27 Mayıs 2009 Çarşamba

Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor? - Zeki Öztürk

Marksist Klasiklerin Üretiminde

Tecimsel İlişki mi? Devrimci Sorumluluk mu?
Bir ‘Komünist Manifesto Öyküsü de Öncü’den:


Uzun süreden beri hipertansiyon ve böbrek yetmezliğinden’ tedavi görüyorum. Bu rahatsızlığın başlangıcı 12 Mart 1971-12 Eylül 1980 yıllarından bu yana sürgit devam ediyordu. O denli zulmetin içinden ayakta kalabildiğimize de ‘şükrediyorduk!
Sistemin mantığı böyle işliyor / işletiliyordu. Sınırlı bilgilerimizle üzerimize düşen devrimci görevlerimizi yerine getirmeye çalışırken hâkim gerici sınıflara göre bizler ‘tehlikeli ve sakıncalı’ idik. Lafın kısası ‘harmana giren porsuk dirgene dayanacaktı.’ Öyle de oldu. İdeolojik-ruhsal sağlığımızı korumaya çalışmak bir yana, bedensel sağlığımızı da yeterince koruyup kollayamamıştık. Ankara İbni Sina hastanesinde Eylül 2008’den bu yana diyaliz ameliyatı ve “hastane mikrobu” denilen enfeksiyon sonunda zatürree yakamı bırakmadı.

Bugün 13 Kasım 2008 perşembe, kızım Deniz öğleden sonra ziyaretime geldi. Günlük gazetelerin yanı sıra ilaçlarımı da getirdi. Cumhuriyet gazetesinin Kitap eki ‘Komünist Manifesto 160. Yıl, yaklaşımlar, tartışmalar…’ süper başlıkla sunuluyordu. Acılarımı unutarak bu yazıları hemen okumaya başladım. Celal Üster (8. 19. sayfalarda) bir çevirmen, ülkemizde Komünist Manifesto çevirilerinden söz ediyor. Süleyman Ege de Bilim ve Sosyalizm Yayınları sahibi ve editörü olarak yayımladığı kitapla ilgili zorunlu bir açıklama yazıyor. Celal Üster-Nur Deriş, Can Yayınlarından çıkan Komünist Manifesto nedeniyle ve ayrıca 11 yayınevinin yayımladığı Komünist Manifesto çevirilerinden söz ediyor.

Sağ olsunlar. Fakat ne hikmetse Komünist Manifesto’yu yayımlayan, yargılanan ve bu yolda bir bedel ödeyen Öncü Kitabevi Yayınları’ndan hiç söz edilmiyor. Hâkim gerici sınıfların Öncü’ye uygulayageldiği baskı ve teröre taş çıkaran ölçekte küçükburjuva ‘sol’ ideologlar tarafından da Öncü aforoz edilmiştir. Öncü’nün Marksist Klasiklerin üretimi yolundaki mütevazi katkısını ‘suskunluk kumkuması’ yöntemleriyle es geçip anmayan ‘solcu’lardan başka türlü bir davranış beklenmeyeceğini 33 yıllık yayın faaliyetleri arasında görmüş ve yaşamıştım. Aslında Öncü’de yayımlanan Komünist Manifesto’nun başına gelenleri ilkeli, militan ve dürüst kadrolar asla unutmuş değildir. Ben de unutmadım. Devrimci ve Marksist yayın faaliyetlerine emeği geçen, bu uğurda bedel ödeyen insanlarımızın cüreti ve katkısına ebedî saygı duyuyorum. Tecimsel ilişkileri fazlaca idealize edip sömürü malzemesi yapanları da unutmuyorum. İlerici yayın faaliyetlerinde yapılan tahrifatları, ihanetleri, sahte komünistlere, sağ ve ‘sol’ teslimiyetçi oportünistlere, devrim simyacılarına ve bu türden ‘insan malzemesine’ karşı tavrımızı bilen bilir.

Sözümüz Komünist Manifesto’dan açılmışken bugüne değin içimde sakladığım bir konuyu hem belgelemek, sahte komünistleri açığa vurmak, hem de bu durumu, Devrimci ve Marksist Kadrolarla paylaşmak istedim.

Bilindiği gibi Öncü Kitabevi Yayınları 1962’de oluşturuldu. Öncü’nün sahip ve editörlüğünü ben üstlendim. Tarihî TKP’nin devrimci kadrolarının öneri, uyarı ve eleştirel katkılarını tüm süreçlerde daima yanımda hissettim. Dönemin Devrimci ve Marksist kadrolarından Mustafa Börklüce, Hüsamettin Özdoğu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Fuat Sabit, Abidin Nesimi, Orhan Kemal, Ağabeyim Avni Memedoğlu, Ağabeyim H. Hilmi Öztürk, Muzaffer Özkolçak, Av. Muvaffak Şeref, Selahattin Hilav, Şerif Hulusi, A. Kadir, Kerim Sadi, Prof. Üstün Korugan ve zaman zaman Rıfat Ilgaz, Asım Bezirci, Fethi Naci’nin yardımlarını gördüm; uzmanlık alanlarına giren konularda onlardan yararlandım. Yayın ve danışma kurulu katkılarını asla unutmadım. Bana maddî dayanışmasını ve moral desteğini sunan insanlarımızın katkısını da hiçbir zaman unutmadım.

Yayın politikamızda K. Marx Biyografi, Max Beer, SSCB’nin ve Çin’in Tarihi vb. kitapların Türkçeye kazandırılması vardı.


Komünist Manifesto ile Marx-Engels’in Politika ve Felsefe isimli eserlerinin Türkçeye çevirisi için Tektaş Ağaoğlu ile anlaşmıştık. Ayrıca Manifesto, Politika ve Felsefe kitabımızın içinde de yer alacaktı. T. Ağaoğlu ile Öncü arasında yapılan telif-tercüme sözleşmesi için de avans ücret verilmişti. Tercümeler tamamlanıp getirilene kadar da T. Ağaoğlu’ya fazlasıyla tercüme bedeli ödenmişti. Anılan kitapların dizgi-redaksiyon çalışmaları tamamlanmıştı; basım işleri de devam ediyordu.


Bir akşam üzeri A. Kadir yayınevine geldi. Oldukça telaşlıydı. Çantasından bir mektup çıkarıp bana verdi. “Bak Öncü, PTT’de yanlışlıkla benim kutuya atmışlar, seninle ilgili, al oku ve aramızda kalsın…” dedi. Aradan tam 42 yıl geçti. Şimdi açıklıyorum. MİT’e ihbar niteliğinde yazılmış bu mektup “GELGEF” imzalı. ABD emperyalizminin kullandığı eloğullarından, servis uşaklarından biri Öncü’nün yayımladığı kitaplardan, benim I. TİP içindeki (Fatih İlçe Başkanlığı yaptığım dönemden) çalışmalarımdan, yayın politikamızdan ve özellikle de Manifesto’nun basımından söz ediyordu. Bu türden ajan provokatörleri tanımam uzun sürmüyordu, kendilerini hemen ele veriyorlardı.


Aradan bir iki gün geçti, postacı iadeli taahhütlü, noterden tasdikli bir protestoyu elime sıkıştırmıştı. Protesto; Manifesto’nun tercümesiyle ilgiliydi ve Tektaş Ağaoğlu tarafından geliyordu. Merakla okudum. Protestoda mealen: “Çevirisini Öncü’ye verdiğim Komünist Manifesto’nun şu an sakıncalı bulduğumdan yayımlanmasını istemiyorum. Yayımladığınız takdirde doğacak sorumluluğu şimdiden ihtaren bildiriyorum. İşbu ihtarnamenin bir sureti İstanbul Emniyet Müdürlüğü I. Şube Basın Bürosu Başkanlığı’na, bir nüshası İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na, bir nüshası Öncü Kitabevi Yayınları sahibi ve sorumlusu Zeki Öztürk’e ve bir nüshası da noterliğimizde saklı kalmasına…” İmza: Tektaş Ağaoğlu.


Bu olayı Av. Muvaffak Şeref’e bir fotokopisiyle birlikte ilettim. T. Ağaoğlu’nun bu türden “vukuatına” karşı ne yapmalıydık? Gülüp geçmeli miydik? Yoksa bu durumu Sol “cenahımıza” lisanı münasiple duyurup açığa mı vurmalıydık? Bu türden eserlerin üretilmesinde rol ve sorumluluk alanlar bir yandan daha dikkatli olmalıydı, diğer yandan hesap sorulmalıydı.


Aynı günlerde postadan bir taahhütlü mektup ve paket daha geldi. Gönderen: Ankara’dan Cemal Süreya idi. O da dört ay önce Maksim Gorki’nin siyasî yazılarını içeren bir kitabın tercümesi için ve anlaşmamız gereği, benden tercüme-telif hakkı için bir miktar avans para almıştı. C. Süreya mektubunda bu tercümeyi özür dileyerek yapamayacağını, dava konusu olursa, açıkça korktuğunu ve bu nedenle kitabın orijinalini ve aldığı avansı iade ederek, bu arada ‘başarılar’ da dileyerek “dürüst” bir tavır sergilemişti.


C. Süreya ile ilgili bu konuyu, Bay T. Ağaoğlu utanır mı? diye yazıyorum. Yazarken de bu türden “aydın”ların yetişmiş olmasından kendi payıma utanıyorum.


Av. Muvaffak Şeref birikimli ve onurlu bir Marksist idi. Yaptığı durum değerlendirmesi ile ‘Komünist Manifesto’yu tercüme eden yerine yüz kişilik imza açın. En başa da benim imzamı koyun…’ diye öneride bulundu. Prof. Üstün Korugan ise ‘Bize yakışan T. Ağaoğlu’nun ismini aynen koymak, duruşmada devrimci ilke ve ahlâka yakışan bir tavır sergilemek, kitabın sorumluluğunu Öncü üzerine alarak sistemin saldırısını göğüslemek olmalıdır.’ demişti. Kerim Sadi de Manifesto’nun tercüme edilip forma forma basılmasında daha önceleri emeği geçmişti. O da mealen; “Yayınevinin çizgisine ve onuruna yakışan bir tavır sergilenmeli ve Öncü sorumluluğu mahkemede üstlenmelidir,” diye görüş bildirmişti.


T. Ağaoğlu’nun tercüme ettiği Manifesto; onun imzası ve benim yazdığım önsöz ile yayımlandı. Kitabın üretim süreci böyle işlemişti. Manifesto hemen toplatıldı. Yayınevi sahibi olarak bana ve T. Ağaoğlu’na TCK’nın 142. Maddesine göre dava açıldı. Ticari defterlerime el konulup incelenmeye alındı.


Sistem öylesine saldırıyordu ki bir yandan içimizdeki eloğulları, diğer yandan tekelci militarist polis devleti peşimizi bırakmıyordu. Her gün yeni bir olayla karşılaşıyorduk.


Bu arada Mihri Belli arkadaş siyasî akl-ı bâliğ dahi olmamış üç-beş zavallıyı Ankara’dan İstanbul’a gönderiyor, başlarında da Nahit Töre… ‘Gidin Öncü’ye haddini bildirin…O, kime sordu da Manefisto’yu bastı… Yayınevini başına geçirin!...’ diye: Dev-Genç’in bilinçsiz kadrolarını bana karşı kışkırtmıştı. Mihri Belli Manifesto tercümesinde yaptığı tahrifatı böylece engellemeye çalışıyordu zahir…


Ağabeyim Sırrı Öztürk; 15/16 Haziran ile ilgili eserinde bu konuyu şöyle anlatıyordu4: ‘Nahit bir gün: ‘Ağabey, demek sen Öncü’nün ağabeyisin (Öncü Yayınevi’ni ve kardeşim Zeki Öztürk’ü kastediyor). Vay canına… demek ki Mihri İneği’nin tahrikine kapılsaydık, Öncü’de seninle karşılaşacaktık. Vay anasına. Biliyor musun ağabey …kardeşin Manifesto’yu bastı diye… sanki kitap basmak kendi tekellerindeymiş gibi… Proletarya adına Öncü’ye el koymaya gelecektik… Kardeşinin ağzını burnunu dağıtacak… dükkânını başına yıkacaktık… yanıma 20 tane asker almıştım… anlarsın ya!’ ‘Peki neden yapmadınız?’ dedim; ‘O sıralar daha acil bir iş çıkmıştı. Türk Solu’nu bastık… Proletarya adına el koyduk… İneklerin neyi var nesi yoksa!’


Nahit övünerek konuşuyorken; içimden, ‘ey proletarya, çabuk davran bak senin adına el koyulacak o kadar iş var çabuk be kardeşim, silkin’ diye haykırmak geçiyordu.’


Manifesto ile ilgili duruşmalar, 1969’da İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesinde başladı. Av. Muvaffak Şeref, Hâkim Tayyip Bey, Savcı Çetin Yetkin idi. İlk duruşmada dava bilirkişiye havale edildi.


Aynı gün Savcı Çetin Yetkin, elinde çantası ve pür telaş yayınevine daldı. Rengi solmuş, eli ayağı titriyordu. Korku halindeyken, çantasını bir kenara attı ve silahına davrandı. “Öncü Adliyeden beri (Öncü Kitabevi Adliyeye 100 metre mesafedeydi) beni takip ediyorlar, korkarım bu adamlar beni vuracak…” (Çetin Yetkin, o dönem TCK’nın 141. ve 142. Maddelerinden yargılananlara karşı demokrat bir tavır sergiliyor ve açılan davaların beraatla sonuçlanmasına katkı getiriyordu.) Silahını doldurup davrandı, elinden aldım silahını. Yoksa kendisini takip edenleri az kalsın vuracak ve elinden bir kaza çıkacaktı. Birlikte dışarı çıktık. Takip edenleri gördüm. Elimdeki silahı görünce toz oldular.


O akşam Çetin Yetkin’i yalnız bırakmadım. O sıralar yayınevine gelen Birsen Balcıkardeşler ile O’nu Boğazdaki evine götürdük. Birsen, o dönemlerde Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Arada bir tashih işlerinde çalışıyordu. Aynı zamanda Suat Derviş’e de yardım ediyordu. Suat Derviş, Kıvılcımlı’nın önerisi ile hazırladığımız Henri Barbusse’ün Ateş isimli eserini tercüme ediyordu. Gözleri son derece bozuktu. Büyüteçle çalışıyordu. Bazen O’na Süavi Kaçar da yardım ediyordu. Sağlık durumu hiç de iyi değildi. Yanında yardımcı olarak TKP’den arkadaşı Neriman Hikmet Öztekin ve üvey kızı Hakiye de vardı. Bu insanları iki yıl süreyle korudum. Tüm ihtiyaçlarını karşıladım. Dayanışmamı eksik etmeyip her şeyimi paylaştım. Bana yapılan tercüme ücreti dışında başka çareleri-umarları yoktu. Bu insanlara birilerinin katkı yapması gerekiyordu.


Günlerimiz çoğunlukla Adliye labirentlerinde geçiyordu. Üretiminde rol aldığımız Sovyet Şairleri Antolojisi kitabımız da hemen toplatıldı.


Yine bir ihbar üzerine satışını yaptığımız Sovyet plakları da toplatıldı. Teyp ve plaklara el konuldu. Binlerce longplay plaklar polis arabasına gelişigüzel, tahrip edilerek konuldu. Yeniden Sansaryan Hana I. Şubeye götürüldük. Geceyi ‘usulüne uygun’ biçimde sorguda geçirdik. “Dükkânda Kızıl Ordu Marşı’nı sürekli çalıyormuşum!..’


Birkaç gün sonra haber gönderdiler ‘gel plaklarını al’ diye. Tüm plaklar ambalajlarından çıkarılmış, tornavida ile çizilmişti (Söz konusu plakların çoğunluğu klasik müziğin SSCB ve diğer Sosyalist ülkeler sanatçılarının eşsiz yorumlarıydı.)


Bir şubat ayı dükkânımıza gelen Sovyetler Birliği Kültür Ataşesi bu durumu bizzat gördü. ‘Çok üzüldüğünü’ söyledi ve “bunları çöpe atabilirsiniz,” dedi. Tahrip edilen plakları dükkânın önüne koydum; teşhir ettim.


Çetin Altan Akşam gazetesinde Sovyet Şairleri Antolojisi ve Sovyet plakları ile ilgili olayları Taş sütununda yazmıştı.


12 Mart 1971’de tutuklandım. Gece yarısı yayınevine getirildim. Aramalar sabaha kadar sürdü. Kitaplarımın tamamına el konuldu. Yeniden Sansaryan Hanı’nın yolunu tuttuk. Aynı gün yayınevinde çalışan Sabri Kösem de depo olarak kullandığımız Kasımpaşa’daki evde (kendisi orada ikamet ediyordu) kitaplarımızla birlikte gözaltına alındı. Depomuzdaki tüm kitaplar askeri (GMC) cemse kamyonlarına dolduruldu ve Selimiye Kışlası’na götürüldü.


Kitaplarımız: Manifesto (2978 adet), Politika Felsefe( 2930 adet), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (2600 adet), Kadın ve Komünizm (2260 adet), muhtelif dergi ve kitaplar (124 adet) isimli kitaplarımız idi.


Ateş isimli kitabımız da toplatıldı. Bu kitabı benim yokluğumda (günümüzde) komünizm tüccarlarından biri, bu kitabın öyküsünü, emeği geçenleri dahi anmadan, iznimizi de almadan iki kez yayımlamıştı! Kerim Sadi Ateş’in sonuna Henri Barbusse için bir araştırma yazısını eklememi önermişti.


Yayın faaliyetimizi sonlandırdıktan sonra da pek çok kitabımız, iznimizi almadan ‘korsan yayın’ olarak yayımlanacaktı.


Öncü Kitabevi Yayınları (12.060 adet) Selimiye Kışlası avlusundaki çöp yakma yerinde, yazılı hukukta yeri olmayan biçimlerde 12 Mart tutsaklarının pencerelerden faşizmi lanetleyen ‘yuh!’ sesleri içinde yakılarak imha edildi.5


12 Mart süresince ‘Sıkıyönetim yasalarına uymamak ve yasak yayın bulundurmak’ gibi gerekçelerle yargılandım.


1976’da bir gün Av. Müşür Kaya Canpolat Adliyeye giderken bana uğradı. ‘Öncü, Aydınlık’ı gördün mü? Senin hakkında yazılanları okudun mu?’ demişti. Ayaküstü konuyu görüştük. Aydınlık dergisi âdeti olduğu üzere SSCB’ye, Sosyalist Sisteme düşman; ABD doğrultusunda yayın yapan, solcu ve devrimci geçinen bir organdı. Aydınlık; şahsım ve Öncü Kitabevi Yayınları hakkında çeşitli ihbarlarda bulunuyordu. Tüm eloğulları gibi bu dergi de yaptığı ihbarla bizi neredeyse “Rus Casusu” yerine koymuştu. Tercüme eserlerimizle SSCB yanlısı bir yayın çizgisi izlediğimizi, SSCB’nin gönderdiği eserleri yayımladığımızı, benim ‘sosyal faşist’ olduğumu ve kaleme almaya dahi irkildiğimiz bir sürü herzeyi sayfalarında, fotoğraflarla döktürmüştü. Sistemin mantığına ve işleyişine uygun hizmetini böylece yerine getirmişti.


Vakit geçirmeden ihbarlarını kanıtlamaları için Adliye’de Toplu Basın davalarına bakan mahkemeye müracaat ederek Aydınlık hakkında dava açtık. Adliye dönüşü saat 16.00 civarında Yayınevine geldiğimde, ilgili polisler, polis arabaları kapıda beni bekliyordu. Cumhuriyet Baş Savcılığı Aydınlık’ın yazılarını ihbar kabul ederek polislerce gözaltına alınmamı istemişti. Polisler beni Cumhuriyet Savcılığı yerine o zaman Sansaryan Hanı’nda bulunan Emniyet I. Şube Müdürlüğü’ne götürdü. Orada, hücreye atıldım ve sabaha kadar alıkonuldum. Polisler ellerinden geleni artlarına koymadı. ‘Usul’ böyleydi. Çaresiz ’işlemlerden’ geçirilecektik. Sabah Adliye’de Savcılığa çıkardılar. Benim de Aydınlık’ta yayımlanan asılsız ihbarlara karşı dava açtığım tespit edilince ifadem alınarak serbest bırakıldım.


Faşist cuntacılar Hitlerden derslerini iyi almış olacaklar ki Treblinka Yangını’nı aratmayacaklardı / aratmadılar…


Bu süreçte şahsıma yapılan işkence ve hakaretleri bilmem ki anlatmama gerek var mı? Fukara Anşa Anam ‘ölmediğine şükret’ demişti. Bize de onun sözünü tutmak düştü!...


Hücre arkadaşım tiyatrocu-yazar Tanju Cılızoğlu kitabında bu konuları birazcık işledi. Tanju bana: ‘Öncü Abi (Babıali de bana ‘Öncü’ diye hitap ederlerdi.), şu Manifesto’yu senin kıçına nasıl soktuklarını bir daha anlat nolur?...’, diyerek takılırdı. ‘Teatral tiyatro yazılarımda bu olayları canlandırmaya çalışacağım,’ diyordu. Hücre arkadaşım THKO’lu Yavuz Yıldırımtürk de 12 Mart sürecinde bana yapılanların yakın tanığıdır.


Hazır Sıkıyönetim ilan edilmiş ve de polisin elindeyken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya yataklık etmek, yurt dışına kaçırmakla da suçlandım! Kıvılcımlı’nın önerisiyle Sosyalist Gazetesi bürosunun kira mukavelesinde imzam ve yayınevinin kaşesi (kefaleti) vardı. Oysa benim üstüme yıkmaya çalıştıkları olayın içyüzü ve Kıvılcımlıyı kimlerin yurtdışı serüvenine götürmeyi planladığı çok daha sonraları meydana çıkınca hakkımdaki suçlamalardan vazgeçeceklerdi.


Bu süreçte ‘yeni’ bir dava ile ilgili olarak da sorgulanacaktım: ‘İran Tudeh Partisi militanlarının İstanbul’da teorik çalışmalarına yardımcı olmak ve yurtdışından gelen Farsça broşür ve kitapları onlara ulaştırmak!... Beni Sadr ile örgütsel işbirliği içinde olmak!…’ vb. suçlamalarla yargılandım.


Sistemin yaptıkları yetmemiş olmalı ki 2 Şubat 1971’de Öncü Kitabevi Yayınları’nı (Dükkânımı) kundaklayıp yaktılar. Bu türden kundaklama, yağmalama işleri artık umur-u adiyeden bir hale gelmişti. En sonunda 26 Şubat 1976’da Öncü Kitabevi tümden yakılıp yok olacaktı!6


Öncü’yü hedef gösterenler, azmettirip kundaklayanlar daha sonra faşist partiden milletvekili ve bakan oldular. MİT Raporu da bu yolda bilgi vermişti, yangın sonu hakkımda açılan dava dosyasında…


Öğrencilik yıllarında Öncü’yü hedef gösterenler ise kara gerici, ırkçı ve faşist bir partiden milletvekili, bakan ve başbakan oldu. Biri de “doruk”lara oturmayı başarmıştı!7


12 Eylül 1980 askerî faşist darbe döneminde de benzeri işlemlerden geçtik. Öncü’nün yayımladığı ve toplatılan Manifesto kitabımız bu kez Sorun Yayınları Kolektifi’nin bürosuna polis marifetiyle konularak ağabeyim Sırrı Öztürk yeniden tutuklandı (Ağabeyim 12 Eylül 1980’den 12 gün önce zaten bilinen gerekçelerle gözaltına alınmış, 11 Eylül akşamı serbest bırakılmıştı.). Oysa Sorun Kolektifi’nin kapısı kırılarak girilen bürosunda iyi saatlerde olsunların işine yarayacak tek satır bir ‘sakıncalı malzeme’ bulunamamıştı. Sorun Yayınları 12 Eylül 1980 - 12 Kasım 1986 yıllarında, tam altı yıl süreyle biri, Emniyet I. Şube, diğeri Sıkıyönetim’in aramalarında yetkilerce çifte mühürlü ve çifte kilitli tutulmuştu. TCK’nın 141. ve 142. maddelerini ihlal, yasak yayın bulundurmak, Devrimci ve Komünist içerikli yayın faaliyetinde bulunmak ve Sıkıyönetim kanunlarına aykırı hareket etmek ve benzeri gerekçelerle Sorun Yayınları 6 yıl süreyle kapatıldı. Kitapları kamyonlarla Selimiye Kışlasına taşındı ve yakıldı. Sırrı Öztürk ve Yayın Kurulu üyeleri tutuklandı. Yargılamalar sonunda Manifesto’nun polis marifetiyle yayınevine konulduğu neden sonra anlaşıldığından Sırrı Öztürk “beraat” etti!


Yaşam alanlarımız boğuma getirildiği için 1995 yılında Öncü’nün faaliyetine son verdik.


Manifesto’yu yayımlamakla ‘övünen’ ve günümüzde ahkam kesen birileri kitabın bedelini ödeyenlerin “vukuatını” anmamakta âdeta yeminlidir. Burjuva resmî tarih ve resmî ideolojiye gerdan kıranlar açısından doğal bir olaydır; yadırganamaz.


T. Ağaoğlu’nun Manifesto’nun tercümesi bahsindeki ‘vukuatını’ açığa vurmayı amaçlarken konu haliyle başka alanlara kaydı. Benim birileri gibi sistemin gazabından korunmak gibi şerbetli olmadığım açık. Burjuva resmî ideolojisi ve revizyonizmin koruyuculuğuna da sığınmadım. Cebimde de renk renk pasaportlarım yok. Sosyalist Sistem’in kimileri gibi beni beslemesine de ihtiyacım yok. Devrimci ilke ve ahlâkımızda ağlayıp sızlanmak da yok. Evet PARTİ disipliniyle oluşturulmuş Bilim Kurulu, Enstitü ve Akademi’lerin Marksist Klasikleri sorumlulukla üretmesi esastır. Olanaklarım ölçüsünde bu ilkeselliğe saygılı olmaya çalıştım. Öncü hiçbir zaman kendi konumunu parti ve anılan kurumlar yerine koymadı. Yaptıklarının bedelini ödedi. Artısı eksisi ile bazı gerekli eserlerin üretiminde rol ve sorumluluk üstlendi. Kitap ve kırtasiye satışı yapılan kitapevinden ve de kitap üretiminden hem ekmeğimi kazandım hem de paylaşmasını bildim. Devrimci birlik ve dayanışmadan uzak durmadım. Ne yaptıysak belgelidir. Yapmaya çalıştıklarımızı küçükburjuva ‘solcu’ takımı değil, işçi sınıfı, Devrimci ve Marksist kadrolar değerlendirecektir.


Bay Tektaş Ağaoğlu, gerek yayınevimize karşı işlemiş olduğu ‘vukuatı’ yüzünden , gerekse Sol ‘cenahımıza’ karşı örgütsel ‘vukuatından’ ötürü şimdiye kadar ne özür diledi, ne hatır sordu ne de bir özeleştiride bulundu. I. TİP, TSİP, ÖDP ve benzeri siyasî tercihlerinden sonra Kızılcık dergiciliğine ve heykelciliğe merak saldığını öğrendim.


Not: Sistemin keyfî-fiilî uygulamalarına karşı yazılı hukuktaki haklarımı kullandım. Fakat hiçbir olumlu yanıt alamadım. Anlatmaya çalıştığım konular belgelidir.”

Zeki Öztürk

12 Mart 2009


Dipnot Açıklamaları:

4 S. Ö., İşçi Sınıfı Sendikalar ve 15/16 Haziran -Olaylar-Nedenleri-Davalar-Belgeler-Anılar-Yorumlar- “Anılar Bölümü”, s. 368, Sorun Yayınları, (1. Baskı 1976) 2. Baskı, 2001.

5 S. Ö., 12 Mart 1971’den Portreler, C: I., II., III.,

6 Öncü Kitabevi’nin kimin / kimlerin yaktığı “resmen” ortaya çıkmadı / çıkarılmadı. Konuyu açıklayan MİT raporu belge olarak dava dosyasına girmesine rağmen, bilinen sorumlular korundu. Faşist kundakçılar tarafımızdan bilinmektedir. Bu konuyu çeşitli vesilelerle basına da yansıtmış bulunuyoruz. Ayrıca, fiilin bizzat kimin tarafından yerine getirildiği çok önemli de değildir. Sistemin Devrimcilere, Komünistlere karşı ideolojik-sınıfsal karakterini ve mantığını açığa vurmayı öne çıkarmayı amaçlamıştık.


Bu kundaklama ile; Kitabevi’nin tüm maddî varlığının yanı sıra arşivi de yandı-yok oldu. Yangından sonra kimi ilkesiz dayanışma örneklerinin yanı sıra o zamanlar plaklarını Öncü’den başka kimsenin bulundurmaya ve satmaya cesaret edemediği “büyük halk sanatçısı” Ruhi Su’nun eşini de yanına alıp bir miktar alacağını tahsile gelmesi ise unutulmaz bir “anı” olarak kaldı…

7 Ayrıntılı bilgi için bakınız: 1.) SORUN Polemik Dergisi, Ocak 2008, Sayı: 29, s. 26-28, S. Ö., “Kim “İşçi Çocuğu” başlıklı yazı. 2.) SPD., Mayıs 2007, Sayı: 26, s. 19-22, S. Ö., “ ‘Cumhur’ ile ‘Başkan’ Polemikleri” başlıklı yazı. 3.) SPD., Mayıs 2007, Sayı: 2007, s. 23, Belge.

Kaynak: Sorun Polemik dergisi Sayı:36 - Mayıs 2009. s.103

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Anlamak, aşmak ve praksis - 2 - Murat Naroğlu

Anlamak, aşmak ve praksis – 2


Bir önceki yazımızı* gerçeklik ve hakikat, praksis, ideoloji incelemelerine ayırmıştık. Her zaman için bütünsel bir dünya görüşü olduğunu savunduğum bilimsel komünizm, nispi olarak bağımsız; fakat bütünden kopartıldığında özünü kaybedecek alanlara ilişkin bir eylem kılavuzudur. Bu dünya görüşü felsefe, tarih, ekonomi, siyaset, bilim, vb. üzerine kapsamlı incelemelere ve yöntemlere sahiptir. Okumaya başlamış olduğunuz yazının konusu, ısrarla vurguladığımız bütünlük içerisindeki devlet ve bürokrasi alanları olacaktır.


Yine Hegel, yine Marks

Lefebvre, felsefe tarihindeki dönüm noktasının, Hegel'in, mekân kavramının yerine zaman kavramını geçirmesi olduğunu belirtir. İlk yazıda da bahsetmiştik; Marks ise Hegel'in kendi başlattığı devrimi durdurduğunu iddia ederek, zamanın, devlet konusunda mutlaklaştığını ve durağanlaştığını ileri sürmüş, devletin de süreç içerisinde oluşmuş ve belirli bir ömre sahip bir yapı olduğunu dile getirmişti. Geçen yazıdan özet bir geçiş yaptıktan sonra şimdi konuyu daha detaylı ele alalım.


Marks, hukuk ve devlet konularında Hegelcilik'e ciddi eleştirilerde bulunur. Hegel'in aksine, insanın özünün siyasal değil toplumsal olduğunu düşünmüş; devletin toplumu değil, toplumsal ilişkilerin devleti açıkladığını belirtmiştir. İlk yazıda Lefebvre'nin dediklerini anımsayalım: “Siyasal-olanın hakikati (ve bunun sonucu olarak devletle-ilintili olanın da hakikati), toplumsal-olan'da bulunmaktadır.” (s. 8) Bugünkü devlet, “insani gerçekliğin, kamu hayatı ve özel hayat, yani vatandaşlık ve bireysellik şeklinde bölünüp ayrılması üzerine temellenir. Bu, siyasal yabancılaşmayı daha kötü hale getiren ve aşılması gereken bir bölünme ve kopuştur.” (s. 111) Devlet, son tahlilde “toplumun üzerinde yükselen bir toplum parçasıdır.” (s. 112) Peki bilimsel sosyalizm özü itibariyle devlet karşıtı ise, “devlet sosyalizmi” nasıl ortaya çıktı? Lefebvre bu konuya da değinerek anlayışın kökeninde Ferdinand Lasalle olduğunu belirtiyor. Lasalcı harekette devlet, sınıflarüstü ve değişmez bir kurum olarak anlaşılıyor, ekonomiye de yön veren yapı olarak düşünülüyordu. Bu yüzden parlamento ve “genel oy hakkı”na abartıyla yaklaşılıyordu; ama bana göre devlet sosyalizmine en çok etki yapan fikir, “devlet yardımı ile üretim kooperatiflerinin kurulması”dır.


Devlet ve din

Bu başlığa, Marks'a ait Yahudi Meselesi eserinden bir alıntıyla başlamak doğru olacaktır: “Siyasal serbestleşme insani serbestleşmenin, içinde çelişme taşımayan eksiksiz bir tarzı değildir.” Dolayısıyla devlet, kendi içinde yer verdiği dine siyasal serbestlik tanısa bile bu, gerçek anlamda dinin, çelişmelerden arınması değildir. Gerçekleşen sadece bir serbestleşmedir ve bu serbestleşme, özgürlüğün bir durağıdır; ama kesinlikle kurtuluş değildir. Lefebvre de buna vurgu yapar ve insanların, devlet özgür, bağımsız olduğu anda kendilerinin de aynı nitelikleri kazanacaklarını sanmalarını hatalı bulur. Cevabı yukarıdaki alıntıda saklı, bir insani özgürlük oluşmamıştır henüz. “Devletin, özel olarak “özgür” devletin din ile arasındaki ilişki, bu devleti oluşturan insanları ile din arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir.” (s. 116) Peki insani özgürlük ne zaman gerçekleşecektir? Yahudi Meselesi'ne dönersek; “Gerçek bireysel insan, (“insan hakları”na dayanarak özel mülk edinme hakkına sahip burjuva bireyi değil, M. N.) soyut vatandaşı kendine mal ettiği; birey olarak, ampirik hayatında, bireysel çalışmasında ve ilişkilerinde, cins varlığı olan insan haline geldiği; kendi öz kuvvetlerini, toplumsal kuvvetler olarak tanıyıp organize ettiği ve toplumsal kuvveti, siyasal bir form içinde kendisinden ayırmadığı zamandır ki, kesin insani özgürlük gerçekleşebilir ancak.”


Devlet ve demokrasi

Marks demokrasi konusunu irdelerken şöyle der: “Demokrasi ile bütün öteki siyasal formlar arasındaki ilişki, belli bir açıdan, Hristiyanlığın öteki dinlerle olan ilişkisine benzer.” Lefebvre Marks'ın görüşlerini şöyle açıklıyor: “Hristiyanlık, insanı yüksek yere koyar; ama bu da yabancılaşmış insandır. Aynı şekilde demokrasi de insanı en yüksek yere koyar; ama bu da yabancılaşmış insandır; gerçek insan değildir, açılıp gelişmiş insan değildir. Niçin? Çünkü demokrasi, bir siyasal devlettir.” (s. 119) Yani sınıfsaldır. Nitekim “eksiksiz ve hakiki demokrasi”, yine Lefebvre'nin belirttiği gibi Marks'a göre, diğerlerinden daha iyi bir rejim değil, devletin ortadan kaldırılmasıdır. Aslında Hegel de her yerde olduğunu öne sürdüğü çelişkilerin, karşıtlık olarak ele alındığında devleti ortadan kaldıracağını görmüştür. Mutlak devlet anlayışına sahip Hegel, kendisini sınırlayarak bu çelişkileri bütünselliğin parçaları halinde incelemeyi tercih etmiştir. Marks'ın Hegelci hukuk ve devleti eleştiren fikirleri bütün bunları aşan bir yapıdadır. Yani; “siyasetin aşılması (demokrasi de dahil olmak üzere), devletin ortadan kalkması (demokratik devletin kendisinden başlayarak).” (s. 125)


Bürokrasi

Bürokrasi, siyasal sosyolojinin önemli bir alanı olarak ele alınıyor. Bu konudaki ilk analizler Max Weber tarafından yapılmıştır. Bürokrasiye ilişkin Hegel'in de olumlu bir yaklaşımı söz konusudur. Marks ise bir kez daha derin bir eleştiriyle karşımızda. Peki bunca geniş tartışmalara konu olan bürokrasinin kökeninde ne var? Lefebvre'ye göre toplumsal işbölümü. Toplumsal birimlerden bürokrasiye varan Lefebvre Marks'a başvuruyor: “Korporasyonlar, bürokrasinin maddeciliğidir [materyalizmidir]; bürokrasi ise, korporasyonların “spiritüalizmidir””. “Sivil (siyasal olmayan) toplumun içinde, organize korporasyon, daha bu haliyle, bir bürokrasidir. Siyasal toplumun (devlet) içinde ise, bürokrasi bir korporasyondur.” (s. 127) Lefebvre, bürokrasinin ortadan kalkmasının ön şartı olarak korporatizmin ortadan kalkmasını gösteriyor. Buna dayanarak, kimi durumlarda aralarında karşıtlık olsa da, toplumsal hareketin yayıldığı anlarda bürokratik ruh ve korporasyon ruhu birleşirler. Bürokrasi (devlet aygıtı), kendi çıkarını genel bir çıkarmış gibi sunar. Her ne kadar konumuz gereği bürokrasi üzerinde dursak da kendi çıkarını toplumun çıkarıymış gibi göstermek, aslında burjuvazinin her alanda başvurduğu bir yöntemdir. Bütün bunları örtmek, sistemin fikirsel hegemonyasını sağlayarak bilinçlere hükmetmek için de “ideolojiye (sistemleştirilmiş bir felsefi tasarıma)” ihtiyaç duyulur. Bununla beraber bu ideoloji sistem içerisindeki çatlakları tamamiyle örtemeyecektir. Kimi durumlarda bürokrasi ile devletin çıkarları arasında da terslik oluşacaktır. Bütün bu ilişkiler, bilgi üzerine kurulu bir kademeleşmeyi içeren arapsaçı, “kimsenin dışına çıkamayacağı bir daire” olarak ifade edilebilir. Bürokratik bilginin oluşturduğu bu kademeleşme, “sözde tutarlı bilgi”yi, “felsefede olduğu gibi ikiye ayırmaktadır: pozitivizm ve volontarizm.” 1 (s. 132) Bununla birlikte bürokratik yapılanmaya uygun bir şekilde bir de otorite oluşur. Ayrıca “devlet, sivil topluma yabancı, dışsal ve üstün olduğu için” polisi, mahkemeyi, idareyi topluma karşı kullanır. “Devlet ve bürokrasi hakkında bilgi, onları aşmaya yönelen devrimci etkinlikten ayrılamaz.” (s. 145)

Bürokrasinin aşılması sorusuna Lefebvre'den bir paragrafla cevap vererek bu bölümü kapatalım: “Bürokrasi, genel menfaat, gerçekten (yani hayali olarak ya da soyut bir spekülasyon içinde değil) özel menfaat haline geldiği zaman ortadan kalkar. Bu ise, özel menfaatin, gerçek olarak genel menfaat düzeyine; bütün toplumun, bütün “zümrelerin” ve sivil toplumun ortak menfaatine yükseldiği zaman gerçekleşebilir ancak. Marks'ın açıklaması ve bizim açıklamamız, önemli bir sonuca varmaktadır. Bu sonuç, “komünizm”in ilk tanımıdır.” (s. 134) Bir kez daha şunu görüyoruz; “Siyasal-olanın hakikati (ve bunun sonucu olarak devletle-ilintili olanın da hakikati), toplumsal-olan'da bulunmaktadır.” (s. 8)


Devlet incelemesi

Tarihsel bağlamında devleti incelemek istersek ona nasıl yaklaşacağız, ağırlık noktası olarak neyi belirleyeceğiz? Lefebvre'ye göre, “din, nasıl ki insanların teorik mücadelelerinin özetiyse; siyasal devlet de pratik mücadelelerinin özetidir.” (s. 138) Lefebvre Marks'ın bu doğrultuda hareket ettiğini belirtiyor, ona göre Marks devleti, kendi başına bağımsız bir nesne olarak değil, toplumla ilişkili olan, toplumsal mücadelelerin, ihtiyaçların ve hakikatlerin bir özeti olarak ele almıştır. Görüşlerini oluştururken yararlandığı İngiltere, Fransa ve Almanya devlet yapılanmaları üzerine bu görüşü esas alarak gitmiştir.


Sabit fikirli, anlama isteğinden uzak çevrelerin pek çok konuda Marks'ı tutarsızlıkla suçladıklarını biliyoruz, altyapı-üstyapı ilişkisini kavrayamadan onu mekanik determinist2 olarak ele almak en popüler yaklaşımlardan biridir. Bir benzeri ise devlet konusunda görülür. Marks'ın bazen devleti yerden yere vurması, bazen de ona olumlu bir rol atfetmesi, bu kesimlerce anlaşılmaz görünmekte ve tutarsızlık eleştirisini doğurmaktadır. Bu durum, metafiziği zihninden atamayanlara ilişkin bir düşünme yönteminin -iyimser davranarak kasıtlı karalamaları ele almıyorum- tipik sonucudur. Tek renkli bir kıyafet giydirmek isterler, cevapları “evet” ve “hayır”dan ibarettir. Marks bir yerde Fransa'daki devlete ağır bir şekilde yüklenip onun karakterini açığa vurduktan sonra bir başka yerde, “Asya-tipi üretim tarzı”ndan dolayı oradaki devlete olumlu işler yapabilecek bir yapı olarak yaklaşınca bu arkadaşların zihinleri bulanır. Peki Marks'ı anlamamakta direnip onu kendilerine göre yorumlayanlar sadece burjuva cephesi midir? Tabii ki hayır. Lefebvre şöyle diyor: “Resmî marksistler, kendilerini çeşitli açılardan rahatsız eden, Asya-tipi üretim tarzını kimi zaman bir yana atmışlardır. Kimi zaman da Asya-tipi üretim, kölecilik, feodalite ve kapitalizm safhalarından geçtiğini söyleyerek, tarihi şemalaştırmışlardır. Bu safhalardan her birinin bir önceki üzerinde yükseldiğini ve bir öncekini az çok “tasfiye” ettiğini söylemişlerdir.” (s. 144) İşte önemli olan şu noktayı gözden kaçırmamaktır: “(Marks'ın devlet üzerine eleştirici analizi, M. N.) bir üretim tarzı, tarihin belli bir dönemi ve belli bir ülke gözönünde tutlarak anlaşılabilir.” Bununla beraber sınıf ilişkileri, fetihler, ordular da dikkate alınmalıdır; ancak bu bütünlük temelinde yürütülecek bir çalışma doğru çözümlemeler yapılmasını sağlayacaktır.


Çalışmamıza burada son veriyoruz. Lefebvre'nin dikkate değer yorumlarını sizlere sunmak, küçük çaplı katkılarda bulunarak kimi hassas noktalara değinmek amacıyla ilerliyor, “devrimci ve eleştirel bir süreci”n içinde yer almak istiyoruz. Daha sonraki yazılarda ekonomi üzerine genel yargılara değinmeye çalışacağız. Söz ise dönüp dolaşıp aşmaya geliyor. Marks'a göre devrimle birlikte devletin de aşılma süreci başlayacaktı; bu sürede siyasal olan3 toplumsal olan içinde eritilecek, devletin fonksiyonları toplumun tümüne yayılmaya başlayacak, kontrol topluma geçecekti. Devletin kökten yıkımını savunan anarşistlerin stratejilerinin tersine doğru olan budur ve toplumların gelişmişlik seviyesi bütün bunlar için uygundur. İnsanlığın, kendisine ve doğaya güzel bir armağan vermesi imkân dahilindedir. Umut yaratarak yola devam...



*(http://devrimcidinamik.blogspot.com/2009/04/anlamak-asmak-ve-praksis-1-murat.html) ele aldığımız ideoloji üzerine (http://devrimcidinamik.blogspot.com/2009/05/ideoloji-yanlsama-veyabanclasma-uzerine.html) adresinde yayınlanmış olan çevirinin okunması yararlı olacaktır.


1: Geçen yazıdan hatırlayalım: “Teoriden yana olan eğilim felsefeyi gerçekleştirmek istemektedir; ama bunu, onu ortadan kaldırmadan yapamaz. Felsefeyi eleştirip halkın ihtiyaçlarını, günlük hayatını ön plânda tutan pozitivizm ise, felsefeyi ortadan kaldırmak istemektedir; ama bunu, onu gerçekleştirmeden yapamaz.” Şunu da eklemeliyiz ki, pozitivizm, tutarlı ve bütünsel bir materyalizme sahip olmadığı için, her ne kadar ussal bilgiye önem verse de, olgu ve nesneleri, olayları, tam olarak kavrayamayıp idealizme varmıştır. August Comte'u, dünyayı yönetenin fikirler olduğunu söyleyecek denli ileri götüren de aynı eksikliktir. Engels Anti-Dühring'te, her şeyi özetleyen şu cümleyi yazar: “doğa ve insan ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve tarihe uydukları ölçüde doğrudur.


2: Lefebvre, “determinizm” ve “hareket” üzerine de tartışmalar yürütüyor... “Her türlü determinizmden çok daha geniş olan hareket, çeşitli determinizmleri (fiziki, biyolojik, coğrafi, vb.) kapsar ve içine alır.” (s. 146) … “Hareket, kendini praksiste arar ve ispatlar [ortaya koyar].”(s. 147)


3: Hem Marks hem de Hegel için hakikat daima somuttur; bir farkla: “Marks'a göre somut, toplumsal olan şeydir, siyasal olan değil.” (s. 144)



16 Mayıs 2009 Cumartesi

İdeoloji: Yanılsama ve Yabancılaşma Üzerine - Friedrich Engels

İDEOLOJİ: YANILSAMA VE YABANCILAŞMA ÜZERİNE (ENGELS’ten seçmeler)

[Mütercim: Prof.Dr. Rona Serozan- Siyah Beyaz- 10.08.1995)


Elin, dilin ve beynin tek tek bireylere özgü kalmayıp, toplumun tümünü kucaklayan o toplu etkinliği sayesinde, insanlar gitgide, daha karmaşık işler başardılar. Gitgide kendilerine daha yüksek amaçlar seçtiler. Önünde sonunda bu amaçlarına ulaştılar da. Bu arada emeğin kendisi de, kuşaktan kuşağa, daha değişik, daha olgun daha boyutlu bir hale geldi. Avcılığa ve hayvancılığa çiftçilik, çiftçiliğe de iplikçilik, dokumacılık, madencilik, çömlekçilik ve gemicilik eklendi. Giderek ticarete ve zanaata sanat ve bilim katıldı. Küçük boylardan koca uluslar ve devletler oluştu. Hukuk ile politika ve bunlarla birlikte, insan kafasında, insanoğlu ile ilgili şeylerin o masalımsı hayali “din” gelişti. Başlangıçta insan kafasının birer ürünü olarak kavranan ve insan topluluklarını yönettikleri sanılan bütün bu eserler karşısında, el emeğinin daha sade ürünleri arka plana itildi. Toplumun henüz çok erken bir aşamasında (basit aileden) başlayarak, emeği planlayan kafasının, planlanmış emeği kendisininkinden başka ellere gördürebildiği ölçüde, bu sırt ardı edişin de boyutları arttı. Beyine, onun işlemesine ve gelişmesine, hızla evrilen uygarlığın yaratıcısı gözüyle bakıldı. İnsanlar, eylemlerini (kafalarında yansılanıp bilinçlerine ulaşan) gereksinmeleriyle açıklayacak yerde, düşünceleriyle açıklamaya alıştılar. Ve böylece, ilk çağ dünyasının çöküşünden bu yana kafalara yerleşen o idealist dünya görüşü de oluşuverdi. Bu dünya görüşü günümüzde de etkilidir ki, Darwin okulunun materyalist araştırıcıları bile, bu ideolojik kıskacın tutsaklığında, emeğin insanın oluşmasındaki önemli rolünü kavrayamadıkları için, insanın oluşması hakkında da bir türlü açık ve kesin bir düşünce sahibi olamamaktadırlar.


İdeoloji, düşünen birey tarafından bilinçli de olsa, “yanlış” bir bilinçle oluşturulup geliştirilen bir süreçtir. Bu süreçte kendisini harekete getiren asıl itici güçler, bireyce tanınmaz, algılanmaz. Eğer sözü edilen güçler tanınabilseydi, zaten bir “ideolojik” süreç söz konusu olmazdı. Birey, yanlış ve sahte güdülerin varlığını hayal eder durur. Bu, bir düşünce süreci olduğu için, özü ve biçimi de, salt akıldan, bireyin ya kendi düşüncelerinden ya da kendisinden öncekilerin düşüncelerinden devşirilir. Birey, salt aklın gerçekleriyle çalışır gerçekleri de akıl tarafından yaratılmış bilir, onları akıldan bağımsız daha uzak kaynaklarda aramaz. Bu aslında onun için son kertede doğal bir şeydir. Değil mi ki bütün eylemleri akıl kanalıyla gerçekleştirilmektedir, o halde bu eylemler elbette son toplamda akıldan kaynaklanmış görünecektir. İşte, devlet yapılarının, hukuk sistemlerinin ve her bir özel alana ilişkin ideolojik tasavvurların tarihinin bağımsızlığına ilişkin bu hayaldir ki çoğu kişinin gözlerini kamaştırır.


Ekonomik ilişkilerin hukuk ilkeleri biçiminde yansıtılışının kaçınılmaz sonucu, sorunları başaşağı çevirmektir. Bu tersyüz ediş, bilincin ötesinde oluşur. Hukukçu, önceden saptanmış önermelerle iş gördüğünü sanır. Oysa bunlar ekonomik yansılardan ibarettirler. Algılanmadıkça, ideolojik bakış açısı diye nitelediğimiz bu tersyüz edişin de ekonomik temele etkide bulunduğu ve belirli ölçüler içinde bu temeli değiştirebileceği olgusu, bana kendiliğinden anlaşılabilir, apaçık bir gerçeklik olarak gözükür.


Ailelerin aynı gelişim aşamasına ulaştıklarını varsayarsak, miras hukukunun temeli, ekonomik bir temeldir. Bununla beraber, örneğin İngiltere’de ölüme bağlı tasarruf serbestliğinin geniş ölçüde sınırlandırılmış olmasının salt ekonomik nedenlere bağlı olduğunu göstermek güç olacaktır. Şu var ki, servetin bölüşümünü etkilemek suretiyle, her ikisi de ekonomiye önemli ölçüde bir karşı etkide bulunurlar.


Önsel kalıplara bağlı yöntem, bir nesnenin özelliklerini nesnenin kendisinden çıkartarak kavrayacak yerde, o nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkartmaya çalışır. İlkin nesneden kalkılarak, nesnenin kavramı üretilir, sonra da tümlük tersine çevrilip, nesne kendi kopyasına yani kavramına dönüştürülür. Nesneye uyması gereken şey kavram olacak yerde, tam tersine, kavrama uyması gereken şey nesne olur çıkar.


Böyle bir yöntemle çalışan ideolog, ahlak ve hukuku, insanların, kendilerini çevreleyen toplumsal ilişkilerinden türetecek yerde, kavramlardan ya da toplumun en basit diye nitelenen öğelerinden yola çıkarak türettiğinde, elinde bu marifeti gerçekleştirmek için iki türli gereç bulundurur:


Önce mantıksal dayanak diye ele alınan soyutlamalarda hâlâ rastlanabilecek değersiz bir içerik kırıntısı. Sonra da öz bilincinden çıkartıp kavrama sokuşturduğu bir içerik. İdeoloğumuzun öz bilincinde ise, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların onaylama ya da yadsıma değeri taşıyan olumlu ya da olumsuz birer yansımasından ibaret ahlaki ya da hukuki sezgiler, belki bir de kişisel fanteziler bulunur.


İdeoloğumuz istediği kadar dönüp dursun, kapı dışarı ettiği tarihsel gerçek, bacadan tekrar girecektir. O bütün dünyalar ve bütün zamanlar için geçerli bir ahlak ve hukuk öğretisi önerdiğine inanırken, aslında, kendi çağının tutucu veya devrimci akımlarının, gerçek temelinden koparılmış olduğu için çarpıtılmış, tıpkı lunaparkların güldürücü aynalarındaki gibi başaşağı çevrilmiştir.

15 Mayıs 2009 Cuma

Bilimin Işığında; "Kimin" Kimlik Bunalımı - Halid Özkul

BİLİMİN IŞIĞINDA; “KİMİN” KİMLİK BUNALIMI?


Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 Harp Akademileri Komutanlığı’nda yapmış olduğu konuşması araştırmacı-yazar gazeteci Nazım Güvenç’in de Gerçek Gündem’deki yazısında belirttiği gibi yeni bir açınım değildir. TSK’nın “siyasal müdahil” kanadı olduğu iddia edilenler tarafından pek sevilmemiş olduğu serbest piyasaya “malum çevrelerce” üflenen Em.Gen.Kur.Bşk. Hilmi Özkök tarafından dile getirilmiş. Em.Gen.Kur.Bşk. Yaşar Büyükanıt tarafından üstü bir daha çizilmiş olan görüşlerin rütuşlanarak tekrar ifade edilmesidir. Aynı zamanda NATO Koleji mezunu olan komutanların dile getirmiş olduğu görüşler, bu askeri gücün 1997 Kasımında açıklanan stratejik ufkunun güncel açınımları ile berkitilmiş olması gözden kaçan noktalardır (Konuya vakıf olanların dışında)… Ne ki, bundan bir yıl önce NATO Brüksel toplantısında “Soğuk Savaş (Cold War)” stratejisinden New Democracy Project (Yeni Demokrasi Projesi) stratejisine geçilmesi kararlaştırılmıştır. Bu çok bilgiç necip Türk medyası tarafından pek tartışılmamış bir husustur. Ne ki, Türkiye demokrat ve devrimci yelpazesinin de bu konuda derinlemesine pek bilgili olduğu iddia edilemez…


Burjuva liberal ve demokrat medyamızda ise konuya nesnel yaklaşanlar arasında en dikkate değeri deneyimli “monşer”lerden aynı zamanda büyük burjuvazimizin yeni ve ilk universal örgütlenmesi Global İlişkiler Forumu-GİF kurucu üyelerinden Rıza Türmen’in makalesidir. Emekli diplomatımızın Milliyet’teki köşesinde 24.04.09 tarihinde yazmış olduğu “Kimlik tartışması” köşe yazısı yazarın “özel” kişiliğinden de dolayı eleştirilere yön vermesi açısından iyi bir özet sayılabilir…


Temcit pilavı gibi durmadan tekrarlanmışsa da tekrar iktibas etmekte fayda vardır. Genelkurmay Başkanı’nın sözlerini aktarıyor Sayın Türmen: “vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik” kavramı “Irk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı ‘Türk’ saymaktır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır.”… “çağdaş demokratik toplumlarda üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikinci kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan, kültürel ikincil kimliklerin bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.”… “Modern-ulus-devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine… bireysel kültürel özgürlükleri genişletir.” Bu görüşlerin arasına kendi görüşlerini eklemekte yazar; kimlikte özne, ben-öteki ve kültür bağlamlarına değindikten sonra, diyor ki: “Oysa içinde bulunduğumuz küreselleşme çağında, kimlikler çok değişken. Küreselleşme, ulusal sınırlar ötesindeki bağlantılar kurulmasını sağlıyor. Uçak, telefon bilgisayar, TV, sinema aracılığıyla bireyler başka kültürlerle bağlantı kuruyor. Doğup büyüdüğü dar çevrenin değer sisteminden kopuyor. Bağımsız bir özne olarak kendi yaşamına ilişkin tercihler yapabiliyor. Kimliğini de seçebiliyor.”…”Kimlik dar kalıba sokulmamalı” başlığı altında, ”Çok kimlikli olabiliyor. Ya da başka bir kimliğe ister entegre, ister asimile olabiliyor. Artık doğuştan elde edilen etnik kimlikler bile önemini yitiriyor. Üst kimlik-alt kimlik gibi hiyerarşileri yaratmamalı. Onun yerine, cumhuriyete, farklı bireysel kimliklere yer açan, bu kimlikleri tanıyan, bir arada yaşamalarını sağlayan demokratik bir nitelik kazandırmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum.”… “Bireyselleşmenin önemi” başlığı altında ise, “Cumhuriyet ile demokrasi çelişen değil, birbirlerini tamamlayan kavramlar… farklılıklara yer veren, farklılıkların tanındığı, kabul edildiği, kavga eden değil uyum içinde yaşayan çok kültürlü, çoğulcu bir toplum yaratabilmeliyiz… Ancak, bütün bunların önkoşulu, Türk insanının cemaatsal yaşamdan çıkıp bireyselleşmesi, özne olması. Türkiye’de yaşayan insanları bir arada tutacak öğenin, kimlik değil, demokratik bir anayasal düzene bağlılık olduğunu düşünüyorum.” Diyor liberal “demokrat” yazar…


Şunu belirtmek gerekir ki Türmen’in yazısı uluslararası Batı burjuva dünyasını bir burjuva diplomat olarak yakından gözlemlemiş olduğu için ciddi entelektüel (entel-dantel değil) bir değer taşıyor. Bu yüzden gözlemleri ve sonuç için yol göstermesi Sayın Başbuğ’dan daha somut yani elle tutulur biçimde. Tabii sonuç olarak her iki bireyinde ufkunu iktisadi nedenlerden dolayı bağlı bulundukları sınıfın çıkarları belirliyor. Bu da çok doğal. Fakat “değişim” adına analiz yaparken bunu gözden kaçırdığınız zaman, ufka ancak “solcu”, daha ılıman iyimser deyimle sosyal-“demokrat” gözlük takmış bir tezle bakabilirsiniz. Bu ‘miyopluk’ ise, benim gözlerimi bozuyor, bulanık görüyorum!


Onun için ben (her liberal gibi maskesinin altında “faşist” içeriğini daima koruyan Taha Akyol’un pek hoşuna gitmeyen tanımla) bir devrimci ve bilimsel toplumsallaşmış toplum demokratik birlikteliği taraftarı olarak öncelikle iktisadi alt yapıdan kaynaklanmayan (bunun için anti-ekonomist irade hatalarını taşıyan) görüşleri eleştiriyorum. Çünkü iktisadi alt yapısını ve onun siyasi yansıması olan siyasal üst yapısını ve bunların ideolojik izdüşümlerini tanımlayamamış bir ülkede “demokratik anayasa” olsa ne yazar… Burjuva entelektüellerimizin de “hafıza-i beşeriye”sinde sorun var! “1960 Anayasası”, Birleşmiş Milletler tarafından Sovyet Anayasası ile beraber dünyanın en “demokratik” anayasaları seçilmişlerdi. [Ne ki, hala BM tarafından bu Anayasanın yazarlarından biri Afrika’nın genç devletlerinin Anayasasını hazırlayan komisyonlara başkan olarak atanmaktadır.] Sonuç ne oldu faşist Mussolini İtalyasından alınmış Türk Ceza Kanunu sayesinde bu Anayasa güdükleştirildi, iki askeri faşist darbe sonrasında da “bize bol geliyor” çığırtkanlıkları arasında tamamen ortadan kaldırıldı. (Diğer tarafta ise Sovyetler tarihe gömüldü. Hiçbir Sovyet işçisinin “kılı kıpırdamadı”!) Şimdi sondan başa dönüyorum…


Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik” olarak ifade edilen “TC vatandaşlığı” ifadesi Thomas More’un “ütopya”sının “Atlantis Vatandaşlığı” ifadesinden başka bir şey değildir. Bunu kanıtlamaya çalışan “Ortak kimlik/Üst kimlik” ifadesi de Sayın Türmen’in haklı deyimi ile “hiyerarşik” bir ifadedir. Sosyolojik değil. “Vatandaşlık” bağı, “Ordu” bağı gibi kurumsalıklar ile çok farklı içerik ve tezahürleri içeren iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel-enerjik-uzaysal bir sürecin sonunda oluşmuş bir olgunun “izafi-kuruntusal” ifadesidir. Bunun nesnel gerçek “somut” ifadesi bu “vatandaşlar”ın hangi iktisadi kaynaklara dayanan “toplumsal sınıfın” üyesi oldukları ve kendi toplumsal emek ürünleri olarak toplam artı-değerin ifadesi olan “milli gelir”den hangi oranda pay aldıklarıdır…


Şimdi bir başka ayrıntıdan dalalım… Bir türlü paçamızı kurtaramadığımız göçebe/barbar toplum folkleresinin “arabesk”leştirme geleneği gereği sosyoloji bilimini de keyfimize göre düzenliyoruz. Hangi politik uçtan olursa olsun kaos adeta ruhumuza işlemiş. Kent olgusunun “adab-ı muaşeret” dediği “birlikte yaşama yordamı”ndan nefret ediyoruz. Doğal olarak onun kavramlarından da… Ne ki Anadolu kent geleneğini yüzyıllarca uygulayanları gayri-müslim olmaları dezavantajı nedeni ile aynadaki suretimizle anlaşarak büyük bir kısmını puntuna getirip toptan, diğerlerini parça parça imha-tenkil etmişik. Bunun hep böyle olacağının imanı ile “zemzem kuyusu”nda arındığımız için, herkesi enayi yerine koyma dürtüsü ile dünyayı parmağımızda oynattığımıza da daha ilkokuldan başlayarak inandırılmışık. “İnançlı” bir sürüyüz, “bilinçli” bir toplum değil! “Türk” Devletinin ne olduğuna dair bilgilerimiz de Orta Asya steplerinin oymaklarının ataerkil klan-boy yönetimlerinin kan-soyları boyutunda süregiden kan-davaları ufku izdüşümünde, bir emekli başçavuşun keşfi ile “16” kere yıkılıp tekrar “imal” edilmiş. Bunun için folklore ile kültür, tebaa ile millet, millilik ile milliyetçilik, kulluk ile yurttaşlık, şovenizm ile ırkçılık, ulus-devlet ile küresellik hatta yurt/vatan kavramları kıymeti kendinden menkul enteller, proflar ve nihilist bilgiçler tarafından keyfe keder yorumlanmaktadır…


Benim irdeleme ilkemin en önündeki tümce şudur: Gerçek ayrıntılarda gizlidir. Bütüne ulaşmak için en küçük parçadan toparlamaya başlamak zorunludur. İşin kolaycılığına kaçarak küçük burjuva oportünist kaypaklık ile “Lozan Anlaşması”nın “azınlıklar” paragrafına şutladığımız “demokrat” davranışlarımızın en can alıcı sorusu şudur: Niçin kendilerini T.C vatandaşları olarak kabul ettiğimiz Müslüman olmayan (Ermeni, Rum, Süryani, Musevi vb.gb.) yurttaşlarımız, yurttaşı oldukları halde devletlerinin kurumsal görevlerinde (her kademede ordu, polis, mülki idare, bürokrasi vs.) kendilerine yer bulamazlar? İlginç olanı etnik varolmalar yokoldukça, bu çember bu sefer din mezheplerine doğru daraltılmaktadır!


İşte ilk önce bunun cevabını vermek zorundasınız. Bunu cevaplamadan diğer (başta başarılı bir biçimde “mesele” olmaktan çıkarılıp “sorun” haline getirilen “Kürd”) meselelerin/sorunların doğru cevabını bulamazsınız. Bırakın “çağdaş demokratik toplumlarda ortak/üst kimlik…” falan-filan palavralarını, gayet somut açık-seçik bir soru soruyorum! İsterseniz bakalım şu “çağdaş demokratik toplumlar”a ne yapıyorlar. Evet, bunlar tekelci kapitalist yani emperyalist ülkeler (bunların Avrupa kanadı sosyal emperyalizme dönüşüm yapmış), ama oradaki demokratik haklar; “bu ülkeye Komünizm gerekiyor ise onu da biz getiririz” tepeden inmeci, Bismarkçı emir-kumanda, hiyerarşi bağımlısı göçebe gelenekli bezirgân-ağa-paşa totaliterizmi ile sağlanmamıştır. 1600’lerin başından başlayarak 1945’lere kadar Avrupa işçi sınıfının (erkek, kadın, çocuk) kanları ile ödedikleri, tırnakları ile sökerek aldıkları sınıf savaşları sonucu, -burjuvazi ve aristokrasinin gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldıkları- bunun için artık bilimsel bir nesnel gerçeklik olarak kıtasal toplum belleğine kazınmış haklardan bahsediyoruz. Kıymeti kendinden menkul bir takım “hazret”lerin lütuflarından değil. Bu ülkeler, hani “ırk, din farkı gözetmeksizin” yurttaşı konumundaki bireylerine devletin bütün kurumlarında -belli kademelerde olsa bile- yer alma hakkını tanıdığını ilân etmekle kalmıyor, “göçebe gelenekli” parlamenter totaliter-Bismarkizmlerin (Bonapartizmlerin) veya faşizmlerin egemenliğinde sindirilmiş kır kökenli elkızını-eloğlunu devletinin ideolojik aygıtlarını kullanarak şevklendirerek iradelerini bütün burjuva sivil toplum örgütlenmelerinde katılım yönünde itekliyor. (Daha 1992’de yazdığım “Yeni Dünya Düzeni” kitabımda “emperyalizmin artık uygar-sömürgeci pelerinli sosyal-emperyalizme dönüştüğü”ne dikkat çekmiştim. Ama Türk solcuları ve “devrimci”leri varını yoğunu “mikro-milliyetçi Kürtçülük” uğruna harcamakla meşgul oldukları için fark bile edemediler.) Üstelik bu ülkelerin birçoğu bırakın burjuva Cumhuriyet demokrasilerinin parlamenter rejimleri olmayı, düpedüz Kraliyet monarşilerinin parlamenter rejimleri. Yurttaşlık esasına göre değil, tebaa esasına göre hukuksal yapılanmadan dolayı Anayasaları bile yok. Aynı içerikten dolayı laik bile değiller, sekülerler. Demek ki ezber yanlış ezber, bozmak gerekiyor. Karşınızda artık “dünkü çocuklar” veya daha Türk usulü ile “enayiler” yok!


Kavramlar üretim güçleri arasındaki üretim ilişkilerinden kaynaklanan sınıflar mücadelesinin tarihselliğinin oluşumu içinde türetilirler. (Taha Akyol gibi liberal kılıklı utangaç neo-faşistlerin kavrayamadığı nesnel gerçeklik budur). Bunun için sınıflar mücadelesine zamansallık esas olmak üzere ( ve mekâna göre); hangi ülke öncülük etmiş ise o ülkenin türettiği kavramlar genel içinde bilimsel değer taşırlar ve genel kabul görürler. “Serbest” Vahşi Rekabetçi Kapitalizmin egemenliğinin biçimlenmesine paralel olarak sınıflar mücadelesinin siyasi boyutu için Fransızca, ondan çok önceleri iktisadi gelişme boyutu için İngilizce, felsefi söyleşi boyutu için ise Almanca (lisanına anlatım zenginliğini bahşeden antik Latince kökünden dolayı) kelimeler özgün konuları içinde türetilerek kavramların ifadesinde kullanılır. Siyasal edebiyatta, yüzyılımızda Almanca kelimelerin yerini İngilizce kelimelerden türetilmiş kavramların doldurması da yine bu iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel (enerjik-uzaysal) sürecin nesnel gerçekliğinin sonucudur. Tabii bu başka ülkelerin kavramlarının da genel değer taşımayacağı anlamına gelmez. Örneğin Çarlık Rusyası Dekabrist devrimci aydınlarının saygın mücadelesi Latince kökenli “entelegentsia” kelimesinin Batı’da kullanılan “entelektüel” kelimesinden ayrı olarak değerlendirilip kullanılmasına neden olmuştur. Ruslar için utanç verici olan, bugün kavramın ne demek olduğunun günümüz Rusya’sında unutulup “entelektüel”lerden medet umulmasıdır!


Emperyalist-zion tarafından yürütülen günümüz psikoloijk savaşının taktik muharebelerinin en can alıcı kısmıda işte bu lisan boyutunda kavramların deforme edilmesi için verilir. Onun için birçok gerçek anlamları saptırılmış kavramlar gibi “Kimlik” meselesine (sorun değil) doğru yaklaşabilmek için kaynağa şanlı Aydınlık Devrimi 1789 İhtilâli günlerine dönmemiz zorunludur. Büyük Fransız Devrimi’nin önemi sadece demokrat burjuva Anayasıcıların “Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik” sloganlarının öncülüğü ile küçük-burjuva radikal devrimci jakobenlerin “Cumhuriyet” veya “laik” kavramlarına yüklediği anlamlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda daha çok liberal burjuva jirodenlerin üstünde durduğu millet (nation), milliyet (nationalite), milli (national), yurt (patrie), yurttaş (citoyen-compatirote), yurtseverlik (patriote) kavramları da belirlenmiştir. Bu genel olarak burjuva sosyolojisi tarafından halkın (peuple), tebaa (ressortissant) olmaktan çıkıp “yurttaş” olmasıdır, diye tarif edilir. Tabii ayrıntıya dalmamak işin esasıdır. Çünkü buradaki ayrıntı çok hassas ve tehlikelidir…


Fransa gerçeği ile hareket ettiğimizde, burada belirliyici olan feodal üretim ilişkileri karşısında egemenliğini ilân eden kapitalist üretim ilişkilerinin güncel sınıflararası mücadelesinden üreyen kavramlar geçerlilik kazanmıştır. Burjuvazi kendi için yaşamsal süregenlik meselesi olan iç-pazarı alt yapıda örgütlerken, bu nesnel gerçeği peşinden sürüklediği sınıfların gözünden ve belleğinden saklamak için üst yapıda psikolojik (manevi-kuruntusal-hissi) değerler oluşturur. Bu ideolojik değerleri peşinden sürüklediği sınıflara (özellikle dini kullanarak ya da ideolojiyi kültleştirerek) gönüllü olarak kabul ettirerek iktisadi alt yapıdaki diktatörlüğünü üst yapıda “demokratik” olarak tezahür ettirir. Uyanan işçi ve emekçi sınıfların “vatan-millet-sakarya” olarak mizahlaştırdığı fenomenin somut kaynağı budur…


Ama nihilist bir hataya düşmemek için şunu unutmamak lazımdır. Her yeni üretim ilişkisi bir öncekinin bağrından doğmuş iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel-enerjik-uzaysal bir süreçte ortaya çıkan zorunluluğun kaçınılmaz devrimci yansımalarıdır. Her sınıf kendi tahakkümünün geleceğini garantiye almak için de “devrimci” (aynı zaman da “karşı-devrimci”) olmak zorundadır da… Onun için kapitalist üretim ilişkilerinin ürettiği burjuva sınıfların üst yapı kavramlarıda bu nesnel gerçeklik içinde irdelenmek zorundadır. Sonuçta kavramların üretilmesinin maddi kaynağı insanın emek gücüdür. Bu da kitlesel olarak egemen sınıfların elinde toplanan toprak-rant, emek-rant ve artık-değere (kâr) tekabül eder. Bu değerleri kitlesel olarak üretenlerde daima köleler, emekçiler ve “özgür köleler” olarak işçi/emekçi sınıfları olmuştur. Yani anti-ekonomist nihilist-romantik-radikallerin gözden kaçırdıkları nesnel gerçek budur. Ama oportünist küçük burjuvazinin adının teleffuz ettiği halde uygulamada “fülüğlaştırdığı” nesnel gerçek de yine budur. Bunu bilimsel olarak ifade eden ilk devrimci biliminsan(lar)ı Marx-Engels olmuştur. Yani devrimci burjuvazinin yükselttiği ve iktidara oturup düzenini kurar kurmaz elinden düşürdüğü tüm devrimci bayrakların asıl sahipleri bu kitlelerdir. Onun için işçi ve emekçi sınıflar devrimci yürüyüşlerini sürdürürken burjuvazi (ve küçük burjuvazi)nin kirli elleri ile bu devrimci bayrakları “tekrar” kirletmemesi için azami bir dikkat göstermesi ustalar tarafından vurgulanmıştır. Diğer taraftan iç-pazarı birlik içinde tutmak gibi bir amacı olmayan işçi sınıfı öncelikle milli sınırları içinde burjuvazi ile mücadele etmek zorunda olan bir devrimci sınıf olarak “yurtsever”dir. Ama bunun anlamı izah etmeğe çalıştığımız gibi burjuvazinin yüklediği anlamda değildir. Yani işçi sınıfı “içerik bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, “biçim bakımından” ulusal”dır (Engels). Bu bakımdan tarih trenini zaman ve mekân içinde çoktan kaçırmış olan küçük burjuva sınıftan ve değerlerinden yine “devrimci” bir medet ummak sadece trajedinin komedi olarak tezahür etmesine yarar (“Ergenekon” komedisi gibi). Manifesto’da belirtildiği gibi, “burjuvaziye karşı olan bütün sınıflardan, yalnız proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar büyük sanayi ile yıkıma doğru gitmekte ve mahvolmaktadır; proletarya, tersine, onun en öz ürünüdür.” İşte bu nedensellikten dolayı işçi sınıfı bütün milli sınırların kaldırılmasından da yana devrimci tavrından dolayı millilerarası-birliktenci(enternasyonalist)dir. Bu görüş ufkundan Yurtseverliğinin önüne Enternasyonalizmi yani “Yeni İnsanlığı” koyar. Bu küresel barış ve toplumsallaştırılmış toplumculuk demektir. İşte bunun içindir ki işçi sınıfı, sınıfların bütünü olarak ifade edilen “halk” kavramından hareket etmez. Hele “halkların uluslararası kardeşliği” kavramı tamamen işçi sınıfının birliğine karşı sinsice savunulmuş emperyalist amaçlı oportünist likidatör bir slogandır. Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programları içindeki bu gibi Lassallecı önermeleri haklı olarak şiddetli bir biçimde eleştirmişlerdir. Ustalar bu “ulusal” nutuklar atan sözde devrimci sosyal-“demokrat” Lasallecı programı eleştirirken şöyle toparlarlar: “…”namuslu” oportünizm, belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir.”


Buradan her türlü Bakuninci ve de “namuslu” oportünistin kaynadığı Türkiye’ye dönelim. Anadolu’nun kendisi tarih boyunca uygarlıkların beşiği olmuştur. Bu özellik Anadolu’ya özgüdür. Çünkü Afrika’da doğan ilkel insan sürülerinden Homo Sapiens’in Güneyden yürüyüş yolunun kilit noktası Anadolu’dur. Buradan Kuzeye, Batıya ve Doğuya yönelmiştir. Ayrıca Anadolu ileri çağlarda hem Kuzeyden hem de Batı’dan tekrar göç almıştır. Sonraki çağlarda ise Doğusundan göç almaya devam etmiştir. Onun için üzerinde sınıflı toplumların ilk evresinden itibaren çeşitli ve uzun yıllar süren farklı inanç ve folklorelere ait farklı habitatlara hükmeden imparatorluklar kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu içinde pek çok devrimi barındırmış olan bu muazzam evrimin son halkasıdır. Kapitalist üretim güç ve ilişkilerin öncüsü, yayıcısı, egemeni olarak yaşlı kıta Avrupa’da ise yerleşikliğe geçen barbar toplulukların ardından kurulan imparatorluk egemen Roma İmparatorluğudur. Akdeniz’e ve Anadolu’ya da hâkim olmuştur. Ardından aynı halk toplukları temelinde Avrupalı imparatorluklar kurulmuştur. Bunların hepsi Pagan inanış sonrası semi-pagan Hıristiyan ideolojisini benimsemiş, çoğu Anglo-Saksondur ve aralarındaki “it dalaşı”na rağmen birbirleri ile akrabadır. Ardından aynı temel üzerinden kıtanın bazı ülkelerinde ise aristokrasi ile “it dalaşı”na giren burjuva Cumhuriyetleri kurulmuştur…


Oysaki Osmanlı İmparatorluğu üç farklı kıtaya dağılmış, içinde Müslümanlık (Sunni, Şii-Şia ve Alevi), Hıristiyanlık (Ortodox Elen, Ortodox Gregoryan, Ortodox Kadim Süryani, Kıpti-Yakubi, Katolik, Protestan), Musevi ve hatta Yezidi gibi çok farklı dinsel inançları, farklı ırkları ve halk toplulukları çok uzun yüz yıllar barındırmıştır. Bunların bazıları imparatorlukların, kısa ömürlü küçük devletlerin kült-ideolojileri olmuştur. İktisadi hedefleri küçümseyerek kendini ideolojik “İslam cihadı” yönünde hedefe kitleyen imparatorluklar, iktisadi deteminizm doğrultusunda ilerleyen Avrupa karşısında zamanla küçülerek sonunda dağılmıştır. Bu dağılış sırasında sorunları sürekli üstyapıda halletmeye çalışan Osmanlı devlet sistemi içinde ümmetçilik ve milliyetçilik ekseninde tartışılan siyasal açınımlar Müslüman tebaa üzerinden temellenmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin imparatorluğun diğer parçalarına nazaran daha ilerisinden olan Balkanlar’da ve ardından Doğu Anadolu’daki tebaa arasında başgösteren ayrılıkçı milliyetçilik hareketleri ise Hıristiyan temelden hareket etmiş ve bu ayrılıkçı milliyetçilik ‘eşyanın tabiatı gereği’ burjuva cumhuriyetler hedefleri üzerinden hareket etmişlerdir. Bu hareketler içinde sadece Balkanlardaki milliyetçi hareketlerin başarılı olmasının nedeni Hıristiyan temeli üzerinde mezhep karşıtlığının keskin olmaması ve emperyalist güçlerin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama konusunda mutabakatlarıdır. Anadolu’da ise Ortodox Elen ve özellikle Türkik-Peçenek kökenli Rumların tarafsız kalmaları, Ortodox Ermeni Gregoryanların dini kökleri nedeni ile genellikle ‘Pay-i taht’tan yana tavır koymaları ve Amerikalı misyonerlerin kotardığı Ermeni Protestanlar ile Vatikan’a bağlı Ermeni Katoliklerin, Gregoryanlar ile kökleri Haçlı Seferlerine varan uzlaşmaz mezhep düşmanlığı buradaki ayrılıkçı milliyetçi hareketlerin yenilgisinin önemli nedenlerinden biridir. (Bu konu necip Türk milletinin “ulu kahvehane akademia”ları dışında kalan bir önemli ayrıntıdır). Ayrıca zengin madenlere sahip olan Anadolu ve yeni keşfedilmiş zengin petrol yataklarına giden stratejik coğrafi Mezopatamya bölgesinin paylaşma kavgasında mutabakata varamamış emperyalist güçlerin varlığı sayesinde Anadolu birliği şu veya bu şekilde Emperyalist I. Paylaşım Savaşı başına kadar sürmüştür. Bu arada kökleri Britanya hattı içindeki Zionist hareketle bağlantılı olarak atılan “Turancı Türk” milliyetçiliği ideoloji mason locaları aracılığıyla kurdurulan İttihat veTerakki Cemiyeti aracılığıyla Osmanlı Ordusu içinde işlenmeye başlamıştır…


1918 Sevr Sözleşmesi’nin öngörülerine uygun olarak işgal edilen Anadolu üzerinde bu İttihat veTerakki Cemiyeti etrafında toplanmış veya yine bu cemiyetten ayrılarak çeşitli siyasal duruşlar benimsemiş asker-sivil aydınların önderliğinde “misak-ı milli” üzerinde anlaşılmıştır. “Misak-ı Milli- Ulusal Ant” çizgisi Batı Trakya, 12 Adalar-Rodos, Kıbrıs, Halep, Musul ve Türk-Rus savaşı çizgisidir. Sadece anti-emperyalist olan Milli İstiklâl (“Kurtuluş” değil “Bağımsızlık”) Savaşı sonrası Lozan Anlaşması ile ise bu Batı-Güney çizgisinden tamamen taviz verilmiştir. Bu çizgi o zamanki Müslüman-Türkmen (Sunni veya Şia ve Alevi) nüfus çoğunluğu esas alınarak çizilmiştir. (Sonradan ancak Hatay kurtarılabildi). Fakat Ankara Millet Meclisi Hükümeti’nin ordularının Kafkasya’da Bolşevik Moskva’nın müttefikliği sayesinde ’93 Osmanlı-Rus savaşı öncesi çizgi Sovyet Hükümeti’inin teklifi ile kazanılmıştır…


1929’da Atatürk’e karşı İzmir Suikastı Konspirasyonu sonrasında sinsice İttihatçılar tarafından oluşturulan “Türk-İslam-Turan” milliyetçi hatta şoven ırkçı ideolojisine göre biçimlendirilen “resmi tarih”e karşın, Anadolu “misak-ı milli”sine kitlesel olarak Türkmenler(Aleviler, Sunniler, Şia) [Konya, Yozgat, İzmit ve Doğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde Sunnilerin Sultan’ın fetvasına uyarak “millici” kuvvetlere karşı ayaklandığı unutmayalım], Kürtler (Alevi, Şia olanlar -Sunnileri genelde Sultan’ın tarafında kalmıştır), Ortodox Peçenekler (bunların bir kısmı Sultancı Sunnilerle aynı tavrı sergilenmiştir), Ortodox Kıptilerin (Nasturiler ise Fransızların kışkırtması ile ayaklanmıştı) tamamı, hatta İstanbul’da oturan işgal kuvvetleri içinde nüfuslu Gregoryanlar tarafından da gizlice ama İttihatçı züluna uğramış Anadolu Gregoryanlarınca açıkca desteklenmiştir. Bu Anadolu halk (folklor) topluluklarının bütünü yeni doğacak burjuva cumhuriyetin mustakbel “yurttaş”ları olarak “milli” bir birlikte mutabakatının ispatıdır. Bu aynı zamanda adı XI. yüzyılda Bizans tarihçilerinin ve Venedik-Ceneviz tüccarları tarafından konulmuş olan “Türkiye” (Anadolu) toprakları üzerindeki “halk”ın “siyasal” ifadesidir…


Bu aynı zamanda bilimsel-sosyolojik olarak, “Türkiye Halkı”nın modern burjuva yurttaşlar olarak ifade edilmesidir. Kapitalizm sisteminde “Halk”ın çoğulluğu tüm sınıfların ifadesidir. “Milli”lik ve “yurt” tekilliğin ifadesidir. Bu “tekil” içindeki çoğunluğun ifadesi olarak bireyler toplamı olan “yurttaş”lar aynı zamanda “içe dönük” olan “milli” iradenin ifadesinin “içe dönük” yaptırımcı “dışa dönük” caydırıcı bir yüksek “duygu” (“his” M.Kemal)- (“ideal-ülkü” değil) biçimlenmesi olarak hakiki “yurtsever”ler olarak tanımlanırlar. Bu hakiki tanımlamaların en üst ifadesi olarak (ki Türkiye’de komik bir biçimde aynı anlama gelen ama Türkçe değil Arapça olan “vatansever” kelimesi taraflarca kabul ya da reddedilmektedir) “Milliyetçilik” ise “etnik” içerikli olarak yine “iki yönlü”dür, hem içe hem dışa yöneliktir. “Milliyetçilik” siyasal-kuruntu karakterini ifade eder. Gerçek burjuva iktisadi altyapının üstyapıdaki yabancılaşmasının yansımasıdır. Hakiki “çoğul”u yani halkı elde etmek için, insanın kendine yabancılaşmasının hakikati olarak kolayca “öteki”yi “düşman”ı üretir. Halkı “yabancılaşma” soyutunda ikiye böler- hakiki bölücüdür! Hemde öncelikle içrek sonrada dışarıya yönelik olarak. Dışa dönerken “etnik” boyuttan “ırk” boyutuna geçer ya makro Pan-Türkçüdür veya mikro Pan-Kürtcüdür. Onun için çizgisi çok doğal olarak yabancılaşma hakikatinin en altındaki kuruntudan başlayıp en üstteki tutkuya, şovenizmden ırkçılığa kadar sürdürür. Bu onun hakiki süreç karakteridir, zorunluluğudur. Kendisi için sınıf olan burjuvazinin, sınıflı toplumun egemeni olarak tarihte zorun rolünün bilincindedir. Çünkü devlet onun denetimindedir. Devlet-Hukuk-İdeoloji-İktidar ulusal değil, sınıfsal hakikattırlar… Marx diğerleri için felsefi kuruntu der…


Demokrat”lık ise esas itibarı ile “içe dönük” bir siyasal duruş biçimi olarak gözükse de, asıl hedefi dışa dönüklüktür. Demokratlar onun için entelegentsianın omurgasını oluştururlar. Bunun için hakikatçı olarak gerçekçi kapitalist “milliyetçi”liğin karşısında yer alırlar. “Demokrat”lık felsefidir (hakiki) onun insanın kendine yabancılaşmasının en üst utanç kuruntusu olarak “milliyetçilik” karşısında “gerçek” kılan ancak “devrimci”liğidir. İster burjuva olsun, ister proleter/proletek… Fakat bencil “entelektüel” liberal-demokratın “demokrat”lığı sahtedir. Liberalin üstündeki pulları dökülünce altından faşist çıkar. Faşistin pelerini ise liberaldir. İlginçtir ki bu olgu sosyal-“demokrat”lar tarafından Almanya’da gerek Spartakist ayaklanma sürecinde, gerekse de 1968 RAF olayları sürecinde aynen yaşanmıştır. Sosyal-demokratın pulları dökülünce altındaki faşist ortaya çıkmıştır. Bunun içindir ki “demokrat”lığı belirleyen ne “yurttaş” olmak, ne de “yurtsever” olmaktır, onun belirleyen “sınıfsal duruş” tarzıdır. Bu anlamı ile tekildir. XIX. yüzyılın toplumsal çalkantıları içinde tekil ve dışa dönük tavırlarından dolayı burjuva demokratların universal-kozmopolit olmaları bunun için mason örgütlenmeleri içinde bulunmaları raslantı değildir. Onlara “devrimci işçi sınıfı örgütü” alternatifini gösteren Marx-Engels olmuştur. Ama “çoğul” dışraklardan liberaller gibi oynak ve kaypak değillerdir. Bunun için sınıfsal duruşları devrimcileştikçe evrensel-hakikatçılar olarak kapitalizmin ürünü olan yegâne evrensel-devrimci (kendi içinde) sınıf proletaryanın yanında yer alırlar. Hatta onların “entelegentsia” grubunu meydana getirerek onlara öncülük ederler… Bilimsel sosyolojik edebiyatın en önemli karakterlerinden olan “demokrat” ucuz makro veya mikro (çoğu zaman utangaç) milliyetçi laflar etmeyen birey demektir. Her zaman özgün, yalnız ve cesurdur. Burjuva sivil toplumun yurttaşını, proleter toplumsallaşmış toplumun “birey”i haline dönüştürecek siyasal kültür birikimini taşıyan ve ileten “demokrat”tır. Sınıf savaşından korkan değil! Çünkü “demokrasi, kendini korumak için mücadele ederek ve hem devletten hem de siyasal yabancılaşmadan sıyrılmış topluma doğru kendini aşarak yaşar ancak.”(H.Lefebvre) Bu devrimci praxisin bireyidir demokrat…


Buradan meselenin esasına “devlet”e gelmekte fayda vardır. Modern “Devlet”i tartışırken başlanacak mizaç Firenzeli Machiavelli zeki bir adamdı, ama tarihsel zamanı ve konumu içinde. Aristocu formel mantığın, Platoncu “devlet” yönelişinde önemli feylozoflardan biriydi, “kutsal devlet” yolunda… Ama onun ünlü yapıtı “Prens”in intihal olduğunu tartışanlar görmemezlikten gelindi. (Bu konuyu “Gizli Ordular-RT-CFR-BG-TC”/Sorun yay.2005/ kitabımda dikkate sunduysamda kimse oralı olmadı.) Machiavelli’yi göklere çıkaranlar kendi küçük-burjuva ya da burjuva ufuklarından haklıdırlar. Ama İtalya’nın özgün koşulları ile diyalektik mantık kuranlar yanılmaktadırlar. Machiavelli İtalya’nın feodal yapısı içinde kendini kurtarmaya çalışan bir uyanık entelektüeldir, o kadar. Neymiş fikirlerini o feodal-teokrat devlet sistemi içinde başka türlü anlatamazmış! Bu görüşüm onun hayranlarını kızdırabilir, onun hakikatlerine kendini kaptırmış olanlar miyoplukla müzderip olabilirler. Ama ben olaylara tarihsel materyalist polyalektik yöntemim ile bakıyorum. Onun için sözüm ona bu diyalektikçileri aşıyorum. Diyorum ki, Katolik İtalya’da bu saray feylesofları böyle “Roma”dan kalma eskimiş ve çürümüş “entrika”larla meşgul olurken, Protestan Almanya’da Thomas Münzer gibi devrimci önderler genç yaşlarında kellerini veriyorlardı. Devrimci köylü ayaklanmaları, onların önderleri konumundaki Hıristiyan Komünizminin ideolojik “baba”larının izinden yürüyen Münzer gibi din adamlarının öncülüğünde, bir yandan siyasal edebi ürünlerini verirken (bunları araştırmamak bizim değil Machiavellistlerin günahıdır- Ne ki Engels’in bu konuda bir kitabı da Türkçeye çevrilmiştir) diğer yandan fiilen devrimci mücadelenin içinde yer alıyorlardı. Bu devrimci hareketler işçi ve emekçi sınıflarının tarihle imtihanlarıydı, yüzbinlerce cana mal olmuşlardı. Bu devrimci hareketlerin yansımaları Almanya’da Hegel gibi filozofların ardından Marx-Engels gibi devrimci biliminsanlarının doğmasına sebep olmuştur. İşte tarihi materyalist irdeleme bilimsel komünist perspektifi budur…


Buradan Hegel’e gelirsek. Çağcıl bilimsel komünist düşüncenin en önemli düşünürlerinden biri olan Henri Lefebvre’nin “Marx’ın Sosyolojisi”(Sorun.3.Baskı.1996) adlı çalışmasını yukarıdan beri esas alarak devam ediyorum. “Marxist düşünce, temel bakımından devlet-karşıtıdır.” Ayrıca şu unutulmamalıdır ki “devlet teorisi, marxist düşüncenin merkezinde… doruğunda yer alır.” Marx’ın Hegel’le olan ayrılığının temel vurguları hukuk ve devlet üzerinden yapılır. Bir bakıma Hegel’in takipçisi olan Ferdinand Lassalle ile de şiddetli bir şekilde mücadele etmiştir Marx. Marx-Engels’in şiddetli bir biçimde eleştirdikleri Lassallecı Gotha Programı Marxist olduğunu ileri süren pozitivist sosyoloji ile her zaman reformculuğu savunmuştur. Bu çizgi bugün açıkça muhafakâr bir anlayışta kendini teşhir eder. Marxist düşünceye keskinliğini kaybettiren Hegelci sistemleştirme içinde sınıf ve sınıf mücadelesi kavramını gözden kaybederek toplumu, ulus ve ulusal devlet ile bütünleştirir. Marx’ın devrimci aşma kavramına karşın, sentez yani devlet Hegelci “sistemin inşasında, tez ile anti tezin doruğunu oluşturan; onları tamamlayan ve hareketsiz hale getiren şeydir”(H.L) “Orta sınıfı (ve ona bağlı olan devlet bürokrasisini), bilinç ve bilgi taşıyıcı evrensel bir sınıf olarak ileri” sürer Hegelci tez. Hegelci tezde özgürlük sistemi değil “devlete bağlılık” esastır. Machiavellizmin felsefesini küçük burjuvazi daima “siyasal paragmatizm”inin “felsefi şahadetname”si yapmıştır. Lefebvre devam eder: “siyasal insanın; vatandaşın (siyasal vatandaşın), sadece bir (siyasal) kuruntu olduğunu ve kuruntu içinde, gerçek insanın ve bütün insanın kendini ancak hayali [kuruntuya dayanan] bir şekilde tatmin ettiğini açıklamaktadır. İdeolojik, hukuki ve buna benzer kuruntulara, siyasal ya da devlete dayanan bir kuruntu eklemekte ya da onların üzerinde yer almaktadır. İnsanoğlu, devlet düzeyinde, devlette ve devlete bağlı olanda gerçekleştirmez kendini; tam tersine, devletten sıyrılarak gerçekleştirir.” Bunun için “işçi sınıfını yöneten devrimci süreç, devlete onunla, birbirinden ayrılması kabil olmayan üç yan taşıyacaktır. Demokrasinin gelişmesi, proletarya diktatörlüğü ve devletin ortadan kalkışı.”(H.L) Gerisi makalelerin satırları arasında gizlice sizi teşhir eden cümlelerin “Atatürkçü soslu” Hegelci Bismarkizmin güncel versiyonlarıdır. Yerseniz…


Bu arada bilimsel açıdan “kimin” kimlik bunalımı? Sorusuna genel olarak cevap vermiş olsakta, tekrar kısaca bilimsel olarak cevap verelim. Türkiye’de bir tek “halk” vardır. O da “Türkiye Halkıdır”. Bu Halk, “yurttaş” olarak “Türk”tür. Halk olarak bütün “Türk”lerin yaratmış olduğu maddi veya manevi değerler “milli” olarak adlandırılır. Bu hakikat “milli duygu”dur, o kadar. Bu bütün onun modern burjuva toplumu “kim”liğidir. Ama tarihsel materyalist açıdan dünya üzerinde insanların varolması ile üreyen ve göçen insanlar bu ülke toprakları üzerinde varolmuşlardır. Bu topluluklar “ana-ata kan soyuna” dayalı sınıfsız ilkel ortakçıl toplumdan, “baba-ata kan soyuna” dayalı sınıflı toplumlara geçişleri ile çeşitli folkloreleri (halk topluluklarını) meydana getirmişlerdir. Bu folkloreler kimlik değildir. Varolmayı biçimlendiren statülerdir- aile çekirdeği üzerinden kan-klanına dayalı örgütlenmelerdir. Çünkü köle ve efendilerin varolduğu antik halk topluluklarında “kimlik”ten bahsetmek için, çokbilmiş-bilgiç emekli başçavuş olmak yeterlidir. Aynı şekilde artı-emeği feodal beylerce-ağalarca gasp edilen serf denilen yarı-kölelerin varolduğu “ataerkil kan-aşiret soyu”na dayalı halk topluluklarında “kimlik”ten değil “sürü” ve “tebaa” olmaktan bahsedilebilir. “Kimlik” sorunu burjuva devrimlerin özellikle kapitalizmin yarattığı “sürüden bireysel”liğe geçen “özgür köleler” olarak toplumsal emeğin sahibi işçilerin serbest pazarda boy göstermeleri için determinist gerçeklikten doğmuş pragmatik ve pratik bir olgudur. Onun için kapitalist bir toplumda “alt kimlik”, “üst kimlik” gibi bilimdışı saçmalamaların nesnel gerçeklikte hiçbir “kıymet-i harbiye”si yoktur. “Aşiret düzenine” dayalı olmayan ileri üretim ve yeniden üretim ilişkilerine ve de işbölümüne erişmiş etnik halk toplulukları da ancak (hepsi değil- şu ya da bu şekilde tarih içinde ve halen “devlet” olarak varlıkları söz konusu ise) “milliyet” olarak adlandırılabilirler. “Milliyet” “kimlik”e tekabül etmez. “Milliyet” folklore sürecinin kapitalist üretim ilişkileri içindeki “duyusal varolma” boyutuna denk düşer. Yani burada sürüden (aşiretten) kurtulmuş “birey”lerin oluşumu esastır. Burada karakteristlik olan “duyusal varolma”nın fırsat eşitliği hakkı içinde ifade edilip-edilemediğidir. Aşiret örgütlenmesi içinde olan toplumlarda bırakın “millet” olmayı, “milliyet” kavramını kullanmak dahi bilimdışı bir varsayımdır. Onun için Araplar bir millet olmak çırpınırlar, ama milliyet sürecine bile giremedikleri için aşiret-cemaat-tebaa bataklığında emperyal-zionun güdümlemesinde şeriatın esiri olurlar.…


Eğer aşiret-sürü (veya tekabülü cemaat) varsa zaten “kimlik” yoktur. “Kimlik” istediğine istediğin gibi yapıştırılan bir yapışkanlı-kağıt parçası değildir. Asya tipi üretim tarzının aşiret düzeni “kast”laşmış bir yapıya denk düşer ki bunu “devlet”e tekabül ettirmek ancak Pentagon ve Tel-Aviv’in başarısıdır. Sosyoloji biliminde ise yeri yoktur. “Ulus-devlet”in amacı iç pazarı oluştururken tüm milliyetleri, etnik toplulukları ve azınlıkları bir arada tutarak pazarın bütünlüğünü (büyüklüğünü) garanti altına almaktır. Onun için kendi bireylerinin özgün “kimlik”leri olması şarttır. Onun ideolojisi siyasal değil iktisadi pragmatizmi ve pratiği ön koşar. Zaten kendisi gerçeklik olarak ekonomi-politiktir. Siyasal pragmatizm ise zaten “din” olarak şekillendirilmiştir. Ama egemen etnik folklorenin bütün diğer etnik folk varolmaları haklarına karşı egemenliğini öne süren şoven ve ırkçı ideolojisini şart koşmasıda totaliter bir baskıdır. Çünkü burjuva kültürü evrenseldir, determinist nedenlerden öyle olmak zorundadır, bunu en somut örneği güncel global emperyalist kültür istilasıdır. Universal ve kozmopolit olan bu kültür yozlaştırarak insanın kendine yabancılaşmasını gizemleştirerek asimile eder, entegrasyonu sağlar. İlginçtir ki millet içindeki cemaat ayrılıklarının asimilasyonuna karşı çıkan Naziler olmuştur, günümüzde ise neo-faşistlerdir. Bu açıdan yazımızın girişinde sorduğumuz soru üzerine Türkiye’yi açıklarsak. Türkiye’deki 1930’lu yılların ortalarından itibaren İttihatçıların devlet bürokrasisindeki ağırlıklarına paralel olarak “Türk-İslam” sentezi –çoğu zaman yanına “Turancılık” katılarak- “ resmi ideoloji haline getirilmiştir. Böylece hakiki “milli duygu”nun ön koşulu olarak tüm etnikler arası folklorenin varolmaları üzerinde devlet tarafından totaliter (zorla bütünleştirici) bir baskı kurulmuştur. (Zaman zaman fiilen pogramlar uygulayarak.) Bu devlet organlarında görev vermemekten, halk topluluklarının kendi folklore etnik ana lisanlarını konuşmama ve folklorik yapılarını böylece güdükleştirerek (sadece halk oyunu boyutunda bırakarak) genel “milli duygu” içinde evrensel kültürün bir parçası olma “fırsat eşitliği”nden mahrum etmesi sağlanmıştır. Bu ülkedeki etnik folklorenin güdük kalmasından büyük fayda sağlayan en önemli unsur ideolojik feodal üst yapılarında çok işine gelmektedir. (Aileden, ahlâka ve hukuka kadar- dinci yapılanmalar içinde). Ama küresel kapitalizmin nesnel gerçekliğinden kaçmak imkânsızdır…


Dünyada XX. yüzyılın başından bu yana nerede ise bir yüzyıldır hem üretim güçleri, hem de üretim ilişkileri yönünde önemli dönüşümler yaşandı. Özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren tekelci kapitalizmin öncü emperyalist ülkeleri köklü dönüşümlere yöneldiler. 1992 yılında Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda anektodlar biçimde yazdığım gibi emperyalizm, sosyal-emperyalizme dönüştü. Bu dönüşüm mali oligarkların arzusu değil iktisadi nesnelliğin siyasi gerçekliği oluşumunun tarihsel sürecinin otodinamizmiydi. Böylece burjuva sivil toplum uygar pelerinini takarak, geri bıraktırılmış ülkelerde yeniden mandater iktisadi ekonomi politikalarını uygulamak için yeniden faşist siyasal perspektifine geri dönüyordu. Çünkü bilincinde olduğu tarihsel olgu, devrimci oluşumun aşma yönünde topuzunu sivil toplumun çanını kırmak üzere vurmasıdır…


Böylece Türkiye’deki mücadeleyi “sınıfsal değil ulusal” olarak nitelemek, “bugünün Türkiye’sinde tek devrimci ve ulusal çizgi Atatürk’ün çizdiği yoldan geçmektedir” diyerek “ulus-devlet”i kutsamak ve bunu “devlete bağlılık” olarak adlandırmak doğaldır ki bu tipik Hegelci burjuva “demokrat” maskeli sosyalizminin sentezidir. Hem üretim güçleri ve ilişkilerinin küreselleşmesinden dem vurup, dünyadaki muazzam bilim-teknik değişimini alkışladıktan sonra böyle bir dönüşü yapmak trajik oluyor. Çünkü tarihte iki ülke bu “u” dönüşü yaptı biri İtalya’ydı diğeri Almanya! Doğaldır ki gençlerin tepkileri bu “tarihi oluşumu” kavramanın önsezisel tepkisinden kaynaklanıyor… Çünkü dünya işçi ve emekçilerinin rotası çoktan “herkesin yeteneğinden, herkesin ihtiyacına göre” olan bilimsel toplumsallaştırılmış topluma doğru çevrilmiş durumda. Bunun ama maması yok, bunu kavrayamayanlara tepki haklıdır…


Artık tartışılması zorunlu olan, burjuva sivil toplumun “yurttaşlar sürüsü” haline getirdiği bireylerin, burjuvazinin bu “yeni” yabancılaşma güdüsüne karşı kendilerini aşma yönünde hakiki bireyselliklerinin hangi birliktelik içinde oluşumudur. Artık tartışılması gereken yurtsever milliliğin, millilerarasıbirliktenci (enternasyonal) aşılması zorunluluğudur. Artık tartışılması gereken sınıflı toplumların en gelişmiş siyasal yönetim biçimi olan “Cumhuriyet”in, sınıfsız topluma doğru yol alan “öz yönetim-Kurultay” (Komün) siyasal yönetimi biçimine doğru aşılması zorunluluğudur. Bunu da başaracak yegâne sınıf artı-değer üreten dinamik-güç bizzat proletaryanın kendisidir. Bu saatten sonra kalkıp sınıf savaşımını göz ardı etmek için “âmâ” olmak veya emekliliğini kazasız-belâsız geçirme sevdasında olmak lazımdır…


Artık “ulus-devlet”, “Atatürküm önderim”, “bir ırkın afadıyız” mavallarını aklı başında olan kimse takmıyor. Kemalist-Jakobenler artık gerçeği görüp boş manipülasyonların peşinde koşmayı bırakıp, işçi-emekçi sınıf saflarına katılmalıdır. Kemalist-Jakoben hülyalar tarihsel misyonunu tamamlamıştır, gelecek proletek tassavvurun-hayalin yaşama geçirilmesinde yatmaktadır. Artık tek bir “ulus” olmalıdır; dünya “ulusu” ve dünya “yurttaşlığı”. Bütün sahte “milli” sınırlar kalkmalıdır. Kan emici “milliyetçilik” tarihin çöplüğüne atılmalıdır. Artık bizim bayraklarımızın üstünde “tembellik hakkı”nı elde etmek için “çalışma saatlerinin 4 saate indirilmesi” devrimci parolası yazmalıdır. Barış ancak sosyalizmle mümkündür. Çünkü üretim güçlerinin muazzam devrimci atılımı “herkesin (gücüne değil) yeteneğinden ihtiyacına göre” ilkesinin yaşama geçirilmesi bilimsel-teknik imkânlarını bizlere devrimci bir içerikle sunmaktadır…


Yürünecek olan tek yol, bütün açık veya gizli milliyetçiliklere karşı, “dünyanın bütün ülkelerinin (kafa ve kol bileşkesi) proleteklerinin birleş”mesidir!


Halid Özkul

14.05.09