25 Ocak 2010 Pazartesi

Ertuğrul Kürkçü röportajı - Vatan Haber Merkezi

'İktidar tek parti hakimiyetini TSK ile ittifak halinde kuruyor'


68 kuşağının liderlerinden Ertuğru Kürkçü’ye göre Türkiye 1930-1960 arasındaki statükoya geri dönüyor. Kürkçü, “Çıkış yolu halkın, yoksulun, emekçinin, kadının, gencin siyasete girerek çürümüş partilere karşı kendi seçeneğini yaratması” diyor.


68 kuşağının liderlerinden ve Eski DEV-GENÇ Başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye göre Türkiye 1930-1960 arasındaki statükoya geri dönüyor. Bianet haber portalının koordinatörlüğünü yapan Kürkçü, Başbakan Erdoğan’ın kendisini milletin tamamının yerine koymaktan ve politik farklılıkları hastalık saymaktan kurtulamadığını vurguluyor. “Çıkış yolu halkın, yoksulun, emekçinin, kadının, gencin siyasete girerek çürümüş partilere karşı kendi seçeneğini yaratması” diyen Kürkçü’nün sorularımıza yanıtları.


Türkiye nereye doğru ilerliyor?

Mart 2008’de Bianet’te şunları yazmıştım: “AKP hükümeti iktidar olanaklarını, özellikle dış politika alanında ısrarlı bir biçimde kullanarak, ’Kürt Sorunu’na ilişkin yaklaşımını Washington arabuluculuğuyla Genelkurmay’a benimsetmeyi başardı. Yeni bir denge oluşuncaya kadar Silahlı Kuvvetler ile hükümet artık el ele yürüyecekler. Bu ordunun gücüyle paranın ve dinin gücünün halkın tepesinde birleşmesi demek. Geçmişte bu güçler arasında belli bir gerilimin mevcudiyeti, kırılgan da olsa bir denge olanağı sunuyordu. Bu aralıktan işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebiliyordu. Oysa şimdi bütün çatlakların en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İslam’ın oluşturduğu dokuyla sıvanacağı bir sürece evriliyoruz. Bir kez daha 1930-45 ve 1950-60 arasındaki statükoya farklı koşullarda iade oluyoruz. Bir tek parti devleti kuruluyor tepemizde.”


Geçmişteki statükoya nasıl dönüyoruz?

CHP ve DP’nin parti olarak devlet organlarıyla özdeşleşmeleri, valilerin hükümet partisinin organı gibi çalışması ve idarenin tamamen hükümetle kaynaşmasını kastediyorum. Bu, hükümetten farklı düşünen vatandaşların, bu devletin kendilerinin de haklarının güvencesi olabileceği duygusunu ortadan kaldırıyor. AKP 12 Eylül Anayasası’nın sunduğu manivelayla yürütmeyi bütün öteki güçlerin tepesine koyuyor. Doğrusu, bu anayasa yürürlükte kaldıkça parlamentoda çoğunluk olan her parti de bu tek parti devletini kurabilir.


Hükümete bu derece yakın kamu görevlileri var mı?

Belediyeler tamamen böyleler. Esas olarak İçişleri Bakanlığı teşkilatı bu yönde çok hızlı bir evrim geçirdi. Geçtiğimiz seçimlerde Tunceli Valisi’nde simgelenen ve herkesin gözüne batan davranışları hatırlayalım. Her ilde valilerin, emniyet müdürlerinin AKP temsilcileri gibi davrandığına dair çok fazla belirti var.


Bahsettiğiniz ordu ve hükümet ilişkisi nasıl yaşanıyor?

Tek parti hakimiyetini AKP “her şeye rağmen” değil, TSK ile ittifak halinde kuruyor. Silahlı Kuvvetler’in özellikle “Kürt Sorunu” bağlamında hükümetle kurduğu ittifak AKP’ye bu inisiyatifi sağlıyor.


Karargah aramaları, tutuklanan ve gözaltına alınan emekli paşalar, orduyla ilgili yapılan açıklamaları nereye koyuyorsunuz?

Ordu yekpare değil. Silahlı kuvvetler yeniden NATO bünyesinde istikrarlı bir konuma yerleşmek için kendisi de “Ergenekon” temizliğine katılıyor. Dolayısıyla hükümete bu kovuşturmalar için yol vermek zorunda. Böyle olmasa hiçbir hükümet bu kapıdan içeri giremezdi.


Ordu bütün yaşananlar için yol verdi yani.

Aynen öyle. AKP, TSK’nin kendisine tanıdığını düşündüğü marjı zaman zaman fiilen aşıyor, birtakım sürtüşmeler doğuyor olabilir ama Yaşar Büyükanıt bunu açıkça “TSK bir suç örgütü değildir ama suçlular varsa bunları veririz” diyerek ortaya koymuştu. Aynı çizgi bugün devam ediyor. TSK yüksek komuta kademesinin genel düzenlemeler bakımından hükümetle mutabık olduğu kanaatindeyim.


CHP’nin bu süreçte suçu var mı ve ne yapmalı?

CHP solundan zorlanmadıkça hiçbir şey yapamaz. Daha soldan ve güçlü itirazlar ve rekabet belki CHP’yi kendine getirebilir. Kendi raporlarını AKP’ye terk etmezlerse ne yapacakları hakkında bir fikirleri olacaktır. Bir parti böyle bir duruma düşer mi? AKP hegemonyasında Baykal’ın CHP’sinin başrolü oynadığını söylemek yersiz olmaz. Parlamentoda özgürlüğün, çoğulculuğun, barışçılığın, hak savunuculuğunun yerine, baskıcılığın, tekçiliğin, savaşın, katliamcılığın sözcülüğünü yaparak MHP ile milliyetçilik yarışına girdi.


İktidar nasıl davranıyor?

AKP fırsat varken bütün karşıtlarını dize getirme çabasında. Erdoğan kendisini milletin tamamının yerine koymaktan, farklılıkları hastalık saymaktan kurtulamadı; onun kişisel mağrurluk ve nobranlığı partisine, hükümetine, polisine, bürokrasisine, belediyelerine de sirayet etti. AKP’nin başka bir meşru güçle dengelenmedikçe, otoriterlik yönünde seyredeceği apaçık. AKP “garip gureba ” ve “fakir fukara” ile aynı dünyayı paylaşmıyordu. Aynı hissiyat alemini de paylaşmıyor artık.


Hangi farklılıkları kastediyorsunuz?

Hükümet emekçilerin talep ve itirazlarını ve politik muhalefeti bir hastalık, anormallik sayıyor. Erdoğan’ın politik farklılıkların meşruluğuna hiçbir inancı yok. Kürtlerin haklarından bahsediyor ama Kürtlerin hakları için siyaset yapan partiyi ve Alevilerin haklarının Alevilerce dillendirilmesini gayri meşru görüyor. Başbakan Türkiye’deki etnisitelerin tamamını, dinleri, mezhepleri ve meşrepleri kendisinin temsil ettiğini düşünüyor ve inanıyor. Bir tek adam partisinde bu daha da büyük bir problem.


Bu durum nasıl düzelir?

Yoksulların, ezilenlerin, kadınların, Alevilerin, Kürtlerin, emekçilerle neo -liberalizmle mücadele programını esas alan bir üçüncü kutupta buluşması AKP karşısında şimdi öngörülemeyecek ölçüde güçlü bir muhalefet odağı oluşturabilir. Tek çıkış yolu halkın, yoksulun, emekçinin, kadının, gencin siyasete girerek çürümüş partilere karşı kendi seçeneğini yaratmasıdır.


İlker Akgüngör - Vatan Haber Merkezi


http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=68in_unlu_isminden_carpici_analiz&tarih=15.01.2010&Newsid=281801&Categoryid=1



İnsancıllık ve Dersim - Kurtuluş Cephesi

Şiddet, Terör, Katliam, İnsancıllık ve Dersim


"Değerli arkadaşlarım ‘Analar ağlamasın’ diyorlar. Maalesef, bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim.’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Kimse çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz şu Yunanlılarla anlaşalım.’ dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da ‘Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım.’ dedi mi? Dünyada diyen var mı? Amerika’da bir saat içinde 3 bin kişiyi öldürdü teröristler. Bir Amerikalı devlet adamı çıkıp da ‘Aman, analar ağlamasın. Şu teröristlerle bir uzlaşalım.’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Niçin? Çünkü, terörle mücadele cesaretiniz yok. Sizden önceki bütün hükümetlerin gösterdiği cesareti siz gösteremiyorsunuz." (Onur Öymen)

Onur Öymen’in 10 Kasım günü TBMM’de yapılan "açılım" görüşmelerinde söylediği bu sözler üzerine ortalık karıştı, hassas, duygusal ve en zorlu konulardan birisi, "Dersim dosyası" yeniden açıldı. Yazılı ve görüntülü "medya", günlerce Dersim isyanını konuştu, tartıştı. AKP’nin "yandaş medyası", CHP’yi yıpratmak ve alevilerle olan geleneksel ittifakını bozmak için bu fırsatı kaçırmadı, tüm olanaklarını seferber etti. Hemen her saat, bir "Dersim uzmanı" "medya"nın karşısına geçip, 1937-1938 Dersim isyanında yapılan katliamları, katliamların yapılış tarzını ve ölenlerin (50 bin ile 100 bin arasında değişen) sayısını vererek, "kemalist cumhuriyet"in Dersimlileri ve alevileri nasıl katlettiğini anlattı. Ortaya çıkan sonuç ise, Dersim isyanının diğer Kürt isyanlarından farklı olduğundan başka bir şey olmadı.

Oysa Onur Öymen’in konuşmasıyla başlayan Dersim "isyanı", "1935 Tunceli yasası"ndan 1938 "zorunlu iskan yasası"na, zehirli gaz kullanımına kadar uzanan geniş bir "olgular" dizisini gözler önüne serdi. Tarih, artık tarihçilere bırakılamayacak kadar "popüler bir iş" haline geldiği için, sözü edilen "olgular" da, tarihsel olgular olup olmadığına bakılmaksızın önsel olarak kabul gördü.

Bu önsel kabulün en vurucu ifadesi ise, Seyit Rıza’nın idam edilmeden önce söylediği sözlerdi: "Evladı Kerbelayık, bihatayık, ayıptır, zulümdür, günahtır!"

Bu "insancıl", duygusal sözler üzerinden yürütülen "Dersim savaşı", bir kez daha "laik-kemalist cumhuriyet" ile "şeriatçılar"ın hesaplaşmasına sahne olurken, Dersim isyanının insanları, basit bir "duygusal piyon"muşcasına bu hesaplaşmada kullanılmaya çalışıldı. Böylece Dersim isyanının oluşumu, gelişimi ve sonuçları, özellikle de tüm tenkil ve zorunlu iskan politikalarına rağmen Dersimlilerin "T.C." ve "kemalizm"le olan altmış yıllık ittifakı hiç araştırılmadan, sorgulanmadan, tahlil edilmeden bu hesaplaşmanın tozu dumanı arasında bir yana bırakıldı.

Dersim isyanı ve bastırılması, 1919-1922 ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, sözcüğün tam anlamıyla dönüşümünün kesinleştiği, Stalin’in sözleriyle, "burjuva demokratik devrimin birinci aşamasına çakılıp kaldığı" bir dönemin doruk noktasıydı. Küçük-burjuva devrimci-milliyetçilerinin "merkezi devlet otoritesi"ni ülkenin her yerine yaydıkları ve yerleştirdikleri bu doruk noktasında, Dersim isyanı, Dersim’in Cumhuriyet dönemindeki özerkliğinin de sonuydu.

Ancak Seyit Rıza’nın son sözlerinde ifadesini bulan duygusal bir ortamda, merkezi devlet ile yerel feodal özerkliğin ne ölçüde bağdaşıp bağdaşmadığı elbette konuşulamaz ve tartışılamazdı. "T.C."nin Dersim’den istediği "üç şey", "askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız", açıktı ki Dersim’in fiili feodal özerkliğinin sona erdirilmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Üstelik "birbirinizin malına göz koymayacaksınız" sözüyle, Dersimlilerin silahsızlandırılacağı da açıkça beyan edilmiş oluyordu.

Böylesine duygusal bir ortamda, ister istemez, yerel feodal otoritelerin merkezi devlet tarafından ortadan kaldırılışının kapitalizmin gelişimi önündeki engellerin kaldırılması demek olduğunu da konuşmak olanaksızdı. Napoléon Bonaparte’nin ünlü sözüyle, "top, feodaliteyi yıktı". Top, açıktı ki, yerel feodal devletçiklerin kan dökülmeksizin ortadan kaldırılmasının aracı değildi. Ve açıktı ki, yerel feodal otoriteler, kendi egemenliklerinden kendiliğinden vazgeçmediler, vazgeçirtildiler. Daha yetkin zor araçlarına sahip olanlar, daha yetkin zor araçlarına sahip olmayanları altettiler. Ve tarih, feodalizmden kapitalizme böyle evrildi.

Ama baştan beri belirttiğimiz gibi, böylesi duygusal bir ortamda, tarihte zorun rolünden, yerel feodal otoritelerin tarihsel olarak ortadan kalkmasının kaçınılmazlığından söz etmek, açıktır ki, bu tarihsel süreçte kullanılan zorun "meşru" olmasının ötesinde, "insancıl" açıdan katliamların "meşrulaştırılması" olarak görülecektir. Bu durumda, susmak, sessiz kalmak, ortalığın durulmasını beklemek ve bu beklemeyi "meşrulaştırmak" için yapılan katliamların "insanlık dışı" olduğuna ilişkin hamasi bir kaç söz söylemek "akıllı bir siyasal tutum" olarak kabul görecektir.

Böylesine "akıllı siyasal tutum", yine açıktır ki, tarihin şöyle ya da böyle ele alınmasına, "sözel tarihçiliğe" ve "tarihin tanıklarına" başvurulması karşısında da bu tutumunu sürdürecektir. Marks ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde söylediği şu sözler bile, onu bu "akıllı" tutumundan vazgeçirtemez: "Gündelik yaşamda, herhangi bir shopkeeper [dükkancı], bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır."

Atılım, Dersim isyanına ilişkin "en kapsamlı araştırma" olarak tanımladığı bir kitabın (Hüseyin Aygün, "Dersim 1938 ve Zorunlu İskan") tanıtım yazısından şu alıntıyı yaparak, bu "akıllı siyasal tutum"u belirgin biçimde ortaya koyar:

"1937-38 Dersim İsyanı, Cumhuriyet dönemi Kürt ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine sahne olmuş gibidir. İsyan açıkça kışkırtılmış, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenler eziyete ve kıyıma maruz kalmıştır. Binlerce isyancı ve sivil vatandaş öldürülmüş, kalan on binlercesi sürgün edilmiştir... Dersim İsyanı esnasında 17 günde yapılan tarama harekatında ölü ve diri 7954 kişinin ele geçirildiğini ve 1019 silahın toplandığını rapor etmektedir. Topu topu birkaç on bin kişinin yaşadığı bir havaliden 7954 kişinin ölü ve diri ele geçirilmiş olması kadar, ele geçirilen kişilerle yakalanan silahların sayısı arasındaki bariz örtüşmezlik, isyan esnasında vuku bulan eziyetin derecesi hakkında yeterince şey söylüyor olsa gerek."

Görüldüğü gibi, sorun ve tarih, "eziyet", "baskı", "zulüm", "katliam" ve bunların düzeyi ve niceliğiyle ele alınmaktadır. Oysa marksist-leninistler tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak ele alırlar. Ve bilirler ki, bu sınıf mücadeleleri tarihinde, her zaman, ezilenler ve ezenler, sömürenler ve sömürülenler arasındaki savaş yüzyıllardır süregitmiştir. Her savaş gibi, bu sınıf savaşında, ezenler, sömürenler, ezilenlerin ve sömürülenlerin, baskıya ve sömürüye karşı başkaldırılarını zorla, cebirle, tenkille, katliamla bastırmaya çalışmışlar ve çoğu durumda da bunu başarmışlardır. Ama marksist-leninistler bu tarihsel süreçte, bu zor, cebir, tenkil uygulamalarını kınamakla yetinmezler, aynı zamanda zorun tarihteki rolünü bilerek, zora dayanan devrimin, tüm bu ezenlerin ve sömürenlerin zorunu, cebrini, tenkilini ortadan kaldıracak tek tarihsel-insani eylem olduğunu da bilirler.

Marksist-leninistlerin savaş karşısındaki tutumu, her savaşın mutlak olarak kötü ve yanlış olduğundan yola çıkmaz. Haklı ve haksız savaşları birbirinden ayırmak gerektiğini söylerler ve bu ayrımı yaparlar.

Bu bakış açısından Dersim isyanı ele alındığında, "mazlum tarafın", yerel-feodal ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak isteyen küçük-burjuva diktatörlüğe karşı direnişi olarak tanımlamak olanaklıdır. Ama bu, yerel-feodal ayrıcalıkların tarihsel olarak haklı ve "meşru" olduğu anlamına hiç gelmez. İster yerel, ister merkezi olsun, her türlü feodal ayrıcalık, tarihin aşılmış ve geçilmiş çağlarına aittir. Bunları, bu ayrıcalıkları savunmak, devrimcilerin işi değildir. Böylesi "duygusal" bir ortamda ve duyguların düşünceyi baskı altına aldığı bir zamanda söylenmesi çok kolay olmasa da, söylemek zorundayız ki, böyle bir tutum, 1789 Fransız Devrimi’nde, özellikle 1792-93 "terör dönemi"nde Jakobenler tarafından giyotine gönderilen aristokratların arkasından ağlamaya benzer.

Evet, Seyit Rıza’nın son sözleri bizi duygulandırabilir, etkileyebilir. Ama tarihsel gerçekler sadece duygusal nedenlerle bir kez bir yana bırakıldı mıydı, artık insanlık tarihinden, insanlık tarihinin geleceğinden söz etmek çok zor olacaktır.

"Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz marksistler, hem pasifistlerden, hem anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (Türkiye ve Rusya’da olduğu gibi) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır." (Lenin, Sosyalizm ve Savaş.)

Diğer bir ifadeyle, "savaşın, düşüncenizi baskı altına almasına izin vermek, onun yarattığı korkunç izlenimlerin ve azap verici ağırlığın altında düşünmekten ve tahlil etmekten vazgeçmek başka bir şeydir." (Lenin)

Sorunu, duygusal düzeyde ele almak isteyenler, bu duygusal düzeyden yararlanarak insanların içgüdüsel tepkilerinden yararlanmak isteyenler, elbette, bu sözlerden hoşnut olmayacaklardır. Böyleleri, yalın ve sıradan bir "hümanizm" bağlamında, her türlü şiddete karşı olduklarını en yüksek sesle ilan etmeyi sürdüreceklerdir. Hatta, "sicil amiri" edasıyla marksist-leninistlerin "sicili"nin pek parlak olmadığını söyleyerek, bizlerin bu konuda söz söylemeye hakkımızın olmadığını bile ulu orta söyleyebileceklerdir.

Biz, hiç kimseyi aldatmak, kandırmak durumunda değiliz. İnsanları hoşnut etmek için tarihsel gerçekleri çarpıtmak ya da görmezlikten gelmek durumunda değiliz.

Biz diyoruz ki, insanlık tarihi, bugüne kadar insanın insanlıktan çıkışının, barbarlığın da tarihidir. Ve bu tarihin sonu, ancak insanlığın gerçek ve kalıcı kurtuluşu için proletarya devrimiyle olanaklıdır. Bu devrim, her devrim gibi, zor eylemidir, ama çoğunluğun, sömürülenlerin, ezilenlerin, azınlık üzerinde egemenliğini sağlayan zor eylemidir. Her zor eylemi gibi, proletaryanın zoru da kan dökücüdür. "Kansız" devrimden söz ederek insanları aldatmak, onlara "güleryüzlü sosyalizm"den söz ederek kandırmak devrimcilerin işi değildir.

Her devrim, güçlü ve birleşik karşı-devrim yaratarak ilerler. Güçlü ve birleşik karşı-devrim, her zaman devrim mücadelesini durdurmak ve yok etmek için, elindeki tüm zor güçlerini sonuna kadar, hiç bir kurala bağlı olmaksızın kullanır.

Anti-emperyalist bir kurtuluş mücadelesinden, bağımsız ve demokratik bir ülkenin yaratılmasından söz ediyoruz. Bunun, barışçıl olacağını asla iddia etmiyoruz. Emperyalizmin, başta Amerikan emperyalizminin kendi sömürgesinden kendiliğinden ve istemsel olarak vazgeçeceği umutlarını da taşımıyoruz. Tarihte görüldüğü ve Irak, Afganistan savaşlarında da görülmeye devam edildiği gibi, bağımsızlık ve demokrasi bile on binlerin, yüz binlerin, milyonların yaşamlarını yok etmeyi göze almış emperyalizme karşı bir savaştan başka bir yolla gerçekleştirilemez.

Yıllardır söyledik ve söylüyoruz: "Kemalist cumhuriyet", hiç tartışmasız, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışının sonucunda kurulmuştur. Bu cumhuriyetin anti-emperyalizmi yurtseverliğe ve enternasyonalizme değil, milliyetçiliğe dayanır. Bu milliyetçi küçük-burjuvazinin ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin uluslaşma sürecinin tamamlanmasına yönelik bir büyük adımdır. Ama bu cumhuriyetin yöneticileri, 1930’lardan itibaren giderek artan oranda emperyalizmle ilişkileri geliştirmişler ve ülkeyi tümüyle emperyalizme bağımlı hale getirmişlerdir. Sözcüğün marksist-leninist anlamında, burjuva demokratik devrimi, küçük-burjuvazinin öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılmış, ancak bu başarılamamıştır, burjuva demokratik devrim tamamlanamamıştır.

Her tamamlanamamış burjuva demokratik devrim gibi, "kemalist devrim" de, geriye dönmüş, feodal sınıflarla uzlaşmaya yönelmiştir. 1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti, bu küçük-burjuva milliyetçilerin bir bölümü ile gerici-feodal sınıfların ittifakını temsil eder. Bu ittifak, demokratik devrimin tümüyle sona erişinin gerçekliği olduğu gibi, cumhuriyetin laik ve ulusal temelinden ödünler verilmesini beraberinde getirmiştir.

Hep söyledik ve söylüyoruz, çağımızda, tamamlanmamış burjuva demokratik devrimleri sonuna kadar götürebilecek tek sınıf proletaryadır ve proletarya devrimidir. Proletaryanın öncülüğü olmaksızın gidilebilecek yer, bugün Türkiye Cumhuriyetinin gelmiş olduğu yerden daha farklı olamaz. Bu nedenle, sorun, Dersim isyanında "kemalist cumhuriyet"in nasıl bir vahşet uyguladığı, nasıl tenkil politikaları yürüttüğü sorunu değildir. Bu şiddet ve tenkil uygulamalarından birisini alıp, bir başkasını bir yana itmek, belki bazı duygusal etkiler yaratabilirse de, gerçeğin çarpıtılmasından başka sonuç vermeyecektir.

Herkes bilmelidir ki, Onur Öymen’in meclis konuşmasından yararlanarak Dersim isyanı konusunda ortaya konulan "protestolar", 1990’lardan itibaren, özellikle Sivas katliamından sonra, "başımıza gelen tüm katliamların nedeni solda görülmemizdir" diyerek soldan kopartılmaya çalışılan alevi kitlesinin yönsüzleştirilmesinin ve örgütsüzleştirilmesinin son adımları haline getirilmiştir.

Şüphesiz Türkiye ve Türkiye halkı, tarihi ile "yüzleşmelidir". Ama bu tarihle yüzleşme, yüzsüzleştirilmiş bir tarihle değil, gerçek, nesnel tarihle yüzleşme, onu kavrama ve sonuçlar çıkarma biçiminde olmalıdır.

Anlatılan ve yaşanılan herkesin hikayesidir. Yarın bir başka ulusun kendi kaderini tayin hakkını elde ettiğinde uygulayacakları, dün "kemalist cumhuriyet"in, kendi ulusal devletini yaratmak için giriştiği zor uygulamalarından çok farklı olmayacaktır.

Devrimler kitlelerin eseridir, ama bilinçli kitlelerin eseridir. Hümanist söylemlerle yanıltılmış, ütopyalarla kandırılmış, birbirinden yalıtık, her biri asıl olarak kendi grupsal çıkarlarını gerçekleştirme peşinde koşan insan toplulukları devrim yapma yeteneğine sahip değildir.

Unutulmamalıdır ki, tüm bu propaganda ve manipülasyon ortamında, alevi kitlesi, gerçek sınıfsal konumunun farkına varmadıkça, zulme karşı gösterdikleri insani ve duygusal tepkilerinin başka amaçlar için (örneğin ABD büyükelçiliğinden icazet alan Ufuk Uras’lı, "belden aşağı vur"ulan Süleyman Çelebi’li "neo-liberal sol" parti kurma çalışmalarına zemin oluşturmak için) kullanılmasına karşı çıkmakta zorlanacaklardır. Ve bu "neo-liberal solcular"ın, yarın, çıkarlarına geldiğinde çok kolaylıkla Hz. Ali’nin hariciler üzerine yaptığı seferi de Dersim’in yanına yerleştireceklerinden şüphe edilemez.

KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 2009


http://www.kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc112_3.html


12 Ocak 2010 Salı

Olgu Bağlamında Anlamlıdır - İlker Belek

Olgu Bağlamında Anlamlıdır


Bağlam kavramına diyalektik materyalist felsefe içinde anlam kazandıran, bu kavramı Marksist literatüre sokan kişi Lukacs'tır.

Lukacs Bağlam'ı, Dolayım ve Bütünlük kavramlarıyla birlikte kullanır.

Bağlam, tikel olgular arasındaki özgül ilişkilerle ortaya çıkan etkileşimi tanımlar. Bu etkileşim bir bütün olarak dışarıya yansır, tezahür eder. Bağlam hem olguların kendi aralarındaki ilişkilerden hem de olguların bütün üzerinden dolayımlanarak birbirleri üzerinde yarattıkları etkilerden oluşan dinamik bir ağdır. Bu etkileşim üzerinden hem olgular hem de bütünün kendisi değişir. Artık söz konusu olan farklı bir bağlamdır.
Her olgu bir bağlam içinde, bütünün tikel unsurları olan başka olgularla etkileşim halindedir. Bu nedenle, bir bütünün unsurları matematiksel bir skaladaki gibi önem sırasına dizilemez. Unsurlara mutlaklaştırılmış bir önem derecesi atfedilemez. Olgular birbirlerinden soyutlanarak incelenemez. Tabi ki unsurlardan bazılarının diğerlerine göre bütün içerisinde daha fazla derecede etki gücü olabilir. Ancak bu güç de sonuç olarak sözünü ettiğimiz bağlam içinde anlam kazanmıştır.

* * *

Yukarıdaki yaklaşımın önemi ne, bize toplumsal siyasal olayları ele alırken nasıl yardımcı ve yol gösterici olur ?

Tamamen belirleyicidir diyerek başlamanın hiçbir sakıncası bulunmuyor.

Türkiye'de hem akademi hem de siyaset dünyalarında toplumsal olayları soldan değerlendirenlerin bile içine düştükleri temel yanılgı, politikaların, projelerin içinde iyi ve kötü ya da benzeri unsurları ayıklamak, tasnif etmek çabasıdır. Bu yaklaşıma göre, herhangi bir şey tamamen kötü ya da tamamen iyi olamaz, arada gri tonlar da vardır ve bize düşen görev bu farklılıkları saptamaktır. Tahmin edileceği gibi bunun arkasından gelecek öneri, projenin, politikanın kötü yanlarının deşifre edilmesiyle birlikte, iyi yanlarının sahiplenilmesi yönünde olacaktır.

Hemen bir örnek olarak ÖDP'nin AB karşısında bir zamanlar ortaya koyduğu tutuma dikkat çekebiliriz. Hatta bu bakımdan bu tutumun adı bile, “havet”, çok tipikti. Tamam AB'nin kötü yanları vardı, örneğin Türkiye'ye iktisadi düzlemde IMF programlarını dayatıyordu, ama bunların yanı sıra demokrasinin gelişimi açısından yeni ve daha ileri siyasal düzenlemeler de getiriyor ve üstelik Türkiye işçi sınıfının Avrupa işçi sınıflarıyla dayanışması açısından olanaklar da yaratıyordu.

Bu yaklaşım çok tipik olarak, olguları kendi bağlamlarından koparan, bağlamları dışında kavrayarak kendi başlarına mutlaklaştıran, idealist bir içeriğe sahiptir. Burada AB projesinin bütünsel bir anlamı yoktur.

* * *

Şimdi yeni bir örnek üzerinden sürdürelim: Kürt açılımı başlığı.

Solun önemli bir bölmesi halen şöyle düşünüyor: Tamam bu konuda ABD'nin dahli vardır, AB meseleyi mıncıklamaktadır, ancak açılım Kürtler'in on yıllardır inkar edilen haklarını da tanımakta, konuyu bir gerilim başlığı olarak devreden çıkarmakta, solun etkisine daha olanaklı bir ortam yaratmaktadır. Bütün bu nedenlerle desteklenmelidir: Aynı parçalayıcı, sıralamacı, idealist yaklaşım.

Oysa Kürt açılımı başlığı bir bağlam içinde yürürlüğe sokulmuştur. Bu bağlamın içinde ABD ve AB'nin bölgesel planlarının, bölgedeki diğer ülkelerin kendi özel çıkarlarının, AKP'nin yapı ve işlevinin, Türkiye'deki sınıfsal ilişkilerin, Türkiye burjuvazisinin planla ilişkili somut ekonomik beklentilerinin, emekçi sınıfların bilincinin, Kürt halkının uluslaşma düzeyinin, en geniş anlamda Kürt halkı içindeki sınıfsal ilişkilerin özel yerleri vardır. Bütün bu olguların ilişkileriyle tanımlı bütünlük özel bir bağlam oluşturmaktadır.

Bu bağlamı içinde, bütünlük, Genişletilmiş Ortadoğu'dur. Diğer bütün unsurlar bu bütünlüğün zeminindeki bağlamda anlamlıdırlar. Bu bağlamda belirleyici unsur emperyalizmdir. Emperyalizm GOP bütünlüğü üzerinden, örneğin Kürtler'in haklarını da üst belirlemektedir. Yani, demokrasi, emperyalist planlar ne kadar, ne şekilde gerektiriyorsa, o kadar-şekilde olabilir.

Bütün bu nedenlerle, Kürt halkının elde edeceği kültürel kimi kazanımları politik bütünlükten cımbızlamak, bağlamın içindeki emperyalist projeleri yok saymak ve kaçınılmaz biçimde o projelerin oyuncağı olmak sonucunu verir. Bu hataya düşülmek istenmiyorsa demokrasi sorununu tamamen farklı bir bağlama, antiemperyalist mücadele, taşımak gerekir.

* * *

Sol bu hatayı hep yapmak zorunda değil. Sorun şurada ki bugün Marksizm her zamankinden daha elzem bir entelektüel gelişim aracıdır ve maalesef sol kendi literatürünü okuyup, anlamaya her zamankinden daha az tenezzül etmektedir.

İlker Belek

11.01.2010

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/olgu-baglaminda-anlamlidir-22621


11 Ocak 2010 Pazartesi

Terziler Geldiler - Tayfun Er

Terziler Geldiler


O’nun ismi Fikri Sönmez idi, Terzi Fikri diye “ünlenmesinin” nedeni Tercüman (Can Yücel, Fatsa hakkındaki dezenformasyon ve yalanlarından dolayı bu kontr-cerideye “Tercüman-ı Hilafı Hakikat” diyordu) ve Hürriyet gazeteleriydi.

Fikri Sönmez Bu Şafaklarda

Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa‘ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa‘nın sırtından
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını

(Can Yücel)

"Mesleği terzilik olduğu için "Terzi Fikri" olarak Fikri Sönmez, 1979‘da bağımsız belediye başkanı seçildi. Belediyeyi, kurduğu halk meclisiyle birlikte yöneten Sönmez‘in, halkla birlikte yaptığı caddelerden birine de kendi adı verildi. Ancak caddenin adı daha sonra Kenan Evren Caddesi olarak değiştirdi. Şimdi Fatsalılar, o dönemde modern bir şehir haline getirdiği ilçedeki CHP‘lileri hatta AP ve MSP‘lileri bile yanına çekmeyi başaran, ancak tutuklanan ve idamla yargılanırken cezaevinde ölen Terzi Fikri‘ye itibarını iade etme hazırlığında. Fatsa‘da son seçimlerde solun tek adayı olan CHP ilçe yöneticisi Sinan Tuncay ile CHP‘li Belediye Meclis üyeleri, Kenan Evren Caddesi‘nin adının, Fikri Sönmez Caddesi olarak değiştirilmesini istedi. CHP ilçe yöneticisi Sinan Tuncay ile CHP‘li Belediye Meclis üyeleri, Fikri Sönmez döneminde halkın 3 ay süren çabasıyla yapılan en büyük caddenin isminin Kenan Evren olmasının büyük ayıp olduğunu söyleyerek şunları anlattı: Bu cadde, Fikri Sönmez Caddesi‘dir. Ancak darbenin ardından adı Kenan Evren Caddesi olarak değiştirilmiştir."(Sabah, 20.12.2009)

Tarihin yargısı ve tokadı güçlüdür. Sosyalizmin teyelcisinin diktiği rengârenk eşitlik ve özgürlük giysisi daha prova halindeyken bu topraklara çok yakıştığı anlaşıldığı için yırtılıp, yerine oligarşi tarafından giydirilen deli gömleği henüz parçalanmamışken bile bazen bir çığlık dalga dalga şöyle yankılanır: Ne Fikri Sönmez unutulur ne de onun fikirleri... Ne Fikri Sönmez bir anıdır ne de mücadele bitmiştir... Bitmemiştir çünkü IMF Başkanı‘na pabuç fırlatan "Gençlik Muhalefeti" üyesi Selçuk Özbek, kendisi Fikri‘nin fikrindedir, Fikri‘nin pabucunu dama atmak isteyenlere pabucun nereye atılacağını en güzel şekilde göstermiştir.

O‘nun ismi Fikri Sönmez idi, Terzi Fikri diye "ünlenmesinin" nedeni Tercüman (Can Yücel, Fatsa hakkındaki dezenformasyon ve yalanlarından dolayı bu kontr-cerideye "Tercüman-ı Hilafı Hakikat" diyordu) ve Hürriyet gazeteleriydi. Kendi ideolojik ve "insani" dünyalarında terzilik aşağılık bir meslek olarak görüldüğü için özellikle sürekli olarak terzi diye bahsediyorlardı. Bazen de bu söylem "Terzi Fikri Efendi" olarak daha da alçalıyordu. Fikri Sönmez bu aşağılama(!) için şöyle demişti: "Açıklamak isterim ki, ben otuz yıla yakındır geçimimi terzilik mesleğimle sağlamaktayım. Bana terzi olarak hitap edilmesi beni küçültmez, aksine yüceltir. Ben adı geçen (Tercüman) gazetenin yöneticileri gibi ülkemde Amerikan emperyalizminin borazanlığını yapıp da onlara kiralanmadım. Bu gazetenin terzileri küçük görmesi, şahsımda tüm sanatkârlara, milyonlarca emekçiye bir hakarettir."

Süleyman‘dan olma, 1938‘de Hatice‘den doğma, Fatsa İlçesi Bolaman Bucağı, Kabakdağı Köyü nüfusuna kayıtlı, ilkokuldan sonra ailesine katkıda bulunmak için terzi çıraklığına başlayan Fikri Sönmez... 1960‘ların ortasında TİP üyesi, sonra da TİP Fatsa İlçe Başkanı oluyor. Dev-Genç saflarında anti-emperyalizm mücadelesinde en önde yer alıyor, "Fındıkta Sömürüye Son" mitinglerinin örgütleyicisi ve hatibidir. Sol içindeki ayrışmada Mahir Çayan‘ın görüşlerini benimsiyor. Kızıldere‘deki katliamla son bulan Karadeniz‘e geçişte Mahirlere yardım ettiği için 20 ay cezaevinde yatıyor. Cezaevi sonrası yine terziliğe dönüyor. 1978-79 yıllarında bir kez daha "Fındıkta Sömürüye Son" mitinglerinin örgütleyicisi ve konuşmacısı oluyor.

1979‘da Fatsa Belediye Başkanı olan Nazmiye Komitoğlu‘nun ölümüyle tekrar bir seçim yapılması zorunlu olunca Fikri Sönmez de bağımsız olarak aday olur. Başvurulan bitim tarihinden 15 gün önce adaylığıyla ilgili her tür yasal prosedürü bitirir ve İlçe Seçim Kurulu‘na "Bir eksiklik var mı" diye de sorunca "Yok, her şey tamam" cevabını alır. Sürenin bitmesine 3 saat kala, 57.600 TL yatırması gerektiği iletilir.

"Ben Terzi adamım. Ben hayatım boyunca 57.600 lirayı bir arada görmüş değilim. Ki o dönemin parasıyla cidden görmüş değilim. Mümkün değil, yani o kadar parayı ben hiçbir arada taşımadım. (...) Ben o söylediğim 15 gün önceki müracaatım döneminde bu tür şey olabileceği düşüncesiyle kendi çevremden, arkadaşlarımdan ve imkânlarımdan zorlayarak, 50.000 lira para hazırlamıştım. Kalanı da döndüm o iki saat içinde tamamladım."

Fatsa‘da seçimi kaybedeceklerini anlayan CHP‘liler Başbakan Bülent Ecevit‘e çıkarlar ve Fatsa seçimini erteleterek, 14 Ekim‘deki diğer ilçe seçimlerinin olduğu tarihe aldırırlar. 14 Ekim için de adaylığı kesinleşince, seçimlerden 19 gün önce evinin önünde arabadan inerken yaylım ateşine tutulur ve iki kurşunla yaralı olarak kurtulur. Saldırganlar faşistlerdir ve Fikri Sönmez bunların isimlerini Kaymakam, Emniyet Amiri, Jandarma Bölük Komutanı ve Savcı‘ya söyler. Elbette saldırganlar yakalanmaz, arkasından bir saldırı daha yapılır. Saldırılar Fikri Sönmez‘in konuşma yaptığı kahvehaneye de yapılır ve bir kişi orada öldürülür. Seçimlerden dört gün önce MSP Yozgat Milletvekili Hüseyin Erdal (daha sonra da RP‘den milletvekili seçildi) yanında pek çok silahlı eylemden aranan dört kişiyle birlikte, Fikri Sönmez‘in terzi dükkânının yakınında, altı bomba, bir saatli bomba, dinamit lokumları ve patlayıcı yapımında kullanılan malzemelerle birlikte yakalanır.

Ve her tür baskıya rağmen, AP Adayı‘nın 850, CHP Adayı‘nın 1150 oy aldığı seçimi Fikri Sönmez 3096 oyla, ikisinin toplamından daha çok olmayı bırakın, toplamlarının yüzde ellisinden de fazla oy alarak kazanır.

"Sorguya başlarken siz sordunuz bana ‘Siyasi düşünceniz nedir?‘ dediniz. Devrimci olduğumu söyledim. Onu yalnız bu salonda değil, yirmi sene önce de söyledim, dışarıda da söyledim. Sorgulamalarda da söyledim. Savcılıkta da söyledim, polis ifadesinde de söyledim. Halkıma açıkladım devrimci olduğumu."

"Ben ne yaptımsa halkım için ve halkla birlikte yaptım"

Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı.
(T. Uyar)

Belediye Başkanı olur olmaz, kanalizasyon müteahhidin köstebek çukuruna dönüştürüp bıraktığı yollar "Çamura Son Kampanyası" ile halkın onayı, desteğiyle halledilmiştir. Açık kalan çukurlar, sivrisinek, kurbağa ve mikrop yuvası olmuş, ilçenin içinde bir yerden bir yere ambulans bile gidemeyecek durumdadır. Feminizm sözcüğünün doğru dürüst bilinmediği bir dönemde kocalarından dayak yiyen kadınların sorunları çözülmekte, en büyük suçlardan birisi sayılan Fatsa Halk Kültür Şenliği düzenlenmekte, kahvehanelerde kumar oynayan insanlar sosyal etkinliklere katılmakta, fındık üreticilerinin emeğini alması sağlanmakta ve bu üreticiler tüccarın elinde borç köleliğinden kurtarılmakta, karaborsadan ülkenin inlediği dönemde karaborsa durdurulmaktadır. İlçe 11 birime ayrılmıştır. Bu birimleri temsil eden komitelere üyeler seçimle (gizli oy, açık sayım) yapılıyordu. Bu komitelere AP‘li, CHP‘li, MSP‘li ve değişik görüşte olan kişiler de üye olabiliyordu. Komite üyeleri, halkın sorunlarını takip ediyor, belediyeyi denetliyor ve dağıtımlarda görev alıyorlardı. Ancak bu da yetmezdi, ayrıca bütün halkın katılımının da sağlandığı bir büyük meclis düzenli olarak belediyede toplanıyordu.

Bütün kararlar halkla birlikte tartışılarak alınmaktadır. Bunun bizzat doğrulayıcısı Kenan Evren‘dir. "Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Komite kurmuş. Fatsa‘yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor" diyerek 12 Eylül‘den sonra meydanlarda Fikri Sönmez‘i ve Fatsa‘yı aklınca kötülüyordu. Bu durumun yani ne yapılıp yapılmayacağının kararını halkın vermesi en kötü şey olarak anlatılıyordu. Kenan Evren o kürsülerden 12 Eylül‘ün haklılığına da Fatsa‘yı örnek gösteriyor ve aynen şöyle diyordu: "Biz gelmeseydik, o Fatsa‘dakiler gelecekti." Demirel ise "Bırakırsanız böyle 1000 tane Fatsa çıkar" diye endişesini belirtiyor ve daha da ötesine geçerek, Çorum‘da faşistlerin insanları diri diri yakmasının hemen ardından "Çorum‘u bırakın Fatsa‘ya bakın" diyordu.

Fatsa‘yı gören Yazgülü Aldoğan "Giderken neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Merak ediyorduk açıkçası... Müthiş bir huzur iklimi vardı. Asayişlik bir sorun yoktu. Tam tersine gece şenlikler bittiği zaman mesela biz, bir toplantıdan çıkıp deniz kenarında oturup bir şeyler yiyip içiyorduk, tekrar otelimize dönüyorduk. Gecenin 1‘inde 2‘sinde kentin içinde dolaşıyor ve en ufak rahatsızlık ve korku duymuyorduk" diye yazıyordu. Ülkede gece sokağa çıkmak çok tehlikeliyken, Fatsa‘da huzur, güven ve paylaşım vardı. Bir başka tanık Ünsal Oskay "Fatsa, çözülmez sanılan toplumsal sorunların insanlara kendi yaşamlarına ilişkin kararları kendilerinin almaları hakkı tanındığında çözümlenebileceğinin umudunu sergiliyor. Fatsalılara yaşadığımız çağ adına teşekkür etmek istiyorum" diye yazmıştı.

Elbette oligarşi için asıl en büyük endişe sözün, kararın ve yetkinin halka geçmesindeydi. Fikri Sönmez‘in de savunduğu sosyalizm hareketine göre örgütlenmesi gerekenin bizzat halkın kendisiydi. Halka esas gücün kendilerinde olduğunu gösterip, sorunların da ancak kendilerinin müdahil olduğu bir durumda çözülebileceği savunuluyordu. Kanalizasyon sorunu varsa bu sorun devrim sonrasına ertelenip orada çözülür demektense, bu soruna hemen el atıp sorunu yaşayanların da katılmasıyla çözüm aranıyordu. Sorunların iktidar sonrasına ertelenmeden halkın kendi özgücüyle, katılımıyla şimdiden çözülebileceğini gösterip, halkı kendi gücüne inandırmak ve vaat edileni bugünden örneklerle yaşamak... Yani devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak deniyordu. Fikri Sönmez‘in çağrısı yerini bulmuş; halk yumruk, kasaba ise yıldız olmuş ve buluşmuşlardı Fatsa‘da...

"Fatsa Belediyesinin iki tane meclisten encümen üyesi vardır. Bunlar, Cumhuriyet Halk Partisi çoğunluğunda olduğu için mecliste Cumhuriyet Halk Partili iki tane üye temsil ediyordu. Bunlardan Cevat Biricik isminde encümen üyesinde de karaborsa yağ yakalanmıştı. Bir tek Cevat Biricik hakkımda karalamalara yönelmiştir. Kendisi, belediye ilgilileri tarafından mağazasında 110 koli yağ yakalattığında, belediye zabıta memurlarına şöyle diyor; ‘Ben Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ileri gelen bir insanıyım, ben bunları esasında karaborsa için getirmemiştim. Köylerdeki bakkallara dağıtacaktım. Ben, reis beyle görüşürüm, siz bu malları müsadere etmeyin‘, şeklinde bir talepte bulunuyor. Memurlara ben daha önce tembih ettiğim için, memurlar bu konuda herhangi bir ‘geri adım atmayacaklarını, belediye reisinin makamında olduğunu, kendisine telefonla durumun bildirilmesini‘ istiyorlar. Cevat Biricik, telefon ederek benden bu işin idare edilmesini istemişti. Ancak, ben tekrar görevlileri telefona istedim. Ve malın derhal müsadere edilip, belediyeye getirilmesini istedim. Bu konuda encümen toplantısında Cevat Biricik‘e para cezası kesildi. (...) Bir gün Cem Sineması sahibi yanıma gelerek, belediye memurlarından birinin gelip dairesindeki ‘makbuzları mühürlemek için rüşvet istediğini‘ söyledi. Ben birden şaşırdım. ‘Yanlışınız var‘ dedim. ‘Burada kimse kalkıp sizden rüşvet isteyemez‘. Adam ‘İsterseniz çağırın memuru, benden rüşvet istedi. Hatta rüşveti vermediğim için, makbuzları mühürleyemeyeceğini‘ söyledi. Ben bunun üzerine adı geçen memuru çağırdım. Memur geldi. Ben, ‘Siz Hasan beyden makbuzları mühürleme karşılığında rüşvet istemişsiniz‘ dedim. Memur hiç inkâr etmedi. ‘Doğrudur, istedim‘ dedi: ‘Nasıl istersiniz? Bu ne cürettir, bu konuda benim yıllardır mücadelem vardır, rüşvete, haksız kazanca haksızlığı, karaborsaya karşı. Böyle bir belediye başkanı döneminde, siz kalkıp nasıl sinemacıdan rüşvet istersiniz?‘ diye söylediğimde, ‘bana kendisi yasal olarak biletleri getirmedi, 7,5 liralık biletleri getirerek mühürletmeye kalktı. Oysa ki, biletler boy boy 7,5-10-12,5. Neyse o günkü koşullardaki fiyatlar ona göre bastırıp getirmesi gerekiyordu. Bu, 300.000 tane 7,5 liralık bilet getirdi. Ondan sonra bu biletleri 10-12,5 liradan da satacaktı. Bu belediyenin kasasından para çalmaktır. Eskiden biz, öyle yapıyorduk. Bunların her birini bir rakı parasına yahut akşam ziyafetine mühürlerdim. Reis ne alırdı bilemezdim. Bu işler böyle yürürdü eskiden beri‘ dedi. ‘Ve şimdi de gelmiş aynı teklifi yapıyor, ben kendisine yeni belediye reisi bunu kabul etmez, belki şimdi yaparız anlayamaz, işin acemisidir. Ama, gelecekte anlar, benim emekli olmama kısa bir zaman kaldı. Beni işimden eder, size de hakaret edebilir, gel bundan vazgeçelim, dediysem de, ‘eskiden oluyordu da şimdi niçin olmuyor? Ben gider bu işi reise ayarlatırım‘ dedi. Ben de ‘gidin siz reise ayarlattırın, gelin ben yine rakı parasını almadan bu mühürü vurmam, reis isterse Fikri Sönmez olsun‘ dedim diyor‘ ve gene söylüyorum Reis Bey‘ dedi, ‘siz bunu mühürleyin deyin bana ben rakı parası almadan biletleri mühürlemem‘ dedi. (...) Eğer, sömürüye, soyguna, karaborsaya karşı olmak vatan hainliği ise, ben vatan hainiyim! Eğer, faşizme, emperyalizme karşı olmak vatan hainliği ise, ben vatan hainiyim! Eğer, Fatsa‘da sömürüyü engellemek için tefeci-tüccarların etkinliğini kırmak, karaborsaya, kaçak inşaatlara, yolsuzluğa, rüşvete karşı mücadele etmek, devletin etkinliğini kırmak ise, ben Fatsa‘da devletin etkinliğini kırdım. Belediye başkanı olduğum dönemde halkın alın terinden oluşan belediye gelirlerini ve imkânlarını çıkar çevrelerine peşkeş çekseydim, kendi zimmetime geçirseydim, altıma son model araba alıp, Bodrum‘da yazlık kat satın alsaydım, halkın parasıyla her gece bir eğlence yerlerinde sabahlasaydım, ne ‘vatan haini‘ ilan edilecektim, ne de bu davada sanık olacaktım. Kimilerine göre vatan hainliğinin kıstası halka hizmet etmek, sömürüye soyguna karşı halktan yana tavır koymak ise, ben her zaman vatan hainiyim!"

"Milliyetçi Ağbimiz" Ordu Valisi Yapılıyor

Bu sosyalizm denemesinin yayılmasından korkuluyor ve düğmeye basılıyordu. Demirel, Reşat Akkaya‘yı Ordu Valisi olarak atayarak operasyonun işaretini veriyordu. Reşat Akaya, 2007‘de öldüğünde bir ülkücü sitede aynen şöyle yazıldı: "Milliyetçi ağbilerimizden Eski Vali Reşat Akaya vefat etti." Bu sitenin girişinde ise şöyle yazıyor: "Ergenekon Yurdun Adı/ Börteçine Kurdun Adı/ Dört Yüz Sene Durdun/ Çık Ey! Mızrağın Adı" Boşuna demiyorlar "milliyetçi ağbimiz" diye elbette. Reşat Akaya, "Yeni Düşünce"nin yazarlarındandı. MHP kapalıyken yerine kurulan MÇP‘nin Genel Başkanlığı için adı bile önerilmişti. Emniyet müdürlüğü yaptığı yerlerde yaptıkları bütün basın tarafından yazılmıştı. Devletin valisi olarak isteklerini İçişleri Bakanlığı‘na değil de hiçbir resmi hüviyeti olmayan, hükümet üyesi olmayan Türkeş‘e yazıyordu. Altı maddelik istek listesinde neler yoktu ki... 1977‘den Akkaya‘nın vali olduğu 20 Nisan 1980‘e kadar olan dönemde toplam 34 öldürme varken, beş aylık valilik döneminde 134 öldürme olayı olmuştur.

"Mahkeme tutanaklarında, Vali, bize polis elbisesi giydirdi, ben aranıyordum. Vali beni istetti.‘ şeklinde açıklamalar vardır. Adam, adam öldürmekten aranıyor, Vali makamına çağırıyor, polis elbisesi giydiriyor, Aybastı‘ya operasyona gönderiyor. Gölköy‘e operasyona gönderiyor. Ama, devletin etkinliğini, devletin şerefini, haysiyetini yok eden Fatsa Belediye Başkanı‘dır! Vali Reşat Akkaya o dönemde, Samsun‘dan, Ordu‘ya geçmekte olan Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren‘e ‘Paşam Fatsa‘dan geçerken yüksekten uçun helikopterle, sebebine gelince Fatsa‘da Dev-Yol militanları ateş edip sizi düşürebilir‘, demiştir. Ki, Kenan Evren bunu birçok konuşmalarında da, bu durumun yetkililer tarafından kendisine bildirildiğini açıklamıştır. Reşat Akkaya, Fatsa‘yı canavar göstermek peşindedir. Kendi yapacaklarına haklılık kazandırmak için bu tür bir propagandayı geliştirdi. Daha sonraki günlerde yine Nokta Operasyonu‘ndan bir-iki gün önce Hürriyet Gazetesi‘nde başlık çıkıyor, ‘Fatsa kuşatıldı‘ diye. Tüm bu haberlerin kaynağı, Vali Reşat Akkaya ve adamlarıdır. Maksatlı yapmışlardır. Yani Fatsa‘yı basında Türkiye‘ye hedef göstermişlerdir. Onun dışında ‘İki astsubay kaçırıldı‘ diye gazetelerde manşet atmıştır. Ve her şey Fatsa‘nın aleyhine hazırlanmıştır."

Faşizm Erken İndi Fatsa‘ya

Bugün bile gözümün önünde Hürriyet‘in "Fatsa‘da iki astsubay kaçırıldı" manşeti daha doğrusu yalanı. Hürriyet, Hergün ve Tercüman, Fatsa‘ya yapılacakları meşrulaştırmak için psikolojik savaş yürütüyorlardı. Demirel‘in en son olarak "Fatsa‘nın hakkından gelmeye mecburuz" demeciyle operasyon tarihi de 9 Temmuz olarak belirlenmişti. Hürriyet, acar gazete pozuyla, 9 Temmuz‘da "Fatsa‘da Nokta Operasyonu" manşetiyle çıkıyordu. Operasyon nasılsa iki gün sonraya ertelenmişti, ama Hürriyet nasılsa başlayacak diye atlatma(!) haber pozuyla işlevini açığa çıkarıyordu. Hürriyet aynı gün, barikatlarda militanların nöbet tuttuğunu ve Fikri Sönmez‘in "elli-altmış ölü vermeden girilemeyeceği söylediği" yalanını da uydurarak yapılacak katliamı meşru kılmaya çalışıyordu.

"Nihayet maskeli-maskesiz binlerce muhbir, faşist, eli kanlı katillerle beraber, devlet güçleri, Fatsa‘ya ‘Nokta Operasyonu‘ düzenlemiştir. ‘Nokta Operasyonu‘nun kısa tarifi budur. İlk etapta Belediye Başkanı başta olmak üzere, 300‘den fazla Fatsa‘lının gözaltına alındığını gazeteler yazmıştır. Yapılan arama, taramalarda 22 tane silah ele geçmiştir, bunun 17 tanesinin de ruhsatlı olduğu daha sonra tespit edilmiştir. Samimiyetle söylüyorum, 4 tane jandarmayla Bolaman Köprüsünde durun bir pazartesi günü, yani Fatsa‘nın haftası günü, 50 tane tabanca alırsınız. Durdurun arabaları o gelen köylülerden 50 tane tabanca alırsınız. Operasyona lüzum yok. Bölgemizdeki silah merakı, hepinizce malumdur. Herkes silah taşır, orada. 4 tane jandarmayla durun, 50 tane silah alırsınız. Ama onbinlerce polis, jandarma, komando birliği, muhbir, maskeli, maskesiz militanlarla beraber yapılan operasyonlarda maalesef 22 tane tabanca ele geçiyor ve bu tabancaların 17 tanesi de ruhsatlı çıkıyor."

Maskeli faşist muhbirler önden gidiyor ve yer gösteriyorlardı. Kimdi bu muhbirler, birkaç örnek verelim. Aybastı, Bozcalı ve Uzundere katliamlarından dolayı idam cezası alan A.Ç.; Aybastı katliamından idam cezası alan E.A ve böyle onlarca katil. İsim isim saptanan bu maskeli faşist muhbirlerin saptanan sayıları Fatsa Merkez‘de 27, Çamaş‘ta 14, Ilıca‘da 3, Elekçi‘de 10, Bağlarca Yöresi‘nde 10, Eskiköy Yöresi‘nde 4, Yalıköy‘de 4‘tür. Fatsa‘da maskeli olan muhbirlere, Aybastı‘da subay ve polis üniformaları giydirilmişti. Binlerce asker, polis, kariyer, panzer ortada dolaşırken sadece Fatsa merkezde 8 devrimci güpegündüz faşistlerce öldürüldü. Yüzlerce insan sokak ortasında dövüldü, iş yerleri ve evleri yakıldı, yağmalandı ve kurşunlandı. Yağmalanan TÖB-DER Binası Fatsa Emniyet Müdürlüğü‘nün karşısındaydı. Sadece devrimciler mi? Çamaş‘ta bahçesinde ot otlatırken öldürülen Adalet Partili vatandaş bile TRT‘den "Gölköy ilçesi Devrimci Yol sorumlusu öldürüldü" diye veriliyordu. Kayaköyü‘ndeki 10 yaşındaki bir kız çocuğu da öldürülenler arasındaydı. 10 Binden fazla insan işkenceden geçirildi. Öylesine işkencelerdi ki 1983 yılında, yani üç yıl sonra bile Amasya Askeri Hastanesi‘nde üzerine hâlâ işkence izleri taşıyan 69 kişiye rapor verilmişti. Katliamlar ise 12 Eylül sonrası da devam ediyordu mesela, Sadi Ekiz Çullu Tepesi‘nde 30 Ekim günü halkın gözleri önünde kurşuna dizilmişti.

12 Eylül Adaleti, önce Fatsa‘ya uğramıştı. Bu öylesine bir adalet ki yazıya sığmaz, filmini yapsan gerçek üstü sanılır. Bir örnek vermek yeterli olacaktır: 811 Sanıklı Fatsa Devrimci Yol İddianamesi‘ni yazan Askeri Savcı, SSCB‘nin çıkartma yapabilmesi için devrimcilerin Fatsa‘yı üs olarak seçtiklerini de iddia etmişti.

Nazlı Ilıcak‘ın Kaleminden İddianamenin Temeli

"Fatsa‘da devlet yok diyorlar, ona da cevap vereceğim. (...) Bu, Tercüman Gazetesi‘nin 11 temmuz 1980‘den sonra "Fatsa Komünü" diye, Nazlı Ilıcak tarafından 10-15 gün süren yazıdaki değerlendirmelerden alıntıdır. Aynısıdır. Tercüman Gazetesi, o komün meseleleri, bu tür baskı, zor, İttihat ve Terakki meseleleri tamamen Tercüman Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak‘ın ve Kemal Önder‘in kaleminden ve benzeri Tercüman yazarlarının kaleminden o günlerde yayınlanmış ve propagandası geliştirilmiştir. Sonradan bunlar da iddianameye temel teşkil etmiştir."

Tercüman‘ın, dolayısıyla Güneri Cıvaoğlu‘nun ve Nazlı Ilıcak‘ın Fatsa‘ya özel bir ilgisi(!) vardı. Devletin ne yapmak istediği, dezenformasyon ve psikolojik savaş unsuru olarak ne malzeme kullandığı bu gazeteden ve bu "kalemlerden" anlaşılıyordu. Fatsa için yazdıkları, tıpkı 1 Mayıs 1977 sonrası için yazdıkları gerçekler(!) gibiydi. Fatsa için yaptıkları, 1 Mayıs için yaptıkları bilinmeden anlaşılamaz. 12 Eylül‘ün kıvılcımı 1 Mayıs 1977‘de yakılmıştı ve 2 Mayıs 1977‘de bu "gazete"de olaylar akıllara durgunluk verici yalanlarla şöyle aktarılmıştı: "Maocular birden ateş etmeye başlamışlardır. Maocuların ateşine mitinge katılan DİSK‘çi işçiler de cevap verince ortalık ana-baba gününe dönmüştür. İlk silahın patlamasından sonra, Taksim Meydanı‘nı çevreleyen gruplar da ateşe başlamış, bunu kalabalığın ortasından ateşlenen silahlar takip etmiştir. Silah sesleri ve dinamit lokumlarıyla bir anda savaş alanına dönen meydanı dolduran onbinlerce kişi kendini yerlere atmıştır. (...) Ancak gruplar halinde barikatlara saldıran ve ara sokaklara dağılan solcular çatışmalarını ve karşılıklı kurşun yağdırmalarını buralarda da sürdürmüşlerdir. Binlerce merminin yağdığı Taksim Meydanında bombalar ve dinamitler de patlamaya başlayınca olaylar çığırından çıkmış ve solcu gruplar sokaklarda arabaları da devirip barikatlar kurmaya başlamışlardır. Bu arada bir çok arabayı da yakmayan başlayan militanlar yaralıları hastanelere taşıyan cankurtaranlara ve polis araçlarına da ateş açmışlardır." Darbeler ve medya ilişkisi, Tercüman ve 12 Eylül bağı anlaşılmadan anlaşılamaz.

Tercüman‘ın ve Nazlı Ilıcak‘ın Fatsa‘ya olan özel kini 12 Eylül sonrasında da sürmüş ve 1982‘de dava başlamadan 15 gün önce bu kez daha da fazla sayıda köşe yazarı, muhabiri ve röportajcısıyla Fatsa‘ya ve Fikri Sönmez‘e karşı topyekûn saldırıya geçmişti. "Terzi Fikri ve Yoldaşları Yargılanıyor" manşetinden sonra Askeri Savcı bile dayanamamış ve "Bazı gazeteler bu davada yargılanan bir sanığın mesleğini isminin önüne koyarak küçültücü haber yazmaktadır" diyerek yasalara aykırı bu yayınların durdurulmasını istemiş, ancak elbette 12 Eylül, gelmesine destek olan ve geldikten de destekleyen bu fedakâr yoldaşlarını korumuştu.

Veda Baladı

Fikri Sönmez, Amasya Cezaevi‘nde direnişin en önünde yer alanlardandı. Direnişi kırmak için Suluova Et Balık Kurumu‘na işkenceye götürülen 25 kişiden birisi oldu. Üç ay boyunca yapılan işkencelere rağmen burada da direndi. 4 Mayıs 1985‘te kalp krizi geçirdiğinde saatlerce hastaneye götürülmedi. Mezar taşında "Ben ne yaptımsa halkım için ve halkla birlikte yaptım" yazıyor. Devrimciler, Venüs‘ten gelirler ve yıldızlara giderler. O yıldızlara da yumruk olmuş yürekleriyle tutundukları için hiç düşmez, hep gökyüzünde kalırlar... Yıldızlar en çok geldikleri yerin semalarında net görünür; oligarşinin korkusu olarak hâlâ bir hayalet gibi bu ülkenin üzerinde Fatsa ve Fikri ve de fikri dolaşıyor. Ama yıldızlar evrenseldir de, o yüzden yeryüzünün neresinde bir ezilen varsa onlar için de o yıldızlar bir kutup yıldızı gibi yol gösteriyor ve o yolu aydınlatıyor hâlâ...

"Yıllardan bu yana söylediğim gibi, ben devrimciyim. Neden devrimci olduğumu, hangi eylemler içinde bulunduğumu anlattım. Bundan dolayı beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim için, hiç ama hiç üzüntü duymuyorum. Aksine gurur duyuyorum. Vatansever olduğumu burada söylediğim gibi, 25 seneden bu yana her yerde söyledim. Bunun için kavgalara girdim. İşkence gördüm, zindanlara atıldım, elbette ki bunlar doğaldı. (...) Hakkımdaki bütün suçlamalara karşın, bugüne kadar tüm yaptıklarımdan onur duymaktayım. Halkıma karşı görevimi yerine getirmenin gönül rahatlığı içerisindeyim. Ve inanıyorum ki, yakın tarihte kimlerin vatan haini, kimlerin yurtsever olduğu ispatlanacaktır. Böylece herkes yerli yerine oturtulacaktır. Tüm yaptıklarımdan dolayı tarih beni suçlamayacak, beraat ettirecektir."


Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık...
(T. Uyar, Terziler Geldiler)

Tayfun Er

03.01.2010



http://www.yenidendevrim.org/genel/bizden_detay.php?kod=2255&tipi=23


2 Ocak 2010 Cumartesi

Çarlık Rusyası, Lenin ve Kürtler - Kıvılcım Çağla

Çarlık Rusyası Kürtler'e Lenin'den Daha mı İyi Yaklaştı?


Fırat Haber Ajansı'na (ANF) konuşan Ermenistanlı Kürdolog Wezire Eşo “Kürdistan’a giden Rus aydın ve araştırmacıların Kürtler hakkında önemli araştırmaları var. Özellikle Çarlık Rusyası’ndan gidenler Kürtler hakkında olumlu izlenimler yazmışlardı. Ancak Ekim Devrimi'nden sonra kemalistler ile Lenin arasında imzalanan işbirliği anlaşması ile bu durum değişti. Bu Türkiye’nin NATO'ya girişine kadar sürdü. Türkiye NATO’ya girince Rusların Kürtler hakkındaki görüşleri de değişmeye ve olumlu bakmaya başladı’’ demiş. Ajans Eşo'nun şu sözlerini başlık yapmış: “Çarlık Rusyası Kürtlere Lenin'den daha iyi yaklaştı”.


İlginç değil mi? Lenin, Kemalistlerle anlaşma yapınca otomatikman Kürt düşmanı oluyor! Öyle ki çarlık araştırmacıları ve memurlarından bile daha kötü bir adam oluyor! Bu insafsızlık karşısında öfkeye kapılmamak elde mi! Eşo'nun sözlerinde az doğru ile çok yanlış iç içe geçmiş durumda. Çarlık dönemi araştırmacılarının Kürtler hakkında önemli araştırmalar yapmış olduğu doğrudur. Ancak bunların Kürtler hakkındaki izlenimleri çoğu zaman olumlu değildi. Hele Çarlık Rusyası bürokrasisinin Kürtlere yaklaşımı asla olumlu değildi. Bunu aşağıda göstereceğim. Lenin'in Kemalistlerle anlaşmasını da belki bazı açılardan eleştirmek mümkün ama bizim sözde Kürdolog sapla samanı birbirine karıştırıyor. Habere göre Eşo şöyle diyor:


“Ailem Kars bölgesinde yaşıyordu. Kars 1. Dünya Savaşı'nda Rusya İmparatorluğu'nun sınırlarına girmişti. Bilindiği gibi Rusya, Lenin’in Ekim Devrimi'ni gerçekleştirmesinden sonra savaştan çekildiğini ilan etti. Kazım Karabekir Rusların savaştan çekilmesini fırsat bilerek Kars’ı geri almak için saldırdı. Bu dönem bazı Ezidi Kürtleri de Ermeni katliamına benzer katliamlardan korkarak, geriye kalan bazı Ermeni aşiretleri ile birlikte Erivan ovasına göç etti. Bu Kürtler Elegez’de Ezidi Kürt köyleriyle karşılaşırlar. Ama bir dönem Osmanlı orduları hızlarını alamayıp bu bölgelere de saldırınca ailemde buradaki Kürtlerle birlikte Tiflis’e gitmek zorunda kalmış.”

Bizim Karslı “Kürdolog” daha Kars'ın ne zaman Rusya'nın eline geçtiğini bilmiyor! Güya Kars 1. Dünya Savaşı'nda Rusya'ya dahil olmuş! Oysa gerçekte Kars daha 93 harbinin sonunda yani 1878'de Rusların eline geçmişti. İşte böyle en temel tarihsel olgulardan bihaber bir sözde Kürdolog Lenin'e ve Stalin'e kara çalıyor. Be adam sen git önce dersini çalış! Kazım Karabekir'in saldırısının sorumlusu neden Lenin oluyor? Lenin savaştan çekilmese miydi? Kemalist Türkiye ile değil de Taşnak Ermenistan ile mi anlaşsaydı? Başka bir seçenek mi vardı? Kürtler cumhuriyet kuruyordu da Lenin mi engel oldu? Acaba Ermenistan'da Sovyet hükümeti değil de Taşnak hükümeti baki olsaydı Kürtlere daha mı iyi davranacaktı? Kürtlere radyo ve gazete mi açacaktı? Reya Teze gazetesi ve Erivan radyosunun Kürtçe bölümü bir dönem kapandıysa bunun sorumlusu neden Stalin oluyor? Ermenistan'daki yerel yöneticiler neden olmuyor? Stalin'in başka işi yoktu da Kürtlerin radyosuyla mı uğraşacaktı? İlk Kürt romancısı Erebê Şemo'nun ilk Kürtçe romanı (Şivane Kurmanca) 1935'te Sovyet Ermenistan'ında yayımlanmadı mı?

Eşo türünden adamlar Sovyet zamanında herkesten çok Lenin (1953'e kadar da herkesten çok Stalin) dalkavukluğu yaparlardı. Şimdi devran değişti bunlar da değiştiler. Kürt sosyalist dostlarımızın bunlara itibar etmemeleri gerekir. Gelelim çarlık Rusyasının Kürtlere yaklaşımına. Bizim Kürdolog Karslı olduğuna göre ben de örnekleri bizzat Kars'tan seçeceğim. Kars'ın ilk Rus valisi Tümgeneral Viktor Antonoviç Frankini'nin Rus çarı 2. Aleksandr'a sunduğu 1879 yılına ilişkin yıllık raporundan Karslı Kürtler hakkındaki görüşlerini hiçbir yorum katmadan aynen çeviriyorum:

“Kars vilayetinde yaşayan Kürtler bizim Güney Kafkasyalı Kürtlerle aynı niteliklere sahipler. İdari bakış açısından, bu yarı vahşi kabileden daha çok rahatsız edici ve aynı zamanda daha az yararlı bir şey tasavvur etmek zordur. Hiçbir şekilde yerleşik hayata geçmiyorlar, sürekli göçebe yaşıyorlar ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. Onları yönetmek çok zor, belli bir noktada yaşamıyorlar, bir yerden ötekine kaçıp duruyorlar, yasal mülkiyet haklarına hiç dikkat etmeksizin en iyi otlakları teklifsizce işgal ediyorlar, üstelik bir de devamlı soygunculuk yapıyorlar ve genelde olağanüstü disiplinsiz bir güruhu temsil ediyorlar...”. (Godovoy otçet voennago gubernatora Karsskoy oblasti o sostoyanii vverennoy yemu oblasti za 1879 god, Kars, 1880, sf. 48.)

Şimdi de Kars valisi Tümgeneral Pyotr İvanoviç Tomiç'in 1888 yılına ait yıllık raporundan Kürtler hakkındaki görüşlerini verelim. Aradan yıllar geçmiş, çar değişmiş, Kafkasya genel valisi değişmiş, Kars valisi değişmiş, bakalım Kürtler hakkındaki resmi görüş değişmiş mi?

“Kürtlerde, eğer kötü korunmuş ise başkasının malından yararlanma eğilimi doğuştan gelen bir niteliktir: onlar doğası gereği hırsızdırlar; göçebe hayat onlara sürekli ordan oraya dolaşma tutkusu aşılamıştır, bu arada bir şeyden yararlanmak fırsatını asla kaçırmazlar. Öteki yerli kabilelerden daha az gelişmişlerdir, düzenbazlığa eğilimlidirler ve en küçük bir güvene layık değildirler....” (Vsepoddanneyşiy otçet o sostoyanii Karsskoy oblasti za 1888 god, Kars, 1890, sf. 19).

Şimdi de çarlık döneminin bir Rus araştırmacısını görelim. Kürtler hakkında yazan birçok Rus araştırmacısı gibi o da bir kurmay subay: Kafkasya ordusu genelkurmayından Albay Helmitskiy. 1893'de Kafkasya genel valiliği ve Kafkas ordusu başkomutanlığının yayımladığı kitabında Kürtler hakkında şöyle yazmış:

“Ahlaki açıdan Kürtler vilayetin pek kötü bir unsurunu teşkil ediyorlar – hırsızlık onlarda günah sayılmıyor ve eğer kötü yerde duruyorsa hiçbir zaman başkasının malını kullanma fırsatını kaçırmıyorlar. Haydutlar Kürtler arasındaki nadir bir vaka değildir, bu haydutlar serbestçe sınırı geçiyorlar, bazen bizde bazen Türkiye'de saklanıyorlar, bu nedenle onları yakalamak çok güç, haydutlar kabiledaşları arasında özel bir saygı görüyorlar. Bu kabileler haydutlara gönüllü bir biçimde yataklık ediyorlar ve şimdiye dek idarenin hiçbir tehdidi onları haydutları teslim etmeye zorlayamadı, bu arada bu özellik genelde hemen bütün Müslümanlara özgü.” (P. Helmitskiy, Karsskaya Oblast, çast 2, otdelı II i III, Tiflis, 1893, sf. 31-32.

Bu örnekler çarlık dönemi için istisnai değil, tipik örneklerdir. Daha fazlasını da gösterebilirim ancak o zaman bu makale maksadını aşar. Hodri meydan! Çarlık araştırmacıları ve memurlarının Kürtlere olumlu baktığını iddia edenler buyursunlar kendi örneklerini göstersinler! İsteyene buradaki kaynakların Rusça aslının ilgili kısımlarının kopyasını elektronik posta ile gönderebilirim.

Afganistanlılar: Rusya'ya karşı savaştığımız için pişmanız!

Geçen Perşembe gecesi geç bir saatte TRT Türk'ü izlerken ilginç bir habere rastladım. İstanbul'daki Türk-Afgan Dostluk Konseyi'nin bazı Afganistanlı üyeleri ile röportajlar vardı. TRT her zamanki gibi Sovyetlerin Afganistan'ı “işgalinden” söz ediyordu. Ama bu sefer her zamankinden farklı olarak Amerikan işgalinin daha kötü olduğu temasını işliyordu. TRT'ye konuşan Türkiye'de yaşayan bir Afganistanlı özetle şöyle diyordu: “Afganistan'da şimdi halk Ruslar zamanını özlüyor. Ruslar kimsenin namusuna göz dikmediler. Amerikalılar altıdan altmışa her yaştan kadına tecavüz ettiler. Halk Ruslara karşı savaştığı için şimdi pişman”. Evet aynen böyle! Afgan halkı pişman! TRT'nin bu görüşleri yayımlaması doğrusu inanılmaz bir şey, nasıl olduysa yayımladı. Belki de gözlerinden kaçtı.

Afganistan halkı malesef ektiğini biçiyor. Açık söyleyelim sadece Afgan egemenleri değil, sıradan Afgan halkı da suçludur. Sovyet ordusu Afganistan'a işgal için değil, Afgan devrimci hükümetinin ısrarlı istekleri sonucunda hükümete yardım için gelmişti. Hükümet eşkıya ile savaşta yetersiz kalmıştı. Sovyet ordusu Afgan halkına doktor, hemşire ve öğretmen getirdi. Kadınlara insan haklarını öğretti. Sivil halka zarar vermemek için büyük maliyetleri ve kayıpları göze aldı. Oysa din tüccarı ve aynı zamanda silah ve uyuşturucu tüccarı satılmış Amerikan uşağı gerici “mücahit” takımının beyinlerini yıkadığı Afgan halkının önemli bir bölümü Sovyet ordusuna karşı savaştı. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere dünya gericiliği Afganistan'da talibanı, toprak ağalarını ve uyuşturucu baronlarını besledi. Bu beslemeler daha sonra emperyalizme de kafa tutmaya başladılar. Ancak dinsizin hakkından imansız gelir misali ABD emperyalizmi Sovyet ordusunun 10 yılda “mücahitlere” attığından daha fazla bombayı bir ay içinde mücahit sivil demeden Afganların kafasına yağdırdı. Şimdi ise o da iflas etmiş durumda. Arada ne yazık ki olan Afgan halkına oldu.

Stalin 130 Yaşında!

Dün büyük önder İosif Cuğaşvili Stalin'in 130. doğum yıldönümü idi. Stalin Rusya'da ve tüm dünyada antifaşistler, yurtseverler ve sosyalistler tarafından anıldı. Rusya'da yüzyılın en büyük yağmasını gerçekleştirip milyarlarca dolarlık kamu servetini ele geçirmiş olan hırsızlar çetesinin elindeki devasa dezenformasyon makinesinin bütün çabalarına karşın tüm eski Sovyet halklarında Stalin'e karşı saygı ve özlem artmaya devam ediyor. Bu öylesine bariz bir hal almış durumda ki oligarşik yalan makinesi artık bu olguyu doğrudan reddedemiyor, onun yerine daha ince manipülasyon yollarına başvuruyor.

Rusya'da son 20 yılda nüfusu 10 milyon azaltıp, 100'den fazla dolar milyarderi yanında bir milyon fahişe ve milyonlarca işsiz yaratmış olan iğrenç kapitalist rejimin çapsız yöneticileri elbetteki Stalin'i sevmeyecekler. Oligarşinin satılmış piyonları elbetteki Stalin'i sevmeyecekler. Sosyalizmden kaçışın bahanesini Stalin yapmak isteyen dönekler elbette ki Stalin'i sevmeyecekler. Bunların Stalin'e düşmanlığı bizi sadece sevindirir. Fakat mesele şu ki samimi sosyalistler arasında da Stalin hakkında olumsuz fikre sahip azımsanmayacak sayıda insan var. Bu dostlarımızı ikna etmek için sabırla çalışmaktan başka çare yok. Olguları, sayıları, arşiv belgelerini soğukkanlı bir şekilde ortaya koymak gerekiyor. Kuşkusuz bunu tek bir yazıda değil her vesileyle yapmak gerekiyor. Yine kuşkusuz biz sosyalistler Stalin'in hatalarını da eleştirebiliriz ve eleştirmeliyiz. Ancak Türkçedeki güzel deyişle yiğidi öldürelim ama hakkını yemeyelim!

Biz Türkiyeli sosyalistlerin bir şanssızlığı da bizdeki “Stalinistlerin” dahi Stalin'i kaba saba ve despotik bir adam olarak tanıtmaları oldu. Bir zamanlar birçoğumuza esin vermiş olan Yalçın Küçük dahi Stalin'in eğitim ve kültür düzeyini belirtmek için “imam-hatip lisesi 2. sınıftan terk bir adamdır” şeklinde bir söz etmişti. O zamanlar buna inanmıştım. Meğer ne büyük bir yanılsama imiş! Aradaki tek benzerlik Stalin'in devrimci faaliyeti yüzünden papaz okulundan atılmış olması. Oysa entelektüel düzeyine baktığımızda Stalin'in bugünkü Boğaziçi mezunlarından ve nice profesörden daha üstün olduğunu görüyoruz. Nereden mi görüyoruz? Okumuş olduğu kitaplardan ve onunla sohbet etmiş olan edebiyatçıların, subayların ve teknik uzmanların anılarından. Stalin ana dili Gürcüce yanında Rusça biliyordu, Almanca okuyordu. Bolşevik partide onca teorisyen varken ulusal sorun üzerine o yazmıştı. Her gün yüzlerce sayfa kitap, makale, rapor okuyordu. Tarımdan metalurjiye, fizikten dilbilime her konuda ölene dek her gün okudu. Onunla konuşan teknik uzmanlar Stalin'in kendi alanlarına ilişkin ciddi bilgileri olduğunu görüp şaşırıyorlardı. Konuşmalarında kullandığı metaforlar klasik Rus edebiyatına hakim olduğunu gösteriyor. Stalin'in kişisel kütüphanesinde en az beş bin kitap bizzat kendi eliyle aldığı notlarla dolu.

Yanılmıyorsam Churchill'in deyişiyle Stalin kara sabanla devraldığı Rusya'yı atom bombasıyla devretti. Şimdiki Putin ve Medvedev türü siyasi cüceler göstersinler bakalım neyi başarmışlar?

Rusya'da şimdilerde garip bir tür “Stalinizm” daha var. Rus ulusalcıları Stalin'i sosyalist kimliğinden soyutlayıp sadece bir devlet adamı, Rusya'nın gücünü ve sınırlarını genişletmiş bir önder olarak görmek istiyorlar. (Hani bizim sağcıların şimdilerde Nazım Hikmet'i komünist kimliğinden soyutlayıp sadece bir şair olarak görmek istemeleri gibi). Bunlara göre Marx ve Lenin Rus düşmanı kötü adamlar ve Yahudilerin oyuncağı olmuşlar, oysa Stalin güya Rus devletini Yahudilerden de temizlemiş! Bunlar çoğu zaman Stalin'i Büyük Petro'ya benzetiyorlar.

Esasen bu türden “Stalin dostlarına” en iyi yanıtı zamanında Stalin vermiş. 1931 yılında Stalin ile röportaj yapan Alman yazar Emil Ludwig şöyle bir soru sormuş: “Büyük Petro ile aranızda bir paralel görüyor musunuz? Kendinizi onun başlattığı işin sürdürücüsü olarak görüyor musunuz?” Stalin'in bu soruya yanıtı gayet nettir: “Asla. Tarihsel paraleller her zaman risklidir. Bu örnekte anlamsız.” Ludwig ısrar eder: “Ama Petro ülkesinin gelişimi için, Rusya'ya Batı kültürünün gelmesi için çok şey yaptı”. Stalin: “Evet, elbette Petro toprak ağaları sınıfının yükselmesi ve doğmakta olan tüccar sınıfının gelişimi için çok şey yaptı. Toprak ağaları ve tüccarların ulusal devletinin kurulması ve güçlenmesi için çok şey yaptı. Benim hayatımı adadığım görev ise başka bir sınıfın, yani işçi sınıfının yükselmesinden ibarettir. Bu görev herhangi bir “ulusal” devletin değil, sosyalist yani enternasyonalist bir devletin güçlendirilmesi görevidir. Böyle bir devletin güçlendirilmesi tüm Uluslar arası işçi sınıfının güçlenmesine hizmet eder. Benim çalışmamın her bir adımı işçi sınıfının durumunu güçlendirmeye ve iyileştirmeye yönelik olmasaydı hayatımı amaçsız sayardım.”

Öte yandan Rus ulusalcılarının bazı tezlerine katılmamak elde değil: SSCB'nin kuruluşunda Lenin'in değil Stalin'in tezi kabul edilmiş olsaydı SSCB böyle kolayca dağılmayacaktı. Çünkü Stalin'in modelinde ayrılma hakkı olan cumhuriyetlerin bir birliği değil, Rusya federe cumhuriyeti içinde özerk cumhuriyetler kurma düşüncesi vardı. Zaman Stalin'in haklı olduğunu gösterdi.

kivilcim@mail.ru

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/carlik-rusyasi-kurtlere-leninden-daha-mi-iyi-yaklasti-21876

Kıvılcım Çağla / 22-12-2009