27 Nisan 2009 Pazartesi

Yazıcıoğlu ve Sürülmüş Tarlalar - Tanıl Bora

Muhsin Yazıcıoğlu ve Sürülmüş Tarlalar


Tanıl Bora


Helikopter kazasında hayatını kaybeden Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen törende, Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın sözleri: “Bundan sonra hepimize düşen, Yazıcıoğlu’nun gittiği yolda, savunduğu ilkeler etrafında mücadele etmektir.”

“Millî birlik ve beraberlik” söyleminin fikir ve vicdan tedhişine dönüşmesinin daha vahim bir örneği zor bulunur. Ölmüş bir insanın, yedi buçuk yıl askerî hapishanede işkence görmüş bir insanın ardından herkes, -dindar olmayanlar da, kendi ilâhiyatınca başını öne eğebilir, fakat herkesi onun “gittiği yola, savunduğu ilkelere” kilitlemek – bu başka bir şey. O Meclis’te Behice Boran’ın da, Sadun Aren’in de cenazesi kalktı, hiçbir Meclis Başkanı “hepimizi” onların yoluna, savunduğu ilkelere adamamıştı. Hâkim kamusal dilin Muhsin Yazıcıoğlu’nu (ki ortalama tasavvur nezdinde “milliyetçi-muhafazakâr”dır) “hepimiz”den biri saymasındaki doğallık, ürperticidir. Bu ülkede o “hepimiz”e dahil olmayan çok sayıda insan nazarında Muhsin Yazıcıoğlu, solculara, Alevilere, velhâsıl “hepimiz”den sayılmayanlara karşı on yıllardır güdülen iç savaşı simgeleyen figürlerden biri idi. 12 Eylül öncesi bir yana –buna döneceğiz-, Hrant Dink’i öldüren şebekenin “sivil” kadrosu, BBP’nin gençlik örgütü olan Alperen Ocakları’nın “ortamından” devşirilmişti. Muhsin Yazıcıoğlu, şahsî niyet ve endişelerinden bağımsız olarak, -buna da döneceğiz-, ‘böyle şeylerle’ iltisaklı görülen bir şahsiyet idi. Onun “ortak değer” olarak takdimi, kahredici bir vicdan körlüğünün ifadesidir.


* * *


MHP’de kalarak veya merkeze/merkez sağa intisap ederek onunla yolunu ayıran eski ülkücülerin mersiyeleri, anlaşılırdı. “Dava”yla uğraşmayı bir biçimde sürdürmüş, meşakkate talip olmuş, konfor ve ikbale –en azından nispeten– uzak kalmış eski “Başkan”larını anarken, kendi mahcubiyetlerini de yansıtıyorlardı.


İslâmî cenahtaki yüksek teessürü anlamak da mümkündür. Oradaki herkesin, -yine o “hepimiz”in!-, üstadı olan Necip Fazıl’ın afili sözlerini hatırlarsak: “Ülkücülerin voltaj ve amperajı yüksek ruh adalesine gerekli fikriyatı devşirme” ümidini simgeliyordu Muhsin Yazıcıoğlu. Ülkücü tabanın dinamizmini hak davaya kazanma potansiyelini simgeliyordu.


Bunların ötesinde, Muhsin Yazıcıoğlu’nun başının üzerine kondurulan hâle, romantik “Anadolu insanı” mitinin hâlesidir. Taşralı, darlıktan gelme, sade, mütevekkil. Çoğun yiğitlik diye adlandırılan bir huşuneti ve öfkesi de var. Mutlak haklılık bahşeden, zulme de ruhsat veren bir mazlumluk imgesi. Bu “Derin Anadolu” miti tehlikelidir; hem o mazlumluğa verdiği geniş ruhsat nedeniyle tehlikelidir, hem de mitin arkasındaki sahici daralmayla, sahici buhranla, sahici insanlık durumuyla teması engellediği için tehlikelidir. Oysa oradaki ufûneti mesele etmek gibi bir yükümlülüğümüz var.


* * *


Muhsin Yazıcıoğlu, 1970’lerde Ülkü Ocakları’nın liderlerindendi – efsaneleşen bir lider. O tahayyül dünyasında, Parti’nin ‘kaypaklığına’, statükoculuğuna, kodamanlığına karşı, Ocak’ların radikalizmini, idealizmini, samimiliğini temsil edenlerden biriydi. 12 Eylül 1980 sonrasında, bu temsil misyonu pekişti. MHP yöneticilerinin “Fikri iktidarda, kendi zindanda bir heyetiz” izahatına itirazı vardı. 12 Eylül’le hesaplaşmasını, “devletin öpmeye uzandığımız eli bize tokat attı” patetizminin ötesine taşıdı. “Devleti yıkmaya çalışan millet düşmanı komünistlerle devlete ve millete sahip çıkan Türk milliyetçilerinin aynı kefeye konmasının” ülkücüler arasında doğurduğu hayal kırıklığını, devletle, rejimle, sistemle ilgili bir sorgulamaya vardırdı. 12 Eylül arefesinde ülkücü taban içinde güçlenen İslâmîleşmeyle de bağlantılıydı bu; İslâmîleşmenin düpedüz İslâmcılaşmaya meylettiği bir vasatta gerçekleşiyordu. Neticede, Muhsin Yazıcıoğlu’nun temsilcisi olduğu bu yöneliş, devlete sitemkârlığı, “sistem”i kendince sorgulayan politik bir tavra dönüştürdü. Etnik milliyetçilik anlayışına, otoriter “devlet geleneğine”, militarizme, Kemalizme, kapitalizme… hem İslâmî referansla, şirk anlamına geldikleri için, hem de milletin öz/doğal kimliğini tahrife yönelik anti-demokratik unsurlar sayılarak mesafe alındı. MHP de, yönetim çizgisi ve ‘eliti’ itibarıyla, “sistem”le göbek bağını koparamayan, hatta onun tarafından ‘kullanılmaya’ açık bir yapı olarak ‘deşifre’ edildi; Başbuğ kültünün, tağutî ve totaliter bir nitelik taşıdığı söylendi. [1]


Bu yöneliş, 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu ve çevresinin –MHP’nin o zamanki geçici adresi olan– MÇP’den ayrılmasına kadar vardı. Bu kopuş, partisini yeniden devlet ve “merkez” nezdinde muteber kılmaya hazırlanan Alparslan Türkeş tarafından can-ı gönülden teşvik edilmişti gerçi. Ama bu, kopuşun cesur ve önemli bir hamle olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu kopuş ve ayrışma süreci, MHP hareketinin olabildiğince derin ve kapsamlı bir kendini sorgulama sürecidir – kendi zihniyet dünyası içre olduğu kadar, dışarıdan bakışlar açısından da önemlidir. Lider-teşkilat-doktrin kıskacında yürütülmesi hiç kolay olmayan bu sürecin sözcüsü-temsilcisi olarak Muhsin Yazıcıoğlu’nun cesaretini ve tarihsel rolünü teslim etmek gerekir.


* * *


Yazıcıoğlu ve arkadaşları, başlattıkları hareketi, BBP’yi kurarak sürdürdüler. Kuruluştaki iddia, 12 Eylül sonrasındaki sorgulamanın sonuçlarına dayanıyordu: İslâmî referanslar, Batıcı yabancılaşmaya ve devletçi otoriterliğe karşı müteyakkız, sivil ve demokratik örgütlenme...


BBP, “küçük” bir parti oldu. Parlamentoya seçim ittifakları vasıtasıyla birkaç milletvekili sokabildi, veya Sivas’tan bağımsız seçilen Muhsin Yazıcıoğlu’yla temsil edildi. Kopuş sürecindeki “yeni çizgiyle” tutarlı politik tutumlar olarak, “Müslümanların iktidarını engellememe” düsturuyla Refahyol hükümetine destek vermesi ve 28 Şubat’a açıkça karşı çıkması gösterilebilir.


Peki esasta ne oldu? BBP ve Alperen Ocakları, çıkış noktasının tam aksine, 12 Eylül öncesine döndü! Hiç de “sivil-demokratik” bir mecrada seyretmedi, etnisist-özcü bir nefret söyleminin yuvası oldu. Maraş katliamını “sünnetsiz militanlar”ın, “komünistler”in sırtına yıkmaya kalkışanların, hatta Hrant Dink’in katledilmesinden bir yıl sonra bir Maraş belgeselinde “Hrant Dink’in kurucusu olduğu aşırı sol örgüt”ten bahsedenlerin bulunduğu bir camiaydı ne de olsa burası. MHP’nin “merkeze” oturmasına ve “uzlaşmacı, sorumlu” bir profil çizmeye çabalamasına mukabil, bu eğilimin radikal ülkücü-milliyetçi tabanda yaratacağı hoşnutsuzluğu hasat etme beklentisiyle, ‘sertleştiler’ [2] MHP yeni rotasında ilerlemeyi sürdürdükçe, BBP ve Alperen Ocakları’nın da bu tutumu kemikleşti. BBP’nin kuruluşu öncesindeki “Yeni Oluşum” sürecinin zayıf programatik içeriği buharlaştı; geriye kalan, “sistem” falan derken her nevi “hain”e yöneltilmeye açık hale gelen plebyen-faşist hınç oldu. Bu durum, bilhassa 2002 seçimleri ertesindeki ırkçı-milliyetçi yükseliş ve darbe arayışı sürecinde, BBP’nin ocakları çevresindeki gençlik tabanını gayrı nizamî operasyonlar için fevkalâde bereketli bir toprak haline getirdi. Hrant Dink’in katlinde seferber edilen “insan kaynakları” için bu ortama ağ atıldığını biliyoruz.


Helikopter kazasından sonra başkanlarının çok uzun süre bulunamamasına tepki gösteren Alperen Ocakları’nın açıklamasında, onu bulanın kendi harekete geçirdikleri insanlar olduğuna dikkat çekilerek şöyle deniyor: “Devletin olmadığı yerde biz vardık, yine biz olacağız”. Bunun imâsı, ülkücü hareketin 12 Mart ve 12 Eylül öncesi misyonudur: Komünizmle –ya da düşman her neyse- mücadelede devletin zaafa düştüğü noktada millî refleksi işleten çocuklar…


* * *


Ergenekon’u bu kadarının kesmediği söyleniyor. Soruşturmayı yakından izleyen bazı gazetecilere bakılırsa, BBP’nin başına daha ‘kullanışlı’ birisini getirmek için Muhsin Yazıcıoğlu’nu tasfiye etmeye çalışıyorlardı. (Atlattığı başka trafik kazalarındaki tuhaflıklara ve helikopter kazasının da bir kaza olmadığına dair şüpheler serdedenler arasında, bu ihtimale dikkat çekenler de var.) Yazıcıoğlu’nun çevresindekilerin hayırhâh yorumlarına bakılırsa, o, tabanın “provokasyonlarda” ve ‘derin devlet’ hizmetinde kullanılmasına karşı sürekli müteyakkızdı ve bunu önlemeye çalışıyordu. Bir hoşgörü vasatı yaratmak maksadıyla Fener Patriğiyle görüşmesi, bazı sol, liberal, İslâmcı aydınlarla buluşmalar tasarlaması, bu fasıldan anılıyor.


Belki de doğrudur. Muhsin Yazıcıoğlu, yedi buçuk yıllık Mamak hapishanesi tecrübe ve tefekkürüyle, tabandaki “voltaj ve amperajı” ayarlamaya çalışmıştı belki; belki, en azından bunu dert etmişti.

Ona, “Siz bu işlerin acını çekmiş birisiniz, neden örgütlerinizi kontrol altına almıyorsunuz?” sorusunu soran gazeteci Şamil Tayyar’a verdiği cevap ibretliktir: “Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ama bir yere kadar. Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler.” [3]


* * *


Şimdi, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yokluğunda, o sürülmüş bereketli tarladan çok daha bol mahsûl alınabileceği tehlikesine dikkat çekenler var. Hatta bizzat BBP içinde bazı “büyük”lerin, bu endişeyle, ocakları –hatta bizzat partiyi– tatil etme fikrini işledikleri söyleniyor.


Sürülmüş tarlalarla çevriliyiz bu ülkede. Hep aynı ekinin ekildiği tarlalarda, iklimin şefaatine duacı olmamız isteniyor. MHP de, tarlasına iyi baktığı için övülmüyor mu? Modern tarım yaptığı için, mahsûlünü iyi işlediği için… İç savaş körükleme yeteneğini kullanmadığı için minnettarlık duyuluyor MHP’ye, üniversitelerdeki ülkücü grupların rutin satırlı saldırıları nazarlık sayılıyor. MHP yönetiminde de bunlardan rahatsız olanlar var, ama biliyorlar ki hem “sızmalar” ve “manipülasyonlar” kaçınılmaz, yapısal; hem de Maarifin+medyanın milliyetçi formasyonu üzerine ülkücü ek ders almış gençleri “bir yere kadar” tutabilirsiniz.


Çok önceden sürülmüş –ve sürülmeye devam eden– tarlaları beklemekten hayır doğmayacağına inananlar da olmuştu oysa. Ülkücü hareketten kopup Mazlum-Der’i inşa edenlerden olan Mehmet Pamak gibi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun çevresinde yer alıp, bir noktada kendi kuşaklarının siyasetten çekilmesini doğru bulanlar gibi.


Muhsin Yazıcıoğlu, “kral çıplak” misali, “bizim tarlalarımızı çok önceden sürmüşler” haykırışının sahibiydi. Ama tarlanın başından ayrılmadı, ayrılamadı. Onun trajedisi mi demeli buna?


* * *


Püf noktası belki de geçmişle hesaplaşmadadır. Muhsin Yazıcıoğlu ve 12 Eylül deneyimini yaşayan bazı arkadaşlarının 12 Eylül öncesiyle hesaplaşmasının iki temel motifi olduğu söylenebilir. Birincisi, politik mücadelenin tırmandırılma biçiminin (silahlı mücadelenin önünün açılmasının), Türkiye’de sistemin hâkim güçlerinin veya onun içindeki bir çekirdeğin oyunu olduğuna, dış güçlerin/emperyalizmin de bu komploya müdahil olduğuna inanıyorlardı. (“Kullanıldıklarını” imâ edenler bile oluyordu. [4]) İkincisi, karşılarındakilerin, devrimcilerin, komünistlerin, düşman bellediklerinin da samimi ve halis niyetli dava adamları (ve tabii, Anadolu insanları) olduklarını teslim ediyorlardı.


Bu, bir başlangıçtı. Uçuruma bakma cesaretiydi. Önemli bir başlangıç ama sadece başlangıç. Derinleşmediğinde, asıl önemlisi, kamusal bir geçmişle hesaplaşma deneyimiyle birleşmediğinde muğlak kalır, yüzeyselleşirdi. Örneğin, Bahçelievler katliamının faillerinden Halûk Kırcı’nın, yıllar süren korumalı-kollamalı kaçaklığın ardından hapsedildikten sonra yazdığı anılarında 7 TİP’li gencin öldürülmesini teessürle anlatması; sahici bir geçmişle hesaplaşma politikasının olduğu bir ortamda, kollektif bir itiraf-yüzleşme deneyimine elverebilirdi. Yoksa, her şeye rağmen bir cesaret gerektirmekle beraber, bu haliyle, bir “Yaşanmalıydı, yaşandı” gönül rahatlığının tohumunu ekebilecektir.


* * *

Tarlanın başından ayrılmamak, ayrılamamak, Muhsin Yazıcıoğlu’nun taksiratı olabilir. Bu ülkede sahici bir geçmişle hesaplaşma deneyiminin yaratılamaması, 12 Eylül’ün alt edilememesi ise, gerçekten “hepimiz”in taksiratıdır.

[1]Bu süreci, Kemal Can’la birlikte yazdığımız Devlet Ocak Dergâh’ta (İletişim Yayınları, 2007 – 8. baskı) geniş biçimde incelemiştik.


[2]MHP’nin 1990’lardaki seyri için, bkz. Tanıl Bora- Kemal Can, Devlet ve Kuzgun, İletişim Yayınları, 2007 – 3. baskı.


[3]Neşe Düzel’in söyleşisi, Taraf, 2 Nisan 2009.


[4]Muhsin Yazıcıoğlu, 2003’te bir mülakatta, “Kullanılma kavramını biraz ağır buluyorum; ama istismar edildiğimizi görüyorum” der. Devamında söyledikleri, 12 Eylül öncesiyle hesaplaşma bakımından önemlidir: “Bütün gençlik istismara uğramıştır. Bir zamanlar okullara sığmadık, mahallelere sığmadık, şehirlere sığmadık, Türkiye’ye sığmadık, birbirimizi sığdırmadık. Ama arkasından iki buçuk metrekarelik hücrelere sığdık. Dışarıda birlikte yaşayamayanlar, hücrelerde birlikte yaşamaya mecbur oldular. Dışarıda birlikte yaşamanın yolunu bulamayanlar, hücrede birlikte yaşamanın kültürünü geliştirebildiler.” (Nuriye Akman’ın söyleşisi, Zaman, 7 Haziran 2003)


http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=371&dyid=5517




21 Nisan 2009 Salı

Çeçen Faşizmi - Candan Badem

Çeçen Faşizmi


Geçen hafta Rusya Federasyonu'na bağlı Çeçenistan özerk cumhuriyetinde 10 yıldır sürmekte olan olağanüstü hal uygulamasına son verildi. Gerçi hemen ardından ufak bir çatışma oldu ancak olağanüstü halin şimdilik geri gelmeyeceği görülüyor. SSCB'nin dağılmasının ardından en fazla şiddetin yaşandığı yer olan Çeçenistan'daki savaş ne tür bir savaş idi? Rus emperyalizmine karşı bir bağımsızlık savaşı diyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır! Elbette bizim kapitalist Rusya'nın yöneticileri ile hem kapitalist hem de gerici-şeriatçı Çeçen teröristleri arasında tercih yapmamız gerekmiyor, her ikisine de karşıyız. Ancak Türkiye'de solun bazı kesimlerinde özellikle de Kürt solcular arasında Çeçenistan konusunda hala ciddi bir yanılsama var. Çeçen narkotik-mafyatik şeriatçı teröristlerinin özellikle Beslan'daki çocuklara yönelik katliamından sonra dünya kamuoyunda ve Türkiye'de birçok kişinin gözleri büyük ölçüde açılmış olsa da yine de bu teröristlerin bir ulusal kurtuluş mücadelesi verdiğini sananlar mevcuttur.

Hiç kuşkusuz tüm kapitalist Batı medyası Çeçen teröristlerine karşı hayırhah davranmıştır. Nesnelliği dillere destan BBC bile Beslan olayına “trajedi” diyebilmiştir. Oysa düpedüz terörist bir eylemdir bu. Ancak bu ve benzeri bilinen birkaç olay dışında Çeçen mafyatik faşizminin 1991'den bu yanda Çeçenistan'da ve tüm Rusya'da işlediği suçlar pek az bilinmektedir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki yaşanan bütün bu şiddetin başlatıcısı ve başlıca sorumlusu Yeltsin ve takımıdır. SSCB'yi yıkmak için her yolu mübah gören bu ayyaş karşı-devrimci 1991'de Rusya federasyonunu oluşturan bütün özerk yapılara “yutabileceğiniz kadar egemenlik alın” diyerek onları teşvik etmişti. SSCB'nin yıkılması ile devlet mülkiyetini yağmalayan ve etki alanlarını paylaşan bu arada kendi içinde mücadeleye girişen mafyatik komprador oligarklar sınıfı içinde Çeçen mafyası küçük ancak yırtıcı bir gurup idi. Yeltsin'in sözüne uyan Cohar Dudayev adında bir Çeçen generali Eylül 1991'de Çeçenistan'da darbe ile iktidarı ele geçirdi, mafyatik yapının başına geçti ve Çeçenistan'da yaşayan Çeçen olmayanlara karşı şiddetli bir etnik temizliğe başladı. Ancak Dudayev bunları yapmaya başladığında 1994'e kadar Yeltsin'den hiçbir ciddi tepki görmedi, çünkü o da ülkeyi talan etmekle meşgul idi. Çeçenistan kısa sürede tam bir kanunsuzluk ve terör yuvası haline geldi. Özellikle Ruslara ve Yahudilere (evet Çeçenistan'da Yahudiler de vardı!) karşı şiddet eylemleri ve işten çıkarmalar başladı. Öldürülen, şiddet gören, soyulan, tecavüze uğrayan bu insanların şikayetlerine bürokrasiyi ele geçirmiş olan terörist mafya kulak asmıyordu çünkü zaten kendisi örgütlüyordu bu eylemleri. Böylece Ruslar, Yahudiler ve öteki Çeçen olmayan halklardan insanlar Çeçenistan'ı terk etmeye başladılar.

Sovyet nüfus sayımları her zaman milliyet bazında çok ayrıntılı olduğu için Çeçenistan'ın etnik bileşiminde örneğin 1989 ile 2000 arasında meydana gelen değişime ilişkin çok net veriler mevcuttur. 2000 yılı Haziran ayında Çeçenistan'da insani yardım yapan BM Danimarka mülteci örgütünün yaptığı sayımın sonuçlarına göre 1989 nüfus sayımında Çeçenistan'da (o zamanki İnguşistan hariç olarak sadece Çeçenistan'da) kayıtlı olan 269,000 (iki yüz altmış dokuz bin) Rus'tan geriye sadece 9372 (dokuz bin üç yüz yetmiş iki) kişi kalmıştı. On yıl içinde Rusların sayısı 30 kat azalmıştı! Aynı şekilde 1989'da 3 binden fazla olan Yahudilerden (dağlı Yahudiler dahil) geriye 2000 yılında sadece 12 kişi kalmıştı ve hepsi başkent Grozni'de yaşıyordu. On yıl içinde Yahudilerin sayısı 300 kat azalmıştı! Doğrusu Hitler Çeçen kardeşlerini kıskansa yeri değil midir?

Ruslardan ve Yahudilerden başka Çeçenistan'da yaşayan Türki halklardan olan Kumuklar ve Nogaylar da Çeçen faşizminden nasiplerini aldılar: Doğum oranları geleneksel olarak yüksek olan bu halkların temsilcilerinin sayısı bile 10 yılda 3 kat azaldı. Peki Çeçenlerin nüfusa oranı nasıl değişti dersiniz? Evet tahmin ettiğiniz gibi onların oranı arttı, 1989'da % 66'dan 2000'de % 97.4'e yükseldi. İşte etnik temizliğin daniskası!

Burada Çeçen faşistleri derken tabii ki sadece faşist olan Çeçenleri kastediyorum, bütün Çeçenleri değil. Çeçen teröristleri kendilerinden yana olmayan Çeçenleri de öldürdüler ya da susturdular. Çeçen faşistleri binlerce Rus kadınına tecavüz ettiler, binlercesini kaçırdılar ve kaybettiler ya da tecavüz ettikten sonra öldürdüler. Resmi kayıtlara göre 1992-94 arasında Çeçenistan'da Rusça konuşan sivil nüfustan cinayete kurban gidenlerin sayısı 4 binden fazla, yaklaşık 2 bin 500 kişi kaybolmuş ve 6 binden fazla tecavüz vakası kayıtlara geçmiş. 200 binden fazla Rus Çeçenistan'ı terk etmiş. Öyle ki şimdi Çeçenistan'daki Rus nüfusu ancak 15-20 bin dolayında.

Hitler faşizmi ve Nazilerin işlediği Yahudi soykırımı iyi bilinir. Ancak Yahudi soykırımını işleyenler sadece Alman faşistleri değildi. Onların müttefikleri ve kurbanları olan Polonya ve Romanya'nın faşistlerinin Yahudilere karşı işledikleri soykırım ve katliamlar pek iyi bilinmez. Oysa bu mikro-faşizmler çoğu zaman çok daha şiddetli olmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Çeçenler arasında Hitler'in faşist sürüleriyle işbirliği yapanlar çoğunlukta idi. Bu nedenle 1944'te göç ettirildiler ancak 1950lerin sonlarında geri döndüler. İşte Hitler'in işbirlikçilerinin maddi manevi takipçileri Cohar Dudayev önderliğinde bir haydut devleti kurdular ve Berezovskiy gibi bazı Rus oligarkları ile işbirliği içinde Çeçenistan'ı Rusya içinde bir haydut yuvası haline getirdiler.

Türkiye'de Kürtlerin çoğunluğunun hayalini kurduğu hakların hepsine ve fazlasına Sovyet zamanında Çeçenler sahipti. Kendi dillerinde okulları, üniversiteleri, polisleri vb vardı. İç işlerinde özerk idiler. Herhangi bir doğal zenginlikleri yoktu ve merkezi bütçeye verdiklerinden daha fazlasını alıyorlardı. 1994-96'daki birinci Çeçen savaşının sonunda imzalanan anlaşma ile yine bağımsızlığa yakın haklar elde etmişlerdi. Çeçen halkının önemli bir kısmı aslında Rusya'dan ayrılmak istemiyordu. Ancak ulusal savaşçı kılığındaki haydutlar güruhu İslamcı teröristlerle birleşerek Çeçen halkını terörize ettiler. Komşu Dağıstan'a yayılmak istediler ancak Dağıstan halkından ummadıkları bir direniş gördüler. Etnik olarak Rusya'nın en girift, en karmaşık yerlerinden biri olan Dağıstan aynı zamanda RFKP'nin güçlü olduğu yerlerden biri.

Letonya'da AB'den hoşnutsuzluk artıyor

Önceki yazılarımda küçük Baltık devletlerindeki halkın şimdiye kadar anti-Rus propaganda ve AB hayalleriyle aldatıldığını ancak artık bu propagandanın karın doyurmayacağını yazmıştım. Gerçekten de Baltık halklarının AB'den hoşnutsuzluğunun artmaya başladığının bazı işaretleri gelmeye başladı. Geçen hafta TV5 kanalında 1875 kişinin katıldığı bir ankette katılımcıların % 88'i AB yerine Rusya ile birleşmiş olsaydık şimdi daha iyi yaşardık dediler. AB'ye girmekle doğru yaptığımızdan eminim diyenlerin oranı ise % 9'da kalmış.

tarihci.candan@mail.ru

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/13073.html


18 Nisan 2009 Cumartesi

Bilim ve sınıf etkisi - Murat Naroğlu

Bilime ve bilimsel yaşama sınıf etkisi


Aşağıdaki yazı, Elektrik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Öğrenci Komisyonu e-posta grubuna göndermiş olduğum bir habere verilen cevap üzerine yazılmıştır. “Tarihte mucitleri yanlış bilinen 10 icat” haberini yorumlarken konu doğal olarak bilim ve sınıf ilişkisine geldi. Mevcut sistem kapitalizmi ve genel olarak toplum, doğa ve insan düşüncesini yeterince tanımayan arkadaşların iyimserliğinden hareketle, kimi konulara değinmenin zorunlu olduğunu düşünerek bu yazıyı kaleme aldım.


Tartışmaların kaynağı olan kişi Isaac Newton'dur. Bilindiği gibi Newton başta Gottfried Leibniz ve Robet Hooke olmak üzere pek çok kişiyle sürtüşme içerisinde olmuş, bu süreçte, iktidar yanlısı olmasının avantajlarını kullanmıştır. Bu ve benzeri durumlarda birincil sorun, pek çok bilim insanı, olay, olgu ve kurumun bizlere aktarılan şekilleriyle kalıp, üzerinde durulmuyor oluşudur. Aktarımlar, tarafsız bir şekilde olmadığı içindir ki çok bariz tahribatlar yapılır. Çünkü egemen sınıf, (köle sahipleri - büyük toprak sahipleri - sermaye sahipleri) egemenliğini şeffaflık ve açıklık üzerinden yönetemediğinden propagandaya ihtiyaç duyar. Bunun sistematik hali ideolojik hakimiyettir. İdeoloji ise, Engels'in deyimiyle "yanlış bilinç"tir. Ve bu hareket her alanda yürütülür, bilim de bu çemberin içindedir. Dolayısıyla kimi bilim insanları yok sayılır, tarih kitaplarından ya silinmeye çalışılır, ya çok az yer verilir ya da çarpıtılarak aktarılır (kanımca en etkili yöntem budur). Sırf John Desmond Bernal ve Frédéric Joliot-Curie örnekleri yeteri kadar açıklayıcıdır.


Bütün bunlara dayanarak "bilinçli tercih" yapanlar (bunun dışında kalanları kastetmiyorum) ya egemenlerin ya da ezilenlerin yanında yer alırlar (tarihi şematize etmekten ziyade genel bir soyutlama yapıyorum) Newton'u yoksayıp bir kenara atmıyorum; ama bu kadar da iyimser olmayalım. Kendisinin merdivenleri nasıl çıktığı ibretliktir, efendilere boyun eğip güç kazanmak ve sonrasında da bir basamak altında kalanlara efendilik taslamak. Bunun dışında bilimi idealist bir bakış açısıyla ele alıp bir yaratıcının varlığını kanıtlama çabasında olması ise yine egemen sınıfın yanında yer almasını sağlamıştır. Leibniz örneğinden öte ilk ciddi sorun budur, yazdığım her cümle tarihsel örneklere dayanıyor. Üstelik tek örnek Leibniz atışması değildir, bunun gibi pek çok örnek var. Bu konuda Hans Grassmann'ın Fizik ve Ötesi isimli eseri zengin malzeme içeriğine sahiptir. Bundan da öte, basit bir Google sorgusu da işimizi görecek derecede bilgiye sahiptir.


Dünya üzerinde günümüze kadar süregelen işleyiş yasalarını az çok bilen arkadaşlar, kimi devirlerde kimi kurumlara üye olmanın, bazı çevrelerle girilen ilişkilerin kişileri ne kadar popülarize ettiğinin, görülmemiş ödüller almayı sağladığının, adlarına törenlerin düzenlediğinin farkındadırlar. Geçmişten bugüne ekonomide, sanatta, bilimde, siyasette en etkili kurumlardan birisi localardır. Bugün de öyledir. Ve bu localarla yakın ilişkiler içerisinde olan Francis Bacon, her ne kadar sosyalist olduğunu söylese de Einstein, vb. pek çok “birader” elbette ki egemen sınıfın yazdığı tarihte farklı şekillerde anılacaklardır. Felsefi, politik, ekonomik etkileri bir kenara atmadan söylüyorum, Einstein, Newton, Bacon'a sınırsızca kapıları açan burjuvazinin Darwin'e, Matematiksel El Yazmaları ve diferansiyel üzerine yazdıkları yok sayılan Karl Marks'a saldırması biraz da bu masonluğa has biraderlik ilişkilerindendir. Tarih ve mücadele sandığımız kadar iyimser değildir.


Başka bir konuya değinelim... “Emek gaspı” meselesi... Arkadaşımız, anladığım kadarıyla, Newton'un 1700'lerde ölmüş olmasından bahsederken sanırım bir taraftan da emek gaspını kapitalizmle ilişkilendirip, Newton yaşadığı sıralarda kapitalizmin yerleşmemiş olduğundan, dolayısıyla bir emek gaspı olamayacağından bahsediyor. Ben yanlış anlamış olsam bile (böyleyse eğer özür dilerim) bu vesileyle emek gaspına dair bir şeyler yazalım. Kapitalizm, ilkel sermaye birikimi sürecinden bu yana serpilip gelişen bir sosyoekonomik formasyon olarak 500 yıllık bir tarihe sahiptir. Emek gaspını kapitalizme has bir şey olarak göreceksek, Newton yaşarken de kapitalizm vardı. Ama farklı bir noktadan bakıp modern kapitalizm kastediliyorsa, Avrupa'daki burjuva devrimleriyle beraber sermayenin iktidarını sağlamlaştırması ise 150 yıllıktır diyebiliriz. Ama emek gaspı köleci toplumdan beri olan bir şeydir, büyük toprak sahibi de toprak rantıyla geçinir, o da bir emek gaspıdır. Kapitalizmin özgünlüğü ise emek gaspını çıplak gerçeğe indirgemiş ama öte taraftan da onu sis perdesine almış olmasındadır. Bütün bunların bilimsel açıklamasının kilit noktası ise artı-değer teorisidir, bu da Karl Marks'a aittir.


Bir eserin kime ait olup olmadığını da vurgulamak durumundayız, referansımız ise bilim tarihidir. Bu noktayı bilgi birikimimiz içerisinde yorumlayıp sunuyoruz, bir bahane olarak kullanmayıp bilime has şüphecilikle olaylara yaklaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Microsoft, bir başka şirketin anti-virüs algoritmasını çaldığı için yüz milyonlarca dolar para cezasına çarptırıldı. Kapitalist modeli iyi bilen arkadaşlar için bu bir sürpriz değildi ve bu haberi, sistemi teşhir etmek için kullanabiliriz. Böyle bir yorumda bulunabilmek için sistemi azıcık olsun tanımak yeterlidir; ama başlarken de belirttim; araştırıp öğrenmek, anlamaya çalışmak ve aşmak görevlerimizi unutmadan yapıyoruz bu işi.


Arkadaşımızın iki cümlesi ile devam edelim: “Kastettiğim şey, ideolojik ya da politik açılara takılmak yerine olayları incelemenin daha önemli olduğu.” ve “biz integral ve türevi bilelim, sonra leibniz ve newtonun uğraştığını bilelim, ondan sonra onları öğrenelim, sonra da tartışmalarına bakarız.” Kendisinin niyetini anlıyorum; ama kimi fikirlerin yanlış anlaşılmasını istemediğim için bu iki cümle üzerinde durmak gerekiyor.


Hedefimiz araştırmak, incelemek, bilgi sahibi olmak ve bütün bunların üzerine anlamak ve aşmaktır. Sürü değil bilinçli birey olma yolunu benimsediğimiz için de, pek çok alanda olduğu gibi doğa bilimlerine ilişkin konularda da bilgi sahibi olmalıyız, türevi, integrali, elektromanyetiği, uzay biliminin temel parametrelerini, vb. kavrama yolunda çaba harcamalıyız. Peki burada bahsi geçen olaylar üzerine yorum yapmak için mutlaka bunları yalayıp yutmamız mı gerekecek? Tabii ki hayır... Newton'un Robert Hooke ile süregiden polemiği, bir uzay bilimcisiyle çekişmesi, Leibniz konusu üzerine yürüyen tartışmalardan daha öte bir şey vardır. Bunun adı da sınıf mücadelesidir ve bu gözlüğü yitirmişseniz, ona sahip değilseniz, onu gözardı ediyorsanız, kör kuyularda dolanmaya mecbur kalırsınız. Sonra da sürekli olarak kör kuyularda oluşunuzu rastlantıya bağlarsınız, oysa bu konularda rastlantı, sadece ahmaklara özgüdür. İktidarla iyi geçinirseniz, gücün nimetlerinden faydalanırsınız. (Proletarya/proletekya iktidarı bu süreci yok edip güç ilişkileriyle birlikte bir bütün olarak emek ve hak gaspını yok etme amacı taşır.) SSCB Hitler'i durdurmasaydı belki de bugün kendisi nefretle anılmayacak, en yakın yardımcıları askeri deha olarak tarih sayfalarındaki yerlerini alacaktı. Hatta bir sürü Nazi, bilim insanı olarak lanse edilecekti.


İlk cümleye dönersek; bir olayı, olguyu incelemek demek gerçekler üzerinden hareket etmektir, doğru. Üstelik doğa bilimleri bu konuda daha nesnel gerçekler sunar; lakin gerçekçilik (realizm) var olanı algılamaktan daha öteye gidemez. Bir noktada metafiziktir o, 'şey'lerin oluşumunu açıklayamaz. Nesneler sadece göründükleri ile kavranamazlar, onlar aynı zamanda bir sis perdesinin arkasındadırlar. Yani gerçekçilik aslında görüneni ele alır. Bunun içindir ki Marks şöyle der: “Görünen, gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı” Bu sis perdesini kaldırmak için de çoğunlukla sınıf mücadelesi gözlüğüne ihtiyaç duyulur.


Benim iki derdim var; sınıfsal bakışı kaybetmeyelim, “türev integrali öğrenelim, sonra bakarız” diyecek kadar iyimser olmayalım...


17 Nisan 2009 - Bornova

murat.naroglu@gmail.com

15 Nisan 2009 Çarşamba

Kent, kır ve Mao üzerine - Halid Özkul

Kent, kır ve Mao üzerine


Aslında bu (Mao/Maoculuğun “sert” eleştirisi) “kentli” çoğunluğun dediği gibi kafaya takılacak bir mesele değil. Bilimsel Sosyalist terminolojiyi iyi kavrayamadığımızdan dolayı ne diyalektik (nerede kalmış aşarak polyalektiğe ulaşmak) düşünebiliyoruz ne de sosyoloji bilgimizi kendim/birey/den başlayarak kullanabiliyoruz. Zaten baştan çoğunluk “Marx’ın Sosyolojisi”ni okumadığı ve kavrama gayreti göstermediği için “sosyoloji” deyince hemen akıllarına “burjuvazi” ve “ideolojisi” geliyor- cahillik saplantısı popülist “damgalama” zaten apartta bekliyor. Daha önce yazmıştım “Gerçek Sanat” dergisinde şair ve deneme yazarı Güngör Gençay ustamız da yayımlamıştı. “Köylü” olmak ayıp değildir ama “köylülük” bakış tarzını sürdürmek ayıptır. Hele bu devrimciler için söz konusu ise hiç kabullenilebilecek bir davranış biçimi değildir.


En basit olarak şuradan başlayalım:

Niçin TKP-TİP-[THKP/C(THKO)-Doktorcular-TSİP-”Kırmızı Aydınlık” ve onların günümüze kadar izdüşümleri] çizgisi şu ya da bu şekilde aynı paralel üstünde dururlar?

Niçin diğer örgütlerde (adlarını yazmayacağım günümüze kadar hemen hemen tümü) karşıt paralel üstünde dururlar ve hepsinin de kökünde “Beyaz Aydınlık” vardır? Yani Doğu Perinçek ve temsil ettiği “oryental” ideoloji…

Soruyu öncelikle hep o meşhur “cin olmadan adam çarpma” becerisinin keskin “ideolojik” açınımları üzerine oturtmak istediğimiz için yanlışın ilk adımı farkında olunmadan buradan başlıyor-ardından hatalar ve galatlar silsilesi geliyor… Yani devrimciler, “sol” yani volontarist(iradeci) saplantıdan dolayı olguyu hep “üst yapı” ufkundan bakarak cevaplamak istiyorlar. Çünkü “özeleştiri” ancak başkasını hedef alan “eleştiri” bazında var. Çünkü “kent”te yukarıda saydığım ve aşağıda sayacağım nedenlerden dolayı “bireysellik” vurgu iken, “kır”da “sürü” vurgusu da bu nedenselliklerden kaynaklanır. O zaman “öz-yani bireysel- eleştiri”nin adından başka bir şey yok ortada… Yani hem “biz-merkez”i savunuyor hem de “öz eleştiriden” bahsediyorsanız, siz Marx-Engels’i hiç kavrayamamış utanmaz bir soytarısınızdır!


Buradan zorunlu olarak büyük ustalara (Marx-Engels) dönersek onlarda böyle bir yaklaşım yoktur. Aksine bu yaklaşım tarzını amansız bir biçimde eleştirmişler hatta mahkûm etmişlerdir. Bilimsel Sosyalizm ise, işe kökten yani ekonomi-politik ile başlar. Yani deterministtir (gerekirci). Bunun için ilkeseldir, ortodoxtur. Bundan dolayıdır ki “sol”cular, devrimci ortodoxluğa saldırırlar.


Peki, ekonomi politik olarak sosyolojik ufuktan bakarsak konunun “basit” temeli nedir? Birinciler “kent” kökenlidir, ikinciler “kır” kökenlidir. “Kent” kökenlilerin toplumsal artı-değer gaspeden burjuva ve emek gücü olarak bireysel artı-değer yaratan proleter(ya) ve müttefiki ara katmanlar (öncelikle zanaatkârlar) mücadelesi determinist temelden doğarak gelişir. (İster “vahşi”, isterse “tekelci” kapitalizm olsun). Bu temelde işçi sınıfının nihai amaçlarına varmak için “kentsel” (ekonomi-politik) nesnel gerçeklikten doğan “SİYASAL KÜLTÜR” disiplini içinde örgütlenmesi determinist kaynağa dayanan ‘devrimci’ bir zorunluluktur. Bunun için devrimci birlik- demokratik birlikteliği zorunlu kılar.


Oysaki burjuvazi ve proletaryaya değil, ekonomi-politik öncüllük olarak toprak ranta dayanan büyük toprak sahipleri ile burjuvazinin öncül bir katmanı olan çoğunluğu artı-emek üreten “kır” küçük burjuvazisi ve azınlık olarak yarı-proleter unsurlara (emekçilere) dayanan mücadelede yoksul sınıfların dayanağı “iradi”(volontairist) “ideoloji”nin bakış ufkudur. Geleneksel kanıt “din”dir. Bu bakış emperyalizm çağında sömürge ve yarı-sömürgelerde geri bıraktırılmışlık içinde, kendine milli (bağımsızlık) için çıkış yolları ararken, “kır”ın ekonomi politiğinin yani nesnel gerçekliğinin hâkim olduğu bu ülkelerin küçük burjuva ilerici aydınları tarafından benimsenen “iradi” “ideoloji” içinde kendilerine göre yorumladıkları “toplumculuk” olabilmiştir. Ne ki, bu sürecin “kent” egemen “örgütün örgütsel önderliği”nden çok “kır” egemen “örgütün lider önderlik”lere bağlı olması bu ülkelerin ilerici veya solcu kadrolarının “iradi” bir seçkisi olmuştur, tıpkı “izafi” devrimci bakış açıları gibi… Bu bakış açılarının “yurtseverlik” ile “milliyetçilik” arasında bir git-gele tekabül etmesi ve sonunda hegemon emperyalist ülkeyle yeniden “varolan” nesnel koşullarda işbirliği yapmaları “irade”nin “determinizm” önünde izafiliğinin ve yenilgisinin kaçınılmaz ve en somut örneğidir…


Şimdi buradan daha somuta inelim; Proudhon, Kropotkin ve Bakunin arasından fark var mıdır? Evet vardır. Birincisi “vahşi” kapitalizmin tekelci kapitalizme evrimleşmeye başladığı, feodalitenin altyapıda 100 yıl önce tasfiye edilmeye başladığı bir “kent”ler ülkesinde, Fransa’da; diğerleri feodalitenin egemenliğini sürdürdüğü bir “kır”lar ülkesi, Çarlık Rusyasında yaşadıklarıdır. Her üçü de anarşizm ideolojik bakış açısının temsilcileri sayılmakla beraber, en ayırd edici özelliği olarak Proudhon’un çözümlemesinde öncelliği “determinist” süreçte aramasıdır, ama yanlış sınıfa dayanır. Çünkü o da “iradi” solculuğa teslim olur sonunda yüzünü “kır”a döner. Bunun için Marx kendisini “Felsefenin Sefaleti” kitabından ağır bir biçimde eleştirdiği halde, I. Enternasyonal’in kurucu üyesi olarak onu davet ederek bu determinist öncelikli “kent” solcusuna devrimci etik davranışta bulunmuştur. Onun bu daveti reddetmesi onun kendi “iradi” solculuğunun açmazından kaynaklanmaktadır. Oysaki Marx ve Engels proletaryanın enternasyonalist devrimci mücadelesine “kır” kökenli (ki her ikisi de “kır”ın artı-emek gasbını temsil eden aristokrasi kökenlidirler) “iradi” radikal solculuğu sokmaya çalışan Bakunin (Kropotkin) şebekesini I. Enternasyonal’den kovdurtmak için büyük çaba sarfetmişlerdir. Sonunda kovdurtmuşlardır da…


Evet, buradan asıl konumuza gelelim Mao Zedung’a! Ne hikmet ise bir büyük toprak ağasının oğlu olan Mao’nun siyasal mücadeleye hızlı bir Kropotkin- Bakuninci olarak başladığına dikkat edilmez. Birileri bu kaynağı “bellek”ten sansür etmiştir. Önceleri muhalifi olduğu Çin Komünist Partisi’ne sonradan katılmıştır. Bütün dünyası Çin “kır”ıdır. Hiçbir yabancı ülkeye gitmemiş, bir öğretmen olmasına karşın hiçbir yabancı lisana muhatap olmamıştır. Böylece Marx-Engels’te bir “okyanus” olan “siyasal kültür” ufku güdük kalmıştır. Yazılarında Kapital’lerden hiçbir referans olmaması “kır” iradeciliğinin “determinist” olguyu küçümsemesinin izdüşümüdür. Tipik bir “anti-ekonomist” vakkasıdır. Felsefi yönelimi daha çok kaba da olsa materyalist öğeler taşıyan Taoist diyalektikten daha çok anti-materyalist Konfüçyüscü idealist-diyalektiğin izlerini taşır. En sevdiği eserin Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitapçığı olmasına karşın. İlginçtir onu Manifesto’dan daha çok benimsemiştir. Belki de yazarının Rum-Ortodox ilahiyatı rahle-i tedrisatından geçmiş olmasının etkisindendir. (Bu da ayrı bir konudur!) Özellikle dünyada devrimci saflara Batılı gençlik aracılığıyla “iradi solcu”luğun 1960’lı yılların ortalarında empoze edilmesinde büyük etkisi olan “Teori ve Pratik” kitabı olmuştur. Hâlbuki Marx (ve Engels) “Teori ve Praxis”ten bahseder. Pratik ve Praxis ‘bir ve aynı’ olguların kavramları değillerdir. Hegelci felsefenin Tez+AntiTez=Sentez diyalektiğinin eylemselliğinin iz düşümü olan Faaliyet(action) + Faydacı eylem(pragmatik) = Gerekir Eylem(pratik) düzenselliğini yani yorumunu AŞAN Marx-Engels’in 8.tezi PRAXİS (Bilinçli Eylem)in dünyayı değiştirmeyi yani 11.tezi vurgulayan devrimciliğin niteliğinin içeriğini hiçbir zaman çözümleyememiştir. (Bu konuda çok genç arkadaşımız Murat Naroğlu’nun başarılı bir siyasal yazın denemesi “devrimcidinamik.blogspot.com”da yayımlanmaktadır.) Ama “Sezar'ı öldür ama hakkını ver” derler; bu onun kabahati değildir. Çünkü tarihi birey yapmaz. Birey(ler)in bütünü olan toplumun sınıflararası mücadelesinin örgütlü olan dinamizmi yapar. Zaman ve mekân içinde biçimlenen nesnel gerçekliklerin toplumsal tezahürlerinde kişiler bu dinamikçe tarihsel rolle görevlendirilirler. Bu devrimci dinamiğin eleştirel momentumudur. Kavrama meselesi ile çokgeçişlidir. Bunun başarısı o bireyin madde ile neden-niçin-nasıl izdüşümünde kendi olarak kavrama ve aşma formasyonuna bağlıdır. İşte bu tastamam devrimci praxis meselesidir. Burada mimetik toplamların bütünü olan SİYASAL KÜLTÜR devreye girmek zorundadır. Burada yüce-kendinde praxisi keşfedememiş birinden, toplumsal itilim için önder fikirler beklemek abesle iştigalden başka bir şey değildir. Prakmatik ve ardından pratik yol dine ya da dinsel algılamalı metinlere sarılmaktır. İdeoloji-kült olarak kendini böyle ifşa eder. “Kent”li Kapitalizmin Tevrat-İncil’i. “Kent” proletaryasının Manifestosu varsa, Çin “kır”ının da “ulu” Başkan Mao’sunun küçük “Kızıl Kitap”ı vardır. Amen! Bu da tarihselliktir. En özet olarak “Teori ve Praxis”, kuram ve bilinçli eylem demektir, ama en başında zorunlu ‘devrimci’ lafzı olan…


Ayrıca ne bilimde, ne de toplumda baş çelişki-kış çelişki diye kategorik çelişkiler kümesi yoktur. XXI. Yüzyılın bilimsel açınımı bunu fizik alanında ispat etmiştir. Ne “su şu derecede kaynar buhar olur, yok bu derecede don olur” replikleri tıpkı Newton’un diferansiyel hesabı gibi miadını bilimsel olarak doldurmuştur. Fizikte yeni bir alan yeni bir çağ açmıştır. Bu da mezoskopik-fiziktir. Basitce bu şudur: Olguyu belirleyen ne mikro alan nede makro alandır, her ikisini de belirleyen mezoskopik (ortasal) geçişmedir. Bu çığır açma, nano teknolojileri ve bilim dalını üretmiş-yaratmıştır. Böylece artık bilim alanları mono ya da dia oluşumlardan, kümesel-çoklu bilim alanlarına taşınmıştır. Gerçekten de sınıflar mücadelesinde gözden kaçırılan da budur. Ama bunun ipuçları Marx’ın Kapital’lerinde Engels’in eserlerinde verilmiştir. Hatta “Manifesto”da, eğer 161 yıldır bunun şifresini çözememişsek; bu devrimci biliminsanları Marx-Engels’in değil tastamam bizlerin IQ sorunudur…


Ama Mao’nun bir “iradi solcu” olarak Çin’de gerçekleştirmiş olduğu ilerici hamleleri de küçümsememek lazımdır. Bir Çinli yurtsever ve sosyal-milliyetçi olarak gerek Çin gerekse de dünya tarihinde yerini almış bir liderdir. Özellikle Çin köylüsü tarafından “kutsanmış” bir popülist lider olmuştur. Günümüz Çin “kır”ında tanrısallaştırılmış olması bunun kanıtıdır. Ama o kadar; olaylara ve olgulara abartmadan biz-merkezci “kır” kişi tapıncılığına saplanmadan berrak-bakmak devrimci zorunluluktur. “Kültür Devrimi” trajedisi sırasında Parti içindeki ortodox komünistlerin “radikal-iradi-solcular” tarafından nasıl imha edildikleri adeta unutulmuştur. SSCB, sosyal-emperyalist ilân edilmiş dünya üzerinde CIA’yla beraber kolkola “Moskovacı” avına çıkılmış. Vietnam’a saldırılmış. Öyle ki veciz sözleri ABD kontr-gerilla sahra talimnamelerinde bile olmazsa olmazlar arasına girmeyi başarmıştır. Bir araştırmacı yazar olarak tercüme etmek zorunda olduğum Amerikan kontr gerilla belgelerinde sık sık Mao’ya methiye düzen pasajlarla karşılaşmak herhalde beni ‘gazlamak’ için koyulmamıştır. Suç bunu fark etmeyenlerin, konuyu derinlemesine araştırmayanlarındır. Son ortaya çıkan ve ÇKP tarafından yalanlanmayan belgelere göre, kadınlara karşı ataerkil seksopat tavırlarının da bu ideolojik sapmadan kaynaklandığından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.


Kautsky de Marx’ın arkadaşıydı ama Lenin onun “ultra emperyalizm” teorisini eleştirmek için “Dönek Kautsky ve Proletarya İhtilâli” kitabını yazdı ve ardından en mükemmel eseri “Devlet ve İhtilâl” devrimci praxis sorununu bütün haşmetiyle ortaya koydu. Ben de diyorum ki: “Dönek Mao ve Proletarya İhtilâli” eleştirel eseri yazılmadan “Devlet ve Devrim”in II. Cildini YAZAMAYIZ! Bu da benim iddiam çünkü bütün “Kır-Kent” ve “Kol-Kafa” meselesini çözmenin kilidi burada yatıyor…


Ne ki olaya “pragmatik” ve “pratik” olarak yaklaşan “cüce” Deng, Mao’dan daha deterministtir ve devrimcidir- burjuva anlamında. Ayrıca ÇKP herhalde pekçok aklı başında bilimsel komünisti barındırmaktadır. Ama bunların Kapital’leri çok iyi okuyup kavradığından da şüphem vardır. (Çünkü koskoca SSCBKP ve diğer KP’lerde “okumuş-kavramış” bir tek adamın ortaya çıkmamış olması da ayrı bir ciddi sorgulama gerektirmektedir. Ayrıca bunu bizzat giderek sorgulamış biriyim). Diğer taraftan 1,5 milyarlık bir ülkeyi yönlendirmek hiç de kolay değildir. Cek-caklara gelirsek; Deng’in tavrını Mao sergileyebilseydi, “devlet tekelci kapitalizmi” tartışması yıllar önce başlayacağından, daha olumlu sonuçlara varılabilirdi. SSCB de yıkılmadığı gibi bilimsel sosyalizmin komünizme doğru yönelişi daha güçlü tartışılmış olurdu. İşçi sınıfının nesnel gerçek iktidarı gündeme on yıllar önce getirilirdi. Demokratik Merkeziyetçilik solcu değil, devrimci bir eleştiriden geçirilmiş olurdu. Ayrıca Mao’dan geriye “marxist” liderlerin de devrimci eleştiriye ihtiyacı vardır. Hakkı yenilmiş “marxist”lere iade-i itibar yapılmak zorundadır. Bu da bize kalmış enternasyonal bir tarihi misyondur…


Kent”le “kır”, “kol”la “kafa” arasındaki çelişkiler bir tasavvur içinde yerine oturtulmalıdır. Şimdi çok büyük “bir adım geri” atılmıştır, sorun bunun nasıl küçük de olsa “iki adım ileri”ye çevrileceğidir. Buna Türkiye’den başlayıp, bölgemize genişletmek hedefimiz olmalıdır…


Devrimci praxis dileğimin

Saygı ve selamlarıyla



Halid Özkul

15.04.09

Moldova'nın Trajedisi - Candan Badem

Moldova'nın Trajedisi

Moldova 1944'te kesin olarak SSCB'ye katılmadan önce sanayisi hiç olmayan, tarımı da kara saban düzeyinde olan geri kalmış bir ülkeydi. Aynı zamanda SSCB'yi oluşturan 15 birlik cumhuriyeti içinde en küçüğü idi. Sovyet iktidarı Moldova'da fabrikalar, altyapı, üniversiteler kurdu, Moldova sovhozları ve kolhozları kısa sürede bütün SSCB'de en varlıklı sovhoz ve kolhozlar arasına girdi. Sovyet hükümeti başkent Kişinev'in bayındırlığı için merkezi bütçeden pay ayırıyordu.

1991'deki bağımsızlıktan beri Moldova halkı büyük bir ekonomik çöküntü ve işsizlikle karşılaştı. Çalışabilir nüfusun neredeyse yarısı yurt dışına gitti. Sanayi çöktü, bir zamanlar zengin olan köyler hızla yoksullaştı. Nüfusun bir kısmı umudunu Romanya ile birleşmeye bir kısmı da Avrupa'ya bağladı. Bu arada Dinyester nehri ötesinde çoğunluğu oluşturan Slav azınlık bağımsızlığını ilan etti. 2001'den beri iktidarda komünist adını kullanan bir parti var ancak bu partinin komünistliği kendinden menkul. Ekonomide büyük ölçüde liberal, siyasette ise yine büyük ölçüde Batı yanlısı garip bir karışım. Dolayısıyla Moldova halkı liberaller ile bu sözde komünistler arasında kalmış durumda.

Seçimlerden sonraki olayları kimin çıkardığı konusunda farklı görüşler var ve henüz ortalık durulmuş değil. Esasen bu milliyetçileri Voronin'in kendisi de kullanmış olabilir. Şimdilik Romanya sınırı kapatılmış durumda ve Voronin duruma hakim görünüyor. Rus yorumcuların bir kısmı ise Romanya yanlısı milliyetçilerin moral kazandığını düşünüyor. Bazı kaynaklar ise mücadelenin Romanya, Ukrayna ve Rusya arasında geçtiğini ve bu üçünün Moldova'yı Romanya'ya, Dinyester cumhuriyetini Ukrayna'ya vermek ve Rusya'ya ise Ukrayna'nın NATO dışında kalması, Kırım'ın özerk statüsünü koruması ve Sivastopol'daki Rus filosunun 20 yıl daha yerinde kalması garantilerini vermek konusunda anlaştığını yazıyor. Ancak görünen o ki turuncu bir devrim olmadı.

Moldova'da çifte vatandaşlık tanınıyor ancak milletvekillerinin seçildikten sonra öteki vatandaşlıklarından vazgeçmeleri gerekiyor. Halihazırda yeni seçilen parlamentoda “komünist”lerin meclisteki sandalye sayısı hükümeti kurmak için yeterli ancak devlet başkanı seçmek için bir oya ihtiyaçları var. Fakat bu kez ittifak yapabilecekleri partiler % 6 barajını aşıp meclise giremedi. Siyasal durum henüz netleşmiş değil. Ancak Moldova halkının trajedisi önümüzdeki yıllarda da sürecek gibi görünüyor.

Çavuşesku'ya atılan iftiralar açığa çıktı

Romanya'da 25 Aralık 1989'da karısı Elena ile birlikte idam edilen eski devlet başkanı Nikolae Çavuşesku'nun yurt dışındaki hesaplarını araştıran parlamento komisyonu başkanı Sabin Kutaş, Romanya televizyonuna verdiği demeçte, Çavuşesku'nun yurt dışında gizli banka hesaplarının olmadığının ve yurt dışındaki devlet parasını kullanmadığının açığa çıktığını ifade etti. Oysa Çavuşesku'yu alelacele katleden liberal demokrat katiller sürüsünün ona karşı başlıca iddialarından biri bu idi. Bu liberal katiller güruhu Çavuşesku'nun yurt dışında 1 milyar dolarlık banka hesabı olduğu ve bu parayı kullanarak yurt dışına kaçmaya çalıştığı yalanını uydurmuşlardı.

Çavuşesku'yu yakından tanımış olan mimar Kamil Rogunski'ye göre Çavuşesku çok tutumlu hatta cimri biri idi. Devlet mülkiyeti ile karışmasın diye kendi özel eşyasının bile envanterini çıkartmıştı. Çavuşesku'nun damadı Mirça Opryan da Rogunski'nin sözlerini doğruluyor ve Çavuşesku'nun Bükreş'teki başkanlık konutundaki devlet mülkiyetinin kaybolmasın ve özel ellere geçmesin diye en ince ayrıntıya varana dek envantere geçirilmiş olduğunu söylüyor.

Nikolae Çavuşesku ve eşi Elena katledikten sonra devlet bankalarında ikisinin toplam 270 bin ley (o zamanki kurdan 22 bin 500 dolar) mevduatı olduğu ortaya çıkmıştı. Çavuşesku'nun İsviçre ve başka ülkelerdeki bankalarda olduğu iddia edilen hesaplarını araştırmak için karşı-devrimci iktidar Fransa ve Kanada'dan özel firmalar bile tutmuştu. Ancak o günden beri Çavuşesku çiftinin hiçbir yerde başka bir parası veya mülkiyeti ortaya çıkmadı. Evet gerçek şu ki koskoca devlet başkanı ve profesör eşinin bütün birikimi bugün Türkiye'deki ortalama bir emekli devlet memurunun birikiminden az idi. İşte böyle, halk düşmanı liberal hırsızların komünistlere attıkları bir iftira daha çürütüldü. Romanya halkı elbet bir gün Çavuşesku'ların katillerinden hesap soracak!

Candan Badem

tarihci.candan@gmail.com

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/12757.html



12 Nisan 2009 Pazar

Fransız Direnişi İçindeki Almanlar - N. Landsberg

FRANSIZ DİRENİŞİ İÇİNDEKİ ALMANLAR


Bugünlerde (Nisan 1985.ç.n.) Paris yakınlarında Champiny’de yeni bir hatırları-anma merkezi (centro commemorative) (kapısının) kanatlarını açtı: Direniş’in ulusal müzesi. Uzun zamandan beri bunu tasarladıklarından belgeleri, fotoğrafları ve tanıklıkları derlediler, DDR (Demokratik Alman Cumhuriyeti. ç.n.)de çeşitli materyallerle katıldıç 1940’la 1944 arasında Fransa’da yeraltı Direniş’i içinde faaliyet göstermişi halen yaşayan ve çalışan sayısız eski partizanlar da… Onların –ve onların ne kadarı da yaşamlarını yitirdi- yurtseverliğin ve enternasyonalistliğin eylemleri olduğu gibi bugüne kadar Fransız halkının hafızalarında yerettiler.


Pekçok Alman da silâhlı mücadele içindeki partizanların arasında olmuşlar –komünistler, sosyal-demokratlar, sendikacılar, Hıristiyanlar, Yahudiler, ilerici liberaller- ve diğer vazifeleri de Direniş’i daha büyük alana yaymak olmuştu. Zira iyi lisan ve Alman düşünüş tarzını bilmiş olmaları faşist emirlerinden nasıl bilgi edinecekleri selâhiyetini vermişti. Minnettarlıkla Fransızların sahte doküman (isteklerini) sonuçlandırmışlar. İşverme bürolarında, askeri evlerde, Reich bankalarında, askeri postanın bürolarında ve diğer kurumlarda önemli bilgileri derlemişler. Onları “sızma” tuzaklarından uyarmışlar, pek yakında olcak büyük fabrikaları işgal eylemleri üstüne, silâhlanma endüstrisi için Almanya’ya çalışanların sürülmesi tasarısı üstüne haberleri vermişler. Birliklerin birbirlerini desteklemesi ve onların yerdeğiştirmeleri üstüne haberleri de; önemli adresler ya da Alman askerlerinin moralleri hakkında raporlar Direniş’e çok yararlı olmuşlar. Bu haberleri telgraf ulakları arasında Paris’e ulaştırmışlardı –çoğu kez Büyük Britanya’ya ve seyrek olmayarak “Radio London”a ulaştırıldı…


Alman Direniş savaşçıları ve Avusturyalılar “diğer cepheler” üstünde de tesirli olmuşlar: Almanca lisanında askerler için illegal gazeteler “Batıdaki Asker” ya da “Akdenizdeki Asker”; daha sonra Batı için, “Özgür Almanya” ulusal komitesinin organı “Halk ve Vatan”ı basmışlardır.


Direniş’in bir önemli merkezi, 1942 ve 1944 arası, güney Fransa olmuş –içerdiği bölgeler Lione, Toulouse, Marsiglia, Nizza ve Cevenne’nin dağlık bölgesi. 1942 Kasımı işgalinin öncesi bile gözaltı kampından kaçan pekçok anti-faşist Alman bu yere toplanmışlardı.


1985 Mayısında onlar Lione’un kuzeyinde bir şehir olan Villeurbanne’de kutlama töreni yaptılar, bir hatırıları anma sergisi, bu bölgedeki anti-faşist Almanların Direniş’ine mahsus bir tarzda adlarına tahsis edildi. Fransa-DAC Derneği Direniş’in eski savaşçılarının katılacakları bir tartışma da düzenledi, örneğin Dr. Ernst Scholz, DAC- Fransa Dostluk Derneği’nin başkanı, bizim ülkemizin (eski DAC. ç.n.) Fransa’daki ilk büyükelçisiydi.


Villeurbanne’deki sergi için Dora Schaul da materyaller sağladı, 1913’te Berlin’de doğmuş ki o Renée Fabre adı altında 1942’den 1944’e kadar güney Fransa’da Direniş’in bir bölümüne ait oldu ve askeri posta da “ajan” gibi çalışacaktı, cani şöhret “Lionne Cellatı” Klaus Barbie’nin Gestapo binasında aynı tarzda. Dora Schaul, gazeteci ve tarih yazarı gibi, gazeteler ve çeşitli yayınlar için bu görülmemiş olaylar üzerine yazdı. Yazarın kitabı: “Direniş- Antifaşist Almanları Hatırlıyorsun” 1973’de Berlin’in Dietz Verlag’ından yayınlanmıştı. Pek yakında öncekilerden daha geniş bir üçüncü basımı oldu.


Geçen yılın Ağustosunda, Fransa’nın Kurtuluşundan 40 yıl sonra, Dora Schaul güney Fransa’da bir sefer daha dost konuk oldu. Cevenne’de Direniş’in iki eski savaşcısı yaşıyorlar ki şimdi partizan savaşımında antifaşist Almanların katılımı üzerine bir kitabın çalışması konumundalar. “Cevenne ve Camisards’daki Direniş’te Alman Savaşcıları” ismi verilmiş olacak ki Fransa’da 1985’de basımı gelecek. Cevenne’de savaş süresince pekçok Alman savaşmışlardı –özellikle İspanya’nın eski savaşçıları. Silâhları kullanmayı öğrenmişlerdi ve Almanya’da zorla çalışma sürgününe yollanmaktan sakınmak için dağlarına sığınan genç Fransızları savaşmak için eğiteceklerdi. Bugün de örneğin Lozére, Gard ve Ardèche bölümlerinin partizan birliklerinin şefi, itibarı büyük savaşcı Yarbay Otto Kühne Fransız halkı arasında sevilir.


Bir an için kitaba tekrar bakalım, Dora Schaul DAC’de ve Fransa’daki savaşımın yoldaşları arasında bir mutlu işbirliğinin öyle konuşmasını yaptı. Bizim savaşcılarımız da hatıralarının kitaplarını yazıyorlar orada, onlar ki bu olayları tekrar yaşama döndürerek tasvirlerini yapıyorlar, fakat ne zamanı ne de yerini dosdoğru olarak anlata geliyorlar. Oysa Fransızların arşivinde partizanların notları değişmeksizin kalmışlardır, şükür ki onlar yerlerini, zamanlarını, eylemlerini, silâhlarını, kazançlarını ve kurbanlarını kesin tarihleriyle belli etmişlerdir. Konuyu farklı materyaller tamamlayarak geldiler.


1982’de Lione’nun güneyinde, Vénissieux şehrinde, bir cadde Alman komünisti ve Direniş’teki savaşcı Norbert Kugler’in adını aldı. Bu elverişli durum “Carmagnole Liberté” taburunun kuruluşunun 40. yıldönümünde vukubuldu. Norbert Kugler kurucularından biri ve kumandanı olmuştu. İspanya savaşı süresince bile Uluslararası Tugaylar’ın sıralarında savaşmıştı. Daha sonra Lione’un neresinde bir partizan grubu biçimlendirilecekse, Fransızların yanında, pek çok Alman, Avusturyalı, İtalyan, İspanyol ve Polonyalı iş görüyorlardı. İşgalcilere karşı kesici eylemleri tesirlendirmişler; askeri trenleri raydan çıkartmışlar, lokomativleri tahrip etmişler, kimlik kartı tedarikleri için bürolara saldırmışlardı, hainleri tesirsiz hale getirmişler, tutuklanmış yoldaşları serbest bırakmışlardı…1944 Ağustosunda “Carmagnole Liberté” taburunun eylemleri Lione’un bir işçi kenar mahallesi Villeurbanne’ın ulusal ayaklanması ile sonuçlanacaktı. Savaşcılar belediyeyi işgal edecekler ve halkın yardımı ile barikat inşa edeceklerdi. 1979’da kent Norbert Kugler’in onursal vatandaşlık unvanını onayladı.


Bütün diğer örneklerin bir onuru oldu La Parade’ın tarihi, Lozère bölümü, dört antifaşist Alman ile ki 1944 Mayısı sonunda eleverildiklerinden dolayı öldürüleceklerdi. Bir anıt dikilmiş durumda, üzerinde onların adlarına heykelleri olan: Max frank, Fred Bucher, Anton Lindner, Karl Heintz. “Bir Hakeim” adında de Gaullist bir partizan birliğine ait olmuşlardı, bir Fransız eğitim subayı olan kumandan Barot rehberlik etmişti. Bu birliğin 70 savaşcısından 59u ölü bulunacaklardı -32si doğrudan çarpışma içinde, 27si Gestapo’da şeytanca işkence süresince…


Sayısız savaşcılar, sık sık adsız ki kanatların gerisinde gazeteler ile iş görmüşlerdi, pekçok Alman yaprakçıklar ve ajitasyonun diğer biçimlerini oluşturmuşlardı. Düsseldorf’lu bir madencinin oğlu, Hanns Kralik bunların arasında olmuştu, kendi kendisini yetiştirmiş, ressam ve grafiker. 1943’teki eyleminde –Dora Schaul gibi- Lione’un Direniş’indeki grubun içinde çalışacaktı. İspanya savaşı süresince Kralik, İspanyol Cumhuriyeti’nin Paris’teki basım bürosu için kartograf gibi önemli bir çalışma çevirmişti. Daha sonra üç yıl için toplama kampında gözaltına alındı, nihayet Cevenne ormanında. Oradan (toplama kampından. ç.n.) kaçabilecekti. Yaşanmış bir olayın anısı: “Benim vazifem olmuştu: güney Fransa’daki Alman askerleri için yaprakçıklar ve yapışkanlar, gazetelerin grafiklerini gerçekleştirme ve imal etmek. Kırıcıların benzerleri içinde, bunun gibi vazifeler bana yeni gelmemişti, lakin bütün hepsi içinde gerekli materyallerin sağlanması gerçekten bir problem olmuştu. Kullanılmışın “Bit Pazarı” bizim en büyük techiz edicimiz olmuştu. Konulardan daha olağan dışıları büyük sabır ve çok değişik düşünce ile bir dairesel-döndürme elini inşa etmemdi, biz herşeyi tanzim ediyorduk. “Yoldaşlar, dikkate şayan güçlükler arasında, kağıt, balmumu matrixleri ve renkler sağlamışlardı. Sonunda Kralik’in çatısından “Akdenizdeki Asker” gazetesi doğmuştu. Batı için “Özgür Almanya” ulusal komitesi organları “Bizim vatanımız” ve “Halk ve Vatan” ard arda geldi. Hanns Kralik baş ve oymaların taslağını çizmişti. O zaman, sonunda, Naziler güney Fransa’dan da hiddetle takip ettiler, fakat karısı ile kurtarılmış Paris’e gidebildi. Orada bulvar Montmartre’da artık gizli olmayan “Özgür Almanya” komitesi Batı için şube açtı. Daha sonra kendi ülkesindeki Direniş’te halkı geniş çalışmayla aydınlatmak için bir sergiyi çarçabuk örgütlendirdi. Kralik bu serginin gerçekleştirilmesine etkinlikle katılacak, nihayet Almanya’ya dönecekti, onun vatanına…


Küçük örnekler gösterecekler ki bir devrin içinde, orada nazi faşizmi Alman halkının şöhret ve erdem çamuru içine atılıyor, “bir diğer Almanya”da da öyle olmuştu. Antifaşistler barbar faşistlere karşı Direniş içinde cephe üzerinde deneneceklerdi ki hem de umutsuz ve zor koşullar içinde operasyonlara karşı başarı ile savaşmak mümkün oldu. Her ne kadar sık sık savaşım benzer seviyede siperlerle muhafaza edilmediyse de, yenenlerin adına –Sovyetler Birliği’nde, Fransa- da ya da diğer ülkelerde partizanlar, ajanlar ve ajitatörler gibi vatan için faaliyetlerle hala yaşamışlardır.


Bugün dünyada pekçok yeni problemlerimiz, yeni tehlikelerimiz, yeni sorgularımız oluyor” diye, dayandırdı, Dora Schaul. “Sen Direniş içindeki bizim savaşımızı, tarihin bir öğretim hediyesinden dolayı hala elde edebilirsin. Bizim eylemlerimizin çoğu kişisel riskleri gerektirmişlerdi. Daha heybetli tehlike nazi kampını serbest bırakmak, hernasılsa hiçbirşey yapmamak olmuştu. Bugün biz olabilire yapmalıyız ta ki savaş ve faşizm, ta ki benzeri ağır olaylar tekrarlanmasınlar asla bir daha.”


N.Landsberg


(Makaledeki alıntılar Dora Schaul’un gerçekleştirdiği “Direniş- Antifaşist Almanları Hatırlıyorsun” Berlin 1973, kitabından geçirilme.)


Kaynak: Rivista della RDT.4/85.s.33–34–35.

İtalyancadan tercüme eden: Halid Özkul (25.09.1985-Firenze)


5 Nisan 2009 Pazar

Anlamak, Aşmak ve Praksis - 1 - Murat Naroğlu

Anlamak, aşmak ve praksis - 1


Murat Naroğlu*


Somut etkisini dünya çapında göstermeye başlayan kriz/buhranın ardından, Karl Marks'ın kapitalizm üzerine tahlillerinin yeniden ele alındığı haberleri her yerde karşımıza çıkıyor. Kapital'in müzikali hazırlanıyor, tiyatrolara Marks giriyor, burjuva ekonomistleri ondan alıntılar yapıyor, Kapital satışları hızla artıyor, vs. Oysa bizler, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla beraber Marks ve Engels'in temellerini attığı dünya görüşünün ve komünizmin çöktüğüne dair anti-propagandaları dinlemeye alışmıştık. Yakın zamanda Hadi Uluengin gazetedeki köşesinde, Mustafa Akyol bir televizyon programında aynı cümleleri dinllendiriyordu; “Efendim Marksizm zaten çökmüştü...”, “Marksizm zaten baştan yanlıştı...”


Thatcher ve Reagan dönemiyle başlayan neoliberal uygulamalarla, 'görünmez el'in kontrol ettiği piyasaya saygıda kusur edilmemesi için gerekenler yapılıp, kapitalizmin nihai egemenliği ilan edilmişti. Ne hikmetse, krizle beraber devlete dönüş, piyasanın kimi zamanlarda düzenlemeye ihtiyaç duyduğu, devletin yer yer ekonomiye müdahale etmesi, yer yer kontrolü ele alması gerektiği gibi fikirler duymaya başladık. Tüketimi canlandırma isteği, hediye çekleri, borçlarda taksitlendirmeler, kamulaştırmalar, şirketlere aktarılan milyarlarca dolar, KDV ve ÖTV indirimleri, ekonomi paketleri, vs... ABD'de finans sektörüyle başlayan ve çevre ülkelere de yayılan, reel ekonomiyi (üretim ve istihdam) içine alan bir fırtınanın başlamasıyla beraber çeşitli teoriler ortaya atılmaya başlandı. Reel ekonominin çevre ülkelerde daha kısa sürede etkisini göstermeye başladığını gördük. Şirketlerin kimisi büyükleri tarafından yutuluyor. Bu daha ne kadar devam edecek? Yaşananların bir durgunluk (resesyon) mu yoksa 1929 benzeri, belki de onu aşacak bir yıkım (depresyon) mı getireceği her çevrede tartışılıyor... Marks'ın da belirttiği gibi “sorun, kârın değil zararın paylaşılması halini alır almaz” uluslararası tekeller arasındaki çatışmalar şiddetleniyor. Volkan Yaraşır bir panelde, mevcut ortamı açıklamak için şu alıntıyı aktarmıştı: “aşırı üretim dönemlerinde spekülasyon düzenli olarak oluşur. Spekülasyon aşırı üretim sorununda, geçici piyasa olanakları sağlayarak bir rahatlama yaratırsa da tam da bu nedenle krizin patlak verme sürecine katılır ve patlamanın şiddetini arttırır. Kriz, önce spekülasyon alanında başlar; ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel bir gözlemciye krizin nedeni, aşırı üretim değil, aşırı spekülasyon olarak görünür; halbuki bu, aşırı üretimin yalnızca bir semptomudur” (The Revolutions of 1848, New York Vintage, 1974, sf. 285)


Hazırlamayı düşündüğüm yazının, Marks okumalarının arttığı döneme denk gelmesi tesadüf oldu. Okumuş olduğum iki kitap üzerinden1 hareketle, bilimsel sosyalizm ve Kapital'e dair pek çok başlığa değineceğim. Hedefim, “devrimci ve eleştirel bir süreç” içerisinde yol almaktır, anlamak ve aşmaktır. Kimi yerlerde sadece alıntılar olacak, sizler için bir özet ve kaynak niteliği taşımasını da istediğim için yazıyı böyle düzenledim. Mevcut haliyle yazı boyutu büyüdüğü için, ideoloji bölümü ile bir nokta koymak durumunda kaldım. Önümüzdeki haftalarda devlet, toplum ve ekonomi incelemeleriyle devam edeceğiz.



Gerçeklik ve hakikat sorunu

Lefebvre kitabına, hakikat [vérité] ve gerçeklik [réalité] arasındaki diyalektik hareketi açıklayarak başlıyor ve ilk olarak dini ele alıyor. “Bir gerçeklik olarak din, hakikatini felsefede bulur.” (s. 7) Din, insanoğlunun ilk ve en temel yabancılaşması olarak tanımlanıyor; felsefe ise dinin köklü bir eleştirisini yapmak durumundadır, onun özünü ortaya koyacak olan felsefedir. Devam edersek, “gerçeklik olarak ele alındığında, felsefenin hakikati nerede bulunmaktadır? Siyasette.” (s. 8) “Siyasal-olanın hakikati (ve bunun sonucu olarak devletle-ilintili olanın da hakikati), toplumsal-olan'da bulunmaktadır.” (s. 8) Toplumsal ilişkiler ise üretici güçler, üretim ilişkileri maddi temeline dayanır ve bu görüşlerle beraber praksis (sosyal pratik) kavramına varmış oluyoruz. “Gerçekliğin ve hakikatin bu diyalektik teorisi, bir pratikten ayrılmaz. Teori ve pratik, bir ana kavram üzerinde temellenir. Hem teorik hem de pratik, hem gerçek hem düşünsel [fikrî]olduğu; tarihin ve eylemin içinde yer aldığı için, teori ile pratiği birbirine bağlayan bu kavram aşma'dır [dépassement]. Marksist aşma, son noktaya varmış [kapalı] Hegelci sentezin eleştirilmesini içinde taşımaktadır. Hegelci sentezde; diyalektik hareket, tarihsel zaman ve pratik eylem kendi kendini yalanlar hale gelmektedir.” (s. 9) (Zaman konusuna yazının ilerleyen kısımlarında tekrar değineceğiz.)


Dinin aşılması felsefeyle gerçekleşir. Marks'ın maddeciliği, felsefenin spekülatif, soyut yanını ortadan kaldırır. “Felsefenin aşılması, felsefi yabancılaşmanın sona ermesiyle birlikte felsefenin gerçekleşmesini de kapsıyor.” (s. 10) Siyasal olanın aşılması ise devletin sönümlenmesi, bürokratik mekanizmanın çökertilmesi ile olur. Bütün bu süreçte Marks'ın öznesi toplumsal insandır, ilişkiler ağındaki bireydir; nesne ise ürünler, eserler (teknikler, ideolojiler ve dar anlamda kültür-sanat eserleri), kurumlar ve duyumsal nesnedir. Özne insan, ürettiği ürünün, nesnenin esiri olur; bu, “insan (toplumsal ve bireysel insan) ile nesneler arasındaki ilişki, ötekilik [altérité] ve yabancılaşmadır; kendini-gerçekleştirme ve kaybediştir.” (s. 12) Hegel bunu farketse de aşma noktasında tek yanlı kalmıştır, bu yabancılaşmanın ortadan kalkmasını felsefi bilince bağlar; ama Marks, yabancılaşmanın aşılmasında teorinin yetersiz kalacağını öne sürerek pratikteki mücadelelere işaret etmiştir.


Teorik bir alan olarak felsefe, günlük hayat, siyaset gibi pratik etkinliklere “çarpar” (felsefi-olmayana). Burada bölünen felsefe, volontarizm (iradecilik) ve pozitivizm olarak ikiye ayrılır. Teoriden yana olan eğilim felsefeyi gerçekleştirmek istemektedir; ama bunu, onu ortadan kaldırmadan yapamaz. Felsefeyi eleştirip halkın ihtiyaçlarını, günlük hayatını ön plânda tutan pozitivizm ise, felsefeyi ortadan kaldırmak istemektedir; ama bunu, onu gerçekleştirmeden yapamaz. 1844 El Yazmaları'nda Marks, “felsefenin, 'fikirler' halinde ortaya konmuş dinden başka bir şey olmadığını”, “insani yabancılaşmanın bir başka formu ve bir başka varoluş biçiminden ibaret bulunduğunu” belirtir. Felsefi düşünce “yabancılaşmış dünyanın düşüncesinden [ruhundan] başka şey değildir” ve filozof, “yabancılaşmış insanın bizzat soyut formu”dur.


Praksis

Her ne kadar felsefe tarihinde kırılma noktalarından biri olarak Kant'ın görüşleri gösterilse de, asıl değişim Hegel ile başlamış; onun fikirleriyle diyalektik bir bağa sahip fikirleri olan Marks ile devam etmiştir. Hegel'e gelene kadar ön plânda olan kavram “mekân” olmuştur. Sonrasında ise sahneye “zaman” çıkmıştır. Hegel ile Marks arasında hem bir devamlılık ilişkisi hem de kopuş, aşma söz konusudur. tez + anti-tez = sentez görüşü, zamanı durdurmuştur, bir mutlaklaşma yaratmıştır; Hegel'in devlet üzerine düşünceleri, ona atfettiği önem ve onu, toplumun doruğu olarak görmesi buna örnektir. Bu bakımdan eylemi de yasaklayan, “bilinç ve bilgi taşıyıcısı” olarak orta sınıfı ve ona bağlı bürokrasiyi gören Hegelci fikirleri teorik olarak sonuna kadar eleştiren Marks, işçi sınıfı mücadelesi ile pratiğe geçer. Devleti ve kurumları kutsayan bir felsefi-siyasal sistemin üzerine gider. Zamana son durak olarak devleti gösteren Hegel, kendi başlattığı devrimi de durdurmuştur.


Felsefi sistemleştirmeleri de şiddetle eleştirip parçalayan Marks, zamanı, büyüme (nicel-sürekli) ve gelişme (nitel-süreksiz) olarak iki yanlı inceler. Sadece büyüme, canavarlaşmadır; bu süreç sıçramalarla devam eder, sanırım bu anlar gelişimdir. Büyüme önceden kestirilebilirse de gelişme için aynı şeyler söylenemez.


Zamanın nicel ve nitel yanları, sentez tartışmasını derinleştiren Marks-Engels eserlerinde iki kavrama daha rastlıyoruz: aşma ve praksis. Lefebvre'nin belirttiğine göre “Marks, aşma kavramını (bu kavram da Hegel'in felsefesinden çıkarılmıştır), sentez kavramının yerine çok erken yıllarda koymuştur. Sentez kavramı, Hegel sisteminin inşasında, tez ile anti-tezin doruğunu oluşturan; onları tamamlayan ve hareketsiz hale getiren şeydir.” (s. 27) İşte bu sebeple, araştırmacı-yazar Halid Özkul'un da yazılarında sıklıkla vurguladığı gibi, tez + anti-tez + sentez = aşma ifadesi, bu süreci ayakları üstüne oturtur.


Praksis kavramını anlayabilmek biraz daha zor bir süreç. Praksisin sosyal pratik anlamını taşıdığını daha önce belirtmiştik; şimdiyse felsefenin düşünce-varlık ilişkisi sorunu üzerinden tartışmayı derinleştirmeye çalışacağız. Kabaca ifade edecek olursak idealizm, bilincin varlığı; maddecilik ise varlığın bilinci öncelediğini iddia eder. Her iki kamp, saf haliyle eksikler içermektedir. İdealizm, insan zihnini doğadan ayrı ele alıp metafizik kılığa sokmuştur; kaba maddecilik ise cevheri, doğayı insandan ayrı ele almıştır. Devrimci praksis ile bu yorumlar aşılır, “böylece karşıt olma durumlarını ve bunun sonucu olarak varlıklarını kaybetmektedirler. Demek ki Marksizmin bütün öteki düşüncelerden ayrılan özel yanı, devrimci özelliği (ve bunun sonucu olarak sınıf özelliği), maddeci bir tavır almasından değil, pratik bir özellik taşımasından gelmektedir.” (s. 31) Özet olarak Marksizm, kaba maddeciliği de aşmıştır. Yine Lefebvre'den devam edip spekülasyona, soyut teorilere değinelim: “Hareket etmeyen mutlaklar yoktur; manevi öte-dünya da yoktur. Her çeşit mutlak'ın, insanın insanı sömürmesine maske ödevi gördüğü ergeç ortaya çıkar. Kendi başlarına ele alındıkları zaman, felsefi soyutlamaların hiçbir değeri yoktur, hiçbir kesin anlam taşımazlar onlar. Hakiki olan aynı zamanda somut olandır.” (s. 32)


Hegel diyalektiğine, maddeciliği gözden kaçırdığı eleştirisini de yönelten Marks, Feuerbach'ın materyalizmini de metafizik oluşundan dolayı eleştirir. Feuerbach, Hegelci felsefeyi reddedip duyusal nesneye önem verse de, nesne üzerinde etkisi olan gücü ihmal etmiştir. Marksizmin vurguladığı tarihsel maddecilik, insanın, işbölümünden önce, pratik faaliyette bulunduğu zamanki gücünü geri kazandırma amacı taşır. Feuerbach Üzerine Tezler, praksis kavramının da ortaya çıktığı eserlerden biri olduğu için ayrıca önemlidir. Bu tezlerin detaylı açıklamalarının mutlaka incelenmesi gerekiyor. Burada iki alıntı ve bir yorum yapmakla yetineceğiz. II. tezden: “İnsan düşüncesinin nesnel bir hakikate ulaşıp ulaşamayacağı sorusu, teorik bir soru değil, pratik bir sorudur.” Ancak buradaki pratik ölçüt, pratiğe verilen önem ve teorinin geri plâna itilmesi neticesinde pratikçi-pragmatist bir görüş de yaratmıştır. VIII. tezden: “Soyut tutarlılığın hiçbir değeri olmadığı gibi, toplumsal hayat ve pratik doğrulamadan yoksun kalmış teorik ispatlamanın da hiçbir değeri yoktur. İnsanoğlunun özü toplumsaldır; toplumun özü ise praksistir: edim, eylem, karşılıklı etki.”


Lefebvre, yukarıda değindiğimiz tezlerin incelenmesinden sonra, praksis kavramı üzerinden resmi Marksizme ve kimi Marksist teorisyenlere eleştiriler yöneltiyor. Ona göre, doğa bilimlerine insani bilimlerden daha fazla ağırlık veren, bilimsel teknik gelişmelere tam bir güven duyan resmi Marksizm, “böylece, ideolojileştirilmiş bir Marksizmin kanadı altında teknokratik bir praksisi örtmek ve haklı çıkarmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır.” (s. 36) Gramsci praksis felsefesiyle, Lukacs da sınıf bilinci teorisiyle, “felsefenin gerçekleşmesini göz önünde tutmadan, felsefenin sona erebileceğini düşünmüşlerdir.” (s. 37) Pozitivizme yönelik eleştirilerle benzerlik taşıdığını sizler de farketmişsinizdir.


Eserin ilk bölümünden başlayarak Lefebvre'nin ısrarla üzerinde durduğu konu, felsefenin gerçekleşmesi ve aşılması, praksis ve aşmadır. Özetleyecek olursak, “devrimci praksis, tasarımlar ile gerçeklik, kurumlar (üst-yapılar) ile üretici güçler (temel) ve formlar (meta, lisan, bürokrasi, M. N.) ile içerik arasında çakışmanın ortaya çıkmasını sağlar.” (s. 51) Bu esnada yeniden aşma kavramı ortaya çıkar. Taktik ve strateji, program, teori ve pratik, bir bütün olarak mevcut olanın aşılmasını sağlar.


Bilgiye bakış ve ideoloji

İdeoloji kavramı, kapsamlı olduğu kadar da karmaşık bir kavram. Öğrendiğimiz kadarıyla kavramın kökeni 18. yy sonu–19. yy başında Fransa'da etkili olan, ampirist-duyusal (“maddeciliğe eğilimli”) bir okula dayanıyor ve buna göre ideoloji, “ideler [fikirler], yani soyut kavramlar bilimi” demek. Marks-Engels bu tanımı köklü bir değişime uğratıyor, henüz tam olarak vakıf olamadığım bir anlam.


İdeoloji, “soyutlamalar, eksik ve bozucu tasarımlar ve fetişizmler gibi araçlar kullanarak , özel bir çıkarı (bir sınıfın çıkarını) genelleştiren bir teoridir. Böylece, her ideolojinin tamamen yanıltıcı olduğunu söylemek mümkün değildir.” (s. 63)2 Marx ve Engels'in ideoloji üzerine yazdıklarını detaylı bi biçimde ele alan Lefebvre, konuyla ilgili doyurucu açıklamalarda bulunuyor. (s. 66) İdeolojilerin gerçeklikle (praksis) kurdukları ilişki, onların niteliği konusunda önemli bilgiler verir. İdeolojilerin barındırdığı gerçeklik ve gerçekdışılık, “çağlara, koşullara, sınıf ilişkilerine göre değişir.” (s. 66) “Demek ki ideolojiler, bilimsel-olmayan soyutlamaları kapsarlar; oysa kavramlar [concepts] bilimsel soyutlamalardır. (mübadele değeri ya da meta gibi)” (s. 68) Fakat ideolojiler, bu tasarımlar dünyasında kalmayıp praksise geri dönerler. Bunu, “zorlamayla ve ikna ederek” yaparlar. Praksis ve bir form olan lisan (bilinç) arasında ilişki kurup din örneğinde olduğu gibi kendi kavramlarını ve sembollerini yaratırlar. Doğru, devrimci teori de kendi lisanını kurmak ve bunu “toplumsal bilince sokmak zorundadır.” Marx'ın “Teori, yığınların arasına girdiği andan başlayarak, maddi bir güç haline gelir.” sözünü bu bağlamda ele almak gerekir.


İktidarların sadece zor yoluyla ayakta kalamayacağını biliyoruz, bunun için sosyologların “fikir birliği” (consensus) dedikleri şey gereklidir, toplumun büyük çoğunluğuna bu fikirler kabul ettirilir. Ancak hiçbir zaman bir ideoloji mutlak, kalıcı olamaz; praksis hep geleceğe açılır. “Bir ideolojiden (ya da doğru bir teoriden) başka hiçbir şey, bir başka ideoloji ile mücadele edemez.” (s. 72)


İdeoloji bölümünü ve yazıyı, iddialı bir alıntıyla kapatalım: “Devrimci praksis ve bilgi olarak Marksizm ideolojileri tahrip eder. Marks'a göre, Marksizm bir ideoloji değildir; Marksizm, ideolojilerin sonunu belirtir ve bu sonun gelişini hızlandırır. Marksizm, bir felsefe de değildir; çünkü felsefeyi aşar ve gerçekleştirir. Marksizm bir ahlâk değildir; ama ahlâklar hakkında bir teoridir. Marksizm bir estetik değildir; ama eserler, bu eserlerin koşulları, ortaya çıkışları ve yokoluşları hakkında bir teoriyi kapsar. İdeolojilerin ve daha genel olarak eserlerin, kültürlerin ve uygarlıkların koşullarını “saf” düşüncenin gücüyle değil, eylemde (devrimci praksiste) açığa vurur.” (s. 81)3


(devam edecek)


22.03.09


*DEÜ Bilgisayar Mühendisliği öğrencisi


1 : Marx'ın Sosyolojisi – Henry Lefebvre ve Das Kapital-Karl Marx biyografi – Francis Wheen

2 : Geçerken, Engels'in ideoloji için “yanlış bilinç” dediğini de hatırlatalım. Peki “Marksizm-Leninizm ideolojisi” sözcük grubu nasıl oluştu ve ne anlam ifade ediyor? Bunu da tartışma konusu yapabiliriz.

3 : Halid Özkul, Marks'ın, Marksizm kullanımına da karşı çıktığını; Engels'in, ona tarihte hak ettiği yeri vermek amacıyla ölümünden sonra böyle bir tanımlama yaptığını; ancak daha sonraki eserlerinde bu kullanımın olmadığını vurgular. İdeoloji yerine “siyasal kültür” ve bütünlüklü bir dünya görüşünü betimlemesi açısından da Marksizm yerine “bilimsel komünizm”, “bilimsel sosyalizm” kullanımını önerir.