22 Şubat 2010 Pazartesi

15-16 Haziran'dan Tekel'e - Halid Özkul

KENDİ İÇİNDE” SINIF OLMAKTAN “KENDİ İÇİN” SINIF OLMANIN SINAVLARI; “15–16 HAZİRAN”DAN “TEKEL” DİRENİŞİNE…


Bireyin “kendi” olgusu ilk olarak Hegel tarafından vurgulanmış bir felsefi kavramdı. Onu tıpkı tarihsel materyalist diyalektik gibi, iktisadi determinist (gerekirci) ayakları üzerine oturtan Marx(Engels) olmuştur. Böylece egemen/yöneten/ sömüren ile egemen olamayan/yönetilen/sömürülen birey toplulukları veya yığınların tarih içindeki konumları [emek gücünün yarattığı artı-emek/artı-değer kaynaklı] ekonomi politik nesnelliğinde zorunlu gerçeklik olarak açığa çıkıyordu. Yani üretim faaliyetinde türdeş bireylerin oluşturduğu biçim/form olarak sınıfların inkâr edilemez varlığı- “tarih sınıflar mücadelesinin yansımasıdır”. Böylece insanlık tarihi içinde yüzyıllardır örtülenen bir ideolojik “gizem” daha bütün çıplaklığı ile vurgulanmış oluyordu. Modern (çağdaş) -kapitalist- toplumda, toplumsal üretim araçları üzerinde egemen (hatta hegemon)-yöneten-sömüren olarak burjuvazi, “kendi için” bir sınıf olarak varlığının bilincine sahipti. Bu varlığını sürdürmek için kapitalist alt yapıya dayanarak tıpkı ardıl egemen (köle sahibi ve feodal) türdeşler gibi kendi ideolojisini üretiyor ve diğer sınıflara genellikle gönüllü olarak bunu kabul ettiriyordu. Ama işçi sınıfı ekonomi politikte ifadesini bulan nesnel gerçekliğin açınımında “kendi içinde” sınıf olarak “bilinçsiz” kalmamıştı- bıraktırılmıştı. Bu bıraktırılmışlık kefenini yırtmak için onun iktisadi mücadelesi en ileri ifadesini sendikal örgütlenmesi ile bulmaktaydı. Fakat işçi sınıfı “kendi için” sınıf (olmak) bilincine varmadan, tarihsel misyonunu asla tamamlayamayacaktı. Sovyet deneyimi bunun kanıtıdır. Tabii hatalar doğru olarak kavranmış ise! “Kendi içinde” sınıf kefenini yırtmanın tezahürü siyasal bir zorunluluk ifadesidir. Bunun için Marx- Engels daha 1848’de “Komünist (Parti) Manifestosu”nu kaleme alarak ilkeleri “açık ve seçik” olarak belirlemişlerdir. İlginçtir ki ‘kendi kendileri’ne ‘komünist’ yaftası yapıştırdıktan sonra, “öyledir ama günümüzde çok şey (o neyse) değişmiştir” deyip patinaj yapanlara karşın; ilkeler hâlâ kullanılırlığını bütün parlaklıkları ile sürdürmektedir. Üstelik kapitalizmin sürekli bunalımının gittikçe sıklaşan krizlerinin patladığı günlerde…


Bu genellemeden, özele- ülkemize dönersek; bilimsel sosyalizm/komünizmde, proleter devrimci siyasal kültürden, bir burjuva ideolojik “sapma”yı ifade eden “sol” terimini kendilerine yaftadan öte “bayrak” olarak kabul edenlerin; ki bunların nerede ise hepsi, etnik büyük toprak sahiplerinin burjuva “demokratik- insan hakları” çığırtkanlığını gönüllü olarak ifa ederlerken; Türkiye işçi sınıfının beklenmedik bir anda sahneye giren sendikal “direniş”i -güncel spekülatif ifade ile- “balyoz” gibi kafalarına inmiştir… “Sol” birden kitaplarda değil, yaşamın içinde de facto işçi sınıfını “keşfetmiş”tir, bravo! Rosa Luxemburg’un eşsiz deyişi ile “mezarlarından fırlamış kadavralar” olan mikro-milliyetçilik sevdası ‘şimdilik’ terk edilerek, işçi sınıfının XIX. yüzyıl Britanya Troylarını esinlendiren “hak direnişi” saflarına geçilmiştir. Bilimsel ufuktan değil, ajitasyon ve goy-goy ufkundan. Bu “sol”cularımızın işçi sınıfı tarafından (saygın proleter devrimci teorisyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile) “fenersiz” yakalanmasının ilki değildir. 15–16 Haziran 1970’de aynı olay yaşanmıştı. O günden bu güne ise sadece tek istisna vardır, aradan çıkmış anlamlı ve küçük burjuva tekkecilik ilkelliği ile görmemezlikten gelinen bir örnek olarak, proleter devrimci önder “Terzi” Fikri Sönmez’in Fatsa’da yaşama geçirdiği olay! Fikri Sönmez-Fatsa Olayı sadece bir ‘teori ve pratik’ değildir, irdelenmediği için anlaşılamayan onun praxis yönüdür. İlginçtir ki Paris Komünü’nü ezen Bonapartist militarizm gibi, “Fatsa Komünü” de 12 Eylül 1980 faşist darbecisi TSK generallerinin kanlı katliamı sonucunda yok edildi, “Terzi Fikri” ağır işkencelerden geçirilmesi sonucu yakalandığı kansere karşı yenik düşerek sonsuzluğa yürümüş; yüreklerimize ve bilincimize gömülmüştür…


Semptomları çoktan belli olmuş küresel tekelci kapitalizmin büyük ekonomik krizinin 2008’de patlaması sonuçları “teğet geçti” zırvalamalarına karşın her halükarda Türkiye’yi de etkilemiştir. Bunun sonucunda yüzbinlerce insan on yıllardır büyük bir kitle oluşturmuş olan “Türk işsizler ordusu”na katılmıştır. Ama yukarıda belirttiğim siyasal öndersizlik açmazı sonucu burjuvazi istediği gibi ‘at oynatma’ya devam etmektedir. Hem dünyada hem de Türkiye’de…


Biraz daha somut verilere yaklaşırsak; 15–16 Şubat 2010 tarihinde Milliyet gazetesinin ekonomi sayfasında burjuva demokrat ekonomist Güngör Uras’ın iki makalesindeki gözlemleri, DİSK Araştırma Bölümü verileri ile olaya dar “Ankara” ekseninden değil, enternasyonal eksende yaklaşmakta daha fayda vardır. Çünkü küresel ana çelişkinin yansımasıdır bizim özelimiz. Eğer mezoskopiyi doğru olarak yakalarsak cevaplarımız da doğru olacaktır. Yoksa demagoji-ajitasyon mastürbasyonunda sadece ‘kendi içimiz’de tatmin oluruz. Unutulmasın ki burjuvazinin bir uzvu olan küçük burjuvazi sınıfına dâhil olan entelektüellerimiz de “kendi için” bir sınıfa mensupturlar!


Güngör Uras, Türkiye’nin önemli sanayi bölgelerinden biri olan (ve krizde 90 bin işçinin kapının önüne konduğu) Bursa’da otomotiv, tekstil, makine ve gıda sanayi kolları üzerinde gözlemlerini aktarırken patronların ekonomik krize yaklaşımlarını da belirtmiş. Patronlar genelde şunu söylüyorlarmış: “Kriz eski düzeni değiştirdi. Yeni düzene uyabilen yaşayacak. Yeni düzende her üretileni yüksek kâr ile satmak imkânsız. Maliyeti düşürmek, verimliliği artırmak, az kâra razı olmak şart.” Peki, Türk patronlar maliyeti düşürmekten ve verimliliği artırmaktan ne anlıyor? Uras onu ertesi günkü yazısında açıklıyor. “Daha az işçiyle daha çok üretim arayışına” girmek. Yani hali hazırda istihdam edilmiş işçilerden bir kısmını daha işsizler ordusu saflarına göndermek. Gelişmiş kapitalist pazara dış satım yapan uluslararası tröstlerin bir kolu olarak faaliyet gösteren otomotiv patronları (yani küresel tekelci kapitalizmin işbirlikçi büyük burjuva -yerli oligarkları) böyle bakıyorlar geleceğe. Diğer taraftan vurguluyor Uras, Avrupa işçi sınıfı bizimkilerle rekabette, bizimkiler Pakistan, Bangladeş, Hindistan hatta Çin işçi sınıfı ile rekabette. Bunu belirleyen emek gücünün ücret olarak yansımalarındaki oranlar. Geri bıraktırılmışlık derinleştikçe artı-değer yağması yani kârlar yükseliyor, yazılması unutulan nesnel gerçek de bu…


DİSK Araştırma Bölümü’nün uzmanlarının sergilediği sayılar Kasım verilerine göre Türkiye’de 3 milyon 270 bin işsizin olduğunu gösteriyor. Aslında 22 milyonluk tarım nüfusunun büyük yüzdesi çağdışı yaşam standartlarında yaşadığından (kırsalda yaşayarak gözlemleyen biri olarak) sadece 10 milyon kırsalda işsizdir desek yalan olmaz. Peki, kentlerdeki 49 milyon nüfusun 36 milyonu 15 yaş üzerinde ise, 16 milyon işgücünün ne kadar rasyonel bir sayı olduğu tartışmalıdır. (Hele ne kadar sendikalı işçi var dersek asıl durum ortaya çıkar- hele hele kayıt dışının “özgür köle” bile olamamış “köle işçileri”). İşsizler ordusunun -bu muğlâk istatistikte bile- genç nüfusu kentte %26, kırda %20 olarak, Türkiye genelinde %24 olduğuna dikkat edilmelidir. İşte ustalar “devrim krizi” derken tastamam kastettikleri yönetenlerin ve yönetilenlerin krizinin sayısal varsayımı budur. Peki “devrimci”yi oynayanların “nasıl yapılmalı”ya hâlâ bulamadıkları cevap, yerli mali oligark patronların uyguladığı çözüm gibi ilkel ve zamanı geçmiştir. Ne ki, Britanya mali oligarşisinin think-tank (düşünce) kuruluşu New Economics Foundation (Yeni Ekonomi Vakfı)’nın küresel krizden kapitalizmi kurtarmak için öne sürdüğü tez ilginçtir! Bu kurum Britanya’daki 2,5 milyon işsize karşın 30 yıl öncesinden daha uzun çalışma-iş saatlerinin haftalık 21 saate indirilmesini önermiştir. Rapora göre bunun çalışanların daha az para kazanacağı anlamına gelirken, buna karşın çocuklarına, yaşlılara ve aile içinde yardım duyanlara daha çok zaman ayırabilecekleri öne sürülmüş. Vakfın yöneticisi Andrew Simms, “Böylesi bir kültür değişimi karşımıza halletmemiz gereken ciddi sorunlar çıkaracaktır ama bunun gerek ekonomiye, gerekse yaşam kalitemiz ve gezegenimize büyük katkıları olacaktır” demiştir.(Milliyet. 14.02.2010) Zeki burjuvanın söylediği bilimsel sosyalistler için yabancı değildir. Bu aynı zamanda bir türlü köylülükten kurtulamamış Fransa ve onun Komünist Partisi’nden istifa eden Marx-Engels’in ömürlerinin sonuna kadar sanayileşmiş Britanya’nın Demokrat Kardeşler Derneği üyeleri kalmalarının gerekçesini de tekrar kanıtlar bize, ustaların dehalıklarının büyüklüğünü de! Manifesto ve Kapital’leri okumuşlar (daha doğrusu ‘kavramış’lar) için söylemler yabancı değildir. Ama küçük burjuva Troycu ve Lasalleci bir uyanıklıkla çarpıtılmışlardır. Yine de böyle halleri ile bile bizim oligarklardan çok daha “ilerleme”ci hatta “ilerici”, bizim “sol”cularımızdan da daha “devrimci” ve “Marxizm”e yakındır!


Ben Kasım-1992’de Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda vurguladım, bugüne kadar pek çok yazımda da yineledim. Marx-Engels’in 1848 “Komünist Manifesto”sunun en can alıcı ilkesi “çalışma saatleri”nin en devrimci bir biçimde “4 saate” indirilmesidir. (Günümüzde haftalık 20 saat demektir). Bu ilke maalesef günümüze kadar hiçbir “sosyalist” ülke tarafından da uygulanmamıştır. Ekonomist oportünizm ve revizyonizm adına! 1992 Haziranında Azerbaycan gezim sırasında AKP tarafından bana teklif edilen danışmanlık görüşmelerim sırasında 2,5 milyon işsizin istihdam edilmesi için acil olarak yapılacak ilk eylemin; iş saatlerinin 8 saatten 4 saate indirilmesiydi. Böylece iki vardiya üzerinden işsizlik sıfırlanacaktı. Bilimsel Toplumsallaştırma için kültür yoluyla siyasal bilinçlendirme kitleselleşecek böylece “Kültür Devrimi”nin yolu açılacaktı. Azerbaycan’da ancak 2,5 milyon proleter istihdam edilmiş durumdaydı. Ama teklifim karşısında parti bürokratları gözlerini iri-iri açarak hayretle “peki kalan 4 saatte ne yapacaklar” diye sordular. “Kültür Devrimi”nden bahsettim, tabii “sizin gibi bürokratları mezara gömecekler” diyemedim. Sonuçta bürokrasinin oportünist sekterliğinden kitlelerden kopan AKP mezara gömüldü –şu anda oldukça küçük iki KP var, Azerbaycan’da mafyalaşma had safhada, eski günleri “Rus melankolisi” içinde anımsayan işçi sınıfı hâlâ “kendi içinde”…


Eğer Kapital’ler dikkatli irdelenirse, Marx’ın kendisinin de dediği gibi, kapitalizmi yüceltmediği aslında tastamam kaotik bir anarşizm olan sistemin şifrelerini çözmüş olduğu kavranır. Örneğin Kapital’in 3. cildinde borsaların tarihsel konumu açıklandıktan sonra spekülatif bir unsur olarak mali sermayenin elinde ileride nasıl bir misyon yükleneceğinin anahtarları da verilmiştir. Nerede ise yüz küsur yıl sonra borsaları “modern elektronik kumarhaneler” olarak yorumlayan mali oligark Rahmi Koç ustaları farkında olmadan doğrulamıştır. Son olarak MUSİAD bunu keşfetmiştir!


Evet, Türkiye işçi sınıfının ihtiyacı proleter devrimci bir bilimsel komünist partinin ‘öncü’ iradesidir. Türkiye sadece “ekonomik kriz” içinde değildir, aynı zamanda “devrim krizi” içindedir. Buna önderlik edecek siyasal çizgi 15–16 Haziran 1970’deki Büyük İşçi Direnişi’ni günün şartlarında ve var olanı ile en doğru biçimde okuyarak kendini 1970’de yiğitçe ortaya koymuştur. 1974 sonrası bu çizginin izinde yürüyenler onu bir adım daha aşıp ileriye taşımışlar ve “Fatsa Komünü”nü yaratmışlardır. Şimdi öncelik bu çizginin dağılmış; özveri, dürüstlük ve onurla ayakta kalmayı becermiş unsurlarını bir araya toparlamaktır (bu unsurların bazıları da yurtdışında bulunmaktadır). Her türlü tekkecilik gerekirse “devrimci şiddet” ile mahkûm edilmelidir. “TEKEL” işçisinin “kendisi için” sınıf bilinci önsezisinde spontane oluşan direnişi sendika ağalarını aşmıştır. Ama misyonu bu kadardır. Bu Türkiye işçi sınıfının tarihsel kilometre taşlarından biri olmuştur, tarihe mal olmuştur. Bu onurlu karşı-duruştan gerekli dersleri çıkarmak tarihsel zorunluluktur…


Tek yol, toplumsal kurtuluşa kadar sürekli devrimdir…


Halid Özkul

20.02.2010

Dedi ki! - Necati Doğru

Dedi ki!


Geçen yazıyı yazdığımda ben ülkenin dört bir yanından çıkıp gelmiş arkadaşlarıyla birlikte “kendini ifade etme protestosu yaptığı” çadıra gitmiş, onu dinlemiştim. Bu sefer o beni telefonla aradı. Sesinde “işinin ve ekmeğinin hakkını” savunmanın yüksek soyluluğu, kararlı diklenişi, yıkılmaz asaleti vardı.


Dedi ki yaz:

Başbakan “Devletin kasasını TEKEL işçisine soydurmayız” diyor ya aslında “Devletin kasasını TEKEL işçisine soydurmayız, biz soyarız” demek istiyor.

Sana belge sıralıyorum.

Dedi ki yaz:

Belge 1:

TEKEL’in alkol fabrikalarının sahibi Alkollü İçkiler Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin bilançosunda borç olarak görünen 300 milyon lira, devirden bir hafta önce silindi. Bu borç TEKEL Genel Müdürlüğü hesabına aktarıldı. Yani borç devlette kaldı, fabrikalar borçsuz satıldı. 300 milyon lira, o dönemin kurlarına göre yaklaşık 250 milyon dolar eder. Yüksek Denetleme Kurulu Başdenetçisi Şenol Sarrafi, 300 milyon liralık borcu satıştan bir hafta önce silip, alıcıya değil devletin sırtına yüklemenin hukuka aykırı olduğunu 2004 yılı raporlarında yazdı. Meclis KİT Komisyonu’na taşıdı. 35 milletvekilinin, Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın haberi oldu ama soygun önlenemedi.

***

Dedi ki yaz:


Belge 2:

TEKEL’in rakı ve şarap fabrikaları 2004 yılında 292 milyon dolara özel bir yerli şirkete satıldı. Fabrikaları 292 milyon dolara alanlar, bunları 2006 yılında 950 milyon dolara bir Amerikan şirketine sattılar. TEKEL’in fabrikalarının “daha satılırken soydurulduğunu” bütün gazeteler yazdı, milletvekillerinin, Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın haberi vardı ama soygun yapılmış oldu.

***


Dedi ki yaz:


Belge 3:

TEKEL’in 5 sigara fabrikası, kentin merkezinde (Adana-Malatya-Tokat-Bitlis-Samsun) kalmış geniş, değerli arsalarıyla 1 milyar 720 milyon dolara yabancı şirkete satıldı. Bu fabrikalardan sadece Samsun Ballıca’nın yıllık faaliyet kârı 600 milyon TL idi. Sadece Samsun Ballıca fabrikasının 4 yıllık kârı karşılığı, 5 fabrika arsalarıyla yabancıya verilmiş oldu. Bu bilgiler Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı ve Meclis KİT Komisyonu’na getirilerek Başbakan, Maliye Bakanı, 35 milletvekili haberdar edildi ama sonuç değişmedi.

***

Dedi ki yaz:


Belge 4:

Sigara fabrikaları satılırken; toplumun bilgisinden kaçırılarak alıcıya kınalı kıyak yapıldı. İşlenmiş A grad ve B grad tütünlerden 25 bin ton (25 milyon kilo) tütün hediye edildi. Bu tütünün kilosu ortalama 5 dolar olduğuna göre, fabrikaların yeni alıcısına devletin deposundan 125 milyon dolar soydurulmuş oldu. Bunun hukuka uygun olmadığı Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı, Meclis’te 35 milletvekili ile Başbakan ve Maliye Bakanı’na bildirildi.

***

Dedi ki yaz:

Belge 5:


Dünyanın en iyi tütünü işlenmiş A grad Türk tütünüdür. TEKEL, bu tütünleri Türk tütün üreticisinden kilosu ortalama 2.5 dolar ile 3 dolar arasında bir fiyata alır, kilo başına 50 cent işleme masrafı yapar ve elini öpene 7 dolara satardı. TEKEL özelleştirilme aşamasına girince bu tütünleri yine üreticiden 3 dolara almaya devam etti fakat kendisi 18-20 milyon dolar harcayarak teknolojilerini yenilediği kendi Yaprak Tütün Fabrikaları’nda işlemek yerine sayısı 25-30 olan tüccara kilosu 1 dolara satmaya başladı. Yani şu anda bile kilosunu 3 dolara üreticiden aldığı tütünü 1 dolara tüccara veriyor, tüccar TEKEL’den 1 dolara aldığı tütünü 50 cent işleme masrafı yaparak 7 dolara yabancıya elini öptürerek satıyor. Bu bilgiler de Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldığı için 35 milletvekili ile Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından biliniyor.


Dedi ki belgelere bak.


Ve halk uyansın diye otur yaz: Belgeler, “Devletin kasasını Tekel işçisine soydurmuyorlar fakat kendileri soyuyorlar” diye bağırıyor.


Necati Doğru

30.01.2010


http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=284390&Categoryid=4&wid=108


17 Şubat 2010 Çarşamba

İkinci Ekonomi ve Küba - İlker Belek

İkinci Ekonomi Küba'yı da Yıkar mı?



İhanete Uğrayan Sosyalizm başlıklı kitabı okuyorum bu sıralarda. Yazılama Yayınevi'nden. Özel olarak Sovyet sosyalizmini, ancak daha önemlisi genel olarak sosyalizmin örgütlenmesini, sosyalizmde öznenin önemini anlamak açısından önemli bir kitap. Murat Akad'ın temiz çevirisi ise tek başına okumaya davet ediyor.

* * *

Yazarlar kitaplarında İkinci Ekonomi diye bir kavram kullanıyorlar. İkinci Ekonomi, yasal ya da yasa dışı, sosyalist-kamusal-kolektif ekonomi alanının dışında kalan, özel ekonomik ilişkileri ifade ediyor.

Yasal özel ekonomik ilişkiler, devletin resmen tanıdığı, izin verdiği özel mülkiyet ilişkileridir. Yasal olmayanı ise devletin zayıflığından, görmezden gelmesinden ve/ya da doğrudan içinde yer almasından kaynaklanan, kayıt dışı özel mülkiyet ilişkilerini tanımlar.

Örneğin SSCB'de Lenin döneminde tarımda küçük mülkiyete ve piyasaya izin veren Yeni Ekonomik Politika (NEP) yasal özel ekonomik alan içindeydi. Daha sonradan bu politika üç dönümden küçük toprakta özel tarıma izin verilmesi biçiminde varlığını sürdürdü. Buna karşın, işçilerin çalıştıkları fabrikalardan ürettikleri ürünleri çalarak tüketmeleri ya da pazarda satmaları, devlet fabrikalarının içinde piyasa için yasa dışı üretim yapılması, profesyonel meslek gruplarının el altından mesleki becerilerini satmaları, Özbekistan'da devlet başkanının da içinde olduğu bir çetenin pamuk rekoltesini bilinçli olarak yüksek göstererek devletten aldığı desteği cebe indirmesi gibileri ise yasa dışı ikinci ekonomi alanına girmektedir.

* * *

Sosyalist ekonomide özel mülkiyete izin verilmesinin iki nedeni vardır: 1- Merkezi olarak üretim planlaması yapmanın tümüyle olanaklı olmadığı ürünlerin olması. Bir malın ne kadar tüketileceğinin bilinmesi o malın merkezi planlamaya dahil edilerek, devletçe üretilmesi için koşuldur. 2- İşçinin işe yönelik motivasyonunu ve ekonominin verimliliğini artırmak kaygısı. Performansa göre ücretlendirme bu başlıkta anılabilir.

Anlaşıldığı kadarıyla, kapitalizmden devralınan insan malzemesinin, sosyalist ekonominin bireyin değil toplumun ekonomik çıkarlarını öne çıkaran tabiatının ve yasal özel mülkiyet ilişkilerinin etkisiyle, yasa dışı özel ekonomi başa bela bir hal alabiliyor. Böylece, özel mülkiyet toplumda küçük burjuva bir zihniyetin yaygınlaşmasına, zaman içinde bu zihniyetin parti içine de sirayet etmesine neden oluyor. Yasa dışı ikinci ekonomi bölmesi, ürünlerin gerçek tüketim hacmini gizleyerek merkezi üretim planlaması yapmayı da zora sokuyor.

* * *

Bu noktada önemli soru şudur: En azından sosyalizmin ilk dönemlerinde özel ekonomi taktik olarak onay gördüğüne göre, SSCB'de ortaya çıkan ve sosyalizmin yıkılışıyla sonuçlanan bu tablo kaçınılmaz mıydı ?

Elbette değil. Buradaki kritik halka siyasal önderlik, yani partidir. Kitapta da belirtildiği gibi, sosyalizmin ve ekonominin örgütlenişine ilişkin olarak SBKP içinde en başından beri iki kanal vardı. Birincisi Lenin-Stalin, diğeri ise Buharin-Hruşçov-Gorbaçov çizgisiydi. Stalin'in ölümünden sonra, ikinci emperyalist savaşta 3 milyon parti kadrosunun ölmesi gibi bir dizi faktöre bağlı olarak, partinin önderlik konumunu yavaş yavaş yitirmesi, ilk dönemlerde bilinçli ve kontrollü biçimde izin verilmiş özel mülkiyetin giderek kendi sınıfını ve ideolojisini örgütlemesine, ikinci ekonominin ekonomi içinde başat konuma gelmesine neden oldu. Şunu söylemek bile olanaklı: Gorbaçov'dan çok daha önce sosyalizm yıkılmaya, parti içeriden çürümeye başlamıştı.



* * *

Bütün bunların Küba ile doğrudan ilişkisi var. Konuyla biraz ilgilenen herkesin bildiği gibi Küba sosyalist sistemin yıkılması, ABD ambargosu gibi yapısal bazı nedenlerle, özellikle turizm üzerinden ikinci ekonomiyi örgütlemektedir. Şu anda parti önderliğinin ikinci ekonominin taşıdığı risklerin farkında oluşu, bu nesnel faktörle mücadele açısından ne kadar başarılı olabilecek, ikinci ekonominin yarattığı ideolojik yozlaşma ile sosyalist toplumsal yapının gerektirdiği siyasal nitelikler arasındaki gerilimler nasıl çözülecek, göreceğiz.

Ancak Küba ile SSCB arasında bu bakımdan çok önemli bir fark var. O da, SBKP içinde iktidara oturan yukarıda sözünü ettiğimiz kanadın ikinci ekonomiyi ve bu alandan türeyen ideolojik, siyasal yapıları onaylamış olmasına karşılık, Küba'da parti önderliğinin aynı olguyu mücadele edilmesi gereken bir sorun olarak tanımlamasıdır.

İkinci ekonominin etkilerini bertaraf etmenin yolunun ise ikinci ekonomiyi bertaraf etmekten geçtiğini akılda tutmak zorundayız. Bu, şüphesiz üretici güçlerin gelişmişliğiyle ilişkili bir sorundur. Ancak, bilimsel teknolojik devrim merkezi planlamaya olanak tanıyıncaya, emek üretkenliğindeki artış tüketim nesnelerindeki yetersizlikleri ortadan kaldırıncaya kadar, sosyalist ekonomiye güç ve süreklilik kazandıracak temel faktör yeni, sosyalist insan olacaktır.

İlker Belek

15.02.2010


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/ikinci-ekonomi-kubayi-da-yikar-mi-24116



1 Şubat 2010 Pazartesi

Tekel Direnişi - Merdan Yanardağ

Tekel Direnişinden Siyaset Dersleri


Okuduğunuz bu yazıdaki bazı değerlendirmelerim abartılı gelebilir. Tekel direnişine sahip olduğundan fazla anlam yüklediğim, olmayan değerler atfettiğim, yarattığı etkiyi gerçek durumla uyumlu olmayacak şekilde büyüttüğüm, zorlama bazı sonuçlar çıkardığım ve sanki bütün bütün politik dertlerimize deva olacak mistik bir rol biçtiğim sanılabilir.

Bu nedenle ve öncelikle belirtmeliyim ki, işçi sınıfında Allah vergisi bir devrimcilik görmediğim gibi, devrimci olmayan işçi sınıfının da tarihsel ve politik bakımdan hiçbir değer taşımadığını düşünüyorum. Hatta işçi sınıfının, yakın tarihte sosyalizmin çözülme sürecinde de gördüğümüz gibi (o değiştirici gücüyle) bazen karşı devrimci bir rol oynayabileceğini de biliyorum. Dolayısıyla işçi dalkavukluğu diye de tanımlanabilecek uvriyerist yaklaşımların hep bir hayal kırıklığıyla sonuçlandığının da farkındayım.

O nedenle bu yazıda abartma gibi gelebilecek kimi değerlendirmeler; Tekel direnişinden çıkarılacak siyaset derslerinin ve Türkiye sınıf mücadeleleri tarihindeki yerinin daha net anlaşılması için kasdedilerek yapılmıştır.

O güzel insanlar o beyaz atlarına binip dönüyorlar mı?

Canlı yayınlanan bir televizyon programında (5N 1K / CNNTurk) mikrofon uzatılan Tekel işçisi aynen şöyle diyordu: “Ben 5 vakit namazımı kılarım. Burada da komünist olduk. Evet, 5 vakit komünistim."

Şaka mı yapıyor diye dikkat ettim, hayır ciddiydi. Çünkü programı yapan gazeteci Cüneyt Özdemir de şaşırdığı için olacak, sorusunu tekrarladı ve aynı yanıtı aldı.

Evet o klasik yasa hükmünü sürüyor; direnişler ve grevler işçiler için bir okul olmaya devam ediyordu. İşçi sınıfı eylem içinde öğreniyor, dostunu düşmanını tanıyor ve esaslı bir bilinç sıçraması yaşıyordu.

Yukarıda sözünü ettiğim tv proramına da dikkat çeken gazeteci dostumuz ve akademisyen Dr. Atilla Özsever, Ankara'da 17 Ocak günü düzenlenen büyük işçi mitinginden hemen önce Tekel çalışanlarıyla yaptığı sohbetten (yine aynı değişime işaret eden) çok çarpıcı bir anekdot aktarıyordu. Özsever, Hataylı bir işçinin kendisine aynen şunları söylediğini yazıyordu:

“Biz buraya gelmeden önce gençler, öğrenciler için solcu, komünist diye bir önyargıya sahiptik. Ancak buradaki öğrencilerin harçlıklarından bize çay yapıp getirdiklerini, sabaha kadar bu soğukta bizlerle kaldıklarını görünce düşüncelerimiz değişti. Ben Tekel işçisi olmasaydım, buraya destek için gelebilir miydim? Sanmıyorum. Ama gençler bu dondurucu ayazda, bizlerle ekmeklerini paylaştılar. Ben bölgemdeki ilçede aynı zamanda AKP yöneticisiydim. Ama şimdi kesinlikle AKP’ye oy vermem. Sağcı idim, solcu oldum.” (Cumhuriyet, 28 Ocak 2010)

Özsever'in aktardığı bu diyalog, açık bir bilinç sıçramasına işaret ediyordu. Dahası, her türden gericiliğin ve liberalizmin toplum ve entellektüel hayat üzerinde kurduğu ideolojik hegemonyanın parçalanmaya başladığını; bu ülkede 30 yıla yayılan büyük akıl tutulmasının kırılma yoluna girdiğini gösteriyordu.

Hataylı işçinin söyledikleri, Tekel direnişinin bir başka yönünü de gösteriyordu; Türkiye'de son 30 yıldır işçi sınıfının, emekçilerin ve genel olarak çalışanların sosyo-ekonomik konumlarıyla politik tercihleri (örneğin seçmen davranışları) arasındaki pozitif ilişki kopukluğunun aşılması için uygun bir iklim oluşuyordu.

Uzunca süredir dinci gericliğin, liberal bireyciliğin, muhafazakarlığın, sağcılığın ve milliyetçiliğin etkisine giren; dolayısıyla sınıf bilincinden ve dayanışmasından uzaklaşan işçilerin, yeniden solu, devrimcileri, sosyalistleri tanımaya başladığını, sosyo-ekonomik konumlarıyla politik tercihleri arasında yeniden pozitif bir ilişki kurmaya yöneldiklerini söyleyebiliriz. Hataylı Tekel işçisinin daha önce, "solcu, komünist diye önyargılı yaklaştığını" söylediği kişiler, kendileriyle gece gündüz birlikte olan, onlarla ekmeğini paylaşan ve hiçbir karşılık beklemeksizin işçilerin mücadelesini kendi mücadelesi olarak gören gençler ve öğrencilerde somutladığı "solcu, komünist" tipi, yeniden emekçilerin dünyasına dönüyor ve sıcak bir mücadele kardeşliği/yoldaşlığı oluşuyordu.

Hataylı işçi sözünü ettiği "önyargı" ile, solcu ve komünist sıfatları/kavramları üzerinden geliştirilen bin yillık ilkel, kaba, ahlaksız ve alçak bir gerici-sağcı propagandanın halkın bilincinde oluşturduğu tahrifata gönderme yapıyor. Emekçiler, somut eylem içinde dostlarını ve düşmanlarını tanıyor.

Öyle anlaşılıyor ki, sınıf içinde çalışmanın koşulları süratle olgunlaşıyor. Tekel direnişi dolayımıyla emekçiler yüzlerini yeniden sola dönmeye hazır hale geliyor.

Direniş toplumsal ve tarihsel meşruiyet kazandı

Tekel direnişi sadece özelleştirmeci yeni liberal politikalara, yeni muhafazakarlığa ve onların arkasındaki felsefeye ağır bir darbe indirmekle kalmıyor, aynı zamanda uzunca bir süredir kopuk olan sosyalist hareketle işçi sınıfı arasındaki ilişkilerin yeniden kurulmasının da hem imkanlarını yaratıyor hem de yolunu yöntemini sunuyor.


Bu ilişkinin 1980 öncesinde ne ölçüde kurulduğu, kurulsa bile sağlıklı olup olmadığı kimi çevrelerde tartışılsa bile, hiç kuşku yok ki, ülke özgülünde 12 Eylül darbesinden ve onun üzerine gelen küresel karşı devrimin (sosyalist rejimlerin çözülmesinin) yarattığı yıkımdan sonra sosyalistlerle işçi sınıfı arasındaki bağın hemen hemen bütünüyle koptuğunu söylemek, sanırım yanlış bir gözlem ve haksızlık olmayacaktır.

Sınıf içinde çalışma ve örgütlenme iddiasındaki kimi örgütlerin, partilerin ve çevrelerin yürüttüğü çalışmalara karşın -ki bu çalışmaları hiç küçümsemediğim gibi, çok değerli buluduğumu da belirtmek isterim- söz konusu kopuşu aşamadıkları da bir gerçek. Ne Zonguldak büyük madenci yürüyüşü, ne 1989 bahar Eylemleri bütün olumlu yanlarına ve etkilerine karşın, gericiliğin ve liberalizmin ülke ve toplum üzerindeki etkisinin kırılmasına ve sınıfın solla buluşmasına beklenen katkıyı yapamadı.

Çünkü, küresel bir zafer kazanan kapitalizmin o dönemde geliştirdiği yeni liberal politikalar, yeni muhafazakarlık ve gericiliğe büyük bir kapı açan yeni felsefi yaklaşımlarıyla (post-modernzim gibi) tam cephe bir saldırı halindeydi. Bir çıkış yaşıyor ve bu çıkışın yarattığı fırtına ortalığı kasıp kavuruyordu.

Oysa bugün yeni liberal politikaların tüm felsefi, politik ve fiziki sınırlarına ulaşılmış durumda. Kapitalizmin 1929'daki büyük ekonomik kriziyle karşılaştırılan yeni küresel mali kriz, liberalizmin ideolojik hegemonyasını dünya ölçeğinde sarstı. İnsanlık, ne tarhin sonuna gelindiğini, ne kurtuluş ideolojilerinin ve büyük anlatıların devrinin kapandığını, ne ulus devletlerin yıkıldığını, ne de emperyalizmin eski ve kötü bir hatıra olduğunu olduğunu göndüler. Tam tersine görülen şey açıkça şuydu; Kapitalizim ve liberal ideoloji, gezegenin ve insanlığın geleceğini tehdit ediyordu.

Emek sermaye çelişkisi ve çatışması, son çözümlemede bütün bir toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatı belirlemeye; diğer çelişki ve çatışmaların temelini oluşturmaya; ve toplumsal ilerlemenin dinamiği olmaya devam ediyordu.

Liberal meczupların sefaleti

Liberal bir meczup olan Ahmet Altan ve onun gibi kötü edebiyatçıların yazdıkları ise artık kimseyi kolay kolay tatmin ve ikna edecek gibi görünmüyor.


Zaten bir tür “solculuk” olarak da sunulan böylesine açık bir sermaye sözcülüğü, bazı meczuplar ve işbirlikçiler dşında artık kimi ikna edebilir ki? Yeni bir dünya isteyen gençler mi, ekmek ve özgürlük mücadelesi yürüten işçileri mi? Gericiliğe ve emperyalizme direnen toplumsal kesimler mi? Kimi?

Ancak efendisine aşık bir uşak psikolojisiyle yazılabilecek aşağıdaki satırlar, dolaşıma çıktığı entellektüel ortamda artık eskisi gibi karşılık bulup saygı görebilir mi? Sanmıyorum. Ahmet Altan Tekel direnişiyle ilgili olarak aynen şunları yazıyor:

“Globalleşen bir dünyada devletlerin ‘tekeller’ kurması ekonomi mantığına tümüyle aykırı. Bu ülkede devlet işletmeleri (...) ekonomi kurallarına aykırı bir biçimde yönetildi ve devlet zarar etti. (...) Bizim devlet de diğer devletler gibi ekonomik alandan çekiliyor ve kendine ait kuruluşları özel sektöre devrediyor.

“Bu ‘özelleştirme’ döneminde birçok işçi işsiz kalıyor. (...) Eğer devlet, ‘işsiz kalan’ işçilere para verecekse, bu para çalışanların parasından verilecek. Çalışanların paralarını alıp, bu paraları ‘çalışmayanlara’ ya da emeklerine artık ihtiyaç duyulmayanlara dağıtmak hak kavramına uygun mu?

“Özel sektörde çalışanlar rekabetin kızgın olduğu bir alanda ve her türlü riski göze alarak çalışırken, ‘devlet çalışanlarının’ rekabetten ve riskten uzak bir çalışma hayatı sürdürmeleri eşitliğe ne kadar uygun? (...) Üretim biçiminin değiştiği, makinelerin işçilerin yerini aldığı bir dünyada “işsizlik” kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. (...) Özel sektörde çalışanlar neden verdikleri vergilerle ‘devlette’ çalışanların hayat garantisi olsunlar? Bunlar, ‘ekonomik aklın’ bize söyledikleri.” (Ahmet Altan, Taraf, 2 Ocak 2010)

Yukarıdaki alıntının her satırından süzülen cahillik bir yana, insanın bunları bir tür "eşitlik" argümanıyla savnması inanılır gibi değil. Böyle bir şeyi ancak görevli bir propagandist yapabilir diye düşünmeden edemiyor insan.

Tekel işçilerinin askeri vesayete karşı mücadele etmek yerine "dünyanın en kolay muhalifliğini seçerek" hükümete, yani AKP'ye karşı mücadele etmesini de eleştiren Taraf gazetesi, onları örtük şekilde Ergenekonculara hizmet etmekle bile suçlamıştı. İçinde "kamu mülkiyeti", "sosyal haklar", "devlet" ve "sınıf mücadelesi" gibi kavramlar ya da sözcükler geçen her eylemden, her metinden ve her girişimden nefret eden Taraf yazarlarını kim iflah eder bilemiyorum ama, Tekel işçilerinin saygıyla anmayacakları kesin.

Direniş liberal illizyonu dağıtıyor, iktidarı sarsıyor

Tekel işçilerinin eyleminin AKP iktidarını böylesine sarsması, Başbakan Erdoğan'ın sinirlerini bozması ve ülkedeki gerici-liberal illizyonu dağıtması, bu direnişin uygun bir tarihsel dönemeçte gerçekleştiğini gösteriyor. Çünkü bu eylem toplum vicdanında, yakın tarihte başka hiçbir eylemde olmadığı kadar bir kabul görüyor ve meşruiyet kazanıyor. Daha da önemlisi işçi sınıfının diğer kesimlerinden de destek buluyor ve yayılma eğilimi gösteriyor. Sendika bürokrasilerini sarsıyor ve onları eyleme zorluyor. Birden bire ülke göndemine genel grev kavramı giriyor ve yine yakın tarihte hiç olmadığı kadar etkili bir karşılık buluyor.


Tekel direnişi AKP gericiliğine, emperyalizme ve kapitalizme karşı hangi eksende mücadele edilmesi gerektiğini bir kez daha ve hiçbir yoruma yer bırakmayacak bir açıklıkla ortaya koyuyor. İşçiler bu ülkenin kent meydanlarını linç girişimcisi gerici, faşist ve milliyetçi sürüler ile tacizci serserilere bırakmıyor. Toplumun ve tarihin hem vicdanı hem de namusu oluyor.

Bu nedenle Tekel drinişi AKP iktidarını korkutuyor. Bu nedenle, aslında bütçede ve personel politikasında yapılacak küçük bir düzenlemeyle bu sorun çözülebilecekken, yapılmıyor. Çünkü, direnen işçilerin zafer kazanmasıyla "kötü bir örnek" oluşsun istenmiyor. Bu nedenle AKP iktidarı bütün gücüyle bu direnişi kırmaya çalışıyor.

Artık başarı şart!

Bu nedenle Tekel direnişi mutlaka başarıya ulaşmalıdır. Bir genel grev provası olabilecek 3 Şubat genel iş bırakma eylemi de mutlaka gerçekleştirilmelidir. Çünkü bu eylemlerin başarıya ulaşması, gerici ve amerikancı AKP'nin durdurulmasının da yolunu açacak, imkanlarını yaratacaktır. Örtülü ılımlı islam darbesinin püskürtülmesi ve yeni Osmanlıcılığın yenilgiye uğratılması için ileriye doğru gerçekleştirilecek bir atılımın moral kaynağını oluşturacaktır.


Belirtmeye gerek yok ki, bir yenilginin maliyeti ise ağır olacaktır.

Bu nedenle bütün devrimciler, sosyalistler, ilerici sendikacılar, sosyalist parti ve örgütler, emekten yana bütün güçler, bu eylemin başarıya ulaşması için çalışmalıdır.

Merdan Yanardağ

29.01.2010


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/merdan-yanardag/tekel-direnisinden-siyaset-dersleri-23398