doğrulamaya ve destek bulmaya yöneliktir içeride ve dışarıda (kamu diplomasisi çerçevesinde kullanılır). Bir bölümü de yabancı ülkelerin kamuoylarını yönlendirmeye yöneliktir (psikolojik savaş).


Friedman’ın kitabı (kuramı) buna tipik bir örnektir. Şundan emin olabilirsiniz: aslında o’nun elinden / beyninden çıkma iki ‘kitap’ var. Birincisi, ABD’de üst düzeyde çok dar bir çevrenin okumasına açık kitap, daha doğrusu bilgisayar çıktısı şeklinde bir rapor. İkincisi ondan da yer yer pasajlar içeren fakat yer yer de hayli farklı ve herkesin okumasına açık kitap. Türkiye’de hayli tantanalı şekilde tanıtımı yapılan ve Türkçesi hemen piyasaya sürülen kitap doğal olarak bu ikincisi.


Algılama ve davranış farkı


Bu noktada yazımızın başında çok kısaca değindiğimiz gerçekliği algılayış farkı, belli bir olaya nasıl karşılık verildiği farkı önem kazanmaktadır. Friedman bazı gerçekleri (bence) doğru teşhis etmekte ve doğru sonuçlar çıkartmaktadır. Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren bir ikisini analım:


Friedman’a göre, AB çökecek. (Doğru.) Türkiye potansiyel olarak bölgesel, hatta küresel düzeyde ağırlığı olabilecek büyük bir güç lakin gücünün farkında değil ve o yüzden gücünü kendi çıkarına göre kullanamıyor. (Kesinlikle doğru. Merkez Sağ hükümetler beceriksiz; AKP malum). Friedman’ın bu iki saptamasının çok gizli raporunda da aynen yer aldığına emin olabilirsiniz.


Devam ediyor: Türkiye Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve İslam ülkeleri coğrafyasında etkin ve etkili. (Gizli raporda: Kemalist bir iktidar bu gücü tam kapasite kullanmaya yönelik bağımsız bir strateji izlerse ABD’nin aleyhine olur. Hem bu olasılığın önüne geçmek, hem ABD’nin çıkarlarına hizmet etmek, hem de Türkiye’nin bölgede Avrasyacı bir ittifak içine girmesinin yolunu dinamitlemek üzere dinamiğe doğrudan karşı çıkmak yerine içine girip yolundan döndürelim, genleriyle oynayalım. ‘Atatürk Türkiye’si refleksleri göstermesinin önüne geçmek üzere yapay bir ‘Yeni-Osmanlıcılık’ rolü benimsetelim.)


Devam ediyor: Türkiye ‘tezkere’ oylamasında ‘ABD’nin uydusu’ olmadığını gösterdi. Son zamanlarda ABD’nin bunu tanıyan bir politika izlemesi doğrudur. (Gizli raporda: bunu lehimize kullanalım. Türkiye fiilen bizim taşeronumuz olsun ama sanki bizden bağımsız davranıyor izlenimi versin. ‘Kemalist Generaller’in gururu da okşanmış olur, mağrur Türk milletinin özlemi de. Ama bu arada Türkiye en başta Rusya ile cephe cepheye gelir ve ister istemez ABD’nin yörüngesinde kalmak gereğini duyar.)


ABD’nin asıl korkusu


Friedman gerek konferansında, gerekse kitabında aslında farklı şekilde pazarlamaya çalıştığı saklı bir hedef güdüyor ABD’nin şimdilerde en büyük korkusu doğrultusunda. ABD’nin gözünde Çin hiç kuşkusuz ciddi bir rakip. Fakat onun asıl korkusu Çin değil Rusya, özellikle de Almanya ile ittifak kurmuş bir Rusya. Onun için Friedman özellikle üç ülkeyi ‘gaza getirmeye’ çalışıyor: Türkiye, Polonya ve Japonya.


Konferansında Polonya için kurduğu cümleye bakar mısınız: ‘‘Güney Kore gibi ABD’nin stratejik ortağı olan Polonya: Fransa ve Almanya’nın dinamizmini kaybettiği Avrupa’da ortaya çıkacak yeni güç olacak. [Buraya dikkat:] Bir tarafında Rusya, diğer tarafında Almanya olan Polonya, bu ülkelerin bir araya gelmesini durdurabilecek tek ülke.’’


Friedman, aslında, bir noktada haklı: ‘Türkiye 30, 40 yıl içinde [bizce doğru bir yönetim altında 15, 20 yıl içinde] çok önemli bir güç olacak.’ ABD, Türkiye ile görünüşte artık ‘uydu’ ilişkisi değil ‘ittifak’ ilişkisi kurmak istiyor. Almanya – Rusya ittifakına karşı ABD – Polonya – Türkiye ittifakı.


Bu hem Polonya, hem de Türkiye için çok tehlikeli. Polonya tarihte dört kez Almanya ve Rusya tarafından işgal edildi ve paylaşıldı. Türk – Rus ilişkilerinin Atatürk dönemi ve öncesi ve sonrasının nasıl olduğu malum. Kaldı ki anti-kemalist AKP’nin yönettiği bir Türkiye’nin ABD ile ‘bağımsız, denk bir ittifak’ kurabilmesi eşyanın doğasına aykırı.


Unutmayalım ki Türkiye’nin ABD’nin ‘uydusu’ olmadığını sergileyen 1 Mart 2003 Irak Tezkeresinin reddinde belirleyici rol oynayan parti AKP değil aralarında Kemal Derviş’in de bulunduğu milletvekillerinin tümünün ret oyu vermiş olduğu CHP’dir.


ABD hem bir yandan AKP ile yeni-Osmanlıcılık güdecek, diğer yandan ordunun Kemalist kadrolarını sindirme tertiplerini yönlendirecek hem de güya Türkiye ile iki bağımsız devlet olarak stratejik ittifak içinde olacak.! Bu sökmez ve mümkün değil ..


Friedman (veya bir başka Amerikalı) daha ciddi bir öneriyle gelsinler...


NAZIM GÜVENÇ

Evrim Karşıtlarının Nesnel İdealizmi - İlker Belek

Evrim Karşıtlarının Nesnel İdealizmi


Metafizik idealizm ve din var olan her şeyin tanrı tarafından ve bugün var oldukları biçimleriyle yaratıldıklarını ileri sürer: Her şey bir yaratanın ürünü olduğu için, düşüncenin, bilimin, siyasetin, kısacası bilinçli insan etkinliğinin hiçbir önemi yoktur. Yaratanın kurallarına teslimiyet yaşamın temel amacıdır.

Bu paradigma en tipik biçimde kilise iktidarı döneminde kendisini ortaya koydu, iktidarı yeniden üretecek bir araç olarak kullanıldı. Din açıkça siyasetti. O nedenle, metafizik idealizmin sarsılması da sınıf savaşlarının sonucunda olmuştur. Burjuvazinin feodalizm karşısında aydınlanmaya sarılmasının nedeni de iktidardaki bu felsefenin insan etkinliğinin her türünün önünü şiddetle kesmesiydi. Burjuvaziye sanayi, sanayiye ise bilim gerekiyordu.

İşçi sınıfının siyasal uyanışı aynı zamanda materyalizme sarılmasıyla karakterizedir. EP Thompsone İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu adlı eserinde bu gerçeği çarpıcı biçimde tanımlar. Siyasal ve felsefi olarak hem aristokrasiyi hem de metafizik idealizmi tahtından indiren güç işçi sınıfı materyalizmidir.

* * *

Aydınlanma insani olan her şeyin önünü açtı. Ancak bu büyük sıçrama kimi genetik yapısı bozuk akımların ortaya çıkmasına da neden oldu. Bunları öznel idealizm başlığında toplamak olanaklıdır. Descarte, Berkeley gibi düşünürlerin görüşlerinde izlenebilen öznel idealizm, insana önem verirken kantarın topuzunu kaçırır ve nesnelliği inkar noktasına varır: Nesnellik yoktur, gerçeklik aklın çıkarımları, insanın duyumlarıdır. Bu haliyle öznel idealizm bir başka tür dindir; her insanın kendi dünyası vardır, insan dünyayı kendi zihninde kendisi yaratır.

İdealizmin bu formunun pek taraftar bulamayacağı açıktır. Bir kere, insanı fazlasıyla öne çıkardığı için, nesnel idealizm bu düşünceye ayar çeker. Öte yandan, öznel idealizm nesnel gerçeğin kendisi karşısında komik duruma düşer.

* * *

Nesnel idealizm, dogmatik metafizik idealizmin bilim karşısında yenilgiye uğrayarak, geri çekilmesi sonucunda ortaya çıktı. Değişim dinamiğini (örneğin evrimi) kabul edip, temel bilimlerde bilimsel yöntemi kullanırken, bütün gerçekliğin ve değişimin tanrı tarafından yaratıldığını ileri sürdü.

İdealizmin diyalektiğin gücünü kabul etmesinin nedeni, değişimin herkes tarafından gözlenebilir kesinlikte pek çok örneğinin bulunmasıdır. Örneğin, sperm ve ovumun birleşmesiyle birlikte yaşamaya başlayan insan embriyosunun ontogenetik gelişim süreci o denli çarpıcı, hayal ötesidir ve o denli canlının filogenetik gelişim sürecinin sıkıştırılmış haliyle benzeşmektedir ki, milyonlarca yıldır hiçbir şeyin değişmeden kaldığını ileri süren metafizik, bu sıradan olay karşısında gerçekten çaresiz kalmaktadır.

Nesnel idealizm, bilimin görevini, tanrının gücünün göstergesi olan değişimin kodlarının çözülmesi olarak tanımlar.

* * *

Buradan nesnel idealizmin en büyük ayak oyunu ortaya çıkar: Darvin teorisiyle yaradılış inancını aynı düzeye yerleştirmek. Buna göre Darvin de yaradılışcılık da maddenin ve canlıların geçmişini ve bugününü anlamak konusunda eşit değere sahip teorilerdir. Esas mücadele edilmesi gereken düşünce, evrim gerçeğinin reddedilmesi değil, işte budur.

Maddenin tanrı tarafından yaratıldığını ileri sürmek bilimle değil inanç düzlemiyle ilişkilidir. Araştırılamaz, sınanamaz düşünceler bilime değil, inanca ilişkindir. “Madde yaratılmıştır” demek araştırmayı ve aklı inkarla eş anlamlıdır. Her şeyi yaratan tanrı ise ve tanrı her şeye kadirse, kullarının O'nun kurallarını araştırmaları zaten beyhude ve üstelik yasak bir çabadır. İnançların o nedenle tez gibi dile getirilmesine bilim dünyasında izin verilemez. İnançları olanlar, inançlarını kendileri ve tanrıları arasındaki dünyaya saklamalıdırlar. Orada sınırlı kaldıkları sürece ne bir başkasını, ne bilim dünyasını ilgilendirirler ve bu nedenle de o bağlamı içinde “saygı”yı hak ederler. Ancak inanç o sınırlı ve özel düzleminden çıkarılıp toplumsallaştırılmaya kalkıldığında başkalarının özel dünyasını ihlal etmeye, bilimin objektif yöntemini yasaklamaya başlamış olur.

Bütün bunlara rağmen, metafizik idealizm kaçınılmaz olarak dünya işlerine idealist yöntemlerle karışacak, bilim dünyasında geri çektiği metafiziğini gündelik olaylar söz konusu olduğunda toplumsallaştırmaya çalışacaktır. Çünkü inanç tanrı ile kul arasındaki özel bir ilişki olsa bile, inanca konu olan düzenlemeler herkesi bağlayıcı olarak görülürler.

O nedenle, yaşamı sekülerleştirmenin yolu, esasta bilimsel çalışmaların değil, siyasal mücadelenin konusudur. Aynen İngiliz işçi sınıfının oluşum yıllarında olduğu gibi. O siyasal mücadele metafizik idealizmin sınıfsal yönünün deşifre edilmesiyle olanaklı olabilir.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/11498.html


14 Mart 2009 Cumartesi

Osmanlı ve New Ottoman - İlker Belek

Osmanlı ve New Ottoman

Bir ülkeyi içinde bulunduğu bölgede ve/veya dünyada lider konumuna yükselten faktör, verili üretim tarzı içinde, üretim ilişkilerinin durumu ile üst yapının (yani askeri, siyasal, ideolojik yapı ve formasyonların), söz konusu üretim ilişkilerinin önünü açma gücüdür.

Osmanlı'nın yükselişi, batıda-Avrupa'da feodal üretim tarzının, doğuda ise yer yer köleci, yer yer komünal üretim tarzlarını da içinde barındıran daha arkaik toplumsal bir düzenin egemen olduğu dünya konjonktüründe gerçekleşmiştir.

* * *

İlk önce Anadolu'daki siyasal birliği sağlayan Osmanlı'nın üretim tarzı da feodal olmakla birlikte, üst yapı kurumlarının, askersel işlerin, alt yapıdaki tarımsal ilişkiler üzerinde özel bir yeniden yapılandırıcı işlevi vardı. Osmanlı için Asya Tipi Üretim Tarzı denmesinin nedeni de budur.

Osmanlı'yı ayakta tutan, dünya gücü haline getiren unsur tarım ve tarımdan elde edilen artık değer olduğu kadar, savaş ekonomisiydi. Tarım ve savaş Osmanlı üretim tarzını pozitif olarak geri besleyen bir dinamikle birbirleriyle ilişkiliydiler.

İmparatorluğun ilk kuruluş yıllarından itibaren, fethedilen topraklar hiçbir zaman yeterli görülmemiştir. Yeni toprakların fethi, o topraklarda mevcut artık değerin bir kısmının merkezileştirilmesi üzerinden toplam artık değeri büyütmüş, bu servet de yeni toprakların fethedilmesi açısından gerekli olan askeri ve maddi gücün biriktirilmesi anlamına gelmiştir. Bir süre sonra ise servet biriktirme askeri seferberliği gerekli kılmış, askeri seferberlik de servet biriktirmenin (tarımın ötesinde) en önemli aracı olmuştur. O nedenle askeri gücün rakipler karşısında yetersiz kaldığı noktada, devlet yapısının bütün olarak çökmesi kaçınılmazdı.

Fethedilen topraklardaki eski yönetimlere tanınan görece özgür hareket alanı söz konusu üretim tarzının sürekliliği açısından kritikti. Osmanlı'ya boyun eğen yönetimler, kendilerine tanınan siyasal ve maddi hareket alanıyla yayılma stratejisine ortak edilmişler, bu da Osmanlı'nın, her yayıldığı noktada daha da ötesini arzulamasına neden olan bir mekanizmayı tetiklemiştir.

Avrupa feodalizminde bulunmayan ve Osmanlı'nın kendi çağındaki başarısını sağlayan unsurlar bunlardı.

* * *

Osmanlı'yı durdurabilecek tek güç, rakiplerinin farklı bir kulvara atlayarak, deyim yerindeyse Osmanlı'ya şaşırtma uygulayabilmeleriydi.

İşte o gelişme Avrupa'daki Rönesans-sanayileşme-reform sıçramasıdır. Osmanlı kendi iç kurgusu gereği ayakta kalabilmek için savaş ekonomisine sarılmak zorunda iken sıçramanın her üç ayağını da kaçınılmaz olarak kaçırmıştır. Oysa Avrupa ülkeleri, daha “sakin” ve “içe yönelik” ekonomik-siyasal yapılarının sonucunda, biriktirdikleri artık değeri, gelecek açısından daha yaratıcı yatırımlar için değerlendirmeyi başarabilmişlerdir.

Viyana önlerindeki bozgun, aslında, Osmanlı feodal-askeri düzeninin kapitalist üretim tarzı karşısındaki yenilgisidir.

* * *

Hiç olmazsa Osmanlı'nın “artığı” olan Anadolu coğrafyasını elde tutma stratejisiyle hareket eden Kemalist ideoloji, belki bu çıkış noktası itibariyle haklıydı. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devleti, bundan sonraki açılımını, kendisinden yaklaşık 200 yıl önce kapitalizm yarışına başlamış olan Batı ile aynı kulvara yerleştirdiğinde kendi bağımlı kaderini de kabullenmiş oldu. İçine girilen kapitalistleşme kulvarı o günlerde artık emperyalistleşmiş bile olan Batılı ülkeler tarafından doldurulmuştu. Yeni devlet, bu nedenle, rakiplerinden tur yemek ve onların peşlerinde bıraktığı hava boşluğunu kollamak zorunda kaldı.

* * *

Şimdi yeni Osmanlıcılık denilen açılımın gerçekten yeni olabilmesi için yeni bir üretim tarzını ifade etmesi gerekir ki, böyle olamayacağı açıktır. Batı, zamanında, emeği feodal sömürü biçimlerinden özgürleştirerek, emek verimliliğinde ve artık değerde, aynı kulvara sonradan girenleri de tahakküm altına almasına yetecek derecede geometrik bir sıçrama sağlayabilmişti. Başarısının arkasındaki sır budur.

Yeni Osmanlı denilerek Türkiye siyasal İslam'ına bugün biçilen işlev ise bölgede Batı'nın aktif taşeronluğu görevidir. Bu görevin üzerine bastığı zemin, kapitalist üretim tarzı artık her bakımdan iyice sıkışmış olduğu için, son derece çürüktür. Çürüklük taşeronluğun ekonomik değil, daha fazla derecede askeri görevler için söz konusu olabileceğini de göstermektedir.

Bütün bunlar, Yeni Osmanlıcılığın ideolojik olarak Türkiye'yi birleştirme gücünün de sınırlarını çizecektir.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/11149.html


Bilinmeyen Lenin - Candan Badem

Bilinmeyen Lenin


Yarın, yani 21 Ocak 2009 günü Lenin'in ölümünün 85. yıldönümü. Ekim Devrimi'nin anayurdunda ise Lenin'i karalamak devlet politikası haline gelmiş durumda. Kapitalist restorasyoncular, papazlar, liberal medya hep bir ağızdan Lenin'e saldırıyorlar. Perestroyka yıllarında sözde daha iyi bir sosyalizm ve gerçek Leninizm adına Stalin'e saldıranların istisnasız hepsi SSCB yıkıldıktan sonra açıkça Lenin'e saldırmaya başladılar. Bu iki yüzlü liberal yalancılar halkı sadece Stalin'i eleştiriyoruz diye kandırıp iktidarı ve özellikle medyayı ele geçirdikten sonra Lenin'e ve Sovyet sosyalizmine karşı halen sürmekte olan tarihteki en büyük karalama kampanyasını başlattılar.


Bu kampanyanın ideologlarından biri olan Dmitriy Volkogonov diye bir askeri tarihçi müsveddesine Yeltsin döneminde bütün arşivler açıldı, başka kimseye verilmeyen belgeler ona verildi. Babası halk düşmanı olarak kurşuna dizilmiş, annesi sürgünde ölmüş olan ve Sovyet devletine karşı kan davası güden bu nefret dolu karşıdevrimci de patronlarını utandırmadı ve sosyalizme karşı bütün kinini kustu. Ancak ibret verici olan şu ki bu adam daha 1984'te korgeneral rütbesiyle ve felsefe ve tarih doktoru ünvanıyla Kızıl Ordu ve Donanma Siyasi Kısım Başkan yardımcısı olmuştu! Böyle bir adamın böyle hassas bir mevkiye gelebilmiş olması nasıl açıklanabilir? Bu ne biçim “totaliter” rejim ki bizzat rejim düşmanının oğlunu bu mevkilere getirmiş? Evet, oğul babanın suçunu çekmemeli, ama bu oğulun babasıyla aynı kafada olduğu neden görülmemiş? Acaba sözde demokratik kapitalist ülkelerde rejim karşıtlığından idam edilmiş bir solcunun oğlu orduda veya başka bir devlet dairesinde böyle bir mevkiye gelebilir mi?


Volkogonov 1989 yılında ordudaki siyasi organların lağvedilip yerine sadece sosyal güvenlikle ilgilenen organlar konulmasını önerdiği için görevinden alındı ancak Gorbaçov ve ekibi onu bu kez Savunma Bakanlığı askeri tarih enstitüsünün başına getirdi. 1991'e kadar bu görevde kalan Volkogonov daha sonra arşivlerde çalışarak ciltlerce kitapta Lenin'i ve Stalin'i karalamaya çalıştı. Bu çabalarının karşılığını madden ve manen aldı, Yeltsin tarafından kendisine devlet ödülü de verildi. İşte bu adamın ve benzerlerinin pek sevdiği bir yöntem Lenin'in güya bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmaktı. Örneğin Lenin'in iç savaş sırasında gönderdiği bazı telgraflardaki verdiği sert emirlerini bağlamından koparmak, cımbızlamak ya da belgenin işine gelmeyen yerlerini veya başka olguları saklamak gibi yöntemlerle Lenin'i bir cani gibi göstermeye çalıştılar.


Bunlar örneğin Lenin'in toplu eserlerinde yer almayan, 11 Ağustos 1918 tarihinde Penza guberniyasındaki Bolşeviklere bir telgrafında “en az yüz kulak (toprak ağası), spekülasyoncu ve kan emiciyi idam edin ve herkes görsün” demiş olmasını kullandılar. Sanki Lenin durduk yerde adam öldürün demiş ya da daha hafif cezalar verilebilecekken illa da asın demiş gibi! Oysa o sırada iç savaş bütün hızıyla sürüyordu ve her yerde emperyalistlerden destek alan çarlık generalleri ve her türden karşıdevrimciler Sovyet iktidarıyla ölümüne mücadele ediyordular. İngilizler ve öteki emperyalistler Arhangelsk'e çıkarma yapmışlar, Bakü'yü işgal etmişlerdi. Penza çevresinde de sol SR'lerin çıkardığı bir isyan vardı ve kulak'lar köye gelen iaşe kıtası askerlerinden beşini işkence ederek öldürmüşler ve ayaklanma başlatmışlardı. Öyleyken yerel Sovyet yetkilileri ayaklanmayı bastırmak için yeterli önlemler almamıştı. İşte Lenin bu ayaklanmayı bastırmaktan söz ediyordu. Peki bu iaşe kıtası dediğimiz şey neydi? Gayet basitçe söylersek köylünün elindeki fazla buğdayı piyasa fiyatından değil ama normal zamanlardaki fiyattan zorla alan birliklerdi. (Evet bazılarının sandığı gibi Bolşevikler köylünün buğdayını bedava değil, sadece normal fiyattan alıyordu). Kızılordu'yu beslemek için başka çare yoktu çünkü zengin köylüler ve spekülasyoncular buğdayı bu fiyattan devlete satmak istemiyorlardı. Peki bu yöntemi Bolşevikler mi icat etmişti? Hayır, çarlık ordusu daha 1916'da Birinci Dünya Savaşı'nda kullanmıştı ve Şubat 1917 devriminden sonraki liberal hükümet de sürdürmüştü.


Peki bu telgraftan sonra ne mi olmuş? Acaba Penza'daki Sovyet organları ibret olsun diye gerçekten yüz kişiyi asmışlar mı? Hayır, sadece askerleri işkenceyle öldüren ve ayaklanmayı başlatan on üç kişiyi tutuklamışlar ve devrim mahkemesi kararıyla kurşuna dizmişler. Lenin de neden yüz kişi asmadınız falan dememiş.


İşte tüm bu türden çabalara karşın geçen yılın sonunda yapılan bir ankette burada da yazmış olduğum gibi Stalin 3. Lenin de 6. sırayı aldı. Bu anket sırasında televizyona çıkarılan kişilerin Lenin ve Stalin'i karalamakta nasıl yarıştıklarından daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Örneğin 23 Kasım'daki bir televizyon programına çağrılan 12 kişiden dokuzu var güçleriyle Lenin'e saldırdılar. Fakat ne yazık ki orada bulunan RFKP başkanı Züganov ise bu saldırılara net bir yanıt veremedi. Lenin'i savunmakla birlikte sorulan sorulara doğrudan yanıt vermek yerine Lenin büyük adamdır gibi kaçamak yanıtlar verdi. Örneğin Rus ortodoks kilisesinin şu anda patrik vekili olan metropolit Kirill, Lenin'in kiliseye düşmanlığından söz ederken utanmazca yalanlar söyledi. Güya Lenin her türlü ahlakı reddediyormuş! Oysa Lenin'in reddettiği papazların ahlakı idi. Bu din tüccarı ayrıca Lenin'in bütün papazları öldürün dediği yalanını söyledi. Kısacası her zaman egemen sınıflardan yana olmuş olan resmi kiliseden beklenen tavrı gösterdi. Ancak garip olanı Züganov'un bunlara doğru düzgün yanıt vermeyişi idi. Oysa biz sosyalistlerin her türden gericiye, şeriatçıya ve papaza verecek gayet somut ve net yanıtlarımız her zaman olmuştur. Gerektiğinde Lenin'i de bazı siyasi veya teorik noktalardan eleştirebiliriz, ancak Lenin'in ahlaken savunamayacağımız hiçbir eylemi yoktur.

tarihci.candan@gmail.com


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/9030.html


9 Mart 2009 Pazartesi

Türk Milleti ve Destanlar - Halid Özkul


TÜRK MİLLETİ DESTANLARI ÇOK SEVER AMA SİYASET NESNEL-GERÇEKCİDİR, EDEBİYAT DEĞİLDİR!


Kapitalizmin yarattığı bir sınıf olarak burjuvazinin sosyoloji bilimi anlayışı, üst yapılanmaları açıklarken iktisadi alt yapı gerekirciliğini es geçtiği için insanlık tarihinin sınıflar mücadelesine kaynaklık etmiş olan hem de çok uzun bir dönemini görmemezlikten gelir. Hal böyle olunca, insanlığın ilkel toplumsal toplum (komün) olarak yaşadıkları ve evrimleştikleri göçebe (barbar) toplum evreleri fantezi tezlerle ‘es’ geçilip doğrudan köleci toplum evresi ile “masal” anlatılmaya başlanır. Bu ‘es’ geçilen dönemde toplumların üst yapı faaliyetlerinin bir edebi ürünü olan mitolojik (destansı) anlatımlar, bilimsel açınım ile irdelenmediği için, yüzyıllar sonra burjuva milliyetçiliğinin en üst noktası olan ırkçı söylemlerine malzeme yapılmıştır…


Hâlbuki insanlığın bütün ideolojik inanışları ve dinlerine kaynaklık eden bu destanlardır. Hepsi de benzer üretim tarzından doğup geliştikleri için aynı temaları taşırlar (aynı coğrafi yapıda hepsi ‘kurt’tan türer, gerek Romalı gerek Orta Asyalı Türk veya Moğol). “Destan” yani antik Anadolu İon (Elen değil) ağzı ile “mitoloji”, belirtildiği gibi bir “mit”, “put” yaratımı masalsı anlatımlarıdır. Ama bu mitolojilerin hepsinin kaynağı sınıfsız toplumlar olan ilkel komünlerin folklore dediğimiz “masal” anlatımlarıdır. Yani folklorenin masal anlatımı, sınıflı toplumlara evrimleşmeyle beraber mitoloji formuna bürünürler. Köleci toplumun mitolojisinin evrimleşmesi de feodal toplumun ideolojilerini yaratmıştır. İdeoloji tıpkı mitoloji gibi üretim güç ve ilişkilerine hâkim olan sınıf tarafından belirlenir. Ama çağdaş toplum dünyevi(seküler)likten laikliğe geçişle bu edebi ürünleri aşarlar ve kendi ideolojik kavramlarını yaratırlar…


Irkçılığın nazizm türünün ideolojik masalının İtalya’da ve Almanya’da tutunup da neden Britanya veya Fransa’da tutunamadığının tek nedeni iktisadi alt yapıdan kaynaklanan sınıflar mücedelesinin üst yapıya vermiş olduğu kitlesel edebi-estetik biçimlendirmedir. Keza ırkçılığın devlet ideolojisi olarak niçin İzrael ve Türkiye’de hala direndiğinin cevabı da bu nesnel-gerçekliğin yapılanmalarında yatmaktadır. Üstelik Roma-Bizans devlet geleneğinin bir devamı olarak, sentezleştirerek onu sosyalize etmiş Anadolu Osmanlı devlet ideolojisinin süreç içinde nasıl ırkçılaştığı tastamam bir akademi zenginliği muhteviyatındadır…


XXI. yüzyılın nerede ise ilk çeyreğini yarıladığımız günümüzde nesnel gerçeklikten hareket etmeyen bütün siyasetler, edebi temaları ne kadar lirik, melankolik, romantik, dramatik veya trajik olursa olsun yerle yeksan olmaya mahkûmdur. Orta Oyunu ve meddahlar Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları arasında kalmış; yazıya geçirelemediği için, sosyolojik olarak köleci toplumun mitolojisine bile tekabül edemeyen, arkaik denebilecek folklorik edebi halüsülasyonlardır…


Günümüz siyaseti, tekelci kapitalizmin küresel egemenliğinin hegemonyası için kavga eden mali oligarşilerin finanse ve organize ettiği, adına “thin-tank”(düşünce deposu) dediğimiz kuruluşlar tarafından formlaştırılmaktadır. Bu formlaşma 5, 15, 20, 50 yıllık dönemselleri içeren senaryoları oluşturmaktadır. Bu kuruluşlar için milyonlarca dolar bağışlanmakta, binlerce dolar maaş ve prim olan burjuva “akil” sahipleri çalıştırılmaktadır. İşte oyunun daha baştan niteliği(kalitesi)ni ayırt eden başlangıç kaynağı burasıdır.


Bu “akil” sahipleri ne fındık tüccarı, ne mısırcı-yumurtacı ne de bir hacı-fış fış zortlatmasıdır. Hele hiçbirinin şiir okumak gibi bir romantik edebi meziyeti de duyulmamıştır. Bunlar ABD’de “Ivy Lig”i dediğimiz mali oligarşinin “invisible(görünmez) college”larında rahle-i tedrisat görmüş üstad-ı muhterem “monşer” oliga-pollerdir. Siz ABD’yi Reagan, Bush, Clinton, Obama’nın Filleri veya Eşeklerinin yönettiğine inanmaya devam edin. O kafayla ancak “yeni” Sevr Müzakeresinde ayılırsınız…


Bu “akil” sahipleri Rockefeller, Rothchild, Du Pont, Angelli, Mitsubuşi gibi sanayici veya banker mali oligarklarda değillerdir. Ama adını saydığımız veya sayamadığımız mali oligarkların eskiyen “dünya düzen”lerini yeri ve zamanı geldiğinde “yeni”si ile değiştirdiğini dünyaya kabul ettiren, işte bu “akil” tarafından örgütlenir. İşte bu “akil”in yapmış olduğu senaryoda siz veya sizin ekibiniz (ki burada kadro çok-çok önemlidir) en az (makro değil, mikro düzeyde) onlar kadar akıl-bilgi-bilinç sahibi değilseniz, evet sizin çoşku-duygu-iradeniz onların senaryosu içinde ‘zaten ifade edilmiş olan’ bir figüran rolündedir.


Bütün devlet (gizli servisler, polisler, ordular, medyalar) ideolojik baskı aygıtlarını eğiten de bunlardır. (NATO College’de eğitim alan-beyni şekillendirilen kurmay subayın hocalarıdırlar.) Bunlara psiko-politikaları biçimlendiren toplumsal tarih mühendisleri adı da verilmektedir. Bunların ana savaşcı örgütleri de “kök devlet terör örgüt”ü olan, bunların planlamış olduğu NATO gibi örgütlenmelerde “stay behind” adı verilen yapılanmalardır. Kimi –çoğu- zaman klasik-faşist, kimi zaman hükümet-dışı örgütlenmeler(NGO) arkasına gizlenmiş neo-liberal, çevreci, feminist, insan hakları kılıkları altında dolaşan entel-danteller bunların neo-faşist yüzlerini maskelemek için “en güzel” dekorları yaratırlar. Görüldüğü gibi “çağdaş siyaset” hiçte edebi değildir. Yanılsamalı aynalar odasındaki nesnel-gerçekliktir. Yüzünü ve yüzleri tanıyamazsan vay haline!


Halid Özkul

Araştırmacı-yazar

01.02.09

halidozkul@gmail.com




6 Mart 2009 Cuma

Komplo Teorisi - Halid Özkul

KOMPLO TEORİSİ VE FESATINI AÇIKLADIĞINI ZANNEDERKEN FESAT (KONSPİRASYON) ODAKLARINA NASIL HİZMET EDİLİR?


Hegemon Anglo-Amerik-Sakson emperyaliziminin iktisadi çıkarlarını savunmak amacı ile siyasal Psikolojik Savaşını dünya çapında kitlesel olarak belleklerde sürdürdüğü bir emperyalist kültür saldırganlığı vardır. Bu saldırganlığın çeşitli versiyonlarından biri son yıllarda adeta entelektüller arasında “moda” haline getirilmiştir. Özellikle 1960’lı yılların ortalarından itibaren, 1980’lerde daha da yaygınlaştırılarak “serbest piyasa”ya sürülen bütün “illuminati” düzmece kurgusal palavralar, sonuç olarak; ya Vatikan ya da Masonlar veya müttefikleri zionistler ve de emperyalist ülkelerin gizli servislerinin psikolojik savaş harekâtçılarıyca bilinçli olarak manipüle edilen dezenformasyonlardır. Bunlar “gri propaganda” harekâtı olarak işlev görürler. (Konuyu kavramak için bknz. “Gizli Ordular- ABD İzrael Global Devlet Terörü-JI-TRC-IIS”).


1965’te yayımlanan Kerry Wendell Thornley(1938–1998)’in çocukluk arkadaşı Greg Hill(1941–2000) ile beraber yazmış olduğu Principia Discordia-Düşünce Ayrılığı İlkeleri bu harekâtın ilk ürünüdür diyebilirim. Thornley genelde “Omar Khayyam Ravenhurst” veya kısaca “Lord Omar” olarak tanınırdı. 1960’larda “Ho Chi Zen” adı ile kaleme aldığı, Zen ve Tao kültürlerinden harmanlanmış politik görüşleri Zenarchy(Zenanarşi) adı altında Amerikan “karşı-kültür” hippy hareketi içinde yeralmıştır. Ateizm, anarşizm, objektivizm, neo-paganizm, Budhizm ve kendi Discordianizminin mimetik mirası olan Dehaüstü Kilisesi yaşamının baştanbaşa konusudurlar.


Hepsinden ilginç olanı Deniz Kuvvetlerinde iki yıl askerlik yaptığında radarcıdır(1958). Buradaki en yakın arkadaşı ise Lee Harwey Oswald’tır- Kennedy Suikastı’nın “günah keçisi”. (Oswald 1959 Sonbaharında sonradan CIA tarafından planlandığı ortaya çıkan Sovyetler Birliği’ne ilticayı gerçekleştirir. Bu ilticadan önce Oswald’a CIA tarafından Marxizm üzerine eğitim verilmiştir. Gen.bil.i.bkz. “Gizli Ordular-Pentagon-NSA-CIA ve Masonlar”) Thornley, Oswald’la George Orwell’in ünlü romanı “1984”ün konusu –felsefe ve marxizm- üzerine tartıştıklarını sonradan kaleme aldığı bir yazıda belirtmiştir. (“1984” sonradan CIA’ya hizmet verdikleri ortaya çıkan ünlü karşı-kültür rock gurubu Pink Floyd’un 1989’da Berlin Duvarı yıkılmasını ana tema teşkil eden konserlerinin görsel efekti olduğunu tekrar anımsatayım. Psikolojik Savaşın gerilediği 1990’ların ortalarında belgelerle ortaya çıkan bu “kitlesel beyin yıkama” operasyonu hakkında Türkiye’de kimsenin bilgi sahibi olmaması da çok ilginçtir!)


Thornley, ordudaki aktif görevinden Eylul 1960’da ayırılır. Şubat 1962’de Oswald’ı bir romancı gözü ile irdeleyen The Idle Warriors-İşsiz Savaşcılar’ı yazar. 22 Kasım 1963’te Kennedy’nin katledilmesinden önce. Warren Commission Mayıs 1964’te kitabı kanıt olarak Ulusal Arşiv’e alır. 1965’te yayımladığı Oswald adlı kitabı da ilginçtir ki Komisyonun “Oswald bir tek suikastçıydı” resmi tezini savunmaktadır. Ocak 1968’de Kennedy Suikastı’nın üzerindeki resmi örtüyü savuran New Orleans bölgesi başsavcısı Jim Garrison, Thornley’i suikastçılarla işbirliği içinde olmakla suçlayacaktır. Yine ilginçtir ki, Thornley kendini savunurken New Orleans’da misafir olarak kaldığı sürede “Garry Kirstein” ve “Slim Brooks” gibi iki orta yaşlı esrarengiz kişi ile birçok kere biraraya geldiğini iddia etmiştir. Bize yabancı olmayan hikâyesine göre, bu kişiler tuhaf ve çekiciydiler… “Garry Kirstein” kıdemli CIA görevlisi ve Watergate hırsızı Everette Howard Hunt (sonradan o da yazar olacaktı), “Slim Brooks”ta Nixon’un o yasadışı suçunun ikinci ortağı Jerry Milton Brooks olacaklardı. Brooks 1960’ların anti-komünist radikal muhafakâr militan grubu The Minutemen’in bir üyesiydi. İşte Thornley, böylece Kennedy suikastını CIA’nın LSD, MK-ULTRA beyin kontrol araştırma programları, okült temelli Nazi-Vril seçilci soy programları ile harmanlayarak piyasaya sürüyordu… Kitap 1970’de 4.baskısını yapar.


Thornley artık daha çok lümpen-proletaryanın ve varoş küçük burjuvazisinin tercih ettiği ucuz dergilerde paranoid “görev”ini ifa ederken, 1960’lı yılların sonlarında pornografik Playboy dergisinde çalışan gazeteci Robert Joseph Shea (1933–1994) ile onun çalışma arkadaşı Robert Anton Wilson (1932–2007) ortak bir bilim kurgu roman yazarlar. Her ikiside anarşi üzerinde hem fikirdirler, kısaca kaos ve kibernetik ürününü verir. The Illuminatus! Trilogy üç romandan oluşan bir seridir- The Eye in the Pyramid-Piramitteki Göz, The Golden Apple-Altın Elma ve Leviathan (Tevrat’ta adı geçen büyük su canavarı). 1969’dan 1971’e kadar yazılmışlarsa da ancak ilk baskısı Eylül 1975’te gerçekleşir. Triloglar taşlamalı, post-modern, bilim-kurgu etkisindeki macera hikâyeleridir. Uyuşturucu, sex ve sihirle bezenmiş sayısız konspirasyon(fesat) teorileri tarihsellik ve düşünülebilirlik içinde yazarların İlluminati uyarlamasına menteşelenmiştir. Komplo özeti öykülerin temaları konspirasyonlar, fnord, numeroloji, karşı-kültür, idraka ilişkin ahenksizlik, kişisel tavsiye ve diğer işlere dokundurmalardır. Ne ki bütün bunlar yazarların kişiliklerine uygundur. Shea biyografisinde eski gazeteci, romancı olarak tanımlanırken, Wilson için kariyerler sıralanmaktadır; romancı, deneme yazarı, filozof, gelecekçi, hürriyetçi ve “psychonaut” deyimi kullanılmaktadır ki bu ‘akıl ve ruhun gemici’ olması grekçe ψυχοναύτης kelime anlamından, kendi bilincini uyuşturucularda dâhil olmak üzere deneyimlere sokup mistik gelenekler içinde yelken açmaya kadar varan çok geniş bir çoğulculuk içinde burjuva bilinemezciliğin modern dalını içermektedir.


Kasım 1976’da İngiltere-Liverpool’da, Mart 1977’de London Ulusal Tiyatro’da “Illuminatus!” sahneye uyarlanır. 1978’de Washington’da sahnelenir. Trilogy’de simgeleşmiş olan “fnord” ve “23 enigma” kelimelerinin rağbet görmesi sağlanır. “23 enigma” discordianizmin vahye dayalı gizemselleştirilmiş sayıdizilimidir. Tıpkı önceki gibi tamamen uydurma bir kelime olan “fnord” ise bir konspirasyon suçlaması ile yanlış yön göstemek için konu dışı enformasyon tasarlayan veya dezenformasyon tipografisi (kabartma kalıplar üzerinden dizgi ve baskı yöntemi) betimlemesidir. 1980’lerde çizgi romana uyarlanır. 1980’lerin ünlü hackerı Karl Werner Lothar Koch (1965-1989) kitabın etkisinde kalarak olguyu bilgisayar ortamına taşır. (1987’de daldan dala atlayan yedi sayfalık bir hackleme manifestosu sınıflandırması kaleme alır. O ve arkadaşları ABD askeri bilgilerini KGB’ye taşımakla suçlanırlar, cesedi Lower Saksonya-Celle ormanında gazla yakılmış bir halde bulunmuştu. Kısa yaşamı “23” adlı filme konu olmuştur.) Basımından 9 yıl sonra 1984’te Trilogy tek kitap halinde basılır. 1986’da klasik hürriyetçi kurgusu üstüne tasarlanmış olan Prometheus Hall of Fame Award (ödülü) kazanır. Ödülü veren 1979’da L.Neil Smith tarafından kurulmuş olan Prometheus Award’ın yeniden 1982’de canlandırdığı Libertarian Futurist Society- Hürriyetçi Gelecekci Derneği’dir. Bu derneğin misyonu “resmi tarih” eleştirisi yapmaktır, ama ustaca kitlelerin kafasına burjuva fesatlarını kullanaraktan anti-sosyalizmi işleme hürriyeti yolunda. Amerikan İmparatorluğu ideolojisini besleyen komplo ve konspirasyonların emperyalist kültür mesajlarını ileten Stars Wars ve benzeri yapımlara ödüller dağıtan Lester Neil Smith III. aynı zamanda Hürriyetçi Parti’nin de 2000 yılı ABD başkanlık adayı olmuştur. Ayrıca bu hürriyetçi adam çok ilginç başka biriyle de ortak “korku fesadı”nı işleyen kitaplar yazmış: Hope-Umut ve The Mitzvah gibi. Kendisine El Neil diye de hitap edilen yazarın ortağı Aaron Zelman. Zelman Vietnam gazilerinden, donanma askeri olarak imparatorluğu korumuş. Ama bir başka işlevi 4 bin üyeli Jews for the Preservation of Firearms Ownership (JPFO) –Ateşli silâhlar Mülkiyetinin Korunması için Yahudiler örgütünün Yürütücü Direktörü olması. Kendi deyimi ile Amerika’nın en saldırgan ‘sivil haklar’ örgütünün. Armalarıda çok açık ABD bayrağı ile sarmalanmış Davut yıldızı bunun iki yanında bir antik av tüfeği ile tam otomatik dürbünlü tüfek… Ne hürriyetçilik ama! İşte bu gerçek sayfalar dolusu kanıtlamaya çalıştığımız burjuva düzenbazlığının en somut kanıtlarından biri.


İşte bu fasılda Trilogy 1990’da ikinci, Mart 1991’de dördüncü baskıyı yapar. Trilogy konspirasyon kurgusunun bir tohumlama çalışması olarak on yıllar aracılığıyla Foucault Sarkacı, Melekler ve Şeytanlar, Da Vinci Şifresi, Kan Davası için K, Bekçiler, Görünmezler, X-Dosyaları ve Lost’la karşılaştırıldığında modası geçen olarak kalır. (Bu bölüm şu anda gerçek devrimci bir yayımevi bulamadığım için basılamayan “Gizli Ordular- Devlet Terörü ve Ajan Provokatörler” kitabımdan iktibas edilmiştir.)


Ülkemizde bu misyonu ifa eden 1980’lerin sonlarından itibaren “Harun Yahya” takma adı ile kitap yazdıran Adnan Oktar “Adnan Hoca” adlı şahıs ve müritleri olmuştur. Benim bu konuları nesnel gerçekci tabana oturtarak bilimsel görüş açısı ile irdeleme çabalarıma karşın birçok küçük burjuva aydın “artist” olmanın dayanılmaz hafifliğinde sonuçta “Adnancı” konvoya katılmışlardır. Bunların içinde en tehlikeli olan bu çabaların “ilerici”, “yurtsever”, “solcu” kılıklı bazı kişilerce devrimci saflara sızdırma girişimleridir…


1980’lerin ortalarından itibaren kotarılmaya başlanan Yeni Amerikan Demokrasisi Projesi kapsamında, Zionizmin ortaklığı ile beraber Amerikalı evangelist ağırlıklı yeni-muhafazakâr tarafından tezgâhlanan “sivil toplum” harekâtının başını çeken ideologların birçoğu da eski troçkist ve maoculardan oluşmuştur. İşte bu ilginç burjuva bulamaçtan doğan “sivil darbe” düşüncesi kendini eski sosyalist hinderlandta “renkli sivil darbe”lerle ifade etmiştir. Sırtlarını global tekelci mali oligarşinin azgın spekülatör “açık toplumcu” mali sermayesine dayayan bu ideologlar eski sosyalist (tekelci devlet kapitalisti) hinderlandta mini uluscukların yaratılmasını teşvik ederlerken, Yakın Doğu içinde “görünür hedef”i bu olan ama aslında petrol kaynaklarının denetimini “garantiye almak” olan Büyük OrtaDoğu Projesi’ni yaşama geçirmeye sıvanmışlardır. Bu hedefe karşı çıkanlar eski sosyalist hinderlandta adından başka hiçbir şeyi “komünist” olmayan güçler olduğu için bir sorun yaratmamıştır. Milliyetçi faşist mafialar ise işbirlikleri ile işleri kolaylaştırmıştır. Pürüz Yakın Doğu’dadır. Ama Araplarda değil…


Yeni-muhafazakârlardan Müslüman Ferit Zekeriya (Fareed Zakaria- Müslümanlar latincede böyle yazılmasına bayılıyorlar- Freudik bir vaka!) baş ideolog zionist Samuel Huntington(1927–2008)’un ölümü nedeni ile Newsweek’te (türkçe 18.01.09) yayımlanan makalesinde onu şöyle övüyor: “İnsanın kimlik olarak benimsediği ideolojinin sahneden çekilmesiyle dinin yeniden ön plana çıkacağını gördü.” Ama yalaka şunu yazmıyor, yazamaz da: “görmedi” kendisi de militan radikal muhafazakâr (faşist) bir ideolog olarak bunu “önerdi” ve “uygulattı”. Ta Vietnam’dan beri mazlum işçi ve emekçilerin kanlarını içen bir vampir olarak. İşte bu fasılda radikal laikler olarak TSK içinde Kemalist inkilâpçı (devrimci değil!) subaylara “din” dendi mi haklı olarak “kan” beyinlerine hücum ediyor, böylece sağlıklı bir biolojik ortam doğmasına karşın, bu bir “şok” sayesinde olduğu için “travma” yaşanıyor ve tuzağa düşüyorlar…


Evet, sorun Türkiye’dedir dedik. İlginçtir NATO üyesi olarak Türkiye’de devrimci güçlerin kafası ‘balyoz”larla tam iki kere ezildiği için (aslında 1923’ten beri sürekli ezilmektedirler) günümüz sivil muhlefetinde hiçbir sorun yoktur. Sorun eski ‘balyozcu’dan kaynaklanmaktadır. 1990’da küresel siyaset arenasında eski oyunun perdesi inerken, Türkiye’de bazı üniformalı bürokratların gözlerindeki perde tersine açılmaya başlamıştır. İşte emperyal-zion için sorun buradadır. Ama sanıldığı gibi hiç de tehditkâr değidir bu sorun. Çünkü bu gücün elindeki kadro, geçmişte NATO-Stay Behind hizmetinde devrimcileri ezmekte ve katletme kullandıkları kılıç artıklarıdır. Bunların da oyunun kurallarını örgütlenme modelinden dolayı hiç bilmemeleri normaldir. Bunun için mezbahalık koyun muamelesi görmektedirler…


Böylece aslında jandarma istihbaratını bağlayan “9. Grup fesatı(konspirasyon)” (Tuncay Güney’i kullananlar ona “8. Grup Konspirasyonu” olarak sufle etmişlerse de bu TSK yapısının senaristler tarafından iyi bilinmemesinden kaynaklanmaktadır) NATO-Stay-Behind’ın popüler adlandırması -ki ilk olarak 1992’de benim tarafımdan deşifre edilmiştir- “Ergenekon” fesatı icra edilmeye başlanmıştır. Tabii iktidarın siyasal devamlılığı global ABD imparatorluğu tarafından istendiği içindir ki fesatın seçime dönük tavrının “öznel” çabaların katkılanması sanılması, genel senaryoyu daha tam olarak kavrayamamışların analiz yanılgısıdır…


Böylece “sivil darbe” bütün gücü ile medyatik olarak kılıncını atmıştır. Generallerin Kemalist kanadı “askeri darbe” planladıkları iddiası ile toparlanmıştır. Araştırmacı arkadaşım Sait Kaya’nın gönderdiği bir gazete haberini arşivime koymuştum. 26 Mayıs 2006 tarihli Akşam gazetesindeki haber ilginçtir. Bilim Araştırma Vakfı’nın, İstanbul Sepetçiler Kasrı’ndaki “Vatan, Millet Bölünmez” konferansına davetlileri arasında eski Harp Akademileri Komutanı Org. Necati Özgen, Prof. Dr. Mahir Kaynak , “gazeteci” Ömer Lütfü Mete ve eski Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur’da bulunmaktadır. Davete gelinirken Eruygur’a Akşam nuhabirlerinin vakfın Adnan Oktar ile bağlantılı olduğunu belirtmeleri üzerine general adeta ‘şok’ olmuş ve tam çark tornistan etmiştir. (Bu konferansa katılanların hiçbiri tutuklanmamıştır. Sadece katılmayan Eruygur tutuklanmıştır. Hâlbuki bunlardan ikisi gerçek NATO-Stay Behind-Ergenekon örgütünün görevlisi olarak geçmişte görev ifa etmişlerdir. Şimdi ise demokrasi evliyasını oynuyorlar…)


“9 Grup Konspirasyonu”nun başını çeken “F Grubu”nun başındaki ideologların biri de geçmiş yıllarda Türkiye’de Triolog teorilerini savunan “gazeteci” efendidir. Ama kendisi nalınlarını caminin avlusunda bırakıp koşa-koşa Bilderberg toplantılarına gitmiş ve hidayete ermiştir. Makalemizin başlığını ne koymuştuk: “Komplo Teorisi Ve Fesatını Açıkladığını Zannederken Fesat (Konspirasyon) Odaklarına Nasıl Hizmet Edilir?”


Halid Özkul

Araştırmacı-yazar

25.02.09

halidozkul@ttmail.com