16 Aralık 2009 Çarşamba

Kürt Sorununda Devrimci Tavır - İlker Belek

Kürt Sorununda Devrimci Tavır

Yazar ulusal hareketen komünist tavır almasını bekliyor. bilmeliki bu eşyanın tabiatına aykırı.asıl kendi rolününe bakmalı işçi sınıfı devrimci rolünü oynamadıkça bahsettiği kürt sorununda emekçi çözümü hayaldır bunda ısrar etmek ipe un sermektir. daha önemli olanı kürt halkına karşı devrimci görevlere sırt çevirmek için dayanak olarak kullanmak.”

Geçen haftaki yazıma gelen tek yorum buydu. Bu eleştiri hemen hemen aynı cümlelerle ve Lenin’den esinlenmiş olduğu açıkça belli olan bir tarzda, sıklıkla yöneltildiği için tartışmak istiyorum. Kapsamının bu köşeden çok daha geniş bir alanı gerektirdiğini bilerek.

* * *

Komünistlerin ulusal hareketi desteklemesi gerektiği yönündeki tez nereye dayandırılıyor, bilmiyorum. Ama, biz bu tür konularda tavır belirleyecek olduğumuzda esas olarak Marksist Leninist klasiklere bakarız. Ulusal sorun söz konusu olduğunda bu bakımdan elimizdeki tek kaynak Lenin'in yazdıklarıdır, bunlar da değişik çaptaki makalelerdir ve Sol Yayınları tarafından Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı başlığıyla Türkçeleştirilmişlerdir. Kitaba adını veren esas makale ise 1914 yılında kaleme alınmıştır ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı başlığını taşır.

Lenin'in ulusal sorundaki düşüncesi açısından, giriş bağlamında, iki önemli ilkenin öne çıkarılması gerekir:

Lenin ilk olarak ulusal sorunun ülkelere özel bir karakterinin olduğunu, yani özgül bağlamlı bir konu olduğunu belirtir. Örneğin yukarıda sözünü ettiğim uzun makalenin Sorunun Somut Tarihsel Konumu başlıklı alt bölümünün ilk paragrafında aynen şunu yazar: “Herhangi bir toplumsal sorun incelendiğinde, o sorunun, belirli tarihsel sınırlar içinde formüle edilmesi ve eğer özel olarak bir ülke söz konusuysa (örneğin belli bir ülke için ulusal sorun gibi) o ülkeyi öteki ülkelerden aynı tarihsel dönem içinde ayırdeden özelliklerin hesaba katılması, Marksist teorinin kesin bir gereğidir.”

Lenin'in Rusya koşullarında ulusların kaderini tayin hakkı ilkesini savunurken ele aldığı coğrafya Rusya ve Rusya'nın Batı ile komşu olan uluslarıdır. Nitekim, Luksemburg'un Avusturya örneği ile polemik geliştirirken, Rusya'nın özel koşullarına ilişkin olarak (yani Marksist teorinin kesin gereğini yerine getirirken) söyledikleri şunlardır: “Rusya bir tek ulusal merkezi olan devlettir… Bu ulusal devletin kendine özgü birinci özelliği … yabancı ırkların sınır bölgelerinde yaşamalarıdır… Üçüncüsü, birçok durumlarda sınır bölgesinde yaşayan ulusal toplulukların, sınırın ötesinde daha büyük bir ulusal bağımsızlıktan yararlanan yurttaşları vardır… Dördüncüsü yabancı ırkların yaşadığı sınır bölgelerinde kapitalizmin gelişmesi ve genel kültür düzeyi, merkeze kıyasla daha yüksektir.”

Lenin, bu özgül bağlamlı sorunda, Rusya'nın bu özelliklerine dayanarak ayrılma hakkı anlamına geldiğini hep vurguladığı ulusların kaderini tayin hakkını savunur. Sıralayalım: Rusya koşulları özel-özgül bağlamı içinde analiz edilir, Avrupa’da 19. yy da çözülmüş ulusal sorunun Rusya'da henüz çözülmediği ve Rusya'nın batısındaki ulusal sorunları çözülmemiş ırkların daha gelişkin bir kapitalistleşme aşamasında oldukları belirtilir ve sorunun çözümü için ayrılma hakkı önerilir. Rusya için somut durumun somut tahlilinden türetilen somut çözüm budur. Özel durum ve somutluk…

* * *

Ulusal sorunda Lenin'deki ikinci giriş vurgusu, şimdi belirttiğimiz gibi, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkı anlamına gelmesidir. Bugün Kürt hareketi açısından böyle bir talep zaten söz konusu değildir. Dolayısıyla Lenin referansıyla Türkiyeli komünistleri Türkiye'deki ulusal hareketi desteklemekle mecbur kılmanın hiçbir anlamı yoktur. Tam tersine, Lenin ayrılma hakkını tanımamayı en baştan liberal olarak niteler ve o dönemin özgül bağlamı içinde Rus Sosyal Demokratlarının devrimci konumunu en başından bu liberal pozisyondan ayrıştırır. Nerede? Özel koşulları olan Rusya'da.

* * *

Eğer Lenin'in yaptığı gibi Marksist teorinin kesin gereğini yerine getireceksek, Türkiye'de Lenin'in ulusal sorun hakkındaki öğretisini kendi özgül bağlamı içinde değerlendirmeli, öğrenmeli ve şu anki kendi özgül bağlamımıza ilişkin dersler çıkarmalı ve bu derslerin Türkiye için ancak ipucu olabileceğini de kabul etmeliyiz.

Bu bakımdan bize yol gösteren esas gerçek, yalnızca saptayarak geçiyorum, Lenin'in kitaptaki bütün makalelerinde ulusal sorunu sosyalizm ve devrim perspektifine içkinleştirilmiş bir tarzda ele almış olmasıdır. Yani Lenin'de devrim perspektifine bağlanmamış bir ulusal sorun yoktur. Örneğin hemen birkaç sayfa ileride şunu yazan da Lenin'dir: “Her ulusun ayrılma hakkı için evet ya da hayır biçiminde bir yanıt istemek, …, gerçekte bu saçmadır, böyle bir tutum, teoride metafizik bir anlayışı gösterir, pratikte ise proletaryanın burjuvazinin siyasetine boyun eğmesi anlamını taşır.” Demek ki proletaryanın tarihsel sınıfsal çıkarları ulusal soruna yaklaşım açısından belirleyicidir, aksi metafizik olur.

Fazla uzattım, son eklemeyi yapayım: Kürt hareketinin ülkemizdeki sosyalist-komünistleri kendi toplumsal çıkarlarına -a priori- tabi olarak görmesi uzun süredir patolojik bir olgu halini almıştır. Oysa ortak mücadele böyle örülmez.

Ulusal hareketten komünist tavır bekleme meselesine ise hiç değinememiş oldum.

İlker Belek

Yazıya yapılan yorumlardan ikisi:

mcag isimli üye (14.12.2009-12:50)

İlker Belek'in son yazısını ben de yorumlamıştım, fakat yayınlanmadı. Her neyse konu önemli. İ.Belek konuya Lenin'in izinde "Somut tarihsel Yöntem" gibi doğru bir yöntemle yaklaşıyor. Ancak bu yöntemin Türkiye koşullarına uygulanmasında bazı yanılsamaları var: 1) 20. yy. Çarlık Rusya'sı Avrupa'da 5. emperyalist devlet olarak, diğer görece tarihsel oluşmuş ulusları sömürgeleştirdiği halde Türkiye'de bugün ne görece oluşmuş tarihsel ve nesnel bir "Kürt ulusu" vardır ne de Türkiye emperyalist bir devlettir. Çünkü tüm Kürdistan'da egemen üretim biçimi kapitalizm değil, feodalizmdir. Lenin'göre "Ulus" kapitalizmin ortaya çıkardığı toplumsal bir formasyondur. Ayrıca 2) Genel geçerli nesnel bir "Azınlık" tanımı yoktur. Her ulus devletin kendi "Azınlıkları" ulus devletin kuruluş aşamasında yapılan tarihsel devletler arası"somut özel" sözleşmelerle belirlenir. T.C.nin kuruluşundaki Lozan antlaşmasıyla Kürtler "azınlık" değil "asli" vatandaş konumundadırlar. Sonuç olarak Kürtler tarihsel süreçte ne ulusturlar, ne de azınlık. Dolayısı ile "Kürt Sorunu" ne ulusal sorundur ne de azınlık sorunudur; bir DEMOKRASİ sorunudur. "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı" ve Azınlık "Grup hakkı" ilkelerinin Kürtler için nesnel geçerliliği yoktur. Ancak PKK öncülüğünde "Kürt" milliyetçi hareketi, emperyalizmin yedeğinde ZORLA, yani terörle Kürt ulusunu oluşturmaya çalışmaktadırlar. Türkiye "Sol"unun bütün yanılgısı bu yanlış teze dayanmaktadır.


cynic79 isimli üye (14.12.2009-14:35)

Öncelikle mcag'ın sosyolojik ve politik bağlamda değerlendirdiği "ulus olma" sorunu konusundaki aydınlatıcı acıklamasına katıldığımı belirtmeliyim.Bu hususa ek olarak bir Kürt halkından bahsederken bu yapının homojen bir politik yöneliminin olmadığı ve bu konumlanışının birçok etmence belirlendiğini görmek gerekir.Özellikle devletin doğu ve güneydoğudaki otorite zaafiyeti,bölge halkını bir yandan cemaatlerin ve toprak ağalarının güdümüne sokarken diğer yandan PKKnın şiddetine ve baskısına teslim etmektedir.Batı illerindeki Kürtlerin durumu da çok iç açıcı değildir.Kürtler belli güç odaklarınca devamlı biçimde manipüle edilmekte ve kullanılmaktadır ve en nihayetinde sömürü düzeninin sömürü nesnesi olmaktan öteye gidememektedir.Etnisite odaklı bir Kürt sorunu algısı ve bu gazı almaya yönelik açılım safsatası Kürtlerin kendi gerçekleriyle yüzleşmelerini ve çözüm arayışlarını ötelemektedir.Bu kader değişmelidir,evet..


mcag isimli üye (14.12.2009-17:44)

"Kürt Sorunu" denen sorun, aslında üç toplumsal sorundan oluşmaktadır:

    1) Aşiretlerin egemenliğindeki feodalizm

    2) Türk burjuvazisi tarafından "demokratik Kültürel hakların, özellikle kürtçeye karşı, zaman zaman asimilasyona varan gasbı (1925 Şark islahat planı ve 1980 askeri darbesinin kürtçeyi yasaklamaları)

    3) PKK'nin terörü. Her üç sorun da "sosyalist devrim" olmasına gerek kalmadan kapitalist koşullarda çözülebilecek sorunlardır.

    1) Demokratik bir toprak reformu ile topraksız ve az topraklı köylüler, marabalar hem toprak sahibi yapılmalı, hem de aşiretlerden bağımsız "özgür" vatandaşlar olmalıdırlar.

    2) Resmi dil olan türkçenin dışında konuşulan "tüm ana diller" anayasal güvence altına alınmalıdırlar ki hiç bir hükümet yasaklayamasın.

    3) Teröre, şiddete ve şantaja son verilerek demokratik hak ve özgürlükler genişletilmelidirler. Örneğin, seçim baraji %5'e indirilmeli, partiler ve seçim yasası demokratikleştirilmeli, "ayrılma hakkı" nın bile tartışılabileceği düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki her türlü engeller kaldırılmalıdır. Bütün bunlar burjuva demokrasisinin geliştirilmesi demektir. Peki ama sosyalistlerin bundan çıkarı ne? denebilir. Çünkü Sosyalistler

    1) Halkın her türlü sorununun yanındadırlar.

    2) İşçi sınıfı ve emekçi halk ancak DEMOKRASİ üzerinden SOSYALİST DEVRİM'in gerekliliğine kendi deneyimleriyle ikna edilebilir. Onların güvenini kazanmak için Sosyalistler en dürüst ve en samimi demokrat olmak zorundadırlar.


mcag isimli üye (14.12.2009-21:40)

Bir hak kullanılsın veya kullanılmasın bakidir. Bunda haklısınız. Evrensel hukukuka göre "Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" sadece 'uluslaşmış; fakat bir biçimde sömürge veya bağımlı bir duruma düşen topluluklar' için geçerlidir. Tarihsel ve reel olarak "Kürt ulusu" oluşmamış ve sömürgeleşmemiştir. Sadece uluslaşma çabası vardır. Kürtler dört değişik ulus devlette dağınık yaşayan bir etnisedir. Bu nedenle Kürtlerin böyle bir hakkı yoktur.

Ayrıca siz hem "dogmatizmi, basmakalıp düşünceyi" eleştiriyor, hem de bir teorinin, hak veya ilkenin herkesçe farklı yorumlanmasına karşı çıkıyorsunuz. Başka türlü eleştiri, yorum ve tartışma nasıl olabilir ki?

Komünistler krizde olabilirler. Doğrudur. Ama doğru yolu bulmak için çaba harcıyorlar, bu nedenle de tartışıyorlar. Henüz son söz söylenmedi. Bu ne bir yıllık ne on yıllık ne de 100 yıllık bir olaydır! Köleci toplumun 2-3 bin yıllık, feodal toplumun en az bin yıllık, kapitalizmin 230-250 yıllık tarihine karşılık sosyalizmin şunun şurasında sadece 160 yıl teorik 70 pratik deneyimi var.

SoL portalda sizinle birlikte tartışmamız bile içimize kapanık olmadığımızın açık bir kanıtı değil mi?


mcag isimli üye (15.12.2009-17:32)

1)Alıntı yapmanın neden "tehlikeli bir hastalık" olduğunu anlamak olanaksız. Marksizm felsefesi, tarihi anlayışı, ekonomi politikası ile bir toplum bilimidir. Bu toplum bilimini K.Marks, F.Engels 19. yy. ortalarında kurmuş, 20. yy. Başlarında Lenin çağın koşullarına uyguluyarak geliştirmiştir. Bu nedenle Marksistler arasındaki tartışmalarında bazı tezleri, argümanları desteklemek amaçıyla bu bilimin kurucu ve geliştiriclerinden alıntı yapmaları çok doğaldır, hatta bir ihtiyaçtır. Bunun sakıncası nedir? anlamak mümkün değil.

2) Lenin'den alıntı yapılmasının nedeni ise "Ulusal Sorun" konusunu bilimsel olarak inceleyenin onun olmasıdır. Ayrıca burdaki tartışmalarda kimse kimseye bir şey buyurmuyor. Sadece tesbit yapılıyor. Tartışma konumuz Kürtler'in "ULUS" olup olmadığıdır. Bu durumda yapılması gereken, tarihsel olarak ULUS kavramının ifade ettiği toplumsal koşulları incelemektir. Lenin bir marksist olarak bu irdelemeyi yapmış ve ulusu tarif etmiştir: “Uluslar, toplumsal gelişimin burjuva çağının kaçınılmaz bir biçimi, bir ürünüdürler” (Toplu Eserler Alm. Baskı, Cilt 21, sayfa 61). Eğer ulus kapitalist toplumun bir ürünü ise o zaman Kürdistan'da egemen üretim biçimi kapitalizm mi değil mi ona bakmak gerekir. Objektif gerçekler ise Kürdistan'da kapitalizmin değil feodal aşiret toprak ağaların egemen olduğunu gösteriyor. O halde Kürtler henüz ulus olamamışlar. Zorla "ulus" olunmaz. Bu durumda UKKTH da kürtler için geçerli bir hak değildir. Saygılar.


cynic79 isimli üye (16.12.2009-00:31)

Ulusun kendi kaderini tayin dediğimiz olgu sosyalizme özgü bir kavram değildir öncelikle,bunu bir koyalım.Uluslaşma da sosyalist bir rejimi doğurmayabilir.sanırım siyasi tarih bu olguyu defalarca olumladı. Özetle sosyalizm ve kendi kaderini tayin arasındaki ilişki diyalektik değildir,daha doğrusu geçmiş pratikler bize gösterdi ki uluslaşma, sol eksenli bir yaklaşımın ürünü olmak zorunluluğu taşımaz.Ancak ne yazık ki yükselen Kürt milliyetçiliği akımı UKKTH kavramını bir Kürdistan temennisinin gerekçesi olarak kayıtsız ortaya atabilirken Kürt siyasetinin solun neresinde olduğunu,hedef koyduğu Kürdistanın sosyalizmin neresinden tutacağını hiç değerlendirmiyor,,,,yoksa sosyalizm onlar için Kürdistan sloganlarını meşru kılan bir paravandan başka birşey değil mi???tayin edilecek kaderin tayin edicileri kim??


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/kurt-sorununda-devrimci-tavir-21553

8 Aralık 2009 Salı

Alksnis'in Medvedev'e yanıtı - Kıvılcım Çağla

Alksnis'in Medvedev'e yanıtı


Rusya Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev internetteki blog'undaki (blog.kremlin.ru) 30 Ekim tarihli video kaydında “siyasal baskıların kurbanlarını” anma gününde Sovyet rejimi hakkında uluslararası burjuvazinin yürüttüğü antikomünist dezinformasyon kampanyasının sınır tanımayan yalanlarını tekrarladı, “milyonların katledildiğinden” vb bahsetti. Bu video kaydı halen blog'da mevcut. Medvedev'in konuşmasına kimse dikkat etmezken, 1989'da SSCB halk temsilciliği, 1999-2007 arası Rusya Duma milletvekilliği yapmış olan Albay Viktor Alksnis'in kendi blogunda (v-alksnis.livejournal.com) Medvedev'in bu konuşmasına karşı “Ben mutabık değilim” başlıklı yazısı Rusça internete yayılmış durumda. Alknis'in yazısı Hruşçov zamanında arşivlerde temizlikler yapıldığı yolundaki tezi(mizi) (örneğin bkz. Benediktov ile Söyleşi, Yazılama Yay.) birinci elden ve eski bir anti-Stalinistin ağzından doğruladığı için çok önemli. Aşağıda çok az bir kısmını özetleyerek yazısının tamamını çeviriyorum:

“Rusya devlet başkanının videoblogundaki siyasal baskıların kurbanlarını anma gününe ilişkin kaydı dikkatle izledim ve büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Kendisinden daha sorumlu ve daha ölçülü bir konuşma beklerdim. Benim için Stalin ve onun devri hala çok hassas ve güncel bir konu.

Benim dedem, SSCB Savunma Bakanının Hava Kuvvetlerinden Sorumlu Yardımcısı, Korgeneral Yakov Alksnis Temmuz 1938'de kurşuna dizildi. Onun eşi, ninem Kristina Mednis-Alksnis “vatan haininin aile üyesi” olarak kamplarda ve sürgünde 13 yıl geçirdi. Babam İmant Yakovleviç 10 yaşında yetim kaldı ve 30 yaşına kadar “halk düşmanının oğlu” damgasını taşıdı. Annesini ancak 1957'de bulabildi.

Bu nedenle ailemizde her zaman anti-Stalinist eğilimler vardı ve şahsen ben anti-Stalinist idim. Perestroyka başladığında Stalin'in ve çevresindekilerin suçlarını açıklayan her yayını heyecanla okuyordum. 1989 yılında SSCB Halk Temsilcisi seçildim ve o zamanki KGB başkanı Kryuçkov'a resmen başvurarak dedemle ilgili belgeleri görmek istedim. Tuhaçevskiy davasının dosyasını da istedim çünkü Tuhaçevskiy ve arkadaşlarını idama mahkum eden özel mahkeme heyetinde dedem de yer almıştı. Bu konu beni özellikle ilgilendiriyordu çünkü idam edilenlerden Tuhaçevskiy ve Robert Eydeman (havacılık kurumunun başkanı) dedemin yakın arkadaşları idiler, Eydeman ile nerdeyse çocukluktan beri arkadaştılar. Bu nedenle dedemin nasıl olup da kendi arkadaşlarını ölüme göndermiş olduğu benim için anlaşılmaz bir şeydi.

KGB'den beni Lubyanka'ya çağırdılar ve önüme iki cilt koydular. Birincisi dedemin mahkeme dosyası, ikincisi Tuhaçevskiy ve grubu davasının dosyası idi. Not almama da izin verdiler.

Dedemin dosyasında çok az belge olmasına çok şaşırdım. Dedem 23 Kasım 1937'de tutuklanmış, 8 ay hapiste kalmıştı. Ancak dosyada sadece üç ya da dört sorgu tutanağı vardı. Üstelik bu sorgular konuyla ilgisiz şeylerdi. Dedemin tutuklandıktan üç gün sonra iç işleri komiseri Yejov'a yazdığı dilekçesinde karşıdevrimci faaliyeti hakkında samimi bir biçimde ifade vermeye hazır olduğunu yazmış olmasına şaşırdım. Fakat dosyada bu temiz kalpli ifadelerin hiçbir izi yoktu. Dosyaya göre dedemin ilk sorgusu ancak Ocak 1938'de yapılmıştı. Ancak yine dosyaya eklenmiş olan 1956 yılındaki rehabilitasyona ait belgelere göre ise dedem birçok kez sorguya alınmıştı ve bu sorgularda ondan istenen ifadeler “söküp alınmıştı”. Peki ama nerede idi bu sorguların tutanakları, neden yoktu bunlar dosyada?

Tuhaçevskiy dosyasını inceledikten sonra anladım ki orada da işler pek basit değildi. Tuhaçevskiy ve arkadaşlarından kendilerine karşı ifadeleri işkence ile aldıklarına olan inancım ciddi bir biçimde sarsıldı, çünkü tutanaklara bakılırsa bu ifadeleri samimi bir biçimde verdikleri anlaşılıyordu. Dava dosyasını inceledikten sonra şu sonuca vardım ki gerçekten de Kızıl Ordu'da bir subaylar komplosu veya ona benzer bir şey olmuştu. KGB binasından büyük bir şaşkınlık içinde ayrıldım.

Birincisi, anladım ki dedemin dava dosyası temizliğe tabi tutulmuştu ve içinden çok önemli bazı belgeler çıkarılmıştı. Belli ki bu belgeler Hruşçov zamanında dedemin rehabilitasyonu sırasında çıkarılmıştı.

İkincisi, Kızıl Ordu'da “subaylar komplosu” gerçekten olmuştu.

Daha sonra SSCB çözülmeye başladı ve bu konular benim için geri plana itildi. Babam ülkenin dağılmasına çok üzülüyordu. Şaşırtıcı ama gerçek şu ki 30'lu yılların trajik olayları sonucunda bütün hayatı sarsılmış olmasına karşın babamdan daha büyük bir yurtsevere rastlamadım. Onun ülkesi mahvoldu ve o da yarım yıl sonra, 17 Temmuz 1992'de 65 yaşında kalp krizinden öldü. Ölümünden bir ay önce bir akşam üstü daçamızda çay içerken olup bitenler hakkında samimi bir şekilde söz ediyorduk. Birden babam şöyle dedi: “Stalin yaşasaydı, bu rezalete izin vermezdi”.

Sarsılmıştım! Benim babam, ruhunun her zerresiyle Stalin'den nefret etmiş olan keskin anti-Stalinist babam birden onu anlamış ve affetmişti...

2000 yılında Duma'ya milletvekili seçildim ve o zamanki FSB direktörü Patruşev'e başvurarak dedemin dosyasına yeniden bakmak istedim. Beni FSB'nin okuma salonuna çağırdılar ve aynı dosyayı yeniden incelememe izin verdiler. Dosyanın sayfalarını çevirmeye ve 1990 yılındaki notlarımla karşılaştırmaya başladım ve birden farkettim ki dosyadan bazı önemli belgeler çıkarılmıştı. Örneğin, Letonya askeri ataşesinin bizim ajanla sohbetinde Letonya genelkurmayının Kızıl Ordu kurmayları arasında adamları olduğunu söylediğine dair NKVD istihbaratının 1932 tarihli raporu yok olmuştu! [O sırada Letonya SSCB'ye dahil değildi – K. Çağla]. Raporda bu kişiler arasında dedemin adı da geçiyordu. 1990 yılında bu iddiaya büyük bir şüphe ile bakmıştım, dedem Letonya genelkurmayının ajanı olamazdı, çünkü ninemin anılarına göre o çelikten bir Bolşevik idi. Ancak bu ve başka bazı belgelerin ortadan kaybolmuş olması gerçeği benim arşivlerde temizliğin bugün de sürdüğü sonucuna varmama izin veriyor. Sormak gerek: Neden?

Demek ki arşivlerde bugünkü iktidarın işine gelmeyen belgeler var. Arşivleri Stalin zamanında, Hruşçov zamanında, Gorbaçov zamanında, Yeltsin zamanında temizlediler. Bu nedenle ben bugün Stalin'le mücadele edenlere inanmıyorum. Dikkatinizi çekerim, o trajik olaylardan bu yana 70 yıldan fazla bir zaman geçti, ancak arşivler hala kapalı. Arşiv belgeleri yerine bizi Soljenitsin'i ve öteki Stalin karalayıcılarını okumaya zorluyorlar. Peki arşivleri açmaya engel nedir? Katın davasına ilişkin materyalleri açmaya engel olan nedir? Molotov-Ribbentrop paktına dair materyalleri açmaya ne engel oluyor? Tuhaçevskiy davası tutanaklarını yayımlamaya nedir engel olan?

Demek ki ONLARIN saklayacak bir şeyleri var. Öyleyse ONLARIN Stalin'i ve onun devrini yargılamaya hakları yoktur. Arşivleri açsınlar ve insanların o trajik olayları kendi başlarına değerlendirmesine izin versinler.”

Evet Albay Alksnis'in yazısı böyle. Alksnis sosyalist değil, bir tür Rus ulusalcısı. Siyasal görüşlerine katılmıyorum ancak kişisel tanıklığı çok önemli. Burada yazdıkları gerçekten çok önemli bir tarihsel tanıklık. Rusya'da ulusalcılar, milliyetçiler ve bazı Ortodoks muhafazakarlar arasında bugünlerde Stalin'e karşı büyük devlet adamı olduğu ve ülkeyi yücelttiği için belli bir sempati var. Gelecek yazımda Rusya'daki bu yeni ve tehlikeli “Stalinizmi” ele alacağım.

kivilcim@mail.ru


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/alksnisin-medvedeve-yaniti-21282


Kıvılcım Çağla

08.12.2009

6 Aralık 2009 Pazar

Mameki (Dersim) Üstüne - Halid Özkul


MAMEKİ (DERSİM) ÜSTÜNE


Murat Naroğlu arkadaşımızın Hatti-Ermenicesinden gelen yuvarlama ile “Mameki” denen, Dersim üzerine akılcı polemik yazısı, bazı akl-ı evvellerin tepkisini çekmiş, o da aynı bilimsel-akılcılıkla özetle cevap vermiş. Ben de onu desteklemek için birkaç konuda fikir jimnastiği yapmayı denedim. Umarım faydalı olur…


1980 sonrası Marxist sosyalizmden ricat günlerinde Murat Belge ve “bebe-ruhi” şürekâsı tarafından post-modern moda haline getirilen “resmi tarih” eleştirilerinin müritleri olan; 1980 öncesinin genellikle Maocu kontra örgütlerin kılıç artıklarının, kıymeti kendinden menkul “guru” bozuntusu “mikro-pan-kürtçüleri”nin etkisindeki, “Mançurya Kobayı” düzeyindeki (ki Kürtçülük boyutunda “Mankurt”laşırlar) sürüyle uğraşmak bayağı insani sinir sağlamlığı ve siyasi direngenlik isteyen eylem tarzıdır. O solcu zırvalamalara, bir CIA “master mind”ı olan Prof. Dr. Vamık Volkan’ın Yahudi ortağıyla verdiği ad “politik psikoloji”dir. “Politik Psikoloji” psikolojik savaşın asimetrik çatışmaları içinde en önemli yönlendirici unsuru teşkil eder. Kaynağıdır desek yanılmayız. Bunun tek pan-zehiri ise bilimsel devrimci “siyasal kültür”dür. Konumuza dönersek:


1- “Milli Mesele” özünde “köylü meselesi” yani “toprak meselesidir. Pre-kapitalist dönemde çimlenen “iç pazar” meselesinin vahşi rekabetçi kapitalizm için halledilmesinin ilk adımıdır. Günümüzde “Ulus-devlet” süreci içinde olan ülkelerde bunun tutulup tekrar serbest piyasaya sürülmesi bir “ulus” veya “ulusal” meselenin halledilmesi için değildir. Bunu daha XX. yy.ın başında Rosa Luxemburg çok doğru yorumlamıştır. ‘Mezarlarından fırlamış tarihsiz kadavralar’ açıklaması ile “mikro-milliyetçilik” olarak kavramlaştırmıştır. Ancak tekelci kapitalizmin emperyalist (ABD/İzrael) veya sosyal-emperyalist (AB/Japonya) politikaların “böl-yönet” unsuru olarak hep hizmette kalmıştır. İnsanlık tarihinin tekerleğini ekonomik-politik olarak geriye döndürme eğilimi ve faaliyeti söz konusu olduğu için bu dangalaklığa gericilik ve karşı-devrimcilik demek daha doğru olacaktır…


2- Asimilasyona karşı çıkmak bir tarz-ı siyaset olarak “ırkçılık”tır. Çünkü tarihte de belgelendiği gibi hali hazırda Yakın-Doğu’da devam eder tarzda ancak Naziler ve işbirlikçileri Zionistler asimilasyona karşı çıkmışlardır. (Keza ABD’de, geçmişte Güney Afrika’da vbgb.) Çünkü ekonomi-politik olarak kapitalizm (ve özellikle tekelci evresi) zaten üniversalcı ve kozmopolittir. Bu onun ideolojik karakteridir. Çünkü dış pazarın entegrasyonu bunu zorunlu kılar. Ne ki, Marx, Kapital’leri yazmadan önce ve yazarken bunu vurgulamıştır. Asimilasyon nesnel gerçekçi bir ZORUNLULUKtur. (Bunu kavramak için Marx(Engels)’ın “Bilimsel Sosyalizm/Komünizm”i biçimlendirirken ekonomik altyapıya dayanarak, üst yapısal olarak vurguladığı “Kültür Devrimi” ve “Enternasyonal” ilkeleri özümsemiş olmak yeterlidir!) Zaten insanlığın antropo-sosyal gelişimi bilimsel ifade olarak iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel-enerjik-uzaysal bir süreci takip eder. Özellikle “iş gücü göçleri”. Diğer taraftan tarihsel bir “göçler kavşağı ve durağı” olan Anadolu’dan birkaç milyon yıldır, yüz binlerce etnik topluluk geçmiş ya da halklar yerleşmiştir. Bunlardan bazıları sonradan “imparatorluk” adı verilen köleci ve feodal devletler kurmuşlardır. Bunların içinde on binlerce lisan konuşulmuştur ve tıpkı temsil ettikleri devlet gibi yok olmuştur. Ama insanlar orada kalarak yenileri ileri asimile olmuşlardır. Bu olgu mimetik olarak folkloreden başlayarak ideolojiyi şekillendirmiş ve evrensel kültürün parçası olan alt-kültürleri yaratmıştır.

Bilimsel sosyalist “siyasal kültür” ufkundan sınıflı insan topluluklarının tüm etnolojik verilerinin korunması ve yaşatılması bir etnik gereklilik değil, insanlığı bağlayan bir tarihsel zorunluluktur…


3- Sonuç olarak nesnel gerçekçi iktisadi alt yapıdan kaynaklanan bir üst yapısal sanallığı ifade eden “Türk” tanımını tıpkı “pan-türkist” faşistler gibi yorumlamak, algılamak gerekliliği, “mikro-pan-kürdist” milliyetçiliğin anti-bilimsel tanımlama çarpıklığının “zorunlu” tezahürüdür. Eğer burjuva devrimlerin zorunluluğunda tezahür eden “ulus-devlet” ve bu devrimin sosyal ifadesi olan “yurttaş”ı olarak “ideolojik” kimliğini veren “Türk”lüğü kendi sürecinde burjuvazi tanımlayamıyor ise onun doğru tanımını yapmak, “demokrat” ve “devrimci” bir görevdir.

Sentezle devrim olmaz, devrim aşmaktır. Ama senteze varılmadan da aşmak söz konusu olamaz…


4-Diyalektik olarak her devrimci hareket, karşı-devrimci karakteri de içinde taşır veya tam tersi… Hangi tarafın iktidar olacağını mezoskopik geniş açınımdaki unsurların belirlediği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bunun için Marx(Engels), sadece burjuvazi ve proletarya olarak iki sınıftan bahsetmez, özellikle ara sınıfların açınımını büyük bir titizlikle yapar. Bu mezoskopik çok geçişlilik snopsisleri polyalektik karakterleri belirleyen esas unsurlardır. Buna siyasal disiplinde sınıflararası ittifaklar adı verilir. Yani devrimcinin mi yoksa karşı-devrimcinin mi ağır bastıracağını tayin eden olgu; iki azınlık kutup önderliğinden hangisinin mezoskopik çoğunluğu yanına çekeceğini doğru olarak yönetmesi ile belirlenir. Türkiye’de 5 milyonluk ABD/İzrael/AB yandaşı mikro-milliyetçilik ile 15 milyonluk “anti-emperyalist” ulus-devletçilik (özgün adı ile Kemalist) mezoskopi içinde “doğru cevab”ı bulmak sosyalist devrimin ilk adımıdır…


5- 1990’da sadece “Halk Cumhuriyetleri” bloğu ve SSCB tarih sahnesinden çekilmemiştir. Bu aynı zamanda küresel tekelci kapitalizmin (emperyalizm ve sosyal emperyalizm politikalarıyla) dünyayı tek “serbest pazar-piyasa” ilan etmesidir. Bu aynı zamanda kapitalist ekonomi politik olarak klasik “ulus-devlet” ideolojisinin de “sonu”nun ilanı olmuştur. Ama bu emperyalist politikalar olarak var olan “ulus-devlet”lerin sosyalist birliktelikler olarak bloklaşması değil, aksine var olan “ulus-devlet”lerin “mikro-milliyetçilik”ler aracılığıyla daha da parçalanmalarını ön görmektedir. Amaç yeni Vietnamların (Laos-Kamboçya ile beraber düşünün) ortaya çıkmamasıdır. Nerede emperyalist ve sosyal emperyalist devletlerin coğrafi-stratejik çıkarları (enerji alanları veya taşıma yolları) söz konusu ise orada bu taktik uygulanmıştır (Yugoslavya- Irak- Afganistan- Pakistan- İran- Türkiye- Çin). Amaç, her zaman geçerli olmuş olan “böl-yönet”tir. Daha doğrusu; “böl-sattır-tükettir-yönet”tir! Bu küresel mali-oligarşilerin yeni pragmatik gerekirliliğidir. Bunu kavrayamazsanız, bu karşı-devrimci sürecin ‘solcu’ parçası olursunuz. Zaten aşiretten de “ulus-devlet” değil, ancak emperyalizmin karakolu görevinde “eşkıya-devlet” yaratabilirsiniz. Ne ki Asya Tipi Üretim Tarzının bir olgusu olarak tüm Asya (hatta Afrika’da –ki onun için kıtanın tüm pre-komünist devrimcileri “Afrikalı”lıkı öne çıkarırlar) kıtasında tarihsel olarak belirlenmiş “ulus-devlet” sınırları arasında parçalanmış on binlerce “aşiret” yapıları vardır. Doğal olarak sömürgeci emperyalistler de bunlardan faydalanmıştır. 40 yıl önce Vietnam’da önce Fransızlar sonra Japonlar ardından Amerikalılar bu aşiretlerden faydalanmak istemişlerdi.

Ama sosyalist sistem içinde aşiret yapıları devrimci sınıf iktidarının zorunlu siyasetiyle parçalanarak yok edildiğinde bu eski etnik unsurlar komşu “ulus-devlet”lerdeki etnik benzerleri için devrimci bir rolde üstlenirler. Bu rol aynı zamanda emperyalizmin bölgedeki tezgâhlarını bozan bir içerik taşır. İşte tüm burjuva “resmi ideoloji”lere karşı verilen somut bir devrimci siyasal kültür bilinçli eylemi(praxis) budur. Romantik anti-“resmi ideoloji” mastürbasyonu değil…


6- “Emperyalizm desteği ile kurulan… Türkiye Cumhuriyeti” tezi ‘hikmeti kendinden menkul’ anti-“resmi-tarihçi” radikal solcu/sosyalist (kripto-anarşist) “teorisyen”lerimizin icadıdır. Antik Maocu, Robert Kolej kökenli, ABD üniversitelerinden masterlı-Harvardlı çetenin uydurmasıdır. Eğer o yılların Anglo-Sakson mali oligarşisinin temsilcisi güncel “Economist” dergilerinin Türkiye yorumlarını okusalar SSCB ile Türkiye’nin aynı kefede tartıldığını göreceklerdir…


7- Sosyolojik olarak araştırılır ise DTP’nin omurgasını teşkil eden bütün “büyükbaş”larının Kürt feodal kökenli büyük toprak sahibi aşiret mensupları ve liderleri oldukları görülecektir. “Toprak Devrimi” veya “Toprak Reformu” dendi mi nutukları tutulan bu “sayın” zatlar, nedense Batılılarca çok “demokrat” bulunmaktadırlar! Gerek Kuzey Irak, gerekse de Güney Doğu Anadolu’daki petrol ve sudan kaynaklanan büyük rant yağmasından bir aslan payı kapmak için emperyalistlerin maşalığına soyundukları körleri bile gördürmüştür. Bizim solcu avanakların dışında…


8- Yıllardır pek çok kereler bu konuda yazdım, Türkiye’de “sorun”lar ile “mesele”lerde karıştırılmaktadır. Daha tek ulusal lisan üzerinde nerede ise 85 yıldır süren kaos sona ermemişken, lisanların engellenmesinden bahsetmek tam bir dramadır ve kör-kütük cahilliğidir. “Anlama”ya çalışmıyoruz, “algılamak(idrak)” ile yetiniyoruz. Oysaki konuları öncelikle iyi anlamamız gerekiyor, çünkü “bilgi” sahibi olmak için “oku”yarak “araştırma”ya başlamalıyız. Ancak bu eylemsellikle anlayarak “kavrama”ya doğru yol alırız. Hâlbuki ‘kıymeti kendinden menkul’ pek çok zat okumayı eylemden saymıyor; okuyanı, teori üretmeye çalışarak “kafa” eylemi yapan devrimcileri “aşırı teorisyencilik” ile suçluyor, kendi cahilliğini saklamaya çalışıyor. Bu tastamam Gorki’nin deyimi ile “müjik-köylü kafası”dır. Üç aşağı beş yukarı bir başka tür ‘etnik’ kafadır, bunlar. Zaten saatleri orada –etnisitede- durmuştur, bir de utanmadan işçi sınıfının devrimci davasından bahsederler, hatta ona öncülük etmekten! Zaten ancak kavranan “mesele”(problem) ve “sorun-hadise”nin(affair) aşılması ondan sonra mümkün olabilir. Teori üretmeden ne pratik, hele hele praxis hiç olmaz! “Kürt Sorunu” demedik, bilinçli olarak “Mesele” dedik. Ama gerçekten de doğru kavranmadığı için “Sorun” oldu, öyle de halletmek zorundayız, artık! “Mesele”nin ‘formüllü’ çözüm yolları vardır, basittir, asıl hedefin içinde- doğrultusunda halledilir, çünkü içeridendir. Ama bu “sorun”(hadise) haline dönüştürülmüş ise iş çetrefillidir. Dışsal olguların müdahalesi vardır. Ama zaman sürecinde içsel tuzağa düşmeler ve işbirlikleri bunu daha da derinleştirir, ipin ucunu dışarıya verir. Bunun için emperyalist ülkelerde hadiselerin(sorunların) “Affair”(iş) başlığı altında enstitüler boyutunda kurcalanması boş değildir. Buralarda burs alanlar da bu işin içindedir…


9- Anti-”resmi-tarih/ideoloji”lerin emperyalizme, dolayısıyla işbirlikçi mali oligark Türk burjuvazisine en büyük hizmeti verdiğinin altını çiziyorum. CIA imalatı olan ‘sol’ jargonu “bilimsel sosyalist/komünist terminoloji”nin yerine geçirmişlerdir. ‘Sol’ jargonu eleştirmeyen, eleştirir görünüp kullanmaya devam edenleri de aynı kalıba döküyorum…


10- Devrimcilerin hapishanelerde açlık grevlerinde katledilmelerinde, intihar eylemlerine göndermelerinde parmağı olan bütün şahıslar için devrimci komünist edebiyatta ve terminolojide tek bir ifadesi olan “ajan-provokatör”lükle suçluyorum. Bunları öven “mankurt” dangalakları da. Bu fetvaları veren şerefsizler geberdiklerinde arkalarından ağıt yakıp, taziyede bulunanları da…


11- Çin’de Çarlık Rusyasının en az on misli etnik yapı barındırdığı bilinmekteydi. Ama sadece emperyalistlerin kurcalaması sonucu Uygur bölgesinde “sorun” yaşanmıştır. Hâlbuki SSCB’de Kafkasya’da nerede ise bir düzine “Uygur” sorunu barındırmaktadır. Bunun kaynağı 1917 sonrasına dayanmaktadır. Lenin’in UKKTH bu bölgede kaosun sürekliliğini sağlamıştır. (Tabii Lenin’i suçlayamayız. Onun önünde örnek yoktu. O gün için pragmatik karar almıştı.) Ama Rosa Luxemburg onu ikaz etmişti, Marx’ın “liberal ilke” dediği “mesele”yi Lenin, Rosa ile çekişmesinin sonucu “sorun” haline gelmesine neden oldu. Onun için 80 yıl sonra SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkan Orta-Asya “ulus-devlet”lerinde ilginç bir ATÜT “aşiret”cilik karmaşası yaşanmaktadır. Örneğin Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan gibi ülkelerin bayraklarındaki “ulusal”(!) sembol yıldızları, ülkelerinin “aşiret”lerini temsil eder. 80 küsur yıl sonra Komünist Partilerin esamisi bile okunmamaktadır. Ortaya Asya’ya özgü “despotik” cumhuriyetlerin “polis devleti” karikatürleri çıkmıştır. İşçi sınıfı nerede? Ne yapıyor?


12- 1980 öncesi bazı akl-ı evvel ahmaklar “faşizm gelsin, devrimciler güçlenir, emperyalizm zayıflar, halk bize destek verir” diyordu. 12 Eylul geldi. Geriye ne kaldı? Hep beraber gördük. 30 yıl sonra bile nerelerdeyiz. 120 örgütçük var. Çarlık Rusyasındaki üç-dört sosyalist güçten biri olan RSDİP kurulduktan 20 yıl sonra iktidarı ele geçirdi…


Devrimci teori sadece önündeki ‘mesele’yi halletmez, ilerideki ‘sorun’ları da tasavvur etmek zorundadır. Marx (Engels)in devrimci bilimsel mirası budur. İşte pratikte takılıp, praxise ulaşılamamanın kaynağı budur. Devrimciler, devrimin sürekliliğini yaratmak, tedbirlerini almak ve korumak zorundadır. 90 yıl sonra almamızın gerekli olduğu ilk ders budur…



Halid Özkul

06.12.09

2 Aralık 2009 Çarşamba

Perry Anderson ya da Avrupa Marksizmi - Emre Ertem

Perry Anderson ya da Avrupa Marksizminin sefaleti-2


Merkezi Almanya’nın Türklerin yoğun yaşadığı Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin eski müdürü Prof. Dr. Faruk Şen, Türkiye’de son yıllarda daha fazla hissedilen Yahudi karşıtlığının bu noktaya nasıl geldiğini sorguladığı ünlü makalesinde, İshak Alaton’a şöyle sesleniyordu: “Avrupa’nın yeni Yahudileri olarak, sizi en iyi Avrupa’da yaşayan 5 milyon 200 bin kaderdaşınız anlar. Türkiye’de belirli çevrelerin anti-semitik yaklaşımları sizi üzmesin, Türk Halkı ve Avrupa’nın Yeni Yahudileri olarak arkanızdayız.”


Şen, Türkiye’de yaşayan Yahudilere destek vermek için sarf ettiği bu sözlerin, işinden kovulmasıyla sonuçlanacağını aklından bile geçirmemişti büyük ihtimalle. Avrupa’da yaşayan büyük bir bölümü Türkiye kökenli göçmenlerin karşı karşıya kaldıkları haksızlıklara, adlarından ve kimliklerinden vazgeçseler bile yaşadıkları ülkelerin toplumlarınca kabul görmemelerine karşı bu çıkışı, Şen’in Alman bilim ve siyaset dünyası tarafından aforoz edilmesine yetti.


Peki, Türkler gerçekten Avrupa’nın yeni Yahudileri olarak görülebilir mi?


Her ne kadar, Fransa’da 1958’deki askeri darbeyle iktidara gelmiş olan General Charles de Gaulle, kendisine yöneltilen “Siz Cezayir’de bir milyon insanı katlettiniz. Bundan rahatsızlık duymadınız mı?” sorusuna, “Sözünüzü düzeltiyorum, biz Cezayir’de bir milyon değil, 850 bin kişiyi öldürdük! Fransa’nın güvenliği için bu gerekliydi” diye karşılık vermiş olsa da; Avrupa’nın çevresine örülen duvar nedeniyle her sene binlerce insan, Birleşmiş Milletler tarafından koruma altına alınan haklarından birini kullanırken Yunan sahil güvenlik botlarından boğulmaları için denize atılarak ya da kullandıkları teknelerin batması nedeniyle hayatlarını kaybetse de, Avrupa’nın kendi içindeki “Doğu Sorunu”nu fiziki bir soykırım yoluyla halletmeyeceği açıktır. Ancak, Avrupa’nın Yahudilere bakışıyla Türklere bakışları arasındaki benzerlik hatta aynılık, Faruk Şen gibi sistemle uyumlu insanları bile isyan eder noktaya getirebilmekte.


Nedir bu benzerlik ve daha önemlisi Türkiye’de olup bitenle ilgisi nedir?


Naziler, Yahudileri bulundukları ülkelerdeki düzeni çürüten ve “homojen” yapıyı bozan, göçebe, köksüz ve devletsiz bir kitle olarak görüyorlardı. Günümüz Avrupa’sında da Türkler, sosyal devletin nimetlerini yağmalayan, sürekli suçla birlikte anılan ve homojen yapıyı bozan “kara kafalılar” olarak görülmekte ve bu, açıkça her ortamda dile getirilebilmekte. Avrupa’da yaşayan ve çoğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bu insanları Yahudilerden ayıran en önemli fark ise, bir devlete sahip olmaları. Türkiye’nin hukuksal varlığının sona ermesi ya da sakatlanması durumunda, Avrupa’da yaşayan bu insanların neredeyse yarım asra yaklaşan bir süredir yaşadıkları, emek verdikleri bu ülkeleri terk etmekten ya da asimile olmaktan başka seçenekleri olmayacaktır.


Ancak, Türkiye’nin hukuksal varlığının sona ermesi ya da sakatlanmasına yönelik çabaların ve özellikle Batı Marksizminin üyelerince dile getirilen argümanların muhatabının sadece Türkler, hesaplaşmanın ise sadece Türkiye Cumhuriyeti ile olduğunu düşünmek, genelde geri planda tutulan, arada sırada kaçamak bir şekilde dile getirilen ve “üzerine demokrasi ve Türklük çarşafı gerilen” bu savaşın aslında ne için verildiğinin anlaşılmasını önleyebilir.


Batı Marksizminin önde gelen isimlerinden Perry Anderson tarafından, London Review of Books dergisinde 2008 yılı içinde “Division of Cyprus” “Kemalism: after the Ottoman” ve “After Kemal” başlıklarıyla yayımlanan makalelerin, yürütülen bu savaşın üstüne “demokrasi çarşafı” germeye çalışmaktan başka bir anlamı bulunmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.


Kerameti kendinden menkul Türkiye uzmanı Erik-Jan Zürcher ve “soykırım araştırmacısı” Taner Akçam’ın yazdıklarını Türkiye tarihi olarak kabul eden Anderson’un, AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat aynı noktaya gelerek, Kemalist Devrim’i, sosyal boyutu olmayan bir kültürel devrimden ibaret olarak görmesi kimseyi şaşırtmamalı. Türkiye’nin kuruluşunda izlenen “yukarıdan modernleştirici” politika nedeniyle Kemalist rejimin “toplumsal destekten yoksun” olduğunu ve kısa bir süre içinde otoriter bir diktatörlüğe dönüştüğünü iddia eden Anderson, Türkiye’nin Ermeni soykırımını her zaman inkâr ettiğini ve hatta bunun ötesinde, adı soykırıma karışanların önemli devlet görevlerine getirildiklerini ve isimlerinin sokaklara, ilçelere verilerek onurlandırıldığını dile getiriyor.


2007 genel seçimlerinde oy kullanabilse, yaptığı reformlar nedeniyle AKP’yi destekleyeceğini söyleyen Zürcher gibi Anderson da sınıfsal bakış açısını bir kenara bırakarak AKP’nin Avrupa Birliği sürecinde yaptığı “reformları” makalelerinde övüyor.


Aynı şekilde son üç yıldır daha sık dile getirilmeye başlanan, Kurtuluş Savaşı’nın emperyalizme karşı yapılmadığı, Kemalizmin anti-emperyalist bir tarafı bulunmadığı ve sanki Yunan işgal orduları Ankara önlerine gelmemiş gibi bütün olan bitenin dini arka plana sahip bir Yunan-Türk savaşı olduğu iddiasını “Kemalism” başlıklı makalesinde Anderson da dile getiriyor:


“Yunanistan küçük, kendi içinde bölünmüş, önemsiz bir askeri güce sahipti. Ulusal kurtuluş bir mücadelesi için daha iyi bir hedef olarak hayal etmek zor olurdu.”


“Ulusal kurtuluş savaşı, Osmanlı’nın genişleme inancına sadık bir savaşçı olan ve (Mustafa Kemal’in) 1930’ların ortasına kadar unvan olarak kullandığı, Gazi’nin yönetimindeki kutsal bir savaştı. ‘Tanrı birdir ve zaferi büyüktür!’”


Bir haber portalında (www.sol.org.tr) Ermeni meselesinin arka planına ışık tutan “Lizbon ve Ermeni Açılımı: Bir ‘Mülkiyet Kalesi” başlıklı bir makalede, Yurdakul Er, Ermeni soykırımı meselesinin arkasında nasıl bir mülkiyet savaşı sürdüğüne dikkat çekiyordu:


“Türkiye’nin tasfiyesi, felaketimiz, böyle sahneler içermeyecek de ne içerecek sanki? Özellikle bir mülkiyet sorunu (“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”) olarak Ermeni acımızın kullanılmayacağını düşünmek abesle iştigaldir. Kullanacaklar. Ermeni sorunu, yoğun ve yakın bir “özel mülkiyet sorunu” olarak Türkiye gündemine sokulmaktadır. Bir mülk hırsızlığını büyük harflerle gündeme getirmiyorlar, o alttan alta işliyor; ama dert asıl budur.”

Er, makalesinde, Çekoslovakya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki cumhurbaşkanı ve 1948’deki komünist iktidarın da selefi Edvard Beneş tarafından çıkarılan ve bir kısmı Nazi Almanyası’yla işbirliği yapmış ya da Nazi Almanyası’nın bu ülkede yaşattığı acılar nedeniyle artık Çek ve Slovak halklarıyla bir arada yaşamasına imkân kalmayan Südet ve Karpat Almanlarının, Macarlarla birlikte, tazminatsız olarak mülklerine el konulmasını ve Çekoslovakya’dan kovulmalarını sağlayan yasa gücündeki “Beneš Kararnameleri” nedeniyle Avrupa Birliği ile Çekler arasında çıkan krizin daha ağır bir benzerinin Ermeni meselesi nedeniyle Türkiye’de yaşanabileceği ihtimalini belirtmekte:

“Eski mülk sahiplerinin ve mirasçılarının, Çekoslovakya’daki o mülkleri geri alma şansları, bu Beneş Kararnameleri yürürlükte olduğu sürece yok. Ama Lizbon Anlaşması, Nazi barbarlığına tepki olarak gerçekleştirilmiş o hukuksal düzenlemeleri geçersizleştirecek bir hukuksal zemin oluşturuyor.

(…)

Peki bu, sadece Orta Avrupa’da mı?

Türkiye’deki Ermeni ve Rum mülkleri ne olacak?

“Ermeni soykırımı” tanındığı andan itibaren gündeme gelecek olan “Pontus soykırımı”, daha doğrusu “Rum soykırımı”, Anadolu’daki her evin veya arazinin altına şu ya da bu ölçülerde bir bomba yerleştirilmesi anlamına gelmeyecek mi? Bombanın üstünde hangi insan veya hangi halk normal bir yaşam sürdürebilir?

Ermenilerin eski mülklerine dönmesi veya tazminatla kayıpların karşılanması, Türkiye’nin zaten bu koşullarda bile bitirilmesi demektir. Kapitalizmin Türkiye’yi bitireceğini nereden ve hangi köşeden bakarsak bakalım görüyoruz. Bu ülkeyi sosyalist bir iktidarın belirleyeceği merkezi planlama ve kamu mülkiyeti ağırlıklı iktisat politikaları dışında hiçbir şey kurtaramaz.”

2006-2009 yılları arasında Ermenistan’ın Kanada Büyükelçisi olan ve halen Modus Vivendi Merkezi’nin başkanlığını yürüten Ermenistan’ın önde gelen aydınlarından Ara Papian’ın Türk kamuoyunda sessizlikle karşılanmasına rağmen Ermenistan’da geniş yankı bulduğu belirtilen Ahmet Davutoğlu’na açık mektubu, Yurdakul Er’un haksız yere endişelenmediğinin bir kanıtı olarak kabul edilebilir.

Papian, kendilerine Birleşik Devletler Başkanı Wilson tarafından verilen Ermenistan topraklarının dörtte üçünün Türkiye tarafından işgal altında tutulduğunu ileri sürmekte ve daha ileri giderek “Kemalist hareketi” yasa dışı bir hareket olarak görmektedir:

“Açıktır ki protokolde sözü edilen “mevcut sınır”, Bolşevik ve Kemalist hareketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan kanunsuz ara-hattı değildir. “Ex injuria non oritur jus”, yani yasadışı hareketler yasa yapamazlar.

(…)

Bolşeviklerin ve Kemalistlerin, 1921’de oldukları gibi tanınmamış, dolayısıyla yasadışı, kendi kendini ilan etmiş iki yönetimin karşılıklı yaptığı antlaşmanın (Moskova); meşru bir şekilde mutabakat edilmiş ve 18 meşru devlet tarafından imzalanmış uluslararası bir belgeyi (Sevr) geçersiz kılabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?”

Papian’ın Türkiye ile Kemalist kadroyu birbirinden ayrı tutmaya özen gösteren yaklaşımı ve Anderson ile benzer biçimde Kemalist yönetimin “kitle desteğinden uzak”, “kendi kendini ilan etmiş” olmasına yaptığı vurgu ilgi çekicidir. Sevr’i imzalayan Osmanlı İmparatorluğu’nu meşru bir devlet, Yeni Türkiye’yi ise Sovyetler ile beraber “haydut” devlet kabul eden Papian’ın Batı Marksizminin herhangi bir temsilcisinden farklılaşmamasını, Osman Çutsay’ın “Türkiye, Türkçe ve Enver Gökçe: Bir Haklılığın Öyküsü” başlığıyla bir kitap projesi için hazırladığı, ancak henüz yayımlanmamış bir makalesinden alınan aşağıdaki satırlar sayesinde daha rahat anlamak mümkün olacaktır:

“Sovyetler Birliği düşmanları, şu ya da bu ölçüde Türkiye düşmanlarıydı ve tersi, Türkiye düşmanları da Sovyetler Birliği düşmanlarıydı. O zaman, Türkiye düşmanlarının, kendilerini hiç böyle adlandırmamış olsalar ve bugün de çeşitli kılıflar altında sakladıklarını düşünseler bile, SSCB’nin iki kurucusuna, Lenin ve Stalin’e düşmanlıkla, son dönemde ayyuka çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babalarına kayıtsız şartsız düşmanlık arasında bir bağ kurma hakkımız var.”

Düşmanlık, Türk Devrimi ya da Ekim Devrimi ile sınırlı kalmaz; Fransız Devrimi de bu düşmanlıktan nasibini alır. Fransız Devrimi’nin 200’üncü yılında, Fransa’nın sosyalist (!) başbakanı Michel Rocard, Devrim’in yıldönümünün “birçok insanın devrimin tehlikeli olduğuna, şayet Devrim olmasaydı her şeyin çok daha iyi gideceğine ikna etme”nin bir vesilesi olmasını memnuniyetle karşıladığını öğrenmek, ünlü tarihçi Hobsbawm tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır.

Çutsay’ın adı geçen makalede Doğu Alman tarihçi Glasneck’ten aktardıkları Ekim Devrimi’ne duyulan nefreti anlamayı kolaylaştırır; Glasneck, “Ekim Devrimi[nin], o zamana kadar hep sömürgeci güçlerin üstünlüğü nedeniyle yenilgiyle biten ulusal kurtuluş savaşlarının başarıyla sürdürülmesi olanağını” yarattığının altını çizmektedir:

“1981’de 100’üncü yaşına giren Mustafa Kemal, etkileri iki çağın dönüm noktasıyla, 1917 yılındaki dönümle belirlenen büyük tarihsel kişiliklerden biridir. Dünya tarihindeki gelişimin gereklerini gören ve onlara göre hareket edenlerdendir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, sömürgeler olarak baskı altındaki Doğu halklarının yolunu açıyor, ulusal kurtuluşları için başarılı bir mücadele vermelerini mümkün kılıyordu; o, bunu gördü. Mustafa Kemal, böyle bir durumdan, bu ilk sosyalist devrimin devlet gücü, Rus sovyet hükümeti ile çok yakın ve dostça ilişkiler kurma sonucunu çıkardı. Başarılı bir kurtuluş savaşı yapmak için oranın manevi, diplomatik ve maddi desteğini aldı.”

Aynı makalede kendisinden alıntılara yer verilen bir başka Doğu Alman tarihçi Ernst Werner de Ekim Devrimi’nin Kemalizmin varoluşu açısından oynadığı önemli rolü şu şekilde açıklamıştır:

“Kemalizmin oluşumu, Kızıl Ekim’in, Lenincil bir dış politikanın etkileri dikkate alınmaksızın açıklanamaz. Genç Sovyet iktidarının varlığına sırtını dayamasaydı, kurtuluş devrimi tüm kahramanlığına rağmen başarısızlığa mahkûm olurdu. Leninizmin harekete geçirici düşünceleri olmaksızın Mustafa Kemal’in de Jöntürk sözde doktrininin ideolojik safralarını atması ve döneminin tarihsel gereksinimlerine uygun bir gerçekçi politikadan yana çıkması daha zor olurdu.”

Türkiye tarihi hakkında dipnotsuz kitaplar yazmayı başaran Zürcher’i, “Kemalizme ve Türk modern siyasi tarihine eleştirel bir gözle bakmayı başarabilen ve bu alanda kayda değer çalışmalara imza atan değerli bir isim” olarak okuyucuya sunan iki genç Türk akademisyen adayı Oğuz Alyanak (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler - Yüksek Lisans) ve Ümit Kurt’un (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler - Doktora) 10 Kasım 2009’da Radikal gazetesinde Zürcher’in neoliberal Arı Hareketi’nin konuğu olarak Türkiye’de yaptığı konuşmaya atıfla kaleme aldıkları yazı, -Sovyetlerin çözülmesiyle daha da azgın bir şekilde-“tarihin çarkını ileriye çevirmeye” çalışan tüm hareketleri tepeden inmeci, elitist ve kitlesel destekten yoksun oldukları gerekçesiyle yapılan eleştirilere güzel bir örnek teşkil etmekte:

“[B]ir modernleş(tir)me paradigması olarak (…) Kemalizm rasyonel bir toplum mühendisliği projesinin unsurlarını bünyesinde taşımıştır. Toplumsal bir tabana sahip olmayan Kemalizm ideolojik hegemonyasını sağlamak ve onu temsil eden bürokratik zümrenin çıkarlarını devam ettirmek adına toplumsal ve kurumsal bir dizi değişiklik yapmıştır.”

Sosyalist tarihçi Glasneck ise, Mustafa Kemal’i, “Türk halkının emperyalist tahakkümden ve feodal-mutlakiyetçi sultanlık rejiminden kurtulma çabasına bağlı hisseden” bir burjuva politikacısı olarak nitelediği makalesinde Kemalizm’in krizinin sosyalist bilim insanlarının öngörülerini haklı çıkardığını belirtmektedir. Ancak Kemalizmin tüm bu sınırlılığına rağmen, Glasneck’e göre “Burjuva Türk cumhuriyeti, feodal-teokratik Osmanlı İmparatorluğu karşısında, büyük bir tarihsel kazanım resmi” vermektedir.

Batılı Marksistlerin ve onların başta Birikim çevresi olmak üzere Türkiye’deki tilmizlerinin, Fransa’nın sosyalist (!) başbakanı Michel Rocard’un “Fransız Devrimi olmasaydı da olurdu” tavrıyla benzer bir şekilde “Kemalist Devrim olmasaydı belki işler daha iyi olurdu” tavrı ve bu kesimin Ekim Devrimi düşmanlığı, modernizm ve insanlık tarihini ileriye taşıyan tüm devrimlere düşman olan nazilerle ortak bir noktada buluşmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle Batılı Marksistler ve onların Türkiye’deki tilmizleri rahatlıkla nazizmin sol yüzü olarak görülebilir.

Bu kesimin kitle desteği fetişizmine karşı Slavoj Žižek’in son kitabı “First as Tragedy, then as Farce”da verdiği örnek yeterli olacaktır. Žižek, seçimlere dayalı kitlesel desteğin her zaman gerçeğin (Truth) bir göstergesi olmadığını, hatta genel kural olarak bunun tam tersinin geçerli olduğunu belirttikten sonra, bu duruma örnek olarak 1940 yılında Fransa’da özgür seçimler yapılsaydı nazilerin kuklası Vichy hükümetinin Devlet Başkanı Mareşal Pétain’in yüzde 90 oranında oy almasının muhtemel olduğunun Komünist Parti’nin ikinci adamı Jacques Duclos tarafından bile kabul edilmesini göstermektedir. Fransa’nın teslim kararını reddeden de Gaulle ise, Batılı marksistlerin Kemalizm söz konusu olunca çokça vurgu yaptıkları kitle desteğine sahip olmamasına rağmen “Gerçek Fransa’nın temsilcisi” olarak kabul görmüştür. Aynı, Sevr’i reddeden Mustafa Kemal’in “Türkiye’nin gerçek temsilcisi” olarak kabul görmesi gibi.

Komünizm korkusu ve düşmanlığı ile aslında Cumhuriyet’in kuyusunu kazdıklarını fark edemeyen Kemalistler, 1 Mayıslarda işçi sınıfı ile saf tutmadıkları ve sosyalist cumhuriyet projesine destek vermedikleri sürece, dayak yemeye devam edeceklerdir.

Perry Anderson ve Türkiye “faaliyeti”, böyle bir ışıkta da görülebilir.

Emre Ertem

http://www.transitmedia.de/yenigun/component/content/article/41-dezember-09/104-perry-anderson-ya-da-avrupa-marksizminin-sefaleti-2-