9 Ağustos 2009 Pazar

Aşk, Evlilik ve Aile - Murat Naroğlu

Kapitalizm sarmalında aşk, evlilik ve aile

Murat Naroğlu


Şair Yılmaz Odabaşı 1991 yılında yayınlanan bir şiirinde “Aşk tek kişiliktir” diyordu. Ataol Behramoğlu ise 1997'de basılan kitabına “Aşk iki kişiliktir” adını vermiş ve şöyle demişti: “Ölümdür yaşanan tek başına / Aşk iki kişiliktir”... Okumuş olduğum bu şiirler beni, bu konudaki düşüncelerimi toparlamaya, aşka ve sonrasında evliliğe, aileye dair fikirlerimi ve hissettiklerimi bir yazı haline getirmeye itti. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım konu eksik incelenmiş olacaktı. Ben de, bir tartışmayı örgütlemek ve eleştirilerle beraber düşüncelerimizi ve sosyal pratik deneyimimizi zenginleştirmek için ilk taşı atmak istedim. Bu sebeple şu aşamada, “Gotha Programı'nın Eleştirisi”nde Marks'ın yazdığı gibi, “Dixi et salvavi animam meam” 1 diyorum.


Olayları bütünlüğünden koparıp parçalayarak ele alan, çoklu düşünmeyi beceremeyip cevabı “evet / hayır”dan biri olmak zorunda olan sorular soran metafizik bakış açısı, doğa bilimleri ve toplumsal olaylar tarafından defalarca çürütülmüştür. Bununla beraber aşk üzerine sorulan bu iki seçenekli soruya, diğer olasılıkları gözardı etmeden, polyalektiği elden bırakmadan ben de cevap vermeyi deneyip, “Aşk tek kişiliktir” diyecek ve Foucault'nun “İnsan sevişirken bile yalnızdır” sözüne atıfta bulunacağım. Gerçekten de aşık yalnızdır, sevgisi ve hissettikleri kendi dünyasındadır ve sevdası kendisidir. Yâriyle birlikteyken bile böyledir bu ve kendisini ne kadar iyi tanıyorsa, kendi kendisini bu kapitalist kuşatılmışlıkta ne kadar gerçekleştirebilmişse o kadar iyi bir aşık olur, iç dünyasında o kadar geniş huzura kavuşur. Ki ancak bu durumda “vazgeçmeyecek; ama özgür bırakacak kadar” sevebilir. Karşısındakinin bireyselliğine müdahale etmeden birlikteliği sağlayabilir. Sadece teniyle değil, beyniyle sevgiye yönelebilir ve sevmekten korkmaz. Tersi durumda sizin aşk sandığınız şey, aşık olduğunuzu düşündüğünüz kişinin özgürlüğünün zincirleri olacaktır. Bu durum, örgütlü mücadele için de böyledir. Mesele, “bir ağaç gibi tek ve hür”; ama aynı zamanda bütün resmin parçası olabilmekte, birey kimliğini topluluk veya aşk içerisinde yitirmemektedir. İşte bu yüzden Odabaşı, yazdığı şu satırlarda katı gerçeği ifade etmiştir: “Doğum tek başına, ölüm tek başına, aşk neden çok başına olsun? Herkes acısında, sevgisinde, özleminde, bireysel yenilgilerinde, hatta bireysel başarılarında da yalnız değil midir?”


Katı gerçek dedik yukarıda... Evet, aynen öyle. Gerçek üzerine düşüncelerinde Nietzsche'yi çok beğenirim; insanları, başta Tanrı olmak üzere inanç mağaralarından çıkıp gerçeğin kavurucu sıcağına davet eder. Gerçek önemlidir, Gramsci'nin dediği gibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir.” Lakin, “Aşkın 'tek kişilik' olduğunu düşünmek ürkütür bizi. Çünkü yalnız olmadığımıza inanmaya her zaman ihtiyacımız vardır.” (Odabaşı), üstelik “duygusallık, gerçeğin kanseridir.” (Halid Özkul) Tek kişilik olduğunu düşündüğüm aşk üzerine sorulan soruları, tanımlamaları incelemek istemiyorum; ancak bu uğurda verilen çabalara karşı söyleyecek bir sözüm var . Bence aşk, bir türlü uygun ölçülerde kıyafet bulamayacağımız bir beden gibidir, evrensel bir tanım, standart bir kıyafet dikme çabası beyhudedir.


Aşk insanın bir gereksinmesidir aynı zamanda, o olmadan yaşayamazsınız. Nasıl olduğunu da anlamazsınız büyük bir ihtimalle, ağır ağır içinize siner. Nice zaman rutubette kalıp çürümek değil de tam tersidir aslında, yaşadığınızı hissetmenin bir belirtisidir. Gülten Akın'ın deyimiyle; “Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim / “Uyandım bir sabah” gibi değil, öyle değil / Nasıl yürür özsu dal uçlarına”... Size şiir yazdırır... Doğaya farklı gözlerle bakar, güneşin batışını izlemekten aldığınız zevkin katlanarak büyüdüğünü farkedersiniz... Sonra bir vapurda martı sesleri eşliğinde onun sözleri çınlanır kulaklarınızda ve yazdığınız şiiri okursunuz içten, sessizce... Kelimelerin anlamları değişir, zenginleşir... Olgunlaşan bir meyveye döner, yüzünüze canlılık geldiğini hissedersiniz... Ancak hayâl aleminde değil gerçeklikte yaşamak gerekir aşkı, hayatın ve mücadelenin içinde, onun tutsağı olmadan. Aşk, güç vermeli size; yazma gücü, mücadele gücü, yaşama gücü ve tabi ki sevme gücü... Burjuva bireycilik anlamında konuşmuyorum; ama yüce-kendinizi tanır, üretkenliğinizi yaşama sunarsanız ve yalnızlık gerçeğini kabul ederseniz daha iyi seversiniz. Bunun adı emektir işte, “emek verip sevgi ördüm” diyebilenler aşkı anlayabilirler. Böyle bir iç huzura ermiş kişi korkusuzca sevdiğine “Seni seviyorum” diyebilir. Karşısındakinin de kendisini sevmesini beklemeden; ama bunu ümit ederek yaşayabilir. Sevdiğinin varlığı ve nefes alıyor oluşu bile onu rahatlatır. Ondan habersiz ona mektuplar yazar, yazılarının satır aralarına koyar onu, türkü sözlerine saklar ve biriktirir... Bunları sevdiğinize okumak müthiş bir şeydir, onun sizin için düşündüklerinden bağımsız olarak. Peki ama ne zaman? Bence esaslı bir sorudur bu... Sabahattin Ali'nin “Kürk Mantolu Madonna”da belirttiği gibi, ilişkilerde durmak olmaz, ileriye doğru adım atmak zorunda kalırsınız, yoksa geriye dönüş başlar, “durmak, esarettir.” Yakınlaşmamanız uzaklaşmanızdır; lakin adımlarınız sonucunda elinizdeki seviyeli bir sohbet gidebilir, dal kırılabilir ve fakat yepyeni bir denize de açılabilirsiniz. Olayları akışına bırakıp bir kendiliğindenliğe mi yol vermeli yoksa düşünceleri, “Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet” (Can Yücel) diyerek ifade mi etmeli? Böylesi anlarda ne kazanılır, ne kaybedilir acaba? Dokunabilmek ve sarılabilmek mi, sevişmek mi, onun “Ben de seni seviyorum” demesi midir istediğimiz? Paylaşmak ve seviyeli bir sohbet etmekse aşk, o zaten adım atmadan önceki ilişkinizde mevcut değil mi? Tek kişilikse aşk, korkuları düşünmeye lüzum yok belki de... Konuşmak, habersiz yazdığınız mektupları, şiirleri okumak gerekir bence... Bambaşka bir olaydır bu... Değil mi ki siz kendi yalnızlığınızda seviyorsunuz, geri durmak niye? Çekeceğiniz acıdan mı korkuyorsunuz, saçma. Schiller, “Öğrendikten ve sevdikten sonra daha çok acı çekeceksiniz” dememiş miydi? Sonrası mı? Basit. William Mason'ın dediği gibi, “acıda, her zaman tadılmayan muhteşem bir zevk vardır.” Bu söze inat, her zaman için çektiği acılarda o zevki bulabileceğini iddia edenler de olabilir, korkusuz aşıklardır onlar. Sevdiğine dokunabilme ümidini yitirmeyi göze alarak biriktirdiklerini açıklamak isterler. Gerçeklerden korkmadıklarını düşündükleri kişilere karşı, hissettiklerini ve düşündüklerini, iyi ve kötü yanlarını özgürce söyleyebilme fırsatını kaçırmama niyetindedirler. Böylesine yoğun duyguları özgürce ifade edebilmenin gücünü, sevdiğini kaybedebilme ihtimalinin korkunçluğuna tercih ederler. Hem ne demişti N. Hikmet: “Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık / yahut hiç sevmeseydi / Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”


Alıntılar yapmaktan geri durmayacağım. Halil Cibran evlilik üzerine şiirinde, yukarıda ifade edilmeye çalışılan düşünceleri pek güzel özetlemiş kanımca:


Birlikte şarkı söyleyin; lakin birbirinizi yalnız bırakmayı da bilin.

Sazın telleri de yalnızdır ve armoni içinde aynı melodiyi seslendirir...

Birbirinize kalbinizi verin ama karşılıklı kilitleyip saklamak için değil!

Sadece hayatın eli o kalbi saklar!

Birlikte durun, ama yapışmayın, tapınakların sütunları da bitişik değildir!

Ve unutmayın; meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler...



Aşk yürürken evlilik ve aile durağı

Yoğun duygularla ifade ettiğimiz aşk, toplumun mevcut ilişkileri sebebiyle çoğu insan için tıkanma noktasına gelir. Tam bu esnada yol ayrımında evlilik tabelası dikkati çeker. Nedir acaba evlilik? Başlayan bir beraberliğin yeni bir aşamaya geçtiği ve aslında tam da o anda sönümlendiği bir durak mı? Belki de haksızlık ediyor; mutlu bir evliliği olup, sevgiyle çocuk yetiştirenleri; ama aynı zamanda kendini gerçekleştirebilenleri görmezden geliyoruz. Bilimsel bir soyutlamada bu tekil örnekler ne kadar etkili? Radikal bir şekilde evliliği ve aileyi reddetmek ne derece doğrudur? Böylesi bir itiraz, hayattan ve gerçeklerden kopuk olanlara mı aittir? Ben bu satırları yazdıktan sonra evlenmeyecek veya çocuk sahibi olmayacak mıyım? Bunları yaparsam, yazdıklarımla yaptıklarım arasında uçurum mu doğmuş olur? şeklinde çoğaltılacak sorular... Bilgiye erişme zahmetine katlanamayıp, onu kullanarak olayları ve olguları yorumlama gücünü elde edemeyenler, günlük hayattaki kimi somut sorunlara takılıp kalabilirler. Burada elbette ki konuya dair son sözleri söylemek gibi bir iddia taşımıyorum. Niyetim, burjuva aile-evlilik yapısına ilişkin kimi gözlemlerimi paylaşmak. Sosyal pratikteki problemleri ve sorunları çözecek olan, sizin “akıl-bilgi-bilinç”inizdir.


Özel mülkiyet ve artı-değer gaspına dayalı kapitalist toplum ve sanayi devrimiyle beraber miras ilişkileri düzene sokulup yasalara bağlanmış, kadın-erkek ilişkilerinde söz sahibi olma durumu kabilelerin, dinsel inançların ellerinden yitmeye başlamıştır. Bütün bunlar feodalizmin tasfiye edilme oranıyla paralel seyretmiştir. Devam eden süreçte çekirdek aile ve evlilik kurumu sağlamlaşmış, mülkiyetin teminatlarından biri olagelmiştir. Evlilik sonrasında kurulan yerleşik çekirdek aile, kitlelerin hareketini yavaşlatmış, iktidarlar için kolay yönetilir bir ortam hazırlamıştır. Bundan başka hakim sisteme karşı değişim talep edenler, aile ve çocuk bağları sebebiyle mücadele güçlerinin altında kalmışlar, aile konusunda topluma egemen olmuş düşüncelerin ve geleneklerin kıskacında boğuş(l)muşlardır. Dolayısıyla mevcut aile yapısı, insanlığın özgürlük mücadelesi önünde bir engel teşkil etmektedir. Onu silkelemeden olduğu gibi bırakmak, Bekir Yıldız'ın “Halkalı Köle” eserinde belirttiği gibi burjuvaziye uşaklık etmektir. Başta Marks-Engels-Lenin olmak üzere bilinen komünistlerin yazılarından oluşan “Kadın ve Marksizm” isimli derlemede şöyle yazar: İnsan benliğinin gelişmesi olan aşk, toplumsal ve kişisel olarak tehdit altındadır; üretim ilişkilerinden gelen dış bağımlılıklar ve içgüdünün kör hevesleri, birbirini izleyen bütün sınıflı toplumlarda, kadın baskıya uğramış, sömürülmüş, aşk ezilmiş, zulme uğramış, yasak edilmiştir. İki yüzlü burjuva ahlâkına karşı tepki bazen cinsel arzu ve kaprislerin aşırı coşkunluğuyla ifadesini bulmaktadır. Çapkınlık, ancak burjuva toplumunun çürümesini yansıtır.” Bir başka yerde: “Aşkta gerçekten serbestlik, evlilik özgürlüğü ve aile refahı kapitalist düzenin sona ermesine bağlıdır. Zira, aşka karşı koyan burjuva toplum, ailelerin de düşmanıdır (kadınların sömürülmesi, bakımsız evler ve konut azlığı, yardım edilmemesi, para yardımının çok az oluşu, sefalet, işsizlik, savaşlar vb...).”


İşin bir başka boyutu daha vardır ki kapitalizmin en bereketli bulduğu alandır belki de. Aile kurulması beraberinde yüksek boyutlarda tüketimi getirmiştir. Ev alımı, kira bedeli, beyaz eşya, mobilya, takı parası, gelinlik/damatlık vs. derken geniş bir pazar yaratılmıştır. Başta kapitalist sistem altında çifte sömürüye (cinsel ve sınıfsal) maruz kalmış kadınlar olmak üzere, ekonomik özgürlüğü olmayanların hayatlarını devam ettirmesinin bir yolu olarak görülen evlilik, gerçek sevgi ve saygının yerine paraya dayalı çıkarı yerleştirmiştir. Mutsuz beraberlikler had safhaya çıkmış; ancak boşanmanın zorluğu, cinsel baskı, ekonomik özgürlüğün yokluğu yani iktisadi altyapıdaki uzlaşmaz çelişkiler aile içi şiddeti ve sorunları, aldatmayı da (detaylarıyla burada incelemeyeceğiz) beraberinde getirmiştir. Hal böyleyken burjuvazi (üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalist sınıf), medya ve ideolojik baskı aygıtları aracılığıyla sistemin özüne ilişkin bütün bu sorunları çarpıtmakta, yaşananların sebeplerini bilinçli olarak farklı yerlerde aratmaktadır. Üzerinde durulması gereken nokta şudur: hukuka dair kâğıt üzerinde yapılacak ve boşanmayı kolaylaştıracak düzenlemeler, aile ilişkileri konusunda hizmet veren “psikoloji uzmanları”, vs. sorunu çözemezler. Bir bilinç değişimi de bu koşullarda kolay gerçekleşmeyecek, ilerlemiş haliyle belirli bir noktaya kadar sınırlı çözümler yaratabilecektir. Açıktır ki zehrin kaynağı iktisadi alt yapıdaki uzlaşmaz çelişkilerdir, kapitalist özel mülkiyettir. Bu paragrafı sonlandırırken Odabaşı'nın bir pasajını sizlere aktarmak istiyorum: “Evlilik, yani otoritelerce belirlenmiş ve yasal güvence altına alınmış meşru aşk, kapitalizmin ve devletin en büyük teminatlarından biridir. Bu yüzdendir ki, örneğin düşünce suçundan cezaevine girdiğimde, yıllardır birlikte olduğum kadın, yasal kayıtlarda 'karım' görünmediği için benimle görüşemeden cezaevi kapısından dönmek zorunda bırakılıyor. Devlet, evliliği kutsamayıp yadsıyanları her zaman çeşitli biçimlerde cezalandırıyor. Toplum da bu koşullanmaya, bu geleneksel yaşam üslubuna şartlanmış biçimde, hiç sorgulamadan katılıyor.”


...


Bir kâğıt parçasının düzenlenmesi sonucunda devletin yasalarına uygun olarak beraberliğinizin onaylandığı nikâh törenleri ve düğünler ise işin gülmece kısmıdır. Ataerkil bir toplumun saçma törenleridir onlar. Takıların takıldığı, insanların sahte duygularla ve basit kriterlerle değerlendirmeler yaptıkları zamanlardır. Elbette ki toplumun bazı gerçeklerine direnme gücünüzün kalmadığı anlar olabilir; ancak karşılıklı sevgi esasına dayalı bir birlikteliğin tescili için ne yasalara ne törenlere ne de başkalarının onayına ihtiyacınız vardır. Bir kurumun esiri olmaya başladınız mı toplumun boyunduruğundan kurtulamazsınız. Bu “sevgisiz köleliğin”, “evlilik şirketinin” üzerine gitmek aşkı savunmaktır aynı zamanda. Aşkı savunmak ise evlilik ve aile üzerinden kurulan burjuva buyurgan ahlâk ve namus anlayışının ikiyüzlülüğünü pazara çıkarmaktır. Wilhelm Reich “Cinsel Devrim” eserinde şöyle der: tekeşli evlilik eşini aldatmaya, genç kızların iffetiyse fahişeliğe yol açar. Eşini aldatmak ve fahişelik, iktisadi nedenlerden ötürü kadından esirgediğini, evlilikten önce de sonra da erkeğe bağışlayan ikiyüzlü ahlâkın büyük ikramiyeleridir.” ve belki de evlilik cüzdanı “cinsel ilişki kurabilme izninden başka bir şey değil”dir. Kadın “salt zevk ve çocuk doğurma aracı”dır, neslin sürmesi için onun doğurganlığına muhtaç olunur. Engels'in yalın bir biçimde açıkladığı şekliyle: “Tek karı-koca evliliğiyle birlikte, daha önce bilinmeyen sürekli iki toplumsal karakter biçimi ortaya çıktı: Kadının sürekli aşığı ve boynuzlu koca. Erkekler kadınlara karşı yengi kazanmışlardı; ama yenilenler taç giydirmeyi yüce gönüllülükle üstlendiler.” ve tabi ki o büyük söz: "Aile içinde erkek burjuvadır, kadın proletaryayı temsil eder." Balzac'ın deyimiyle "Evlilikte temel olarak ne ihtirası hatta ne de aşkı ileri sürebiliriz. Evliliğin yol harcı şu kelimelerdir: boyun eğme ve fedakârlık." Buna rağmen insanlar, evliliklerini sürdürmeye devam etmeleri bir tarafa, bir de evliliğe can atarlar. Farkındalık oranları bir kenara, bilirler ki evlilik bir kaçış ve kurtuluştur, “küçük insan”ın yapacak başka bir şeyi yoktur çünkü. Bu durumdakiler, tatil ve izin günlerinde serbest zamanını nasıl harcayacağını bilemeyip yeniden işe dönmeyi arzulayan memurlara benzerler. Kapitalist toplum bireyden tembellik hakkını aldığı gibi, serbest zamanlarını değerlendirme yoksunluğu çeken beyinler de yaratmıştır.


Bitirirken

Aşk, duygulardan arındırılıp şehvete, hayvani cinselliğe indirgenmeden yaşanmalı. Bir meta olarak kapitalist pazara sunulup, kitleleri uyuşturmada kullanılmamalı. Burjuva ahlâk ve namus anlayışını teşhir ederek, aile kurumunun özünü açıklayarak aşkı ve sevgiyi hakettiği yere oturtmalıyız. Bizi birleştiren ne olmalıdır sorusunun cevabını Mayakovski vermiştir:


Kadın ve erkeklerin hayatını

Bizi birleştiren kelimeyle

Birleştirmek lazımdır

Yoldaşlar...


Son sözde yine Yılmaz Odabaşı'na döneceğim: “İnsan sevilmek istiyorsa önce sevilmeye değer olmalıdır” diyor Goethe. Siz, duygularınızda, düşüncelerinizde samimiyseniz, insansanız, bireyseniz, dosdoğruysanız, sınırlarınızı ve insanın sınırlarını biliyorsanız, bir başkasına inanmadan önce kendinize inanıyorsanız, aşk gelir sizi bulur ve git diyemezsiniz. Unutulmamalıdır ki: Aşkın kavgasını veremeyenler, hiçbir şeyin kavgasını veremezler; aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise hiçbir özgürlüğü hak edemezler.


1: Söyledim ve ruhumu kurtardım.


27.07.09