30 Haziran 2009 Salı

Başbuğ Ne Dedi? - İlker Belek

Başbuğ Ne Dedi? – İlker Belek

Geçen hafta, belgenin gerçek çıkmaması durumunda “ne yapacağımızı görürsünüz” demişti.

Bu hafta, belgenin gerçek olmadığını kanıtladıklarında “biz darbeci değiliz, darbecileri de barındırmayız” dedi.

Söyledikleri hiç kimseyi memnun etmedi. Taraf'çılar bir hakemin daha inceleme yapmasını istiyorlar. CHP'ciler ve Başbuğ'un basın toplantısında “şimdi ne yapacaksınız ?” diye soru soran gazeteciler ise daha sert bir tutum beklentisi içindeler.

Sonuç olarak Başbuğ'un dediği, Türkiye'deki büyük Amerikancı-İslamcı operasyona karşı, laiklik düzleminde bile, ordunun bir şey yapmayacağıdır. Ordu, istenilen, planlanan noktadadır. Başbuğ bunu dedi.

Demek ki, belge, yani bu son kontrgerilla yapıtı, ordunun demokrasiye bağlılığının açıklanması için üretilmiştir. Demokrasi: Amerikancılık, piyasacılık, gericilik.

* * *

Türkiye'de yeni bir dönem yaşanıyor ve bunu asker de onaylıyor, destekliyor.

Türkiye'nin egemen resmi kurumları ve burjuvazi, bizim Amerikancı olarak kodladığımız bu proje konusunda mutabakat içindedirler. Süreç bütün aktörlerin yeniden yapılandırıldığı bir süreçtir. Projeye bağımlılık onaylandıktan sonra yaşanan gerilimler, vb ayrıntıdır.

Bu saptama Amerikancılığın yeni bir politika olduğunu düşündüğümüz anlamında yorumlanmamalıdır. Evet, en azından Demokrat Parti iktidarından beri durum böyledir. O zamandan beri Türkiye Amerika'nın bölgedeki aracısı durumundadır.

Ancak AKP iktidarı dönemine kadar, içeride halkçı, dışa dönük olarak ise “yurtta sulh, cihanda sulh”çu bir çizginin hakim olduğunu da kabul etmek gerekir. İşte farklılık bu noktalardadır.

Artık halkçılık çağın iktisadi retoriğini anlamamak ve kaynakları verimsiz kullanmak; “sulhçuluk” ise Türkiye'yi dünya liginde yukarılara tırmanma şansından, dolayısıyla zenginleşmekten mahrum bırakmak olarak algılanmaktadır.

Şimdi, içeride tam boy sermayecilik, piyasacılık ve rekabet; dışarıda ise ABD'nin özel olarak bıraktığı boşlukları küresel ve yerli sermaye odaklarının çıkarlarını taşıyan hamlelerle saldırganca doldurmaya çalışan (ve tabi ki dışarıdan yönetilen) yayılmacılık esas politikadır.

İslam ise, emekçi sınıfların içeride birikecek sınıfsal tepkilerini köreltecek ve İslamcı-Türkçü bir sentezle Türkiye'nin dış hedeflerinin ideolojik taşıyıcısı yapacak zemin anlamında gereklidir.

Ordunun laik duyarlılıkları uzun süredir bu projenin önünde bir engel oluşturuyordu, Ergenekon ve son “belge” operasyonuyla böyle bir engelin bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.

* * *

Bu noktada, AKP dışında kalan iki önemli siyaset kanalının, büyük yanılgılarına gelebiliriz: Cumhuriyetçi kesim ile Kürt hareketinin. Her ikisi de siyasetlerini AKP ile ordu arasında büyük siyasal farklılıklar ve gerilimler olduğu varsayımı üzerine kurmaktalar. Bu bakımdan son Cemil Bayık röportajı Kürt hareketinin saptamaları için özellikle dikkat çekicidir.

Farklılık saptamasından devamla, Cumhuriyetçi kesim ordunun bir biçimde laikliğe ve cumhuriyetin bağımsızlıkçı çizgisine sahip çıkacağını beklemekte; Kürt hareketi ise orduyu AKP'nin gerçekleştirmeyi planladığı barış açılımının önünü kesen güç olarak görmektedir.

“Belge” operasyonuna karşı Başbuğ'un takındığı savunmacı tutum bu kesimlere bir şeyler öğretir mi, bilinmez. Ancak, varsayımlarının (en azından artık) tümüyle hatalı olduğu ortadadır. Çünkü AKP ile ordu arasındaki ilişkiyi tanımlayan esas kavram, aralarında laiklik konusunda halen kimi farklılıklar bulunsa bile, stratejik ortaklıktır.

Bunu anlayamamak bu iki hareket açısından ağır tahripkar etkiler yaratıyor. Bir kere Cumhuriyetçiler ordudan bir şeyler beklerken cumhuriyetleri elden gidiyor. Öte yandan, Kürt hareketi AKP'den barış beklerken içeride ve dışarıda operasyon üzerine operasyon yiyor.

Hatanın Türkiye'de emekten yana, aydınlanmacı, bağımsızlıkçı, kamucu, eşitlikçi bir değişim açısından taşıdığı önem ise şudur: Eğer denklem sivil/asker çatışması olarak kurulursa ve gerçeklik bu iki büyük siyasal kanalın üzerine oturdukları toplumsal-sınıfsal yapılar tarafından da böyle algılanmaya devam edilirse, Kürt ve Türk emekçi sınıfların birbirlerinden uzaklaşmasının süreceği kesindir.

Oysa, değişimin zeminindeki esas toplumsal güç Türk ve Kürt, yani bu topraklardaki bütün emekçi sınıflardır.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/15793.html

Anadolu ve Türkler - Lena Umay

Anadolu'ya Çekik Gözlü Gelen Türkler Nasıl Pala Bıyıklı Oldu?


Türkler, 11. yüzyılda Orta Asya’dan ufak gruplar halinde Anadolu’ya gelmeye başladıkları sırada çok azı yerleşik düzendeydi, çoğu göçebe ve yarı göçebeydi. Türkler Anadolu’ya devlet kurmaya değil, karınlarını doyurmaya gelmişlerdi, çünkü göçebe toplumun devlet kurma birikimi ve bilinci yoktur.

İsmail Tokalak

Türkler iddia edildiği gibi Anadolu’ya geldiklerinde çok kalabalık değillerdi. 11. ve 12. yüzyıllarda yaklaşık 4 – 5 milyon insanin yaşadığı tahmin edilen Anadolu topraklarına bir kaç binlik gruplar halinde gelen Türklerin büyük çoğunluğunun, Anadolu’yu Türkleştirip burada bir devlet kurma amacı taşıdıklarını söyleyemeyiz. Anadolu’yu yurt edinmeye çabalayan bu halk, devlet kurumlarını ve kültür oluşturacak enstrümanlarını, elbette ki Bizans İmparatorluğu’nun mirasıyla tanıyıp, tanımlayabilecekti. Dolayısıyla Türkler, Bizans ile kurdukları bağı İslamiyetle kuramayacaklardır. Birçok tarihçi tespit etmiştir ki; Türkler İslami bir makyajla Bizans’ı, kültürünü ve devlet kurumlarını koruyup devam ettirmişlerdir. Ömer Lütfü Barkan’ın aktardığı dikkat çekici tespitlerinden birini hatırlatmak isterim; Bizanslı Rumlar ve diğer Balkan milletleri sadece isim ve din değiştirerek tarih sahnesine yeni ırk, millet ve üzerine yeni görevler almış olarak çıktılar. İslami renk ve cila altında eski Bizans’ı ihya ve devam ettirdiler.


Bin yıldan fazla hüküm sürmüş, birçok antik uygarlığın ve halkın varisi olmuş Bizans Uygarlığı’nın devlet teşkilatından, toprak düzeninden, vergilendirmesinden, maliye sisteminden ve sanat tecrübesinden faydalanılması kaçınılmazdı. Böyle bir uygarlığın devlet teşkilatının yürümesini sağlayacak kurumlardan yararlanılması doğal ve akılcıydı. Selçuklu ve Osmanlı Türkleri var olan bu kurumları ve onları isleten bürokratları kendi sistemlerine alacak kadar rasyonel davranmışlardır.


Bizanslı sanatçılar ve mimarlar Roma Selçuklu Devleti’nde [Anadolu Selçukluları] kendi mesleklerine devam etmişlerdir. Bu sebeple bu Sultanlığın, Bizans kaynaklarında övgüyle anıldığını birçok Bizanslı tarihçiden okuyabiliyoruz. Oldukça ilginç bir örnek ise, iki başlı kartal Bizans’ta olduğu gibi Konya’da da dalgalanıyordu, bir diğeri ise, Selçuklu sikkelerinin üzerinde hem İsa hem de Meryem Ana tasvirleri basılıdır, ayetler diğer bir yüzünde yer alır. Bu örneklerle, Selçukluların Bizans’la ne kadar yoğun benzerlikler kurduğunu bir daha tasvir etmiş oluyoruz.


Roma hukuku ve devlet düzeni modern Avrupa’nın şekillenmesine yardımcı olurken, Bizans sistemi de Selçuklu ve Osmanlı’nın şekillenmesine yardımcı olmuştur. Hem Avrupa’yı istila eden göçmen kavimler hem de Bizans’ı fetheden Türkler at üzerinde kılıçlarıyla gelip Bati Roma’yı ve Bizans’ı fethederken, aynı zamanda devraldıkları kültürel mirasla fethedildiler. Osmanlı Bizans’tan etkilenip kozmopolit bir kültür yaratır. Bizans’ın diplomasi kültürünü, Osmanlı devraldığı bürokratlardan öğrenecektir, varisi olduğu imparatorluk gibi uzun yasayabilmeyi diplomasi gücüyle başarmıştır. Roma’da kendini istila eden barbarlar diye adlandırılan Avrupai kavimleri uygarlaştırmıştır. Avrupa kültürünün temelleri böyle atılmıştır. Ancak Avrupalıların Roma’ya yaklaşımlarıyla bizlerin Bizans’a yaklaşımları benzeşmemektedir. Avrupa devletleri ile Türk devletlerinin kuruluşları arasındaki benzerlikleri ve miras aldıkları kültüre yaklaşımlarını başka bir makalemizin konusu yapmak zorundayız...


Bizans devlet ve kültür kurumlarının gerek Selçuklular döneminde gerekse de Osmanlılar döneminde korunması ve devamıyla birlikte, bu uygarlığın halklarının kimlik değiştirerek, bu devletlerin tebaasının çoğunluğunu oluşturduklarını söyleyebiliriz.


Bu aşamada karşımıza başka bir soru çıkmaktadır; Anadolu’ya gelen Türklerin nüfusu ne kadardı? Fuat Köprülü 20. yüzyıl başlarında Anadolu halkının büyük çoğunluğunun fetihle Anadolu’ya gelen Türkmenlerden oluştuğunu iddia etmiştir. Bu makalesinin yayınlandığı yıllarda, Köprüsü’nün bu görüşü revaçta idi. 1922’den bu yana çıkmış çok sayıda ciddi araştırma bu iddianın yersiz olduğunu, aksine Anadolu halkının etnik yapısında Türkmen geninin azınlıkta olduğunu göstermiştir. Bu iddiayı tartışmak bir yana, Türkler Orta Asya’dan Yakın Doğu’ya oradan Anadolu’ya, aileleri, sürüleri ve kültürleriyle milyonlarca kişilik gruplar halinde gelmediler. Ayrıca önceki yüzyıllarda batı İran ve Anadolu’ya gelen birçok Türk ve Türkmen boyları Balkanlara, Kuzey Karadeniz, Gürcistan ve Suriye topraklarına da yerleşmişlerdir. Yani hepsi Anadolu’ya yerleşmemişlerdir. Bu gün Karadeniz’in öte yakalarındaki Türk boylarının önemli bir kısmi bu bahsettiğimiz boylardan oluşur. Abartılı rakamlar verebilecek olsak dahi Anadolu’ya gelen Türkler, yerli halkın ancak onda birine yaklaşabiliyordu.


Türkler, Anadolu’ya gelirken bir kaç binlik gruplar halinde gelebilmişlerdir. Göçebelerin, aile ve hayvanlarıyla uzak mesafelere göçü oldukça zordur. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde ortalama 4–5 milyon insan bu topraklarda yaşıyordu. Elbette ki Türkler, bir kaç yüzyıl içinde kendilerinden sayıca fazla olan bu yerli halklarla karıştılar. Yerli halkların önemli bir kısmi zamanla İslami seçmiştir. Oğuz boylarıyla birlikte çok sayıda İranlının da Anadolu’ya gelip yerleşmiş olduğunu tespit edebilmekteyiz. Bu çoklu nüfus yapısı, Türklerle karışım sonucu fiziksel görünüş olarak Anadolu’ya özgü Türk toplumunu yaratmıştır.


Türk erkekleri Orta Asya’dan Anadolu’ya, pala bıyıklı, kara yağız görünüşlü delikanlılar olarak gelmediler. Çekik gözleri, basık burunları, ortadan kısa boyları, buğday tenleri, düz ve oldukça uzun saçlarıyla, Moğollara çok yakın bir görünüşe sahiptiler. Kadınlarsa bugünkü Türk kadınlarından çok, çekik gözleri, belirgin elmacık kemikleriyle Orta Asya’daki kadınlara benziyorlardı. Anadolu’ya gelen Türkler, bugünkü Anadolu halkına özgü görünüşlerine, bir kaç yüzyıl içinde Anadolu’da oluşan etnik sentez yoluyla kavuşabildiler.


M.Balivet’in Orta Çağ’da Türkler isimli eserinde, “Türkler seyrek sakalları, örülmüş saçları, kırmızı ya da beyaz börkleri ya da koni şeklindeki şapkalarıyla, gönderlerin ucunda sancak olarak salladıkları at ya da dişi kurt kuyruklarıyla, yanları sıra ilerleyen boynuzlu başlıklar taşıyorlardı. Kemik gerdanlıklar ve zincirler asılı küçük çıngıraklar takmış Şaman Babalarıyla, göçebe olsun olmasın Türklerin pek çoğunun Orta Çağ Müslüman toplulukları arasında çok aykırı görüntü sergilediğini” anlatır.


Bu nüfusun Anadolu halklarının ancak %10’una denk geldiğini tespit eden araştırmacılar, Türklerin çok kısa sayılabilecek bir zamanda yerli halkla karıştıklarını yazarlar.


Türklerin Anadolu halkları ile kültürel etkileşimi kaçınılmaz olarak ırksal bir kaynaşmanın da ürünüdür. Anadolu’da ki büyük etnik grupların, -Rumlar ve Ermenilerin- 20. yüzyıla kadar büyük kısmı İslamileşmiş, bir kısmı da İslami görünüm kazanmışlardır. Yakın zamanlardaki bilimsel araştırmalar, Anadolu’da yaşayan Türklerin ırksal özelliklerinin Orta Asya Türklerinden oldukça farklı olduğunu kanıtlamıştır. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı dönemlerinde ulus olarak Türk kavramı kabul edilmemiş, Türk sözcüğü göçebe Türkmen toplulukları için aşağılama amacıyla kullanılmıştır.


Anadolu’da Türk olarak adlandırılan ırkın, karışık bir ırktan geldiğini Türk tarihini Türklerden daha iyi tanıyan ve inceleyen Avrupalılar çok iyi biliyordu. İngiliz Dışişleri Bakanlığının 20. yüzyılın başında periyodik olarak gizli (confidential) damgasıyla hazırlattığı Türkiye hakkındaki raporlarda, Türk ırkının bu özelliği ve tarihsel olarak nasıl bir senteze uğradığı çok açık şekilde anlatılmıştır.(*) Nisan 1919 da gizli ibaresiyle hazırlanan raporda Bizans’ın İslamiyet ve Türkler üzerindeki etkisi anlatılıyor. Bugünkü Türklerin fiziki yapısı ve görünüşlerinin Orta Asya’dan gelen, Moğol görünüşlü Türklerle bir benzerliğinin kalmadığını, bunun da uzun yüzyıllar Anadolu’da ki Hıristiyan yerli halklarla karışmaları, bugünkü görünümlerinin Anadolu’da yerli Ermeni ve Rum kadınlarıyla evlilikler sonucunda olduğunu belirtir. Osmanlı’da uzunca bir zaman Türklüğün küçük görüldüğünü, fakat 1918-1919’a gelindiğinde İslami kimlik yanında Türk kimliği bilincinin kabul görmeye başladığına dikkat çekilir.(…)


İngiliz Gizli Servisi tarafından da fark edilen “Türklüğün küçük görülmesi” hadisesine bir örnek vermek isterim.


Bizans İmparatorluk ailesinden gelen Theodoros Spandounes (Spandugnino) 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesiyle Osmanlı idaresinde bir süre hizmet vermiştir. Türkçe de bilen Spandounes, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Osmanlı Sultanlarının kökenleri hakkında bir eser yazmıştır. Spandounes’in Türklere bakışı olumludur. Eserinde Fatih Sultan Mehmet’in Bizans ile Osmanlı’nın bağlantısı konusundaki bir görüşü hakkında şöyle yazar; Fatih, Türk tarihçilerinin iddia ettiği gibi atalarının göçebe çoban kabileler olarak Tatarların-Moğolların-Oğuzların bulunduğu bölgeden [Orta Asya] geldiğine inanmıyordu. Fatih Sultan Mehmet, ailesinin Bizans İmparatorluk ailesi Komnenoslardan geldiğine inanıyordu. İlber Ortaylı’nın büyük Türk olarak göklere çıkardığı Fatih’in bu sözleri hakkında nasıl yorum yapacağını merak etmekteyim, buradan kendisine duyurulur. Ayni zamanda, Nizamülmülk’ten konu açıldığında, Nizamülmülk’ün Sünni olduğunu, hem de ne Sünni olduğunu söyleyen İlber Ortaylı’nın, Nizamülmülk’ün Siyasetname adlı eserinin 30. bölümünde, toplu halde şarap içmenin kurallarını anlatan bu devlet adamının nasıl bir Sünni olduğunu, eseri Siyasetname’yi bir daha okuduğunda karar vereceğinden eminim.


Osmanlı tarihçilerinin, tarihte yaşanan çarpıklıkları nasıl bir gözlemle anlattığına dair bir diğer örnek ise, Celal-Zade’dir. Osmanlı tarihçisi Celal-Zade, Sultan Selim’in Sah İsmail etrafında toplanan Türkmenlere ve Müslüman Türk kökenli Mısır Memlüklülerine karşı savaşmasını haklı göstermek için onları kâfir ilan eder. Ardından devam eder; görünüş itibariyle prensibi sapıklık olan kâfirlere harp ve cihad cennet mekân atalarımızın mutlu adetlerindendi... Diye ekler. Celal-Zade’nin bu tutumu, Osmanlı’dan beri birçok tarihçinin alışkanlığı olmuştur, bu alışkanlık ve tutum günümüzde de devam etmektedir.


(...)


Her toplum, her uygarlık, her kültür bir sentezin ürünüdür. Mühim olan bu sentezin nasıl oluştuğunu, tarihe tarafsız yaklaşarak, tek yanlı, aşırı milliyetçi şövenist bakış ve görüşlerden soyutlanarak ortaya çıkartmaktır.


Türklerin kendi gerçek kimliklerini tanımaları, dünyada ki yerlerini anlamaları için; uzun yüzyıllar birlikte yaşadıkları milletlerle akraba olduklarını, bu milletlerle ortak bir tarihi yaşarlarken yeni bir ırk yarattıklarını itiraf etmeleri gerekmektedir. Kendimizi doğru tanımlamak için atılacak önemli adim ise; birlikte yaşamış olduğumuz halklarla ortak kültürümüzü, tarihimizi keşfetmektir. (Daha önceki makalelerimde vurguladığım), çok renkli ve desenli bir halinin, bazı renklerine hor davranıp, bazı desenlerini görmezden gelerek, halıyı ancak kıymetsizleştiririz. Tam manasıyla soldurup tek renk yaparız. Kültürümüzdeki bileşenlerin hakkını vermek, onları doğru ve adil tanıtmak gerçek bir saygının gereğidir. İnce ince dokunmuş, işlenmiş bir tabloyu, incelikle ve dokunaklı anlatmak/korumak zorundayız.


Lena Umay

http://www.odatv.com/Siyaset/anadoluya_cekik_gozlu_gelen_turkler_nasil_pala_biyikli_oldu-16670.html


KAYNAKÇA:

-Theodor Spandounes, On The Origin of The Ottoman Emperors

-Bilge Umar, Türkiye halkının Ortaçağ Tarihi

-Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi

-Michel Balivet, Ortaçağda Türkler

-İsmail Tokalak, Bizans-Osmanlı Sentezi

-Speros Vryonis JR, Studies on Byzantium Seljuks and Ottomans

Kürşat Başdemir, Eski Anadolu: Tarihsel ve Kültürel Süreklilik

-Ömer Lütfü Barkan, Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler

-(*) Anatolia Handbook Prepared Under The Direction of The Foreign Office No:89, April 1919

-(*) A Handbook of Turkey In Europe-Admirality war Staff Intelligence Division, January 1917

-M. Celal-Zade, Selim Name


26 Haziran 2009 Cuma

İran Analizi - Faik Bulut

13 Maddelik İran Analizi


İran seçimleriyle başlayan gelişmeleri değerlendirebilmek için, bu ülkeyi gerçekten anlamak gerekiyor. “İran’ı anlamak” başlığını taşıyan makalelerde bile, oradaki sistem ve kurumların adları yanlış yazılabiliyor. Zira tercüme kokan makalelerdir bunlar. Tahran’a gidip sokaklarında birkaç gün gezmek; yandaş yahut muhalif göstericilerle İngilizce iletişim kurmak, İran’ı anlamaya yetmiyor. Irak’ta Amerikan saldırısını izlemek üzere Bağdat’a giden bir TV kanalı muhabirinin otel balkonuna çıkıp, “CNN International’ın bildirdiğine göre savaş başladı” diye anons etmesine; yahut TSK’nin sınırötesi operasyonlarını yöreye 200-300 km uzaklıktaki Diyarbakır’dan bildiren muhabirlerin haber vermesine benzer bir çarpıklık var.

Amerikan bit pazarlarında ayağa düşmüş “Lolita Tahran’da” benzeri erotik romanlar yazmak suretiyle “İran kadınlarını, çarşaf içinde cinsel arzuyla kıvranan şehvetli kısraklar” gibi tasvir etmek, İran kadınlarına kurtuluş yolunu göstermek demek değildir. “Sex in crime” ekseninde dönen James Bondvari kurgu romanlarındaki zihniyetin, Türk basınında egemen olduğunu da biliyoruz. Birkaç yıl önce, Sabah gazetesinin bir muhabirinin Tahran’ın sosyetik semtindeki cümbüşleri, çılgın eğlence görüntülerini birinci sayfadan vermesi hala unutulmadı.

Sadede gelirsek, İran’daki gelişmeleri değerlendirebilmek amacıyla 200 farklı makale okudum. Bunların çoğu Arap-Fars kaynaklıydılar; önemli bir kısmı Batılı (özellikle Amerikan) medyasından alındı, belli bir bölüğü Türk basınından izlendi. Alternatif yahut aykırı sayılabilecek birkaç kaynak ise şöyleydi: Kanada merkezli “global research.ca” isimli sol sitede iki tahlil, Mısır merkezli al Ahram Weekly’deki üç makale, Katar televizyonu el Cezire sitesindeki üç analiz ve Hong Kong merkezli asia times online web sitesindeki iki değerlendirme.

Hemen tespitlere geçelim:

Bir: Seçim öncesi tartışmalar ile sonraki gelişmeler, İran’da bir rejim krizi olduğunu gösteriyor. İran rejimi, 1979’da zalim Şah’ı alaşağı etmekten aldığı devrimci meşruluğunu yitirmiştir. Anayasal meşruluğa bir türlü kavuşamamıştır. Yani rejim tıkanmıştır; yöneticiler ile halk arasında kalın duvarlar örülmüştür. Sistem bu haliyle yürüyemiyor; topallıyor, aksıyor, ayak sürüyor ve bazen yerlerde sürünüyor.

Buna rağmen mevcut rejimin meşruluğu, Şah dönemine oranla çok daha kitlesel bir tabana sahiptir. Bunu, Ahmedinejat yanlısı kitlelerin siyasi ve sokaktaki tutumlarından anlıyoruz.

İki: Öteden beri ama özellikle 1997’ten itibaren rejimde siyasi bunalım giderek derinleşti. Ancak eski çelişki ve anlaşmazlıklar, yönetici seçkin zümre arasında yani egemen sınıfın farklı kanatları içinde dönüp duruyordu; kamuoyuna fazlaca yansımıyordu. Kapalı kapılar ardındaki bu seçkin çatışmaları, çoğunlukla uzlaşmayla sonuçlanabiliyordu. Oysa şimdi, yönetici tabaka ve siyasiler arasındaki çatışmalar, saray koridorlarına sığmıyor; uzlaşma sağlanamıyor. Dolayısıyla kamuoyuna yansıyor, sokağa taşabiliyor; göstericilerin hedefleriyle değil ama eylemleriyle örtüşebiliyor. Rejimin sahipleri arasındaki iktidar kavgası veya çok yönlü kriz, sokağa taşmıştır. Seçim bunun bir yüzüydü, kitlesel gösteriler ve şiddet ise diğer yüzüdür.

Üç: Seçim öncesi televizyon tartışmaları, iktidar içi kavganın su yüzüne çıkmasına yaradı. Herkesin bildiği sırlar, bir bir ortaya döküldü; halkın günlük sohbetinin bir parçası oldu. Özellikle Ahmedinejat, muhalefete yüklendi. “Rafsancani ve benzeri politik şahsiyetleri yolsuzluğa bulaşmak ve göz yummak; yakınlarına meşru olmayan maddi olanaklar sağlamak” ile suçladı. Ülkenin ruhani lideri Ali Hamaneye’in danışmanı Natık Nuri ile başkan adayı Mehdi Kerrubi de yolsuzluk suçlamalarından nasibini aldı. Buna karşılık Ahmedinejat, “Tahran belediye başkanı olduğu dönemde 3 milyar tümen ve cumhurbaşkanlığı zamanında 1 milyar doları yasal olmayan yollarla harcamak” ile suçlandı. Ayrıca “sıradan ve sade bir evde oturduğu” yolundaki propagandanın tersine, Ahmedinejat’ın başkanlık köşkünde ikamet ettiği ortaya çıktı. Bu arada Ali Hameney’e yönelik kimi iddia ve eleştiriler gündeme geldi.

Özetle, yönetici zümrenin kirli çamaşırları ortaya döküldü, ipliği pazara çıkarılmış oldu. Ali Hameney’in seçim öncesi ve sonrasında Ahmedinejat’ı kollayan tutumu, Cuma namazındaki konuşması, seçim sonuçlarına ilişkin erken/ihtiyatsız/tedbirsiz açıklaması, onun kişisel itibarını düşürdü. Çünkü Hameney, ülkenin dini rehberi, mürşidi (yol göstericisi), ruhani lideridir. Şii inancına göre, beklenen Gaip İmam’ın yeryüzündeki temsilcisidir; Mehdi’nin vekilidir. Dolayısıyla hatadan masundur; yani yanlış yapmaz, adildir; taraf tutmaz ve yalan söylemez. Hep doğru söyler, doğru davranır. Halbuki seçimdeki tutumu, bunun tersini gösterdi. Herkesin “manevi babası” olması gereken Ayettulah Hameney, adil bir hükümdar olamadı; adam kayırıcı davrandı; sadece bir zümrenin, bir kliğin hamisi oluverdi. Halkın nezdindeki itibarını düşürdü, Şii inanışın temelini zedeledi.

Dört: Yöneticilerin bu olumsuz/kirli yanlarını açıkça gören halkın siyasilere güveni sarsıldı. Mesela, yolsuzluk dosyalarını ortaya çıkaran Ahmedinejat’ı beğendi ama şunu da sordu: “Madem öyleydi, niçin bu dosyaların gereğini yapmadın? Şimdi mi aklın başına geldi yoksa bu bir seçim şantajı mı?” Gösterilerin bir anlamı ve mesajı da budur.

Yaşanan durum, mevcut düzeni devirmek anlamında bir rejim bunalımı değildir. Sokağa taşan göstericiler, siyaset kurumunun ve yönetim krizidir. İktidar kavgasında kimin kazanacağı meselesidir. Göstericiler rejimi değil, iktidarı hedefliyorlar. En azından şimdilik durum böyle; gelecekte hangi gelişmeler olur, sürprizler kimi nereye götürür? Bugünden bunu öngörmek zordur.

Beş: Mevcut düzenin devrilmesini ve kökten değişimini hedefleyen siyasi şahsiyetler şimdilik ortalıkta yoktur; olsalar bile, bunlar henüz politik sahneye çıkmadılar, çıkamıyorlar. İktidar kavgasındaki isimler ise bellidir: Ali Hameney-Ahmeninejat bir tarafta, Haşimi Rafsancani, Muhammed Hatemi, Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi karşı taraftalar. Kaba ve beylik nitelemeyle birinci klik muhafazakâr (farsça ulusgerayan), ikincisi de reformcu (farsça ıslahattalep) olarak biliniyor.

Esasen her iki grup, İslam Cumhuriyeti ilke ve kurallarına bağlılar; diğer bir ifadeyle sistemin adamıdırlar. Dolayısıyla sistemi, rejimi devirme diye bir perspektif, niyet, plan, tutum ve hedefleri bulunmuyor.

Musavi ile Amnedinejat arasındaki temel fark, İslam esasları ekseninde olmak şartıyla, rejim içindeki aksaklık ve tıkanıkları gidermeye yönelik yapısal reformların gerekli olup olmadığıdır. Musavi, reformları elzem görüyor; Ahmedinejat mevcut yöntemle sorunların çözülebileceğini iddia ediyor. Mir Hüseyin Musavi, yapısal reformlara ilişkin programıyla Türkiye Cumhuriyeti’indeki Serbest Fırka, Bayar-Menderes, Turgut Özal (24 Ocak 1980 ekonomik kararları), Çiller ve AKP (başlattıkları özelleştirme furyası nedeniyle) çizgisine yakın duruyor. Keza Musavi, Batı ve ABD ile ilişkileri geliştirmek ve küresel ekonomiyle bütünleşmek anlamında DYP (Tansu Çiller) ve AKP politikalarını andıran bir perspektifle hareket ediyor. Musavi’nin bir sloganı da şuydu: “Paramız, Filistin ve Lübnan halkına yardım adı altında çarçur edilmesin; HAMAS ve Hizbullah’a gereğinden fazla önem vermeyelim; İran ve İran halkına öncelik tanıyalım!”

Dikkat edilirse Musavi, Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı döneminde yaratılan “nevzur yani yeni yetme zenginlerin, sermayedarların, türedi zenginlerin sözcülüğünü yapmakta; onların özlem ve beklentilerine uygun davranmaktadır.

Her şeye rağmen Musavi’nin Özal, Çiller ve R. Tayip Erdoğan gibi siyasetçilerden daha millici olduğunu, ülkesinin çıkarlarını Batı’ya karşı korumada daha hassas davrandığını belirtmekte yarar var.

Altı: Şu tartışmalı seçim sonuçlarına farklı bir noktadan bakalım: Terror Free Tomorrow kuruluşu başkanı Ken Ballen ile American Strategy Program adlı düşünce merkezi müdür yardımcısı Patrick Doherty isimli iki Amerikalı, 11-20 Mayıs arasında 30 İran vilayetinde yaptıkları bir saha araştırmasında, Ahmendinejat’ın oylarının Musavi’ninkinden bir kat fazla olacağını (yüzde 3.1 hata payını hesaba katarak) belirlemiş; bu görüşlerini, 15 Haziran tarihli Washington Post gazetesinde yayınlamışlardı. Keza 18-24 yaş grubundaki gençlerin büyük çoğunlukla Ahmedinejat’ı desteklediklerini belirtmişlerdi. Musavi’ye giden genç oyların ağırlıklı biçimde üniversite öğrencilerinden ve üst düzey gelir gurubu mensuplarından olduğu da, aynı araştırmada ortaya çıkmıştı.

Profesör Walter Mebane (Michigan Üniversitesi-ABD), 2005 yılı İran başkanlık seçimlerini temel alarak 366 bölgedeki örnekleme üzerinden bilgisayarda ayrıntılı inceleme yapmak suretiyle, Ahmedinejat’ın bugün aldığı yüksek oy oranının genel eğilime ters olmadığını; seçimin sosyolojisiyle uygunluk gösterdiğini gösterdi. Mebane, seçimlerde büyük çaplı hilenin yapılmasını imkânsız gören uzmanlar arasında. Kimi CIA analizcileri de, Beyaz Saray yönetimine, “Ahmedinejat’ın kazanmasının normal olduğu ve seçim hilelerinin sınırlı kaldığı” yolunda notlar iletmişler.

Farklı kaynaklardan edinilen bilgilerin bir kısmı da şöyledir: İran ordusu (normal kuvvetler, Devrim Muhafızları-Sipahe Pasdaran, Gönüllü Milisler-Besic) aileleriyle birlikte yaklaşık 5 milyon kadar oy potansiyeli taşıyorlar. Bu sayı, yüzde 7-9 arasında bir oranı denektir. Keza ülkenin doğu ve kuzey eyaletleri, çeşitli nedenlerle (devletin ekonomik yardımı, sübvansiyonlar, dindarlık, muhafazakârlık, dış müdahale endişesi, vs) Ahmedinejat lehine yüzde 24’lük bir oy oranını oluşturuyorlar. Demek ki, Ahmendinejat’ın ölüsü bile aday gösterilse, anayasal kurumlar ile devlet sübvansiyonları sayesinde yüzde 32’lik bir oran, daha başından çantada keklik olarak garantilenmiş.

Keza, diğer bölgelerden gelen oylar, Amhedinejat politikalarıyla uyum gösteriyor. Sözgelimi petrol bölgesi sayılan orta-güneyde, Musavi’nin reform ve özelleştirme politikaları sonucu işsiz kalmaktan korkan işçiler, Ahmedinejat’ın devletçi siyasetinin devamı lehinde oy kullandılar. Batı ve güneydeki sınır bölgelerinde (Irak ve Türkiye ile olan hudutlar), sürekli bir Amerikan-İsrail tehdidi altında olduğundan, buradaki insanların çoğun “milli güvenliğin garantörü” olarak gördükleri Ahmedinejat’a oy verdiler.

Musavi Tahran ve Erdebil’de Ahmedinejat’tan fazla oy aldı; dört büyük şehirde eşitlik sağlandı; diğer yerlerde Ahmedinejat açık farkla öndeydi.

Ahmedinejat’ın avantajı şuydu: Demirci bir babanın çocuğu yani halktan biri olarak kendini göstermesini bildi. Halbuki Musavi bir çay işletmecisinin oğluydu ve fazlaca entelektüel ve teknokrattı. Hitabet yteneği kötü olan Musavi, iyi konuşan Hatemi’nin gölgesinde ve kuyruğunda seçim kampanyasını sürdürdü. Mehdi Kerrubi zengindi. Rafsancani, “bir tarla satın aldım; içinden koskoca İran çıktı” diyecek kadar zenginleşmişti. Yani Musavi etrafındakiler halktan insanlar olmadıkları gibi, çevrelerinde AKP’lilerin yaptıklarına benzer Ali Dibolar yaratmışlar; yolsuzlukların yolunu açmış veya göz yummuşlardı.

Yedi: İran’da yaklaşık 3600 il, ilçe; şehir, kasaba ve belde bulunuyor. Reformcuların seçim itirazları ise, sadece 170 bölgeyle sınırlı kaldı. Demek ki hile var ancak 10 milyon oyu götürecek kadar abartılı değildir.

Sekiz: Siyaset sosyolojisi şunu gösteriyor: Milliyetçi ve popülist politikalar, seçim zamanlarında akıl çelmek açısından iyi bir araçtır. Oy kazandırır. Ahmedinejat bu yolu denedi. Reformculardan kimselerin pek uğramadığı taşrada, halkın içinde bulundu. Onların evlerine konuk oldu. Bu arada bolca patates-pirinç, para dağıttı. Asgari ücretleri yükseltti, emekli maaşlarına zam yaptırdı. Bu durum; AKP’nin seçimlerde Türk-İslamcı söylemler ve kömür-pirinç dağıtmak suretiyle oy toplamasına ne kadar benziyor.

Ahmedinejatçılar, Reformcuların açık yeşil renklerini ise halk diliyle şöyle kötülediler: “Kerbela’da Hz. Hüseyin’i katledenler yeşil giymişlerdi. Ayrıca bu yeşil renkler, ABD’ye gel İran’a müdahale et anlamında bir yeşil ışık yakmanın işaretidir.” AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde ve genel seçimlerde, kimi anayasal kurumlar aleyhinde nasıl popülist propaganda yaptıklarını hatırlayınız.

Dokuz: Financial Times yazı kurulu, 15 Haziran tarihli belirlemesinde şu gerçeği saptamış: “Yoksullar açısından değişim ekmek, aş ve iş demektir. Yoksa dekolte giysiler ve kadınlarla erkeklerin birlikte hoşça vakit geçirmeleri değildir. İran’daki mücadele, dini olmaktan çok sınıfsal bir kavgadır.”

Doğrudur; çünkü reformcular, özellikle Rafsancani’nin Karguzaran (Ülkeyi İnşacılar) grubunun öncülük ettiği reformlar, ülkede yepyeni bir sermayedar kümesi, türedi bir burjuvazi ortaya çıkarmıştı. Musavi gibi eski İslamcı-sol radikallerin 1990’larda ortada bıraktıkları geniş halk yığınları, 20 yıl boyunca kendilerini korumak için devlete sığındılar. Çalışan kitleler ve yoksullar, yanlış bilinçle dahi olsa, özelleştirmeci ve reformcu zengin zümreye karşı, KİT’çi Ahmedinejat gibilerini kendi hamileri ve temsilcileri olarak görmeye başladılar.

On: İran’daki dönemsel her gelişme kendi temsilcisini ortaya çıkarmıştır. İran’ın devrim ihracı döneminde, başta Ayetullah Humeyni olmak üzere Mir Hüseyin Musavi gibi radikal ve popülist yöneticilere gereksinim vardı. 8 yıllık İran-Irak savaşının yarattığı insan ve altyapı tahribatı, ülkenin yeniden inşasını gündeme getirdi. Haşimi Rafsancani, 1989’da bu ihtiyacı karşılayacak reformcu/liberal bir politikanın temsilcisi olarak başa geldi. Ekonomiyi düzeltmek ve ülkeyi kalkındırmak için kolları sıvadı; bu arada reformcu/liberal politikaları nedeniyle yeni bir zengin sınıf yaratmış oldu. Sınıflar arasındaki uçurum büyüyünce, orta yolu bulmak ihtiyacı doğdu. Refaha erişen kesimler, bu kez özgürlük istediler. 1997’de ılımlı ve özgürlükçü Hatemi bu ihtiyacın sonucu olarak cumhurbaşkanı oldu. 2000’li yıllarda ABD’nin bölgeye tehdidi artınca, özellikle Irak işgal edilince, milli güvenlik ihtiyacı acilen gündeme geldi. Hatemi ile Rafsancani’nin yumuşak politikaları, dış tehdidi karşılayamazdı. Sertlik yanlısı şahinler için biricik aday Ahmedinejat oldu. 2005 yılı seçiminde Rafsancani’nin kaybedip, Ahmedinejat’ın kazanma sebebi budur. Fakat Ahmedinejat, molla yönetiminde put kırma yoluna başvurdu. Din adamlarını iktidardan tasfiye ederek, bir çeşit askeri-dini (dinsel militarist) kliği işbaşına getirdi. Dolayısıyla başta tutucu ve reformcu mollalar olmak üzere,

Birçok kesimden tepki aldı; eleştirildi. Ayrıca 2005-2009 döneminde ekonomi çok kötüleşti; sınıflararası uçurum büyüdü. Ancak dış tehlike (Amerikan-İsrail saldırısı, Afganistan-Pakistan’daki karışıklıklar ve çatışmalar) henüz sona ermedi. Musavi, ekonomik reform talebinin temsilcisi sıfatıyla gelir dağılımını düzeltemez; dış tehlikeyi bertaraf edemez. Ahmedinejat ise ekonomiyi düzeltmez ama dış tehlikeye karşı dik durabilir ve en azından fakirleri, yoksulları açgözlü özelleştirmecilere, türedi zenginlere şimdilik yem etmez. Süreç, iki adaydan birinin lehine bu şekilde işlemiş oldu.

Onbir: Seçimlerde hile karıştığı kesindir. Fakat Musavi yandaşlarının iddiaları abartılıdır. Peki, reformculara dış destek oldu mu? Kanımızca, reformcuların dış destekleri manevi ve siyasi alanla sınırlıdır. Maddi destekten şimdilik söz edilemez. İdeolojik ve politik yönlendirmeler, özellikle Batı merkezli facebook, youtube, twitter gibi sosyal iletişim siteleri üzerinden yürütüldü. İlk ikisi İran tarafından bloke edilmesine rağmen twitter, ABD’deki ilgili merkezler tarafından (buna resmi kurumların bir kısmı dahil) sürekli açık kaldı. Ayrıca bu site aracılığıyla İran’daki üniversite gençliğiyle uzun vadeli sosyal programlar geliştiriliyor. Sorumlularından birisi de Jared Cohen adlı bir akademisyen ve yönetim danışmanı. Cohen’in İran hakkındaki yazılarının çoğu gençler üzerinedir. Temel tezi şudur: “Gençlik, İran rejiminin en zayıf noktasıdır, Aşil’in topuğudur” Bu anlamda dış mihraktan söz edilebilir.

Pakistanlı emekli bir general bölgedeki bir TV kanalına yaptığı açıklamada, “ta Bush döneminde İran rejimini devirmek üzere ayrılan 400 milyon doların bu seçimler için harcandığını” ileri sürdü. Fakat bu sadece bir iddiadır; araştırılmaya değer.

Öte yandan BBC, 8 saatlik günlük yayınını seçim sürecinde 24 saate çıkardı. Avrupa merkezli Amerikan denetimle Hür Radyo’nun Farsça bölümü (Ferda yani gelecek), yayın saatlerini artırdı. Fakat Ferda’nın İranlılar arasında dinlenme oranı yüzde 2.4 ile sınırlı kaldı. Amerika’nın Sesi de benzer yayınlarını sürdürdü.

Özetle, nesnel durum şudur: Dış etki ve yönlendirme, yüksek öğrenimli gençler ile Batı hayranı orta ve üst gelir kümesi arasında geçerlidir. Üniversite gençliği (Musavi yandaşı), esasen İran toplam gençlerinin yüzde 30’unu oluşturuyor ki; yüzde 70’lik bu kesim, bırakın internet izlemeyi, yoksulluk nedeniyle bilgisayara yaklaşamıyor bile.

Oniki: Batı gözüyle bakıp, İranlı Lolitalar peşinde değilseniz; gençlerle kadınların niçin sokağa çıktıklarını da anlayabilirsiniz. İran Devrimi, 30 yıldan beri kadını sokağa döktü; iş ve siyaset hayatına (göreli ve cinsiyetçi biçimde olsa bile) katılmasını sağladı. Kadınlar politikleşti. 30 yıl öncesinin Şah karşıtı militan kızları, günümüzde hem siyasiler hem de anneler. Çocuklarına siyaset öğretip, eski devrim günlerini/hayallerini birer masal gibi anlatıyorlar. Onların çocuk ve torunlarının sokakta protesto etmeleri kadar normal bir şey olamaz.

Onüç: İran’daki gösteriler örgütlü bir öncü parti veya kümeden yoksundur. Musavi ile göstericiler arasındaki ortak nokta, şimdilik seçimlerin iptal edilmesi; tutukluların serbest bırakılması, özgürlüklerin verilmesidir. Yani her kesimin gönlünden geçen aslan ayrıdır; yolları ve hedefleri farklıdır.

Bundan ötürü; şimdiki göstericiler, kısa dönemde yönetimden belli tavizler kapabilirse (sosyal ve siyasal alanda) bununla yetinip uzlaşacaktır. Zamanla sönümlenecektir. Musavi, Hatemi, Rafsancani gibileri sistemle köprüleri atmış değiller. Mümkünse, siyasi iktidara ortak olmak (milli koalisyon hükümeti gibi), reformcuları bürokrasiye yerleştirmek gibi kısa erimli amaçları vardır. Esas gaye, bu gösteriler ve talepler yoluyla gelecek seçimlere (2013) yatırım yapmak, o zaman ortalığı silip süpürmektir.

Hameney-Ahmedinejat ikilisinin şimdilik B planı yoktur; biraz paniklemiş görünüyorlar. Paniklemek, yöneticiler açısından en kötü durumdur; sağlıklı karar vermeyi önler. Bununla birlikte öncelikle gösterileri yatıştırmak, ardından önde gelenleri gözaltına alıp bertaraf etmeyi planlıyorlar. Ancak pazarlık için açık kapı da bırakmış durumdalar.

Esas bu mücadele Rafsancani ile bir zamanlar yakın dostu olduğu Hameney arasındadır. Rafsancani 2005 yılında kaybettiği siyasi arenaya yeniden dönerken, din adamları ile politikacıların desteğini almak istiyor. Bu yüzden molla merkezi Kum kentine gitti. Başarabilirse, Ali Hameney’in yetkilerini kısıtlamayı (bulunduğu Uzmanlar Kurulu bu yetkiye sahiptir) ve dini rehberlik yerine İran’ı “başkanlar kurulu” gibi bir sistemle yönetmeyi planlıyor. Buna karşılık Hamaney-Ahmedinejat ikilisi, Rafsancani’yi Musavi’den uzak tutmaya ve tarafsız olmaya çabalıyor.

Durum, şimdilik bundan ibarettir.

Faik Bulut


http://www.odatv.com/Siyaset/faik_bulutun_13_maddelik_iran_analizi-16616.html



16 Haziran 2009 Salı

Venezuela Ezberi Bozuyor - Halid Özkul

VENEZUELA EZBERİ BOZUYOR:

Sabık Darbeci, Emekli Albay, Bolivarcı (ve Katolik) Chavez, “Hayatı Palavra” Ultra-Solcu “Komünist”Geçinenlere Bilimsel Komünist Devrimci Praxis Dersleri Veriyor!


Sadece koymuş olduğum bu başlık üzerine dahi bir kitap yazılabilir. Bu cümlem aynı zamanda sadece Latin Amerika’nın değil tüm dünyanın Enternasyonalist Devrimcilerinin saygın önderi olan Fidel (Castro) “dede”nin bilgeliğini bir daha kanıtlıyor. Niçin Chavez’i destekledi? Niçin “fi tarihinde” Kolombiya’yı eleştirmişti, eski “sert eleştiri”sini yumuşatmış da olsa hâlâ eleştiriyor? Ama “Hayatı Palavra” Ultra-Solcu “Komünist” geçinenlerimiz için öz-eleştiri polyalektik paradoxu değil, sadece eleştiri diyalektik(!) mantık simetrisi çalıştığı için ne demek istediğimi kavrayamayacaklar. Çünkü “aşma” onlar için Marx’ın arada bir ettiği bir basit(!) “kelime” sadece! Hele Venezuela Komünist Partisi ile beraber bir ara Chavez’i devirme hülya(ütopya)sı görüp, CIA’nın gönüllü “5. kol”culuğuna soyunarak “vecize”ler döktürenlerden bunu beklemek ‘abesle iştigal’ etmek olur. Bilindiği gibi Venezuela’da Chavez’in önderliğindeki Bolivarcı Birleşik Sosyalist Cephe, içlerinde birçok bağımsız marxistlerin, trotskistlerin de olduğu çeşitli devrimci güçlerden oluşuyor. Bunların içinde eski devrimci siyasiler olduğu gibi işçi önderi sendikacılar da var. VKP’nin konumu ise önceleri dışarıdan “gazel” atmaktı, ama son gelişmeler tabanında baskısı ile onları “ultra-solcu” çizgiyi bırakıp, devrimci praxis içinde davranmaya zorlamakta. Darısı Türkiye’deki “Hayatı Palavra” ultra-solcu “komünist” hariçten gazelcilerin başına…


Bilindiği gibi Fidel “dede”nin “rahle-i tedrisat”ına çok önem vermiş olan Chavez, dünyada bugüne kadar seçim yolu ile iktidara gelmiş olan “halkçı/milli” devrimci ve sosyalist hükümetlerin denemediği ya da denemekte geç kaldığı için (mazlum sosyalist Salvador Allende gibi) iktidarlarına ve bizzat liderin yaşamlarına mal olmuş hataları yapmaktan kaçınıyor. Obama’ya “Latin Amerika’nın Kesik Damarları (Eduardo Galeano) hediye etmişti. Bu çok anlamlı bir mesajdı. İkincisi ise Lenin’in “Nasıl Yapılmalı”sını da göndereceğini açıklaması ki bu en önemli mesajı veriyordu, konuyu devrimci silahlı mücadele içinde kavramış olan biz kuşaklar için…


Bu mesajların somut değerlendirmelerini Venezuela’dan gelen ve “şimdi” dedirten haberlerden öğreniyor ve mutlu oluyorduk. Birincisi, Chavez işçilere (sınıfına) fabrikalarını kendi “silâhlı milis”leri ile korumak ve savunmak zorunda olduklarını ve işçilerin silâhlanmaları için bu konu ile ilgili yasayı da çıkaracaklarını söylüyordu. İkincisi, kırlardan bu kararı destekleyen bir başka kararı geliyordu Chavez’in. Yine yasal düzenlemeler yapılarak kırda üretim komünlerinin oluşturulacağının ve bunun zorunluluğunun üstüne basıyordu…


Bu iki kararın yaşama geçirilmesi, Marx’ın önerdiği gibi kapitalist üretim ilişkilerinin üst aşamada olduğu bir ülkede, burjuva demokratik mücadele sonucu seçimle iktidara gelmiş olan, sosyalist devrimci güçlerin yasaları düzenleyerek, işçi ve emekçi sınıflar ittifakının iktidarını pekiştirmesi yönünde alınmış stratejik hamlelerdi. Ne ki ülkenin stratejik önemi olan toplumsal üretim araçlarının klasik kamulaştırmalar ile yetinmek ise sadece taktik başarılardı. Ama kır-kent birliğini organize etmek için teoriyi devrimci praxisle birleştirmek stratejik bir öneme haizdir…


Türkiye’de bu konu üzerinde kafa yorulmaması ise Amerikan kibernetik-kaos üretimi “sol” jargonun ülke “devrimci”leri üzerinde nasıl hakim olduğunun kanıtı olarak trajik bile değildir. Dramatiktir, hatta yer yer özellikle “milli mesele” söylemlerinde komediye varır! ABD-İzrael (ve AB) sosyal-emperyalist zionu tarafından karşı devrimci “yeniden mandater” politikalarla bölgemizde ”yeniden-faşizm”leri tezgâhlamakta olanlara karşı, ancak “devrimci praxis” yönünde “strateji” ve “taktik”ler ürettiğimiz ve yaşama geçirdiğimiz sürece varolma şansımız olabilir, gerisi “5.kol” faaliyetlerinde “maydanoz” olmaktır!


Halid Özkul

15.06.09

Kürt Hareketi Ne İstediğini Biliyor mu? - İlker Belek

Kürt Hareketi Ne İstediğini Biliyor mu?


Kürt hareketinin talepleri açısından Öcalan'ın yakalanmasının önemli bir tarihsel dönemeç olduğu çok açık.

O zamana kadar ayrı bir devlet kurmak (kimi zaman dolaylı da olsa) savunulan formüldü. Bu talep Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesi gereği olarak ileri sürülürdü. Sonrasında ise, değişik versiyonlarla, özerklikten-yerelleşmeden söz edilmeye başlandı. Buna göre Kürtler Türkiye'nin bugünkü sınırlarını bölmek ve ayrı bir devlet kurmak niyetinde değillerdir, ancak Kürt illerinde özerk bir yönetim biçiminden ve ayrı parlamentodan yanadırlar.

Bu farklılık Türk tarafında, Kürt hareketinin samimiyetine ilişkin şüphelerin kökenidir.

* * *

Yerelleşme-özerklik, her niyete yenebilen muz gibidir. Böyle olduğu hem kapitalist hem de sosyalist ülkeler tarafından tercih edilmesinden bellidir. Her iki politik sistem de yerelleşmeyi demokrasi adına savunmuşlardır.

Oysa yerelleşme ile demokratikleşme arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Örneğin demokrasi argümanıyla özerkleştirilen İngiliz devlet hastanelerinin yönetim kurullarını, o dönem iktidarda bulunan Muhafazakar Parti'nin yandaşları ele geçirmiştir. Benzer sağ işgal, bir dönem, İtalya'da belediyelerin siyasal gücü artırıldığında da yaşanmıştır.

Öte yandan Küba, sosyalizmin yaşamasının garantisini yerelliklere tanınan özerklikte ve çok sayıdaki kitle örgütü aracılığıyla gerçekleştirilen toplum katılımında görmektedir. Sosyalizmle yerelleşme arasındaki ilişki açısından bir başka tipik örnek de Nyerere'nin sosyalist yönelimli Tanzanya'sıdır.

Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Yerelleşme bir sonuç değil bir araçtır. Farklı sistemlerde tamamen farklı amaçlar için kullanılır ve farklı politik hedeflere hizmet eder. Demokrasinin temelinde mülkiyet biçimi bulunduğu için bu böyledir. Mülkiyet özelse karar verme yetkisi mülkiyet sahipleriyle sınırlanır. Kamusal mülkiyet ise karar verme hakkını da yaygınlaştırır. Yerelleştirme, bu iki farklı rejimde, mülkiyet ilişkileriyle ilgili karar süreçlerinin hızını artırabilir ancak.

* * *

Buradan geliyoruz, Kürt hareketinin çok önemli yapısal eksiğine: Kürt hareketi, yerelleşme demekte, ancak yerelleşmenin içine oturacağı ve merkezi siyasal güç tarafından belirlenen sosyoekonomik yapının karakteri konusunda hiçbir şey söylememektedir. Kürt hareketi için yerelleşme kendi başına bir amaçtır. Kürt hareketinde Kürt illeri vardır, ancak üretim ilişkileri konusu hiç gündemde değildir.

Böyle olduğu için de isteklerindeki samimiyet derecesinde gerçekten bir sorun vardır.

Durum şöyledir: Yerelleşme eğer kapitalist sistem içinde savunuluyorsa, bu birkaç nedenle Türkiye'nin bütünlüğüne karşı tetiklenmiş mekanizmanın çalışmaya devam etmesini savunmak demek olacaktır: 1- Kapitalist sistemde yerelleşme, hele hele Kürt hareketinin istediği türden bölgesel özerkleşme, ciddi kaynak dengesizlikleri nedeniyle bölgesel eşitsizliklerin artmasına neden olacaktır. 2- Bu durumda Kürt illeri merkezi otoriteden kaynak talep ettiklerinde, bu talep, zaten ileri derecede milliyetçileşmiş ve-fakat aynı zamanda daha zengin Türk illerinden tepki alacaktır. 3- Bu tepki, bu kez Kürt özerk yönetimini dışarıdan destek arayışlarına itecektir. Bu dizge konusunda daha somut veriler için İtalya'nın Kuzey'i ile Güney'i, Belçika'da Valonlar ile Flamanlar, eski Yugoslavya'da Hırvatistan-Slovenya ile güney bölgeleri arasındaki gerilimlerin nasıl ortaya çıkıp, seyrettiğine bakılabilir.

Kısacası kapitalist üretim ilişkilerinde yerelleşmenin bir sonrası ayrılık talebi ya da zengin ulusun yoksul olanını reddetmesidir. Kürt hareketinin, ayrı bir devlet kurmak istemediğini Öcalan'ın, Karayılan'ın ve Ahmet Türk'ün ağzından dile getirmiş olmasının, işte bu nedenle bir anlamı bulunmamaktadır.

Kapitalist sistem içinde farklı etnik yapıları barış içinde bir arada tutabilmenin tek yolu o kapitalist devletin emperyalist sömürü mekanizmalarıyla dışarıdan içeriye bol kaynak aktarmasıdır.

* * *

Öte yandan ben, sosyalistlerin yerelleşme-özerklik formülünü ciddiye almaları gerektiğini de düşünürüm. Sosyalist Türkiye zemininde olmak koşuluyla… Kapitalist Türkiye'de bunun sonucu kaçınılmaz olarak bölünmedir.

Benim bölünmeyle derdim ise, Türkiye'nin “Türkistan” ve “Kürdistan” olarak iki kapitalist parçaya bölünmesinin, Ortadoğu'daki emperyalist hegemonyayı artıracak ve bu bölgedeki sosyalist devrim projelerini neredeyse kalıcı olarak rafa kaldıracak olmasıyla ilişkilidir.

* * *

Yerelleşmeyse tamam. Sorunları zamanında saptamak ve hızla çözüm üretip, uygulamak için; toplumun yönetime siyasal katılımını sağlamak, geliştirmek için; yönetenleri denetlemek, gerektiğinde görevlerinden almak için; ekonomik verimliliği artırmak için…

Ancak önce sosyalist devrim. Önce, iktidarı, kendi burjuvalarımızın ve ağalarımızın elinden alalım. Önce Türkiye'de sınıf mücadelesini örgütleyelim. İşte size acil çözüm önerisi.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/15237.html




10 Haziran 2009 Çarşamba

İstihbarat ve Praksis - Halid Özkul

İSTİHBARATTA AMATÖRLÜK, PROFESYONELLİK, KONSPİRASYON, PROVOKASYON, DEZENFORMASYON ve PRAXİS


Tekelci kapitalizmin küresel iktisadi alt yapıda güncel sürekli krizleri gittikçe derinleşirken paradox olarak siyasal üst yapıda değişimleri zorluyor. Bu varolmanın doğal sonsuz değişim-hareketi. Olgunun materyalist polyalektik etkileşimi. Ama emperyalizm bu değişimlere tabiatı gereği direnerek buna dönüşümlerle karşı koymaya çalışıyor. Bu maddenin karşı-madde aksiyomu. Bu hareketin zorunluluğunda emperyalizm artık “extra durağı” olan sosyal-emperyalizm istasyonuna vardı. Bunun böyle olacağını 1992’de basılan “Yeni Dünya Düzeni” (Anahtar Yay.) adlı kitabımda yazmıştım, öngörüm doğrulandı. Uygar sömürgecilik periodunu yaşayan sömürgecilik 1980’lerde “sivil toplum ve örgütleri” pelerinini giymeye karar vermişti. Bu kararlar global mali oligarşinin harekât merkezi olan CFR’de alınmış, Bilderberg ve Trilateral Commission’da onaylanmıştı. Hedef Yeniden Mandater - Yeniden Faşizmdi. Bunun için öncelikle Latin Amerika’da 1990’larda, 1970’lerde barutu ıslanmış eski “tüfekleri” kılıfına uydurup satın alarak onları “yeni sol”cuların ideologları haline dönüştürdüler. Devrimci önder kadroların imha edilmiş olmasının avantajı ile medyanın gücü kullanılarak “Devrimci”lik, “sol” ve “solcu”luk; “demokrat”lık ise “liberal”lik derecesine indirgendi; hatta faşistler hemen öteki yüzleri liberaller oluverdiler… Böylece “demokrat”lık ile “devrimci”lik arasındaki doğru orantı tamamen dejenere edildi. Arzu edilen asıl hedef olarak “Devrimci”lik suni olarak aslında burjuva devletin özü olan “terörist”lik ile tersyüz edildi. Bir bakıma devlet öz-kök-yüzünü gösterdi ama bunu kavrayabilen kuramcıların açıklamalarının duyurulmaması sağlandı; “solcu” dangalaklığından faydalanılarak, sağlanmaya devam edilmekte… Bunu sağlayan Mayıs 1968’den beri başarıyla uygulanan kibernetik-kaos sisteminin bu sefer “açık toplum” dümeni ile tezgâhlanmaya başlamasıydı. Bu “Psikolojik Savaş”ın yeni bir evresiydi. Bunu siyaset yönünde Marx’ın veciz sözü ile doğrulayan imge, “Felsefenin Sefaleti”dir…


Kaos” çok kullandığımız bir kelime ama “kibernetik” siyasetçilerimiz için çok yabancı bir kavram. Hâlbuki 1950’lerden beri hem ABD’de, hem de SSCB’de biliminsanları tarafından tartışılmış, hâlâ da tartışılmakta. Bilim olarak “Kaos” kuramının kuramcılarından Franz Benoit Mandelbrot şöyle diyor: “Sezgi insanda tanrı vergisi olarak bulunmaz. Ben sezgimi eğiterek onun başlangıçta saçma bulduğu için reddettiği şekilleri, sonradan apaçık şekiller olarak kabul etmesini sağlamışımdır; herkesin de aynı şeyi yapabileceğini sanıyorum”, “Fraktal, kendine benzeyen demekti… Kendi kendine benzerlik her düzeydeki ölçekte simetri anlamına gelir. İçeriğinde, başlanan yere geri dönülmesi, motif içinde motif bulunması vardır… Kendi kendine benzerlik kolaylıkla tanınıp ayırt edilebilen bir niteliktir… İki ayna arasında duran bir insanın görüntüsünün sonsuz derinlikte” yansımasıdır. Böylece simetri “sol”cuları temsil etti. Oysaki “devrim”, simetrinin inkâr edilmesi, onun aşılmasıdır. Kibernetik ve Kaos, Soğuk Savaş içinde ve sonrasındaki dönemde emperyal-zion istihbarat örgütleri tarafından think-tank boyutlarında araştırılmış, gizli servislerin özel operasyonları boyutunda uygulanmış ve kendileri açısından hâlâ başarıyla uygulanmakta olan bir non-lineer sistemdir. Fransız Yüksek Teknik Bilimler Enstitüsü Teorik Fizik Prof. David Ruelle devam ediyor: “Peki kaos ne zaman ortaya çıkar? Başlangıç durumuna hassas bağlılığın bulunması için modların en az üçerli gruplar halinde birbiriyle bağlantılı olarak salınım göstermesi gereklidir. Ayrıca modlar ne denli çok sayıdaysa ve aralarında ne denli çok bağlantı varsa kaosun ortaya çıkması olasılığı da o denli yüksek olacaktır.” İşte modern Psikolojik Savaşın içinde kullanılan “mod”lar kuramının yaşama geçirilmesinde, “olay” olarak kıtalararası “grup”lar tetiklendi, “element” olarak harekete geçirilenler ise “ajan provokatör”lerdi. Devrimci saflar için bu baş belâsı soruna gerek Marx gerekse Lenin dikkat çekmişlerdi…


Ama ne hikmet ise 1960’ların ortalarından (Vietnam Savaşı’nın kızıştırılması yılları) itibaren bu konu devrimcilerin gündeminden çıkarıldı. Devrimcilerin kendilerini koruma tedbirleri bilimsellik içinde oluşturulup savunulmayınca, yerini “korku rejimleri”nin gıdası olan “polis fobisi”ne bıraktı. İlginçtir ki, “eski sömürgecilik” emperyalizminin döneminde “milli bağımsızlık savaşları”nın temelini atan ilk ülkelerden biri olan “jön-Türk” gelenekli jakoben Türkiye, yıllar sonra “27 Mayıs” gibi askeri tandanslı jakoben uyanışların ilklerini gerçekleştirdi. Hâlbuki bu dönemde Latin Amerika’da jakobenler seçimle iktidara geliyorlar, ABD güdümlü askeri darbelerle alaşağı oluyorlardı. Yine yıllar sonra işbirlikçi devlet terörü içindeki “polis fobisi”ni nötrleştiren, “Pol-Der” (Polis Derneği) gibi ilerici-devrimcileri kollayan milli-örgütlenmelerin de ilk örneğini vermiştir. Bu jakoben gelenek, görmemezlikten gelinemez. 12 Eylül faşist rejimi bu derneği derhal kapattığı gibi, pek çok Pol-Der’li polisi tutuklamıştır ve bunların çoğu İstanbul, Ankara polisinin siyasi şubelerinde diğer devrimcilerle beraber elektrik ve diğer işkence türlerine maruz kalmışlardır. Pek çoğu meslekten atılmıştır. Onun yerine, ülkücü-faşist oluşumun tasfiyesi öne sürülerek, “Fethullah” örgütlenmeleri tezgâhlanmıştır. Ama “F Tipi” örgütlenmenin de kökeni itibari ile aynı faşist “Türk-İslâm Sentezi” ideolojik kaynağından doğmuş olduğu göz ardı edilmemelidir…


Buradan konu başlığımıza geçebiliriz; istihbaratta amatörlük, profesyonellik, konspirasyon, provokasyon, dezenformasyon ve praxis. İstihbarat üzerine ilk adımı atarken daima belleğimizdeki değişmeyen ilkeler şu olmalıdır:


1- Bilgi gücün anahtarıdır.

2- Gerçek ayrıntılarda gizlidir.

3- Akıl-Bilgi-Bilinç daima Coşku-Duygu-İrade’nin önünde olmalı ve onu yönetmelidir.

4- Eğer doğru izafi ise ki öyledir o zaman paradoxtur.

5- Dünyaya monoletik veya diyalektik değil, kesinlikle polyalektik bakmak zorunludur.


Başarılı istihbaratın “beş temel” ilkesi budur. Tabii “süreç” içinde bunu çoğaltmak bireyin yetisine bağlıdır…


Konspirasyonun türkçe açılımı fesattır, provokasyonun ise kışkırtmadır. Bunlar faaliyet biçimidir, ama bunu yönlendiren bilgi dezenformasyondur. Yani doğru bilgilerle karıştırıldığı için doğru imiş gibi gözüken, ama çoğu tamamen enforme olan hazırlanmış-imalât bilgilerden oluşan “yanlış bilgi”ler toplamıdır. Hedef, toplumsal belleği çok önceden kararlaştırılmış stratejik ana hedefler doğrultusunda yönlendirmektir. Böylece aslında, özünde tamamen kitlenin aleyhine sonuçlanacak olan hedefe varmaları için, bizzat kitlenin “gönüllü” desteği alınmak istenir. Bunun aracı da medyadır. Çağımızda burjuva devletin en etkin ideolojik baskı aygıtı. Provokasyon yaratmak için konspirasyona ihtiyaç vardır. Yani çokbilmişlerin zannettiği gibi fesat, kışkırtma ve bununla görevli ajan provokatörler kitleyi “pasifize” etmezler; aksine, demokratik yollardan şansını hiç denemeden hemen “radikal aktivist” yollara sevk etmek için ellerinden geleni yaparlar. Çünkü demokratik mücadelenin (artı-değer yaratan ve sömürülen olarak işçi ve emekçi) kitlenin haklılığına kendi akıl-bilgi-bilinç yönlendirmesindeki iradeleri ile sahip çıkmaları için bir “okul” olduğunu tarihsel egemen sınıf bilinçlerinden dolayı çok iyi bilmektedirler. Ama kitleyi daha demokratik mücadele okulunda eğitmeden radikal aktivist faaliyet içine atarsanız, devletin “zor” mekanizması hemen kitlenin üstünde “terör” estirecek ve onları sindirecektir, tabii bu arada daha önceden mimlediği “militan” unsurları da “ortadan kaldırma” yollarını elde etmiş olacaktır. Zaten burjuva demokrasisinin diktatörlük yüzünün arzu ettiği de budur. Onun için devrimci bilinçli eylem(praxis), ona devletin dolaylı ideolojik aygıtları tarafından fısıldanmış hedefleri dangalakça ve ahmakça hedef olarak belirlemez, her yıl tekrarlanan “1 Mayıs” komedyalarımız gibi…


İşte bunun için “kurulu düzen”i aşmayı hedeflemiş olan devrimci bilinçli eylem(praxis)in iki yönünü iyi kavramak zorunludur. Bu zorunluluğu kavrayamadığınızda bütün çabalarınız bir etkinlik olarak sentezleşecek- resmileşecek, böylece Hegelcilikte kazık çakılacak, sonuçta egemen Hegelci devlet yapılarının borazanı olunacaktır. Marx daha 1844’te “teorik bilmecelerin çözümü praxis’in görevidir” diyerek meselenin ana noktasının altını çizmiştir. Eğer devrimci istihbarat bu ilkeyi gözden kaçırırsa daima konspirasyon, provokasyon, dezenformasyonların oyuncağı olarak amatörlük batağında debelenip duracaktır. Ama debelendikçe dibe batmaya devam ederek…


İstihbarat, devrimci mücadelede de hassasiyet taşıyan bir konudur; bunun için Lenin, Eylül 1902’de şöyle demiştir: “İşçilere şunu anlatmalıyız: hafiyelerin, ajan provokatörlerin ve hainlerin öldürülmesi bazen elbette kaçınılmaz olabilir. Ama bunu sistemleştirmek, hiç istenilmeyen ve hatalı bir şeydir. Hafiyeleri izleyip açığa çıkararak zararsız kılacak bir örgüt kurmaya çalışmalıyız. Hafiyelerin hepsiyle uğraşmak imkânsızdır, ama onları açığa çıkaracak ve işçi sınıfı kitlelerini eğitecek bir örgüt kurmak hem mümkün, hem de gereklidir.” İşte bunun için kendisi, bir puntch(darbe) olan 1917 Ekim Kışlık Saray Baskını sonrası Kızıl Ordu’dan önce hemen RSDİP MK üyesi de olan Polonyalı Felix Edmundoviç Dzerjinskiy’e, işçi sınıfının devletinin ilk istihbarat örgütü olan ÇEKA’yı kurdurtmuştur. Ne ki daha “1908 Mayıs’ında “Biloye” dergisi redaktörü Vladimir Livoviç Burtsev, Azef’i provokatörlükle suçlamasına yol açabilecek bilgileri olduğunu” açıkladığında Devrimci-Sosyalistler-SR’lerin ona saldırmasına karşın onu kesinlikle savunmuştur. Kendisi o zaman sosyal-demokratlara yakın duran bir liberal demokrat olan Burtsev, Ohrana özel görevlisi Mihail Efimoviç Bakai’nin anlatılarına dayanarak ve ardından bu bilgilerle örgütün direktörü senatör Aleksey Aleksandroviç Lopuchin’e ulaşarak, XX. yüzyılın en tehlikeli ajan-provokatörünü deşifre etmiştir. Kod adı “Dayı” olan Azef’i… (Gen.bil.i.bkz. “Gizli Ordular-Devlet Terörü ve Ajan Provokatörler”)


Burtsev profesyonel davranmayıp, büyük bir amatörlükle Bakai ve Lopuchin’i hedef alan bir yayımda bulunsa (ya da onları suçlayan bir kitap yazsa idi) onlar derhal suçluluk kompleksi ile savunmaya hatta karşı saldırıya geçeceklerdi. Ama o bu hatayı yapmadı profesyonelce davranıp, onların sonuçta Britanya Birleşik Krallık emperyalizminin işbirlikçileri, devrimcilere işkence yaptıran hatta infaz ettiren suçlular olmalarına karşın, “feodal devlet memurları”nı insancıl yönlerinden vurup “karakutu”nun açılmasını sağlayarak, devrimci mücadeleye köstek değil, büyük bir destek sağlamıştır. Çünkü mücadele kişisel intikamların veya olayların hesaplaşması değil, tarihi sosyal bir mücadelenin eylemiydi…


Sayın O. G.'nin “Mehmet Ağar” kitabı diğer burjuva araştırmacıların “Hiram Abbas” kitabı gibi (üstelik bu çalışmalar hiç bilinmeyen bir işi ifşa etmedikleri gibi, birçok dezenformasyonu tekrarlayarak toplumsal belleği yanıltmakta yardımcı işlev görmeleri) kendilerini bağlar ama “Mehmet Eymür” kitabı ile peşinden Türkiye’nin hakiki Kemalist Devrimcilerinin saygın bir simgesi olan Talat Turhan’ı sürüklemiştir. Üstelik kitap ilk basımında telif cezasına uğradığı halde, “hangi akla hizmet, bilinmez(!)” ikinci kere galat halinde aynı şahsa karşı tazminat davasına düşmüştür. Sonuçta yazar, düşman ilân ettiği emekli “devlet memuru”nu ekonomik sıkıntıdan kurtarma vazifesini “gönüllü” ifa eder duruma gelmiştir. Ayrıca bizim için saygın bir yeri olan, bir takım insanların haricinde kanser illeti gibi bir değil-birkaç hastalığa karşı mucizevî bir direniş gösteren Sayın T.Turhan’ı bu “tatsız” olgu, psikolojik bir baskı altına aldığı gibi ekonomik darboğaza da itme tehlikesi göstermiştir. Üstelik hukuki gelişmelerden kendini haberdar etmemek, yazar ve yayımevinin (Güncel Yayınları) bırakın devrimciliği en basit anlamı ile kentli etik dışılığının ispatıdır. Bunun ne demek olduğu benim için çok açıktır, ama Sayın Turhan’a sonsuz saygımdan dolayı akıl-dilimi ve klavyeye basan parmağımı tutmakta çok zorlanıyorum!


Son “Ergenekon” tezgâhı ile zan altında kalan ve tarafımızdan profesyonel bir bilinç ile kurgulanan suçlamaya maruz kalan emekli MİT görevlisi Mehmet Eymür, sonuçta beklediğimiz gibi sessizliğini bozarak kendini savunma konumuna geçerek, tezgâhın asıl faillerinin kesinleşmesinde yardımcı olmak zorunda kalmıştır. Bu istediğimiz ortamda kendisi geçmişe aitte bilmediğimiz konularda tarafımıza açıklama yapmak zorunluluğunu hissetmişken ve yaparken, bu amatörlük yüzünden tekrar “ricat” etmiştir. Bu da karşı-devrimcilerin işine yaramıştır. Onların isteği de zaten konuşmaya hevesli ve zorunlu eski istihbarat mensuplarının çenelerinin kapatılmasını sağlamaktır… Ya direkt veya dolaylı. Biz kişilerin peşinde “kan davası” gütmüyoruz veya olayların soyut “dedektif”leri değiliz, biz somut evrensel-sosyal bir “hesaplaşma işi”nin peşindeyiz. Biz kendimizi “solcu” değil, proleter devrimci demokratlar-komünistler olarak niteliyoruz ki bunun anlamı ve kavraması arkaik-ilkellikleri “aşma”yı zorunlu kılan bir derinliktedir…


Burada devreye “zor” girer. Hadi bakalım açıklayın ajan-povokatörleri. Neden ajan-provokatörleri açıklamayı göze almıyorsunuz? Ben 1987 yılından beri bu konu üzerinde çalışıyor ve açıklamalar yapıyorum. Bu konu yüzünden mağdur olmuş devrimcileri açıklıyorum. Sorgulanması zorunlu olanları açıklıyorum. Ama genel “hesaplaşma işi”nin birer önemli ayrıntıları olarak. Ne ki karşı-devrimci şefleri bile açıklayamadan, bir alt kademede “kayıkçı kavgası”ndan dolayı açığa çıkmış olanları hedef almak arkadaki “büyük şef”leri es geçmek de devrimci etiğe sığmaz. Gücünüz yetiyor ise bütün şebekeyi açıklarsınız. Yetmiyor ise yettiğiniz konuların dışına çıkmazsınız. Yoksa sizinki de bir başka “kayıkçı kavgası” olur. Örneğin, bugüne kadar kimse Nuri Gündeş hakkında ayrıntılı dosya çıkarmadı. Ama adam “gölgeler ordusu”nun başında hâlâ. Uğraştıklarınız hep “Esas Oğlan” olmaya çalışmış ama bir türlü tali adamlar olmaktan kurtulamamış “zavallı devlet memuru” adamlar. Daha 1992’de Dursun Karataş’ın ajan-provokatör olduğunu ifşa ettim. Korkudan kimsenin sesi çıkmadı. Bu konuyu dergisinde yazdığım sözüm ona bir “eski tüfeğin”, bu şerefsiz adam, efendileri tarafından usule uygun olarak ortadan kaldırıldıktan sonra, aynı dergisinde “taziye mesajı” yayımlaması Bedri Yağan ve arkadaşları gibi gerçek devrim şehidlerine yapılabilecek en büyük hakarettir. Hiçbir şekilde devrimci etiğe sığmaz. Ne ki zamanında sadece Bedri Yağan ekibi konu ile ilgilenip benimle temas kurdu. Yaptığım plan sonucu tamamen deşifre olan D.K’yı kimse sorgulamadığı için B.Yağan ve arkadaşları gibi yiğit bir grup genç gerçek NATO-Stay Behind “Ergenekon” çetesi tarafından insafsızca katledildi. O zaman bu “iş”in başında M.E değil, N.G vardı! Pek bilmiş araştırmacı-yazar geçinen gazeteci taslağı “artist” olma heveslileri, niçin bunu sorgulamıyorsunuz? Niçin bu konularda suskunsunuz? Niçin Turan Dursun gibi nice insanların ölümleri hatta “kanlı 1 Mayıs 1977” ile ilintili “Çin-in Sesi” D.Per-İn-Çenk’in “maceraları”nı sorgulamıyorsunuz? Niçin PKK’nin kimler tarafından kurulduğunu ve “Apo” denen adamın Bekaa vadisindeki gizemli ilişkilerini sorgulamıyorsunuz? Niçin bunları milliyetçi Mançurya kobayı-Mankurt taslaklarının dezenforme etmelerine bırakıyorsunuz? ABD-İzrael zaten bunu istiyor. Niçin bunlara “komplo teorileri” deyip, Fehmi Koru gibi bir “F Tipi”nin izdüşümünde kalıyorsunuz? Kimin hesabına yazıp-çizip-basıyorsunuz? Büzüğünüz sıkmıyor değil mi? Öyle ise devrimci istihbaratı dezenforme etmeyin. Konspirasyon, provokasyon aleti olmayınız. Psikolojik Savaş unsurunun “gönüllü” dangalakları, ahmakları olmayınız…


Sayın Prof.Dr. Osman Altuğ’un dediği gibi “kişileri konuşmak cehalettir; olayları konuşmak yarı-cehalettir; işi konuşmak lazım”* yine onun belirttiği gibi “Gündem Mühendisliği”nin oyuncağı olmamak için…*[Marmara Üniv. Ekonomi Öğr.Üye. Ruhat Mengi- Her Açıdan- Star TV. 31.05.09. Tartışma programı]


Son sözüm şudur: İstihbarat bir profesyonel eylemdir. Devrimci saflarında istihbarat çalışmaları kendi bilimsel mecrasında olmak zorunda ve zorunluluğundadır. Bu çalışmayı örgütleyemedikçe amatör “artist” olma heveslilerinin amatörlüğü yüzünden tersyüz olmak kaçınılmazdır. Çünkü “bilgi gücün anahtarıdır”. Çünkü örgütlü çalışma profesyoneldir ve devrimci şiddeti içermek zorundadır. Hem karşı-devrimcilere ve hem de “hangi akla hizmet ettikleri” belli olmayan “solcu” amatör dangalaklara karşı…


Halid Özkul

01.06.09



9 Haziran 2009 Salı

Bir Ermeni Kızkardeşe Mektup ve Milli Mesele(ler) - Halid Özkul

Bir Ermeni Kızkardeşe Mektup ve Milli Mesele(ler)

Sevgili Anitta,


Sizi hiç tanımadığım halde, size "sevgili" diye hitap etmiş olmamı bağışlayacağınızı umarım. Haklı ama aşırı duygusallığınız bir hanımefendi olarak size böyle hitap etmemi ön koştu...


Bana S. D. tarafından ulaştırılan sizin e-postanızı okudum. S.Dinç iddia ettiğiniz gibi "faşist" olsaydı kesinlikle bu davranışı sergilemezdi. Öncelikle bundan emin olun. Duygusal olmak çok güzeldir, çünkü insani olan duyumlardan biridir; ama eğer nesnel gerçek üzerinde uzlaşmak için tartışıyorsak ki bu etkinlik ve davranış olarak bilimsel olmayı zorunlu kılar, o zaman akıl ve bilgimizi praxis(bilinçli eylem) içinde kullanmak zorunludur. Devrimci eylem ise tez+anti-tez=sentez Hegelci "düzen"ini AŞMAK demektir. Bunun için ben bireyselliğime malik olarak daima bu devrimci praxis üstünden hareket etmişimdir. Kişileri, olayları tartışmak bizi hiçbir yere götürmez. Eğer bir hedefe varmak istiyorsak muhakkak "iş"i kavramak zorundayız. Yani alt yapıyı...


Ben 1952 yılında İstanbul-Şişli'de doğdum 1955'den gönüllü "tehcir"ime kadar Bakırköy'de oturdum. 1955-1958 arası yani Adnan Menderes adlı ABD işbirlikçisi büyük toprak sahibi kapitalist "barbar" İstanbul'u (ve Bakırköy vbgb. semtleri) fethetmeyi kafasına koyup bu kentin ırzına geçmeye başlamadan önce benim sanki rüyalarımda kalmış gibi duran gerçeklikte (ve hep öyle kalmasını arzu ettiğim) Bakırköy'ün nüfuzu şöyle idi. Ermeni 8 bin, Rum 3 bin, Müslüman 1500. (Sonra Adnan Menderes Bakırköy'de hep CHP kazanıyor diye 1958'de Osmaniye'yi kurup Yugoslavya'dan getirilen anti-komünist muhacirleri buraya yerleştirdi. Böylece müslüman nüfus 3 bin oldu. Ama yıllardır hiçbir adi zabıta vakası olmamış ilçede huzursuzluklar-hırsızlıklar patlak vermeye başladı.) Yeşilyurt ve Yeşilköy büyük çoğunluğu tıpkı Adalar gibi Rum "T.C yurttaş"larıydı. Hepimiz nüfus kağıtları ve pasaportların üzerinde "Türk"tük ama dinimizi belli eden haneler, Auschwitz'ten kalan bir anımsamaydı.


Benim anne tarafımdan atalarım Akkoyunlu elçisi olarak İstanbul'a gelmişler, 1463-68 yılları arasında İstanbul'a yerleşmişler. Ben İstanbul'u ABD emperyalizminin Türkiye'deki işbirlikçileri ile yürütmüş olduğu kapitalist barbarlık idea ve uygulamaları ile 1994 yılında "gönüllü"(!?) olarak terk ettim, yani baba memleketim İzmir'e "techir" oldum. Hatta Bakırköy'den arkadaşım sevgili Hrant'ın ülkeyi terk etme kararı tartışılırken, ona çekmiş olduğum e-posta ile "ülkeyi bizde terk edersek mücadele edecek adam kalmayacak" diye sitem ettim. Ama Hrant "Ermeni milliyetçiliği" davasını sürdürdüğü için değil, doğruyu "sınıfsal boyutta" koyup "tenkil"(devlet belgelerinde "tehcir ve tenkil" olarak geçer hatta 1999'a kadar bu şekilde İttihatçı devlet belgelerinde yer almıştır. Ama TTK başına getirilen "Gobbels Halil" en entelektüel Türk-İslam-Turan sentezcisi olduğu için derhal bu kelimelerden "tenkil"i kaldırmış ve curcuna içinde "tenkil" kelimesi toplumsal bellekten silinmiştir. "Tenkil" kelimesinin Latince karşılığı "jenosid"tir. Hrant daha kibarca "zul" diyordu. "Katliam"la "Jenosid" arası) sorununda emperyalist ülkelerin "koçbaş"lılığına dikkat çektiği ve aynı tezgahta gergef dokumaya kalkan "Kürt mikro-milliyetçi"liğine dikkat çektiği için başta ABD-İzrael olmak üzere NATO-Stay Behind şebekesi Ergenekon başıbozuklarından Çeçenya'da kullanılan kılıç artıklarının tetikçiliği ile katledildi bu katliamda işbirlikçi liboş-Ermenilerin de işbirliği olduğuna adımın üstüne bahse girerim...


Benim baba tarafım Moğol aristokrasisinden gelir Tengiz Han-Temuçin ataerkil üstbarbarlık kan-klanı mensupları olarak 1402'de Anadolu'ya gelmişiz. 1403 atalarımızın aynı zamanda İzmir'e yerleşme tarihi. Gümüşgerdanoğulları soyadımızı, soyadı kanunu gereği kullanamayınca Türkmen serflerin köyleri de dahil hepimiz "Özkul" soyadını almışık. Benim dedem Halid Özkul, miri toprak düzenini temsil eden Sipahi eğitimi geleneği içinde (büyük dedem Sipahi-süvari paşası Ahmet Fethi Paşa) İzmir'de doğduğundan Denizci olmuştu. Gelelim en eskiye, biz Moğollar tarihi kaydetmeyi çok severiz, bozkır aristokrasisine atamız Tengiz Han'ın gelenek olarak bıraktığı bu yazma tutkusundan dolayı seceremizi de kaydetmişizdir. Dönüyorum Ankara Meydan Muharebesine, yıl 1402 bir tarafta Yıldırım Beyazıt Han'ın Türkmenler, Rumlar ve Ermenilerden oluşan Osmanlı ordusu. (Burada şu gözden kaçırılıyor Yeniçeri Ocaklarına devşirilen Anadolu'lu Hıristiyan çocuklarının hepsi Rum ve Ermenilerdi) Türk resmi tarihinde yer almayan bir gerçeği Fransa Kralı XVII.Louis tarafından hazırlatılan orijinal İngilizceden Fransızcaya çevrilmiş 1783'te basılmış "Dünya Tarihi" içindeki "Osmanlı Tarihi" bölümünün ancak 1978'de Havass yayınları tarafından yayımlanması ile öğreniyoruz. Ki bu bilgiler Anadolu Moğol Kan-Klanı belgisini doğruluyor. Osmanlı ordusunun önemli bir kısmını Ermeni Prenslerin komutasındaki Ermeni serf-askerler oluşturuyor. Osmanlı safındaki Türkmenlerin Timurlenk safına geçmesi ile Moğol Hanı Anadolu'yu feth etmiştir. Ama Türk resmi tarihinde yer almayan ama İngiliz "Dünya Tarihi"nde belirtildiği gibi bizzat Beyazıt teslim olduğu halde Ermeni prensleri teslim olmayı reddettikleri için "son ferdine kadar" kılıçtan geçirilmiştir. (Aynı olaylar Haçlı Seferleri sırasında Katolik Haçlılara karşı yaşanmıştır. Ama Türk resmi tarihinde bunlar yoktur. Üstelik son günlerde bir takım şerefsiz prof.lar Ermenilerin Haçlılarla işbirliği yaptığına dair aslı-astarı olmayan dezenformasyonlar yumurtluyorlar. Ama hata burada Ermeni Meselesi Hitit'ten beri incelenmediği için "muğlak" ve dezenformasyona açık bırakılıyor. Onun için "Kürt Enstitüsü" ihanettir, "Anadolu Uygarlıkları Enstitüsü" asıl açılması zorunlu kurumdur diye bitarafımı yırtıyorun. Peki Anadolu halkı bilmiyor muydu.) Diyor ki Anadolu Moğol Secere-i Varakası "evet biliyoruz!"


Barbar geleneğidir (yerleşikliğe geçip anaerkil komün ruhundan daha tam kopma sağlanmadığı için) savaşta esir edilenler egemen kan-klanına süreç içinde dahil edilir. Bu tarihsel materyalist bir gerçektir. Bunu "faşist" kafalar ya da kafalarının içindeki "milli-milliyetçi" kılıfı içinde hala o "faşist" bakteriyi çeşitli bahanelerle saklayarak ama ortamı bulunca salgılayanların anlaması bir yana kavraması çok zordur...


Savaş sonrasında benim atalarım bozkır aristokrasisinin en üstünde bulunan kan-klanı olarak (üstelik klanının hanı savaş meydanında okla vurularak öldüğü için) Konya-Niğde'nin Güllüce kariyesindeki üç Türkmen köyü onlara serf olarak verilmiş ama kendileri bir Ermeni köyünü merkez almışlardır. Moğol geleneğinde savaşcı-kahraman düşman kan-klanına "kandaş" olarak benimsenir. Böylece zaten dul ve yetim olan Ermeni kadınları ile evlenilmiştir. Bu gelenek ilginç bir biçimde çevre köyleri ile evlenmeler biçiminde sürmüştür. Ama Türkmenlerle asla. Çünkü bir Moğol'a yapılacak en büyük hakaret onun "Türk" olduğunu söylemektir. (İlginçtir bu ilkel "düşmanlık" hala sürüyor. Bence komik çünkü benim annem Özbek belki Türkmen kökenli -1463 ötesi-). Bu düşmanlık Türkik (veya Türk) Naymanların Tengiz Han'ın babasını "kahpelik ile zehirleyip, karısını kaçırıp ırzına geçmeleri" ile ilgilidir. Arkaiktir.. Daha sonra bizim ailenin erkekleri Osmanlı İmparatorluğu hiyerarşisi içinde görev aldığı için genişlemeye paralel olarak Rodos, Girit gibi Elenik hanımlarla da evlenmişlerdir. Mesela dedem Halid beyin eşi Makedonya- Karadağlıdır ama Sebbataist (Endülüs/Sefarat Yahudisi) kökenli bir kan-klandan kaçırdığı için ailesince afaroz edilmiş bir kadındı. Dedeme sonradan kıskançlığından dolayı yaşamı zindan ettiği halde, ailesi kabul etmediği için ziyan-zebil olur diye adam onu boşayamamış!


İşte bu Halid Bey deniz subayı olarak mezun olduktan sonra Elence, Ermenice, Rumca, Arapca, Farsca ve Fransızca bilen bir Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak hizmette bulunmuştur. 1915'te yüzbaşı rütbesinde iken Sarıkamış faciası ardından geliştirilen olayların Erzincan yöresindeki durumunu incelemek için zamanın Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı'nca görevlendirilmiştir. Gördüklerini bir rapor halinde sunmasına karşın raporu kabul edilmeyince de aynı yıl Teşkilat-ı Mahsusa'dan istifa etmiştir. İzmir'e döndüğünde evinde 40 gün yas ilan etmiştir. 10 gün sonra bu yası ihlal edip ud çalan babamın kafasında udunu parçalamıştır. (Dedem birçok eski parçanın bestekarıdır. Zamanının ud virtözlerinden kabul edilmiş. Aynı zamanda iyi bir ressam ve hattatmış.) Nedir bu elem? Şu bizim (kendi sülalelerini üç kuşak öteyesayamayan, kimbilir hangi şaki veya sapık dölünün genetiğini taşıyan) gizli yada açık kafatasçıların ileri süreceği gibi dölümüzde "Ermeni Gavurları"nın dölü olduğu için mi? Yoksa insan kere insan olduğumuz için mi? Babamın kabul edilmeyen eski türkçe rapordan Osmanlıcadan Yeni Türkçeye tercüme ederek (1965 yılı) biz üç erkek kardeşe okuduğu belgeden anımsadığım şu: Biz yüzyıllarca birarada yaşayıp kardeş bildiğimiz insanlara yapılan bu zulüm insaniyet hazıfasının kabul edebileceği bir olay değildir. Ermeni köylerinden suçsuz erkek köylüler küçük gruplar halinde toplanılmış bunlar orman içine götürülüp kurşunlanmış. Direnerek silah sıkmış olanlar eğer yaralı olarak hastaneye kaldırılmış ise bunlar tespit edilip ya iğne ile zehirlenmiş ya da yine ormanlık alanlarda katledilmiştir. Bunların başında İttihatçı Dr. Cavit Beyin olduğu dedem tarafından raporda adı verilmekteydi ve diğerleri (Cavit bey M.Kemal'e karşı "İzmir Suikastı"na katıldığı bahanesi ile idam edildi. Onun eşi "Güzel Atifet" hanım bizim evdeki Osmanlı hanımları toplantılarında her iki gözü iki çeşme ağladığında babam ona "babam size kaç kere anlattı Atıfet Hanım, Ermeni TENKİLinde işin başındaki adamlardan biri olduğunu. Paşa (M.Kemal) kimseyi boş yere astırmaz" dediğinde o da babama "benim Cavitimin ne kabahati var Talat Paşa emretti ne yapsın" diye hayıflanırdı. Gerek o zaman sıhhiye çavuşluğu yapmış bir askerin geçen yıl basılmış anılarından, hem de Talat Paşa'nın son ortaya çıkan belgeleri bunu doğrulamaktadır. Ama devekuşu gibi kafayı kuma sokmamak bilimsellikte esastır. Kılıf aramaya kalkanların ne yazıp çizdikleri ortadadır...


Yukarıda anlattıklarım ispatlı gerçeklerdir. S. D. asla bu gerçeğe karşı bir tez ileri sürmemiştir. Süremezde. S. D., benim 1974'de Suriye-Lübnan'dan beri arkadaşım, kardeşim, yoldaşımdır. Onun gerek Kürt Meselesi, gerekse de Ermeni Meselesi hakkında görüşleri benim görüşlerime paraleldir ve her türlü görüşe tahammül göstermesi onun proleter devrimci demokrat-komünist devrimci bilinçli eylemciliğinden kaynaklanan doğru bir tavırdır. Evet sevgili Anitta, senin sadece burada haksız bir şekilde saldırdığın işçi sınıfı siyasal kültürü der ki; bu meseleler ancak "sosyalist bir iktidar" tarafından çözülebilir!


Maalesef hiçbir burjuva emperyalist veya sosyal-emperyalist ideoloji bu meseleleri çözemez çünkü müsebbibi kendisidir. Onların işbirlikçileri mi çözecek, lütfen duygusallığımızı akıl-bilgi-bilincimizin önüne geçirmeyelim. AKP mi çözecek, yoksa Anadolu'nun hakiki ve gerçek çocuklarından Ermeni burjuva ve emekçilerini boğazlamada onların mallarını yağma ederek kendi feodal toprak rantlarını arttıran şimdi "demokratik toplumcu" kesilmiş Kürt büyük toprak sahipleri veya ataları tehcir yollarındaki Gregoryan emekçileri boğazlayarak ve ırzına geçerek birikimlerini çalıp mülk edinmiş PKKcı küçük burjuva Kürt entel-dantelleri ya da ataları İstanbul'da işgal kuvvetleri ile kuçak kucağa oturmaktan peydahlanmış günümüz liboş-solcu taslağı "demokrat" müsveddeleri mi? Evet bunu gerçekten ama gerçekten çözmek istiyorsak Sevgili ve Değerli "Türk" Devrimci Şehidi Hrant Dink yoldaşımın söylediği gibi emperyalist tuzaklara düşmeden bu meselelere "nokta" koymak zorundayız...


ABD'de Kızılderililer "jenosid"ler sonucu 500 yıllık bir ABD devleti var (resmi olarak 200 küsur). Balkanlardaki Türkmenler ("Türk" demiyorum çünkü "Türk" kavramını biz icat etmedik Batı icat etti) Yörükler ki sorgulanmayan şudur neden ora "milliyetçileri" Alevi olanlara dokunmadı da ille de Sünnileri katletti. Şimdilik bu ÖSS sorusunu geçiyorum! 500 yıl sonra uğradıkları benim için "jenosid" girişimidir. Girit ve Rodos ardından Kıbrıs Nüslümanlarına karşı girişimlerde "jenosid" girişimidir. Karabağ'da Azerilere yapılanlar tastamam "jenosid" girişimidir. Hınçak ve Taşnak çetelerinin ki bazıları Ermeni köyleridir masum Türkmen köylerine baskınları aslında "jenosid" ideolojisinin "reel-politik" yansımalarıdır. İsteyen kabul eder ya da etmez hakkımda dav açar ya da açmaz; 1915 Sarıkamış faciasını kamufle etmek için İttihatçı çete tarafından türetilmiş "1915 tehcir ve tenkil" harekatı planlı bir "jenosid" girişimidir. Tıpkı Nazilerin Zionist işbirlikçileri ile ülkelerine sadık masun Yahudilere karşı gerek Almanya, gerekse SSCB'nde uygulamaya koydukları "jenosid" gibi. TC Devletinin 1920'den beri komünistlere karşı planlı uyguladığı kişisel ve kitlesel "zul"lerde "jenosid"tir. İnsan öldürmeyi kim ki kelle hesabına göre cinayet, katliam, zul, jenosid diye tasnif ediyor ise onun da dağarcığında gizli bir bastırılmış "faşist"lik yatıyor demektir. Hele bunu "devlet" denen bir üst yapı kurumu yapıyor ise ve bir takım kendine devrimci, demokrat, yurtsever, millici kılıfı takmış adamlar bu nesnel gerçeğin bilimsel içeriğini "es" geçme gafletini gösteriyorlar ise sadece bastırılmış "sosyal-faşistlik"lerinden başka cevahir yumurtlamıyorlar. Unutmayalım ki Mussolini de bir Sosyalist Parti kaynağından doğmuş faşistti. Libya ve Etophya halkını boğazlamaktan geri durmadı.


Esas gözden kaçırılan ve bu kişilerin tartımaktan kaçtığı nokta şu; "ideoloji" denen "yanlış bilince"(Engels) niçin saldırmazlar. Millici-Yurtsever parandeleri ile atraksiyon yaparlar. Bilimsel komünistler izafi doğruyu ararken SİYASAL KÜLTÜRden hareket ederler, "ideoloji"den değil. Kuruntular yansıması ve nesnel gerçeğin tahrifatı olan "ideoloji"nin varacağı nokta "kült"leşmektir. Dikkat edin yazımın başında değindim Prof. Osman Altuğ hocamın sözüne "kişileri konuşmak (veya idolleştirmek) tam-cahilliktir, olayları konuşmak yarı cahiliktir, işi konuşmalıyız". Dikkat edilsin çok parlak laflar edip sözü ille de kişilere bağlayanlar ya da olayları bu tahtaravalli üzerinde sallayanların üstündeki cilayı kazırsak altlarından sinsi "sosyal-faşist"likleri parlayacaktır.


Onun için devrimcilere söyleyeceğim ilk önce devrimci-demokrat nasıl olunur ve kimdir sorusuna doğru cevabı bulmaya çalışsınlar. Kimseye de "bok" atmasınlar. Ben Temmuz 2009'da örgütlü devrimci mücadelem içinde 40. yılımı kutlayacağım. Öğrendiğim şu oldu, bir profesyonalite olmak zorunda olan devrimcilikte "çok keskin sirkeler" sonunda ya "dönek" oluyorlar (en utangaçları "solcu" oluyor) ya da "ajan-provokatör" oldukları ortaya çıkıyor!


Biz komünistler "Yeni İnsanlığı" kurmak için yüzyıllardır mücadele ediyoruz çok jenosidlerden geçtik, geçeceğiz de. Kimin Ermeni, Rum, Moğol, Kürt, Türkmen, Türk, Arap, Alman, Elen olduğu önemli değil, bırakın "halkların kardeşliği palavrasını" (Marx-Engels Gotha Programının Eleştirisi) önemli olan "emeğin kardeşliği" Yeni İnsanlık budur.


Elbette hesap soracağız, elbette canileri cezalandıracağız. Hatta ölmüş olsalar bile kemiklerini ağır sanayii fırınlarında proletaryaya yaktırıp, küllerini kanalizasyonlara atarak. Genetiklerini kesinlikle yakından izleyerek. Tarih "es" geçmelerin veballeri ile dolu. Elbet çocukların, kadınların, yaşlıların, emekçilerin, işçilerin, aydınların, devrimcilerin velhasılı sıradan insanların hesabını soracağız, hiçbir burjuvanın bundan zerre kadar şüphesi olmasın. Alıp "Enternasyonal Marşı"nı sindire sindire okusunlar!


Ama bugün iktidara gelmek için örgütlenmek, birleşmek, güçlenmek zamanıdır, bozgunculuk yapmanın değil...


Devrimci saygı ve selamlarımla...

Halid Özkul

Araştırmacı-yazar

06.06.09