28 Eylül 2009 Pazartesi

Kuantum bilgisayarlar

Bilgisayarlarda bildiğimiz hız sınırlarını alt üst edecek kuantum bilgisayarlara doğru ilk başarılı deney gerçekleştirildi.

İngiltere'de Bristol Üniversitesi'nden araştırmacılar bir optik kuantum bilgisayar çipi prototipi oluşturmayı ve bu prototiple ilk kez bir matematiksel işlem gerçekleştirmeyi başardılar. Prototip, bir silikon çip üzerinde bulunan çok küçük boyutlarda silis dalga kılavuzlarından oluşuyor ve Shor algoritması olarak bilinen kuantum hesaplama yönteminin bir versiyonunu gerçekleştiriyor. Araştırmacılar, elde ettikleri sonucun, pratik anlamda kullanılabilir gerçek kuantum bilgisayarları üretmek yolunda önemli bir adım olduğunu vurguluyorlar.

Klasik fiziğin geçerliliğini yitirdiği ve yerini kuantum fiziğine bıraktığı küçük ölçeklerde işlem yapan cihazlarla yapılan hesaplamaya kuantum hesaplama deniyor; bu cihazlar teorik olarak tasarlanabilmekle birlikte ilk örnekleri günümüzde oluşturulmaya başlandı.

Ekip, prototipi 15 sayısının asal çarpanlarını hesaplamak için çalıştırdı ve 3 ve 5 sayılarını elde etti. Bir sayının asal çarpanlarının bulunması, güvenli internet iletişimi için kullanılan şemalar gibi modern şifreleme şemalarının kritik bir parçasını oluşturuyor.

Klasik bilgisayarlar işledikleri bilgiyi 0 ve 1 gibi iki durumda bulunabilen "bit"ler şeklinde kullanabilirken bir kuantum bilgisayarı parçacıkların aynı anda birden fazla durumunun "üstüste bulunabilmesi" (superposition) özelliğinden yararlanabiliyor. Böyle bir cihaz, prensipte, bir takım işlemlerde klasik bir bilgisayardan daha iyi iş görebiliyor. Örneğin bugün olası tüm sonuçları tek tek deneyerek güvenilir bir şifreyi kırmak yıllar alabilirken, kuantum bilgisayarlar paralel çalışabilen yapısı dolayısıyla bu süreyi teorik olarak saniyeler mertebesine düşürebiliyor.

Ancak uygulamada fizikçiler en basit kuantum bilgisayarı bileşenlerini oluşturmak için dahi büyük çabalar sarfettiler. Bunun sebebi, kuatum bitlerin (qubit) kırılgan doğası. Bir kuantum bitin durumunun çevresel faktörlerden çok hassas şekilde etkilenmesi bilgi iletimini, depolanmasını ve işlenmesini ciddi anlamda zorlaştırıyor.

İdeal kuantum bitler

En popüler kuantum bit seçeneğini fotonlar, yani ışık oluşturuyor, çünkü fotonlar fiber optik kablolar üzerinden ve hatta havadan çok büyük mesafeleri durum değiştirmeden katedebiliyor. Bunun sebebi tek tek fotonların normalde birbirleriyle etkileşmemeleri. Bununla birlikte, bu özellikleri nedeniyle fotonları kullanarak bilgi işleyecek cihazlar yapmak sorunlu hale geliyor; zira böyle cihazların çalışması için fotonların birbirleriyle etkileştirilmesi gerekiyor.

2003 yılında Jeremy O'Brien ve Avustralya Queensland Üniversitesi'nden araştırmacılar, tekil fotonlar için ilk CNOT geçidini üreterek bu sorunu çözdüler. Dijital elektronikte, belirli mantık işlemlerine karşılık gelen belirli fiziksel işlemler bu işlemler için geliştirilmiş "geçit"ler sayesinde gerçekleştiriliyor ve bu sayede bilgi iletiliyor, depolanıyor ve işleniyor. Bir CNOT geçidinin "hedef" ve "kontrol" olmak üzere iki girdisi bulunuyor ve bu geçidin herhangi bir kuantum bilgisayarının temel bir yapıtaşı olacağı düşünülüyor. Bununla birlikte bu ilk geçit, ayna ve demet ayırıcılar gibi konvansiyonel optik enstrümanlar kullanılarak oluşturuldu ve düzenek bütün bir laboratuar masasını kaplıyordu.

Geçen yıl O'Brien tarafından Bristol'de geliştirilen daha yeni bir versiyon aynı CNOT geçidinin yüzlerce versiyonunu yalnızca bir milimetre büyüklükte bir parça silikonun içerisine yerleştirilmiş olarak içeriyordu. Bu cihaz ayna ve demet ayırıcılar yerine akuple (birbirine bağlı) dalga kılavuzları kullanıyordu. Bu dalga kılavuzları, iyi bilinen endüstriyel süreçlerle, silikon substratların üzerinde mikron genişliğinde ışığa geçirgen silisten kanalların büyütülmesi ile üretilebiliyor.

http://haber.sol.org.tr/bilim-teknoloji/kuantum-bilgisayarlara-dogru-haberi-18362


Diyarbakırlı Türkmen

Diyarbakırlı Türkmen isyan etti


Yıkın On Gözlü Köprüyü, Ben-u Sen'i, Diyarbakır'da, nefret ettiğiniz Türk(men)ler'e ait bir şey kalmasın !

Akkoyunlu Hükümdarı öz be öz Diyarbakırlı Uzun Hasan'ı, yine Diyarbakırlı Karayülük Osman'ı zaten bilmiyorsunuz ama biliyorsanız da; kahramanlıklarını, Osmanlı'ya nasıl kök söktürdüklerini anlatmayın. 300 yüzyıl Orta Doğu'ya hükmettiklerini resmi tarih bize anlatmadı. Aksine Diyarbakır merkezli öz be öz Türkmen devleti olan Akkoyunlular resmi tarihe göre Osmanlı'yı arkadan vuran hain barbarlardı. Her gün kadim şehirde onlarcasını gördüğümüz eserleri bırakan ve Diyarbakır'ı başkent yapan Artuklular'ı hiç yaşamamış sayın. Diyarbakır ile ilgili en kapsamlı tarihi araştırma olan, 15. Yüzyılda yaşamış İranlı tarihçi Ebubekir Tıhrani'ye ait Kitab'-ı Diyarbekiriye'yi bulduğunuz yerde yakın çünkü o kitapta, Diyarbakır'ın dağını taşını yurt edinen Bayındır Türkmenlerinden dolayı yüzyıllarca Bayındıriye diye bilindiğini anlatır. Bu bilgi sizin için sakıncalıdır.

Yakın! Osmanlı kayıt defterlerini çünkü aşiret aşiret, isim isim kayıtları vardır Diyarbakırlılar'ın. Sizi şaşırtacaktır oradaki bilgiler, belki de kızdıracaktır.

Ulu Camii'nin, Anadolu coğrafyasının Orta Asya Türk mimarisine göre Kilise'den Camii'ye çevrilen ilk eseri olduğunu ancak sanat tarihçileri bilir o nedenle tehlikeli bilgi değildir. Ama yine de sizin için tehlikeli ise orayı da yıkın. Yedi Kardeş burcunu mutlaka yıkın çünkü orada öz Türkçe isimleri ile esere konu olan Diyarbakırlı yedi kardeşin ismi var, hem de taşa kazılı.


Kendini öz Türk zanneden bazı Batılı cahillerin dalga geçtiği, karaladığı Diyarbakır ağzını yasaklayın kimse konuşmasın. Çünkü; tekmeye tepik, alkışa çepik, beze çapıt, merdivene gezemek, teyzeye dayze, amcaya ami, yiğit'e iğit, düğüne toy, tencereye kuşkana gibi Diyarbakır'a özgü en az beş bin yıllık binlerce bozulmamış kelime aslında Türkçe'nin bozulmuş hali olan İstanbul ağzına göre milyon kat daha öz Türkçedir. Diyarbakır ağzının en güzel örneklerini veren Diyarbakırlı büyüklerimizi taşlayın gördüğünüz yerde.

Mektup yazdım yaz idi,

Kalemim kiryaz idi,

Da çok yazacaktım,

Mürekkebim az idi...

gibi binlerce Diyarbakır manisini yasaklayın, unutturun öğretmeyin çocuklarınıza çünkü Dede Korkut Türk(men) çesi ile söylenir.

Hep şikayet ettiğiniz sistem, Kürtçe isimleri yasaklattı siz de en az bin yıllık Türkçe isimleri yasaklayın Diyarbakır'da. Mesela değiştirin Karacadağ ismini Türkçedir tehlikelidir. Değiştirin Bismil'in adını, çünkü akrabaları hala Orta Asya Harzem'de yaşayan Basmıl Türkmenleri'nden alır ismini.

Her gün küfredin Çermikli Ziya Gökalp'e, Süleyman Nazif'e çünkü onlar sürgün pahasına emperyalizme karşı Diyarbakır duruşu sergilemişlerdi. Yok sayın Seyyid Nuh'u klasik Türk musikisine yüzlerce eser vermiş Diyarbakırlıdır. Yok olmaya yüz tutmuş Türkçe'nin asli kaynaklarını tekrar kazandıran Diyarbakırlı Ali Emiri'yi de küfürle hatırlayın. İhanet ile suçlayın Celal Güzelses'i, Cahit Sıtkı'yı, Orhan Asena'yı, Adnan Binyazar'ı, Özer Ozankaya'yı siz den farklı düşündükleri için.

Külliyen reddedin Diyarbakır'ın en azından bin yıllık tarihini, dost edinin elinden kan damlayan İngiliz'in, Fransız'ın sözüm o'na size dost görünenlerini.

Sisteme haklı öfkenizi, tarihinize ihanet ile gösterin. Unutturun Diyarbakır'ı, Diyarbakır yapan renklerinden dikkat buyurun Türk değil TÜRKMEN'e (*)ait ne varsa külliyen yok sayın.

Size göre Diyarbakır'da Kürtler, Zazalar, Suryaniler, Keldaniler, Ermeniler herkes yaşadı. BİR TEK TÜRK (MEN) LER UĞRAMADI BU KADİM ŞEHRE BURAYI BAŞKENT YAPARAK DÖRT DEVLET KURMALARINA RAĞMEN. Bu devletleri kuran (Artukoğulları, İnaloğulları, Nisanoğulları, Akkoyunlular) on binlerce çadırlık Türkmen aşiretleri buhar oldu uçtu. O zaman soralım 18. 19. yüzyılda yaşayan Ermeni ozanlar neden Diyarbakır ağzı ile Türkçe yazdı, Türkçe söyledi. Diyarbakır ağzı dediğimiz o muhteşem dilde mesela İstanbul Türkçesinde olmayan ama Oğuz diline ait binlerce kelime ve deyim var. Çocuğu olmayan ailelere neden bir Diyarbakırlı 'kör ocak' der tıpkı Divan-i Lugat'i Türk'de olduğu gibi. Neden bir Diyarbakırlı kelime başına gelen -Y- sesini okumaz. Mesela yılan değil ilan, yüksek değil üskek, yıldız değil ulduz der tıpkı Kaşgarlı Mahmut gibi.


Hatta mutlaka aranızda yapanlar olacaktır bu satırların yazarı hemşerinize küfredin, önemli değil o sizi önce tarihe ardından Allah'a havale edecektir.


Her nefesinde büyülü kent Diyarbakır'ı soluyan, başta Kürtler ve Zazalar olmak üzere bu kentin her rengini seven

Koray Elbeyli.

(*) Diyarbakır'da yaşayan Türklere teknik anlamda Türkmenler demek daha doğru olur. Çünkü Diyarbakır Türk(men) leri dil, kültür ve fiziki yapı olarak Batı Anadolu, Kafkas, Balkanlar'da yaşayan Türkler'den ziyade Azerbaycan, Türkmenistan, Afganistan, Tacikistan, İran, Irak, Filistin, Mısır ve Suriye'de yaşayan Türkmenler ile aynı özellikleri taşırlar.

Odatv.com

23 Eylül 2009

http://www.odatv.com/Siyaset/diyarbakirli_turkmen_isyan_etti-17762.html



7 Eylül 2009 Pazartesi

Altın deneyi - Vatan

2500 YILLIK RÜYAYI 2 TÜRK GERÇEKLEŞTİRDİ

Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nden iki Türk profesör, laboratuarda biyolojik ortamda altın parçacığı üretmeyi başardı.


Yapay evrim denen bir yöntemle virüs ve bakteri proteinleri kullanılarak gerçekleştirilen çalışma, Amerikan bilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Altın yapmanın şifresine ulaşmanın bin yılları bulan zahmetli yolu, yaşamın sırlarından biri olan doğal seleksiyondan geçiyor; yani moleküllerin birbirlerini tanıyıp seçip ayırmayı bilmesinde yatıyor.

Simya bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde ortaya altın çıkacaktır. Simyanın, maddeden altını çıkarma uğraşı, ezoterik olarak insandaki Tanrı özünün ortaya çıkartılmasına denk gelir. Bu anlamda "felsefe taşı" da mutlak olana kavuşturan bilinç anlamını kazanır. "Felsefe taşı" en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulur. VIT-RIOL. Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle "Visİta Interiora Terra; Rectificando Invçnies Oeeultum La-pidem'dirve" ‘Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın’" anlamına gelir. Simya düşüncesi aslında Tanrı'nın birliğinden kaynaklanır. Evreni yaratan Tanrı. Ruh'a çeşitli formlar vermiş ve böylelikle madde oluşmuştur: yani madde Tek olanın farklı görünüşlerinden ibarettir. Simyacı ise bu formların arasında altın olanı arar. Bu arayış tarih boyunca simyacıların kent meydanlarında yakılmasıyla bile sonuçlansa hiçbir zaman bitmedi.


Yapay evrimle gerçek altın

Ancak sonunda insanlığın 2500 yıllık rüyası gerçek oldu. "Felsefe taşı" bulundu! Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nden iki Türk profesör laboratuarda biyolojik ortamda altın parçacığı üretmeyi başardı. Ama simyacıların kutsal metinlerinde geçtiği gibi yakmayan ateş, ıslatmayan su ve filozof yumurtasıyla değil; yapay evrimle, bir başka deyişle hızlandırılmış evrimle altın üretiyorlar.
Washington Üniversitesi Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve Mühendislik Merkezi'nin (GEM-SEC) kurucusu ve yöneticisi Prof. Mehmet Sarıkaya ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı, İTÜ Moleküler Biyoloji Genetik ve Biyoteknoloji Araştırmaları Merkezi'nin yöneticisi Prof. Candan Tamerler'in birlikte yürüttüğü çalışma, malzeme mühendislikleri için bir devrim niteliğinde. Çünkü bu çalışma yalnız altın üretebilmenin değil, savunma, tıp, ilaç sanayi ve endüstrinin her alanı için her türlü malzemeyi üretebilmenin yolunu açıyor. Sözünü ettiğimiz malzemeler sentetik malzemeler değil üstelik gerçek, doğadaki gibi malzemeler!


Sır, moleküllerin "tanışma"sıymış

Merak içinde "Peki neymiş gerçekte bu felsefe taşı?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok şaşıracaksınız ama altın üretmeye yarayan "'felsefe taşı" bir nesne değil, bir kavram! Moleküllerin birbirlerini tanıması! Yani canlılığın, var oluşun sırrı; doğal seleksiyon. Atomların, moleküllerin birbirlerini seçmesi ve ayırması. … Prof. Sarıkaya, 1984'te ABD California Üniversitesi'nde doktora çalışması için çeliğin yapısını incelerken, bir bilim dergisinde deniz kabuğunun elektron mikroskobu altındaki görüntüsü ilişir gözüne. Deniz kabuğunun içyapısı çeliğinkiyle aynıdır, tuğlayla örülmüş bir duvara benzemektedir. Yani insanoğlu moleküler boyutta ne yaptığının farkında olmadan, doğada bilinen en dayanıklı malzeme olan deniz kabuğunu taklit eden bir madde üretmiştir demire karbon katarak: Çelik! O gün Sarıkaya, bir malzeme bilimci olarak doğayı taklit ederek mükemmel malzemeler geliştirebileceğinin farkına varır. Biyomimetik (biyobenzetim) denen bilim dalına ilk adımını böylece atar. Biyomimetik, canlılardaki protein yapılarını nano ölçekte (atomik veya moleküler boyutta) inceleyerek, mühendislik yoluyla bu yapılara benzer sentetik malzemeler üretmeye çalışan bir bilim dalı. Sarıkaya da 90'ların sonuna kadar geyik boynuzları, sünger iskeletleri ve bakteriler üzerinde çalışmalarını sürdürür. 90'ların başında nanoteknoloji ve nano-biyo-teknolojinin yükselişi biyomimetik çalışmalarına da ilgiyi arttırır.


Canlı ve cansız dünya birleşti

Ancak tabiatı taklit etmenin zorlukları ve günümüz teknolojisinin yetersizlikleri bir yana, bu alanda tek bir veriye ulaşmak bile onlarca yıl alıyor. Örneğin 30 yıllık çalışmaların sonucunda diş minesinin oluşumunda etkin olan 40 protein içinden bugüne dek yalnızca bir tanesinin belirli bir bölgesinin ne işe yaradığı keşfedilmiş durumda. Prof. Sarıkaya 2000 yılında şöyle der kendi kendine: "Niye tabiat anayı taklit etmek yerine malzemeleri onun yaptığı gibi yapmayalım?" Kendisine bu soruyu yönelttiğinde dünyada "moleküler biyomimetiğin" kurucusu olacağını bilemezdi herhalde. Bu çılgın fikrini hayata geçirmek için iyi bir moleküler biyolog arayışına girer. Prof. Candan Tamerler ile işte bu arayış sırasında, İstanbul'a 2001'de bir kongre için geldiğinde tanışır. Tamerler, o zaman için son derece çılgınca görünen bu fikre derhal sıcak bakar ve "Canlıların yapı taşı olan proteinler milyarlarca yıldır neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Biz de proteinleri kullanabiliriz" der. Çevresinde hayalperest damgası yer ama yılmaz.
İşte bu ikilinin tanıştığı gün, biyo-mimetikte ilk kez canlı dünyayla cansız dünya arasında bir köprü kurulur. Amaç; az evvel söz ettiğimiz gibi moleküllerin birbirini tanıması, sevmesi, tercih etmesi prensiplerine göre her türlü malzemeyi üretmek. Başta ABD'de olmak üzere
Nature gibi birçok saygın bilim dergisinde makaleleri yayımlanan Sarıkaya ve Tamerler artık bugün gümüş, platin, mika, titanyum, safir, silika, insan dişi dokuları ve altın üretebiliyorlar. Şimdi neymiş bu yapay evrim, moleküllerin birbirini tanıması ve seçmesi, anlatalım.


Altın seven peptitler

Öncelikle bir bardak suyun içine (deney tüpünün yani) küçük altın parçacıkları yerleştiriliyor. Sonra milyarlarca bakterinin ve virüsün bulunduğu "bakteri ve virüs kütüphanesi" dedikleri bölüme geçiliyor. Buradaki virüs ve bakterilerin kendilerine has yapılarını oluşturan proteinleri toplanıyor. Bu proteinlerin de peptit denen küçük bir kısmı alınıp altın parçacıklı su dolu bardağa atılıyor. Sonra da milyarlarca peptit içinden bazılarının altını suya tercih ederek altına yapışması bekleniyor. Beklenen oluyor. Birkaç yüz tanesi altın parçacıklarına gidip yerleşiyor. Neden diye soruyorum. "Bir peptitin altını suya tercih etmesi, altın molekülünün peptitin üç boyutlu yapısına uyduğu anlamına geliyor. Peptit altın molekülünün üzerinde kendini dengede ve rahat hissediyor. Evrimsel olarak bakarsak, altın parçacığının üzerine yapıştığında ortaya bir enerji çıkıyor ve peptit enerjik olarak dengesini sağlıyor ve bu nedenle o maddeye bağımlı hâle geliyor" diye cevaplıyor Tamerler. Zaten sudan başka bir seçeneği de yok peptitin. İkisinden birini seçmek zorunda, o da kendisine en uygun olan, en rahat ettiği yeri seçiyor. İşte buna molekül boyutunda "tanıma" deniyor. Bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyor. Peki, peptit canlı mı ki buna karar verebiliyor? Bu soruyu da Sarıkaya yanıtlıyor: "Biz akıllı molekül diyoruz. Molekül başka bir molekülü tanıyor ve onunla birleşince bir fonksiyon, bir çıkar elde ediyorsa bu akıldır işte. Peptitler de sanki canlı gibi". Peki, bir peptit kendini altının üzerinde dengede hissedip hissetmediğine nasıl karar veriyor? Sarıkaya hemen sandalyesinden kalkıp göstererek anlatmaya başlıyor: "Diyelim ben peptitim, bu sandalye de altın. Ben geliyorum sandalyenin orasına burasına oturuyorum ama bir türlü rahat edemiyorum. Benim üç boyutlu yapıma yani vücut şeklime uygun değil diyelim ki bu sandalye. Diyelim çok şişmanım ve sığamıyorum bu dar sandalyeye. İşte peptitler de üç boyutlu yapılarına uygun yani ergonomik olan yapıyı seçiyorlar oturmak için. Ya da onu bırak, bir kız bir oğlanın elini tutar da ötekininkini tutmaz niye? Onun gibi işte..." Bu hareketli anlatımla konuyu iyice kavrıyorum. Vücudumuzdaki moleküllerin birbirini aynen bu şekilde tanımasalar bir araya gelemeyeceklerini de öğreniyorum. Biyolojinin temeli bu tanıma kavramına dayanıyormuş.


Denizlerdeki altın tuğlaları

Daha sonra suda kalmayı tercih eden peptitler ayıklanarak altını tercih edenler toplanıyor. Ve virüslerin, bakterilerin genetikleriyle oynanarak altını tercih eden türdeki peptitler üretmeleri sağlanıyor. Şimdi gelelim altın yapmaya. Denizde, okyanuslarda, göllerde ve ırmaklarda altın iyonları (atomik boyutta) bulunduğunu biliyoruz. Bu iyonlar altın değil ama bir araya getirilirlerse altın olacaklar. İşte ikinci aşama burada başlıyor. Bir kova deniz suyu alınıyor (yani iyonlar sulu ortamda deney tüpünde bir araya getiriliyor) ve içine az evvel söz ettiğimiz "altın sever" peptitler bırakılıyor. Sonra bir bardak kahve almaya gidiyorsunuz ve dönüyorsunuz ki ne göresiniz, kovanın içinde altın parçacıkları var! Hem de dakikalar içinde! Ama nasıl? Yaşam alanı olarak altını tercih eden peptitler altın iyonlarını görünce tanıyor. 3–5 dakika içinde iyonları bir araya getirerek altın molekülleri yani kendine yaşayacak bir ev yapıyor. Tıpkı tuğlaları bir araya getirerek ev yapmak gibi. Sarıkaya: "Bu, yapay evrimle ortaya yeni bir akıllı biyolojik molekül çıkması demek. Altın iyonuyla diğer iyonlar arasındaki farkı bilen bir yapı. Göllerde, denizlerde, altın madenlerindeki su birikintilerinde altın iyonları bulunur. Altın seven peptitler bunların hepsini altına çevirebilirler" diyor. Tamerler tüm bu işlemlerin oda sıcaklığında ve kimyasal kullanmadan yapılmasını "İşte buna yeşil bilim denir" sözüyle açıklıyor. Peki, peptitler iyonları bir araya getirmeyi nereden ve nasıl biliyor? Sarıkaya cevap veriyor: "Evrimsel süreç".


Külçe altın da yapılabilir

Altın tıpta, sensörlerde, nanoteknolojide kullanılan önemli madenlerden biri. Tamerler, altının makro ölçekte de (külçe külçe) üretilebileceğini ancak kendileri nano yapılar üzerine çalıştıkları, nanoteknolojik parçalarda da az miktar altın kullanıldığı için şimdilik makro üretime geçmek için sistemlerini hazırlamaya ihtiyaç duymadıklarını belirtiyor ve ekliyor: "Ama kuyumculuk sektöründen bir çalışma talebi gelirse değerlendirebiliriz. Şimdilik montajlarında altın kullanan Amerikalı ve Kanadalı birkaç nanoteknoloji firması ile ortaklık görüşmeleri yapıyoruz. Bir de dişçilerden çok büyük ilgi gördük. Peptitlerimiz istenen bölgede doğal diş yapısı oluşturabiliyorlar ve bu dişçilik için bir devrim."
5–10 yıl sonra üzerinde "dişler için", "kırık kemikler için", "altın için", "gümüş için" yazan kutularda peptitler satıldığını görürsek şaşırmamamız gerekiyor. Etrafımızda somon zenginleri de görebiliriz pekâlâ. Nasıl mı?
Sarıkaya'nın bu çalışmayı öğrenen bir arkadaşı müthiş bir fikir atmış ortaya: "Biliyorsun somon balıkları bir nehirde doğduktan sonra okyanuslara açılırlar. Sonra da yumurtlamak için 3–4 yıl sonra doğdukları nehre geri dönerler. İşte bu somonların içine peptitleri yerleştirsek, okyanustaki altın iyonlarını altın parçacıklarına dönüştürseler ve somonlar doğdukları nehre geri döndüklerinde onları yakalayıp altınları toplasak olmaz mı?" (Vatan.03.09.09)

3 Eylül 2009 Perşembe

"Alçaklar ve Namussuzlar" - Halid Özkul

ALÇAKLAR ve NAMUSSUZLAR!”


AKP lideri ve T.C Başbakanı Erdoğan’ın “toplum mühendisi” danışmanlarının yönlendirmeleri ile ortaya attığı “Kürt Açılımı”(siyah) projesi [ki içeriği tam olarak belli olmayan “proje”nin bu yönü tipik Amerikan pragmatizminin (faydacı eylemcilik) psikolojik savaş unsuru olarak toplum yönlendirmelerinin taktiği olduğunu bilenler için aşikâr bir biçimde kanıtlamaktadır] amaçına ulaştı ve akılları tekrar iktisadi gerçeklerden uzaklaştırarak, AKP kurmaylarının her seçim öncesi klasiği olan siyasal “it dalaşı” içine soktu…


Bu “Kürt Açılımı”na yemi atanların beklediği gibi ilk sert tepki MHP’den geldi. Çünkü el altından sadece “bazı” bilgilerin ulaşması gereken yere çok dolaylı bir biçimde ulaştırıldığından şüphe edilmemelidir. (Çünkü tartışma çizgisinin dışındaki asıl önemli bilgiler ne ortaya çıkarılmış, ne de bahis konusu olmuştur. Ben aşağıda bunları devrimci demokrat aydınların dikkatine sunuyorum.) MHP’nin elindeki “güvenilir”(beyaz) bilgilere dayanarak “Kürt Açılımı”nın Amerikan tarafından dikte ettirildiğini açıklaması üzerine Rize melezi “Kasımpaşalı” Başbakan R.T.Erdoğan: “Bunu ispat ederlerse her şeye varım. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar ve namussuzdurlar…” diyordu. (21.08.08.Vatan) Birkaç gün sonra ise yandaş medyanın Fetoşcu Zaman grubunun ingilizce sürümüne verdiği demeçte Mr. Phillips, Birleşik Devletler Atlantik Konseyi-ACUS’un hazırlattığı “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” adlı Haziran 2009 tarihinde yayımlanan raporu kendisinin hazırladığını ama söylenenlerin Başbakanın kendi deyişi olduğu gibi “yersen” tarzında bir açıklama yapıyordu…


Konuya biraz gerilerden başlamanın faydalı olacağı kanaatindeyim. “ ‘Arap’ Lawrence Hâlâ Türklerle Savaşıyor! – II” başlıklı yazım, 18 Şubat 2008 tarihinde internette yayımlandı. O yazıda 20 yıllık özel “gazete kitaplığı” arşivime dayanarak “balık hafızalı” necip Türk milletine tekrar anımsatmak için yazmışık. Ama tekrar okuyalım: “Diyor ki Erbakan hocaefendi, "28 Şubat askerlerin değil, ABD'nin düşünce kuruluşu American Institute'ün Orta Doğu uzmanı Alan Makovsky'nin hazırladığı Türkiye raporları çerçevesinde Türkiye dışında planlandı, 28 Şubatçılar bunun farkında olmadı... içeride "işbirlikçileri" aracılığıyla uygulamaya konuldu..." (28.02.07.Basın.) Bu "işbirlikçiler", rantçılar, diye bir açıklama getirmiş hoca...” Hoca, yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü Amerikan kapitalizminin sistematiği içinde çalışma tarzı budur. Görünürde düşünce kuruluşları ve uzman kariyerine sahip istihbarat görevlileri vardır. “Resmi” olan hiçbir şey yoktur. “Resmi” kavramı ancak, Amerikalılar tarafından “eski kıta” adı ile küçümsenen Avrupa (ve kapitalizmi) için geçerlidir. Ne ki NATO hegemonyası ile Amerikan “resmi”yeti de taktik olarak “yaşlı” Avrupa’ya benimsetilmiştir. Çünkü Birleşik Devletler her şeyi “ihale” (yani taşeron) üsulü ile halleder, ABD’de insan yaşamı başta olmak üzere herşey “RANT” çıkarları üzerinde kurulmuştur. Tekelci Kapitalizmin kaotik spekülatif emperyalist ruhu da budur zaten. Söz konusu olan ABD’nin mali oligark efendilerinin “çıkarları”(interests) için 20 yıllık genel “global” (pax-amerikan “amerikan-barışı” hegemonyası) stratejisinin, 5–10–15 yıllık dönemseller içinde uygulayacağı 30 yıllık “A Planı”na bağlı “B-C-D…” planlarının yaşama geçirilmesi ve planlar içinde yer alan taktiklerin yönetilmesidir. Kapitalizmin artık tam anlamı ile küreselleştiği günümüzde bunu kavrayabilmek için belli bir IQ seviyesini yakalamak zorunludur…


Anaerkil komünün birçok geleneğini sürdürmekte özen göstermiş büyük atam Temücin (Cengiz Han)’in Moğollara bıraktığı önemli bir gelenekte yazılı tarihi tutmak ve toplumun belleğinden silinmemesini sağlamaktı. Bu Türkik kabilelerde bulunmayan bir gelenektir. Bu yazılı tarihin en önemlisi Batılı araştırmacıların Oryantalist kafalarının bir çarpıtması olan “Gizli Tarih”tir. Hâlbuki moğolca Mongğol-un ni’uça tobçi’an olan bu belgenin tam türkçesi “Moğolların genel tarihi”dir. Bu belge Moğolların sadece “tarih”ini değil, iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel oluşumuna anlatan bir belgedir. Şimdi Yörükler deyince aklıma demogog ama yumuşak muhalif Deniz Baykal geliyor. Arşivden okuyorum: “24 Temmuz 2007 tarihli Vatan’da Zülfü Livaneli, ilginç bir “sır”rı açıkladı. Bu da 2002 yılında yasaklı olan R.Tayyib Erdoğan’ın Beylerbeyi’nde Baykal’la yapmış olduğu gizli görüşme!” Herkes nerede olduğu üzerinde didişirken, ne konuşulduğu bir türlü netlik kazanmadı. O sırada Baykal’ın Moon tarikatı üzerine ilgisi de tartışılıyordu. “Kasımpaşalı” vari “merak ettim, gittim; ne olacak yani” dedi olgu güme gitti. (Türkiye’ye CHP Adana milletvekili büyük toprak ağası ve sonra kapitalisti Kasım Gülek tarafından monte edilen Moon tarikatının, CIA tarafından dolaylı olarak desteklendiği ama bir CIA örgütlenmesi olan kontr-gerillacı para-militer Dünya Anti-Komünist Ligi-WACL tarafından fiilen desteklendiği belgelenmiştir. Bu konuyu ben “Gizli Ordular-RT-CFR-BG-TC” adlı çalışmamda açtım. Serinin diğer kitaplarında önemli belgeleri tercüme ederek kamunun ilgisine sunuyorum.)


Tekrar dönelim asıl konumuza, devam etmişik yazımızda: “27 Şubat 1995'te (tarihe dikkat) Milliyet'te "ABD'nin Refah Dosyası" adlı bir dizi başlıyor. Hazırlayan Ruşen Çakır. ABD'li diplomat (ABD Dışişleri Bakanlığı'nda Türkiye'yle de ilgili bir birimde "orta düzey" bir genç diplomat, adı saklanmış, ne hikmet ise!) Erbakan için "tehlikeli biri" demiş. "Neden?"..."Çünkü çok zeki" cevabını vermiş. Erbakan Batı'yı tanımıyormuş ya da gerçekleri tahrif ediyormuş. Meraka mucip sormuş: "Bu partide genç bir lider adayı yok mu?"...bir başkası, "Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğe soyunduğu doğru mu?" "Çok zeki" olmayan liderler arıyan Amerikalı diplomatların deneyimlisi aktarıyor: "Özal bana RP'sinin istikbal vadeden bir parti olduğunu ancak iki temel sorunu bulunduğunu söylemişti: Başında genç bir lider bulunmayışı ve Yahudilerle İsrail'e karşı sert tavır." Başkan Clinton'ın danışmanlarında İslâm ("ılımlı" diye başını siz ekleyiniz. y.n.) uzmanı Prof. John Esposito'nun, Erbakan'dan çok şikâyetçi olduğunu anlıyoruz. California'da ırkçıların tahrip etmiş olduğu bir caminin tekrar açılışında yapmış olduğu konuşmadan rahatsızlığı dile getirdikten sonra ekliyor: "Bir kere çeviri çok kötüydü ve fazla zaman kaybına yol açtı. RP içinde çok iyi İngiilizce konuşan, ABD'yi ve Amerikalıları çok iyi tanıyan genç kadrolar olduğunu biliyorum. Eğer bu parti burada iyi ilişkiler geliştirmek istiyorsa bence ağırlıkla bu kişileri görevlendirmelidir. Erbakan'ı ABD'ye davet eden American Muslim Council Genel Sekreteri Abdurrahman Alamoudi de bu İngilizceye vakıf gençlerin liderlerinden ayrı olarak sık sık ABD'ye gelmelerini salık verdikten sonra özellikle RF'nin dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'le "çalışmak istediklerini" belirtiyor. Tabii aynı sayfada olmazsa olmaz "CIA adına Türkiye'de de faaliyet yürütmüş", "CIA'da Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcılığına" yükselmiş, CIA'nın think-tankı Rand Corp. da uzman Graham E. Fuller'in "ılımlı islâm" önerilerine de yer veriliyor. Fuller sözleri içinde ABD emperyalizminin XX. yy.’ın son çeyreğinin felsefi gurusu haline gelen Başkan Mao'nun sözlerine yer vermeden edemiyor: "Yüz çiçek açsın, yüz fikir yarışsın!" Aynı sayfanın alt köşesinde gazeteci Hakan Aygün'ün yorumunda "çok zeki" Erbakan'ın bir vecizesini aktarıyor: "Refah iktidara gelirse ABD güçlü bir partner kazanacak". Dizi Fukuyama ve Huntington'un malum önermelerinin İzrael lobisinin kilit adamlarının yorumu ile bitiyor. Aynı gazetenin 18.04.95 tarihli basımında bu sefer bir başka uzman "cilâcı" iliştirilmiş gazeteciliğin "dişi Bond"u "darbe önce"lerinin su-perisi Yasemin Çongar'ın Graham Fuller ile "özel" röportajı yer alıyor. Yine "ılımlı islâm"ın aktüel psikolojik savaş zemini hazırlanmaya devam ediyor: "Türk ordusu İslâmcı darbeye izin vermez". Ertesi günkü yazıda islâmcı partilerin parçalanarak daha böl ve yönet politikasının pragmatik kerametleri anlatılıyor: "Daha çok İslâmcı parti". Bir gün sonra Washington Post kaynaklı bir haber aynı gazetede yer alıyor. "Çok zeki"(!) liderlerden Başbakan Tansu Çiller'in Wall Street Journal, Washington Post ve New York Times gazetelerinin yazarları ve yöneticileriyle yaptığı bir toplantıda, "Refah ve askeri darbe tehlikesini" dile getirmesinin ertesi günü, yayımcılıkta devlet tekelinin kaldırılması ardından kurulan Kanal 7 televizyonunun tesettürlü haber spikeri Serpil Öcalan'ın bütün Türkiye'de izlenebileceğini belirtiliyordu...” (Yazının tamamını www.devrimcidinamik.blogspot.com da okuyabilirsiniz.)


Buradan zaman makinamıza binip 14 yıl sonraya günümüze gelelim: Atlantic Council of United States-ACUS (Birleşik Devletler Atlantik Konseyi)nin danışmanı David L. Phillips hakkında Amerika Columbia Üniversitesi internet sitesinde şu bilgiler verilmekte. Columbia Üniversitesi’nin İnsan Hakları Çalışma Merkezi misafir araştırmacısı ayrıca BM sekreterliği ve ABD Dışişleri Bakanlığı kıdemli bir danışmanı olarak çalışmıştı. Viyana Diplomatik Akademisi’nde profesör ve Harvard Üniversitesi’nin Orta Doğu Çalışmaları Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak akademik konumlarda bulunmuştur. Ayrıca Elie Wiesel İnsanlar Vakfı’nın yürütme direktörü, CFR (Council on Foreign Relation)’nin Önleyici Harekât Merkezi vekil direktörü, Avrupalı Toplumsal Alan Merkezi direktörü, Oslo Uluslararası Barış Araştırması Enstitüsü proje direktörü ve Kongre (ABD) İnsan Hakları Vakfı başkanı olarak hizmet etmiştir. Yine özgeçmişine göre Türkiye, Irak Kürdistanı, Ermenistan, Gürcistan üzerine güncel çalıştığı; yine Türkiye temel alınarak aynı ülkelerle ilişkiler ile Abkhaziya ve Arnavutluk’a ilişkin çalışmalar yaptığı anlaşılmaktadır. Bir başka kaynakta, American Üniversitesi’nin Global Barış (siz bunu “Pax-Americana” olarak okuyun) Merkezi’nde Çatışma Önleyici ve Barış Yapıcı Program’ın direktörü ve kalıcı araştırmacı olduğu belirtilmiştir. Aynı kaynak ( www.sourcewatch.org); 2003 Eylulünden beri Phillips’in Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu İşleri Bürosu’nda bir Dışişleri Uzman danışmanı olarak hizmet ettiğini yazmaktadır. Yazıları New York Times, International Herald Tirbune, Wall Street journal, Financial Times ve Foreign Affairs gibi global mali oligarşinin en önemli medya kurumlarında yayımlanmaktadır. Diğer kariyerleri arasında Uluslararası Kurtarma Komitesi direktörlüğü, İslam Dünyasında Demokratlar Kongresi 2004 katılımcılığı, Amerikan Dış Politikası Üstüne Ulusal Komite Yönetim Kurulu Danışmanlığıdır. Bu kurumun ABD yönetimi ile bağlantısını anlamak için aynı Yönetim Kurulu Danışmanı olan şahsiyetlerden Richard Pipes’ı gözlemlemek yeterlidir. Pipes’da CFR üyesi olup, kanlı vukuatların sahiplerinden ABD Başkanı Reagan’ın başkanlığı döneminde CIA’nın “B Timi” (Stratejik İstihbarat Değerlendirmeleri Teftişi) başkanı olarak deneyimlerinden faydalanıldığını not etmekte fayda vardır…


Atlantic Council-ACUS’un kendi internet sitesindeki bilgilere göre çok geniş sponsorlar arasında bulunan Soros’un Açık Toplum Enstitüsü, Ford Vakfı, ABD Hava Kuvvetleri, ABD Ordusu, Savunma Bakanlığı, ABD Donanması, NATO, JPMorgan, Morgan Stanley, Lehman Brothers, Airbus, Boeing, Lockheed, Deutche Bank, Exxon Mobil, Siemens, Time Warner, Sony, Raytheon gibi emperyalist global tröstlerin bulunması yeteri kadar açıklayıcıdır. Türkiye’de örgütün adı anılırken nesnesi yani “Birleşik Devletler” yok sayıldığı için sanki özel bir kurummuş gibi algılatılmaktadır. Örneğin; Citibank Türkiye’de özel bir kurum sanılır. Hâlbuki bir Birleşik Devletler iktisadi “resmi” kurumudur. Her yeni ABD Başkan seçildiğinde başına yeni bir direktör atanır ve bu atama tıpkı CIA direktörleri gibi Birleşik Devletler “resmi” devlet yayım dergilerinde Başkan, bakanlar, direktörler listesinin içinde açıklanır. Tıpkı Federal Rezerv Bank’ın işlevi gibi… Bu da ABD’yi hiç tanımadığımızın tipik bir başka göstergesidir…


Birleşik Devletler Atlantik Konseyi’nin as başkanı Chuck Hagel ve yürütme başkanı Frederick Kempe’nin özgeçmişleri incelendiğinde kurumun yeni global emperyalist-zion politika içinde görevinin içeriği en özet biçimde ortaya çıkmaktadır. ABD önderliğindeki CFR-Bilderberg-Trilateral Commission mali oligark, sanayici, askeri, tıbbi ve medya tröstlerinin birleşimi görülmektedir. Tabii direktörler arasında dikkate değer adlar arasında dünyada “halkların katili” ünvanı ile anılan Henry A. Kissinger, CIA patronlarından R.James Woolsey, George J. Tenet’te bulunmaktadır.


Aynı örgütün bir dalıda Uluslararası Danışman Kurulu (IAB)’dur. Bu kurula kendi tröstünün patronu da olan emekli General Brent Scowcroft as başkanlık yapmaktadır. Başkan ve CEOsu yine Frederick Kempe’dir. Üyeleri arasında Zbigniew Brzezinski, Rupert Murdoch, Ms. Güler Sabancı yanında global mali oligarşinin tanınan veya tanınmayan pekçok siması yer almaktadır. Örgütte Uzmanlar, Yönetim Kurulu Direktörleri, İş ve Ekonomi Danışmanları Grubu, Uluslararası Danışman Kurulu, Stratejik Danışmanlar Grubu ve Kurmaylar olarak bir dallanma mevcuttur. Sitenin kendi verdiği bilgiye göre, David L. Phillips, Atlantikötesi İlişkiler Programı içinde Kıdemli Akademik üye (senior fellow) olarak görev yapmaktadır.


Asıl amacı ulusal muhalefeti sindirmeye yönelik “Ergenekon” (gri) senaryosunun “gizli” akıldanelerinden Yeni Şafak’ta “Taha Kıvanç” (gri) kod adı ile yazı yazan Fehmi Koru da “bende bende” çığlıkları ile kendini tekrar deşifre ediyor. Phillips’i tanıdığını ve “bir iki konuda”(!) görüştüğünü itiraf ederek, taze Bilderbergli olarak verdiği hizmette ACUS’un savunmasını da üstleniyor: örgütün “açıktan irtibatlı olmadığı tek yerin Amerikan hükümeti” olduğunu iddia ediyor, hikmet-i kendinden menkul külyutmaz “komplo” teorisyeni Koru. Amerikalıların “çok zeki” olmayanlar standart kategorisinden “ılımlı islamcı”, aslında tekrar kendisinin nereye gönülden bağlı olduğunu kanıtlıyor bize. Ne ki Bay Phillips, Temmuz 2001-Nisan 2004 arasında faaliyet gösteren Türk-Ermeni Barışma Komisyonu’na başkanlık yapmış. Başkan Clinton [ “güvercin”(!) militarist Demokrat] yönetiminin standart adamlarından Phillips, Mart 2005’te Bilgi ve Sabancı Üniversitelerinin ortak hazırladığı sempozyuna konuşmacı olarak katılmış. Yasemin Çongar, Cengiz Çandar, Prof. Soli Özel, Hasan Köni gibi medyadan tanımış olduğumuz “taraf”tar adlarla fikir alış-verişinde bulunduğu biliniyor. Ama bu konu nedense gündeme taşınmıyor… İnsanın aklına ister istemez iki kelime geliyor: “Alçaklar ve Namussuzlar!” Kimler acaba?


Bu gelişmeler üzerine ülkenin yurtsever, demokrat, devrimci, ilerici aydın kesiminden çeşitli tepkiler de geldi. Bunların içinde en derli toplu eleştiri yazıları Doruk Çetin’in “Kürt Açılımı O Raporun Neresinde” (www.odatv.com); bölgenin nesnel bir analizini yapan emekli General Çetin Doğan’ın “Bu Gelişmeler Bilinmeden Mesele Anlaşılmaz” (25.08.09.odatv) başlıkları ile yayımlandı. Bu yazılar olayı “anlamak” isteyenlere derli toplu bilgiler vermektedir. Ama asıl noktayı vurgulayan en doğru vuruş, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğretim üyelerinden değerli Prof. Mustafa Kaymakçı’nın “Ağaların Başka Köylülerin Başka Derdi Var” (26.08.09.odatv) yazısı konuya “kavrama” ve “aşma” açısından “devrimci bilinçli eylem” (praxis) görüş açısından yapmaktadır. Gerisi karşı-devrimci milliyetçi serzeniş ve ahmaklıkların çeşitli derecelerde ifadesinden başka bir şey değildir. Tekrar altını kalın “kırmızı çizgi”lerle çizmekte fayda vardır; nesnel gerçekliğin önümüze koyduğu problemi çözmek için; “Tek Yol –sürekli- Devrim”dir…


Halid Özkul

26.08.09

Kürt sorunu yazıları - Mustafa Kaymakçı

Ağaların başka, köylülerin başka derdi var


Geçen yazımda, Kürt sorunu denen sorunun, Tarihçi Halil İnalcık’ın tanımladığı gibi uluslar arası açıdan bir ”Doğu Sorunu” olduğunu, temelinde Batı’nın Türkiye dahil Ortadoğu’nun petrol ve stratejik önemi yattığını belirtmiştim. Bir başka deyişle sorunu dış dinamikler yönünden ele almıştım.

Kürt sorununa iç dinamikler açısından bakıldığında ise iki boyutu olduğu görülmektedir. Birincisi sınıfsal, ikincisi ise demokrasi boyutudur. Burada da toprak sorunu öne çıkmaktadır. İşin ağırlıklı, ancak çözüme kavuşturulması gereken yanı da budur.

KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE KÜRT YOKSULLARI MÜDAHİL Mİ?

Kürt sorununun çözümünde, Kürt yoksullarının sendika, kooperatif gibi emek kitle örgütlerindeki temsilcileri devrede değildir. Topraksız köylüler, marabalar, kentlere yığılmış işsizler, boğaz tokluğuna çalışan işçiler, eğitim olanağı bulamamış gençler, kısaca Kürt yoksulları ortada gözükmüyor. Daha da vahimi, onların ekonomik gereksinmelerine, özgürleşme süreçlerine, kısaca insanca yaşamalarına yönelik ekonomik düzenlemeler ortalıkta yoktur. Onlar adına konuşanlar; meclise girmiş feodal beyler, feodaliteden bağını koparmamış bölgenin sanayi ve ticaret erbapları, özetle Kürt yoksullarından beslenen katmanlardır. Bu katmanlar ve PKK, Kürt yoksullarını kullanıyor. Yoksulların işsiz gençliğine ”Siz Kürt olduğunuz için yoksulsunuz” propagandasını yapıyor. Dağ kadrolarına bu yolla militan bulunuyor. Bir tespit yapalım; Siz hiç Kürt toprak ağalarının çocuklarının dağa çıktıklarına biliyor musunuz?

KÜRT SORUNU, TOPRAK SORUNUDUR

Kürt ayrılıkçı hareketinin egemen olduğu bölgelerde toprak mülkiyeti, aşiret örgütlenmesi altında toprak ağalarının denetimindedir. Ağalara ait topraklarda yoksul Kürt köylüsü, yarı aç, yarı tok varlığını sürdürmeye çalışır. Kimi zamanlar topraklar ile satılır ya da pazarlanır. Seçimlerde oylar kitlesel olarak atılır ve beyler meclise gider. Milletvekilleri, belediye başkanları, genellikle ya toprak ağaları ya da yakınlarıdır. Sanayici ve ticaret erbapları da benzer sınıfsal yapıdadır. Kürt köylülerinin kimileri de toprağa bağlı olmaksızın hayvancılık yaparlar. Ancak bunların bir kesimi, güvenlik nedeniyle hayvancılığı bırakmak zorunda kalmıştır. Kentlere gelen yığınlar, sanayi ve hizmet sektörünün yeterince gelişememesi nedeniyle işsizdir. Bölgede eğitim ve sağlık hizmetleri de talebi karşılamaktan uzaktır.

Bu durumda çözüm, bölgedeki feodal yapıyı tasfiye edecek olan ve temelinde TOPRAK DEVRİMİ’ni kapsayan ”Bölgesel Kalkınma Planı”ndan geçmektedir. Toprak Devrimi’nin ilk aşaması, elbette topraksız ya da az topraklı köylülerin yeter genişlikte topraklandırılmasıdır. Aslında T.C. Anayasası’nın 44. maddesi bunu zorunlu kılmaktadır. Ancak, Toprak Devrimi salt toprak dağıtımını içermemelidir. Aksi durumda dağıtılan topraklar yeniden güçlülerin eline geçecektir. Bunu engellemek için toprak devriminin, tarım işletmelerinin kooperatif örgütlenmesiyle ele alınması şarttır. Burada girdilerin temininden başlayarak çıktıların pazarlanmasına değin kooperatifler temel alınmalıdır. Bir başka deyişle, köylüler kooperatifler ile sanayici olmalıdır. Toprak devrimiyle birlikte bölgede kamu iktisadi kuruluşları eliyle sanayileşmeye ivme kazandırılmalıdır. Böylesi bir yaklaşımda, Devlet bölgede de yönlendirici ve yatırımcı olmalıdır. Daha açıkçası Planlı Karma Ekonomi uygulanmalıdır. İşsizlik ve yoksulluğun çözümü, liberal ekonominin eline bırakılmamalıdır.

Soralım; Kürt açılımında toprak devrimini, biraz daha yumuşatırsak; Toprak Reformu’nu dile getiren iktidar politikacısı var mı?

Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI

Odatv.com

26 Ağustos 2009

http://www.odatv.com/Siyaset/agalarin_baska_koylulerin_baska_derdi_var-17380.html

* * *



Kürt meselesinde üzerinden atlanan ne?

Bir önceki yazımı ”Kürt açılımında toprak devrimini, biraz daha yumuşatırsak; Toprak Reformu’nu dile getiren iktidar politikacısı var mı?” diye sonlandırmıştım. Bu bağlamda soruyu şöyle de sorabiliriz?

TOPRAK DEVRİMİ NEDEN İSTENMEZ?


Kürt sorununun temel çözümünü Toprak Devrimi’nde aramakla yoksulları da içine alacak çözümlerin üretilmesi, Kürt feodallerinin de Türk egemenlerinin de işine gelmiyor. Kürt ve Türk kökenli yoksulların ve çalışanlarının çözümlemede örgütlü olarak devrede olmaması da işlerine geliyor. Bir başka deyişle sorunun çözümünde, sendikalar ve köylülerin örgütleri devrede değildir. Yani, çözüm arayışında, Kürt tarafının yok sayılan toplumsal güçlerinin karşılığında Türk tarafının yok sayılanları da yoktur (Bkz; Yıldızoğlu, E.2009, Açılım Fantezileri, Global Polikültür, Cumhuriyet 5 Ağustos 2009). Özetle çözüm, emek ekseninde, emek ve sermaye ilişkisinde aranmıyor. Aslında hiçe sayılan ya da emeği ile üreten Türk ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın çıkarları ortak. Bu konu farkına varıldığında çözüm kendiliğinden gelecektir.


Ancak Kürt sorununun çözümü, egemenler arasında etnik kökenli kültürel zeminde ve kimi zamanlar açıkça dile getirilen ucu açık özerk yapılanmalarda aranıyor. Sanki bunlar gerçekleştirildiği zaman Kürt kökenli yurttaşların yoksulluk sorunları çözülecekmiş gibi bir görüntü yaratılıyor.


Çözüm, kırsallığın ağır bastığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da toprak devrimi temelinde ve kooperatifleşme ile sağlanabilecektir. Bu durum Türkiye’nin başka bölgelerine de örnek olabilecektir. Ancak bu örnek, Kürt egemenleri kadar en az Türk egemenleri tarafından istenmeyen bir örnektir. Köylülerin örgütlenmesi, işçilerin de, diğer emeği ile geçinenlerin de örgütlenmesine hız getirecek ve daha eşitlikçi bir düzeni Türkiye’de oluşturacaktır.


KÖYLÜLÜĞÜN ÖRGÜTLENMESİ, ABD VE AB’nin de İŞİNE GELMEZ


Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde olduğu üzere köylülerin, işçilerin ve diğer emeği ile geçinenlerin örgütlenmesi, Ortadoğu’daki ülkelerin ve bu bağlamda ABD ve AB’nin, kısaca Batı’nın işine gelmeyecektir. Batı, Türkiye ve benzeri ülkelerde feodalitenin tasfiyesi bir yana, Ortadoğu’daki su kaynaklarına da göz dikmiştir. Örneğin AB 2004 İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin GAP sularının belli bir tarihte “Uluslararası bir su yönetimine verilmesi gereği” vurgulanmaktadır. Ayrıca AB belgelerinde Türkiye’nin güney hudutlarına ilişkin ihtilaf iddiası yer almaktadır. Tıkanan GAP projesini tamamlama karşılığında da büyük toprak talebinde bulunulmaktadır.


Türkiye örnek bir model olduğu takdirde Kuzey Irak’ta feodal yapı da tasfiye sürecine girecektir. Barzani ve Talabani tarafından denetlenen feodal yapılar ekonomik- siyasal egemenliklerini kaybedeceklerdir. Bunun sonucu olarak Irak’taki yoksullar da etnik ve dinsel kökenli savaşlarını sona erdirecekler ve emek ekseninde birleşeceklerdir. Emek ekseninde birleşen kitleler bütün Ortadoğu’da Batı’nın emperyal yüzüne karşı tavır geliştireceklerdir.


Acaba Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Milleti’nin ayrılmaz bir parçası olan Kürtler’in aydınları emperyalizmin parçala-bağımlı yap politikasına karşı tavır alacaklar mı? Bekleyip göreceğiz. Umut ediyoruz ki Türkiye’nin sorunları emek ekseninde çözülür ve etnik zenginliklerimiz ile yan yana değil, şimdi olduğu üzere iç içe yaşamayı sürdürürüz.


Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı


Odatv.com


27 Ağustos 2009

http://www.odatv.com/Siyaset/kurt_meselesinde_uzerinden_atlanan_ne-17396.html