16 Mart 2010 Salı

"Kako Dostluğumuzu Unutma!" - Kıvılcım Çağla

Kako Dostluğumuzu Unutma!”



Gürcistan'daki ABD kuklası rejim İkinci Dünya Savaşı'nda şehit düşmüş Gürcüler için Kutaisi'de dikilmiş olan zafet anıtını yıktığı gün Gürcü savaş gazilerinden emekli tabip albay Akaki Tsivilaşvili İzvestiya gazetesi yazı işlerine Mayıs 1945'te çekilmiş küçük bir fotoğrafla birlikte anılarını gönderdi. Fotoğraf Mayıs 1945'te Berlin'de çekilmiş. Genç bir askeri tabip ile bir hemşireyi gösteriyor. Fotoğrafın arkasına hemşire doktora hitaben “Kako dostluğumuzu unutma!” diye yazmış.

Kako diye hitap edilen Gürcü Akaki Tsvilaşvili, notu yazan hemşire ise eşi olan Ukraynalı Zoya Marzenko. Cephede birlikte savaşmışlar ve çalışmışlar. Kako 1941'de Tiflis tıp fakültesini bitirir bitirmez cepheye gitmiş. Stalingrad'ta ve Sivastopol'de yaralanmış. İhtiyata ayırmak istemişler kabul etmemiş, alayına dönmüş. Askeri doktor olarak 1945'te emri altına dokuz kadın doktor ve hemşire varmış. Akaki Tsivilaşvili bu kadınların çok cesurca çalıştıklarını anlatıyor. Ateşin en yoğun olduğu yerlerden yaralıları taşımışlar. Günlerce ameliyat masasından ayrılmadıkları olmuş. Savaş bitince Akaki, önce köyüne uğramış daha sonra Zoya'nın yanına, Magnitogorsk'a gitmiş ve evlenmişler. Akaki Leningrad'ta askeri tıp akademisini bitirmiş. Savunma Bakanlığı'nda uzay programında çalışmış. Zoya da doktor olarak çeşitli görevlerde bulunmuş.

Akaki Tsivilaşvili şimdi soruyor: Bize neler oluyor? Biz savaşta hepimiz kardeşçe tek bir ülkeyi savunduk.

Honecker'in anıları

Erich Honecker eski sosyalist ülklerin liderleri içinde Nikola Çaveşesku ile birlikte onurlu ve dik durmuş birkaç kişiden biriydi. Tarih elbette onun bu onurlu duruşunu yazacaktır. Bir süre gençliğinde de yatmış olduğu Batı Berlin'deki Moabit Hapishanesinde yatan Honecker 1994'te hastalıktan öldü. Aynı yıl çıkan anılarını İrfan Cüre Türkçeye de çevirmiş ve yayımlanmıştı. Ancak bu kitap şimdilerde bulunmuyor. (Ben aradım bulamadım). Geçenlerde Almanya'da kitabın yeni Almanca baskısı yapıldı. Honecker'in eşi Margot Honecker de kitaba önsöz yazmış. Bence bu önemli kitabın yeni baskısından Türkçeye çevrilmesi çok iyi olur.

İzvestiya'nın aktardığına göre Honecker anılarında DAC'ni sabotajcıların yıktığını yazıyor. Örneğin depolarda et olmasına rağmen etlerin satışa sunulmadığı ortaya çıkmış. Haziran 1989'da Moskova'da Gorbaçov ile görüştüğü zaman Gorbçaov haini SSCB-DAC itifakının stratejik olduğunu söylüyormuş. Ama daha sonra bu hainin aynı sırada Bonn ile anlaşmış olduğu ortaya çıkmış. DAC vatandaşlarına Avusturya sınırını açan Macaristan'ın da Almanya'dan 500 milyon mark rüşvet aldığı ortaya çıkmış.

Molotov Anlatıyor

SSCB'de uzun yıllar başbakanlık ve savaş yıllarında dış işleri bakanlığı yapmış olan Politbüro üyesi Vyaçeslav Molotov'un gazeteci Feliks Çuyev ile yaptığı söyleşilerin tam çevirisi nihayet çıktı! Daha önce Çuyev'in kitabının birinci baskısını çevirmiş olan Yordam Kitap şimdi tam metni yayımladı. Molotov'un anlattıklarını her sosyalistin mutlaka okuması gerek. Molotvo birçok kişi ve olay hakkında somut ve ilginç ayrıntılar veriyor. Türk Boğazları hakkında söyledikleri de önemli, bunları ayrı bir yazıda değerlendirmek istiyorum.

Kitapta daha önceki baskıda yer alan bir çeviri hatası maalesef yine gözden kaçtığı için düzeltilmemiş. Burada düzeltmeyi görev biliyorum. Molotov güya “Stalin başkomutan rütbesini kabul ettiğine sonradan pişman oldu” diyor (sf. 272). Kuşkusuz Molotov böyle demiyor ve böyle bir şey mümkün değil. Stalin başkomutanlık görevini başarıyla yerine getirdi ve asla bundan pişman olmadı. Ayrıca başkomutanlık bir rütbe değildir, askeri olmaktan ziyade siyasal bir makamdır. Burada generalissimus sözcüğü başkomutan şeklinde çevrildiği için böyle yanlış bir anlam doğuyor. Generalissimus başkomutan demek değildir, sadece mareşalin üstünde bir rütbedir. Dolayısıyla Stalin'in sonradan pişman olduğu şey başkomutanlık makamı değil, dalkavuk mareşallerin ısrarına dayanamayıp kabul ettiği generalissimus ünvanı veya rütbesi idi.

kivilcim@mail.ru


16-03-2010

Kıvılcım Çağla


http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/kako-dostlugumuzu-unutma-25398


Ermeni Meselesi ve Kürt Aşiretleri - Gurko&Kryajin

Ermeni Meselesinde Kürt Aşiretlerinin Rolü


Komünistlerin Gözüyle


Ermeni sorununun önemli aktörlerinden biri de Rusya idi. 1917 Devrimi sonrası Rusya'da iktidarı alan komünistler Ermeni meselesine nasıl bakıyordu. Rus komünistlerinin bakış açısını yansıtan V.Gurko-Kryajin'in Ermeni Sorunu başlıklı yazısı 1926 yılında basılan Büyük Sovyet Ansiklopedisi'nin üçüncü cildinde yayımlandı. Ermeni meselesinin güncel olduğu bugünlerde tarihi bir metin olarak yayınladığımız bu metni Ortak Yaşam'dan Mahmut AYAZ ve Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV çevirdi.

O metni yayınlıyoruz

ERMENİ SORUNU

V. Gurko-Kryajin

Ermeni sorununa iki açıdan bakılabilir. Dış açıdan bakıldığında, büyük devletlerin Türkiye'de merkezkaç kuvvetleri destekleyerek, Türkiye'nin zayıflatılması ve daha kolay sömürgeleştirilmek istenmesi görülür. Bu sorunun içsel doğası, Ermeni burjuvazisinin öncülüğünde Ermeni ulusunun, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi ve bunun sonucunda Ermeni burjuvazisinin gelişmesi için bu sorun hayata geçirildi.

Ermeni sorunu, Ermeni ulusunun başına Konstantinapolis'in (İstanbul) mali aristokrasisi geçtikten sonra, 18. yy.da başlamıştı. Tüm Anadolu'ya yayılmış olan Ermeni halkı kendi ticaret burjuvazisini çok erken yaratmıştı. Bu ticaret burjuvazisinin, Türkiye'nin ekonomik hayatında rolü büyüktü. Örneğin, hükümete, valilere vb. kredi verilirdi. Öte yandan, bu burjuvazi din adamlarının, kilisenin büyük rolüyle halkı yönetiyordu. (1453 yılında Osmanlıların İstanbul'u (Konstantinapolis) fethetmesinden sonra İstanbul Patrikliği kuruldu; bu patrikliğin aracılığıyla Ermeni burjuvazisi halkı yönetiyordu). Bu patrikliğin nezdinde mali aristokrasinin ileri gelenlerinden bir şura (kurultay) oluşturulmuştu. Esas olarak halkı yöneten bu şura idi.

Türkiye'de Ermeni burjuvazisinin gelişmesinde, Avrupa ve Amerika'da yaşayan Ermeni burjuvazisinin ilişkileri çok büyük rol oynuyordu. Şunu da kaydedelim ki, Türkiye'nin el sanatlarında, Ermeni esnafları Rumlarla birlikte büyük rol oynuyorlardı. Yalnız Doğu Anadolu'da yaşayan Ermeni çiftçilerinin siyasi ve ekonomik durumları çok kötüydü. Bu açıdan, Batı kapitalizminin Ortadoğu'ya taarruza geçtiği anda, Batı ülkeleri kendi güvenlikleri için Türkiye'de köprü mahiyeti taşıyan Ermeni burjuvazisini kullanma yoluna gittiler, ancak bunda başarılı olamadılar. Çünkü Ermeni burjuvazisi Türkiye'nin iktidarına çok sıkı ekonomik ilişkilerle bağlıydı. Batı sermayesi kendisine dayanak olarak kiliseyi gördü. Ancak kiliseden de umulan destek alınamadı. Bundan sonra Batı sermayesi kendi ekonomik ilişkiler aracını Ermenilerin orta ticaret burjuvazisinden seçti. Batının desteğiyle bu burjuvazi güçlendi ve Ermeni milli hareketinin gelişmesine büyük katkıda bulundu. Bu milli hareket özellikle Moskova ve Tiflis'te yaşayan Ermeni aydınları tarafından destek aldı.

Bu kentler 1870 yıllarında (Rus liberal hareketinin etkisi altında) Ermeni liberalizminin merkezi olmuşlardı. Yazılı ve sözlü olarak ulusal bilinç gelişiyordu. Ulusal bilinç ve militan milliyetçilik uyanıyordu. Hem Rusya'da, hem de Türkiye'de yaşayan Ermeniler arasında militan milliyetçilik ortaya çıkmaya başlıyordu. Ermeni orta burjuvazisinin ilk adımları, kilisenin etkisinin azalmasına yönelmişti. Bu savaşta Ermeni orta burjuvazisi kent esnaflarına dayanıyordu. Bu hareket kilisenin laikleştirilmesine yönelmeye başlamıştı. (Esas olarak İstanbul patrikliğini hedef alıyordu ve bu savaş galibiyetle sonuçlandı. Orta burjuvazi, seçkinler kurultayında yer aldı ve bu seçkinler kurultayı maliye, adalet ve eğitim gibi geniş yetkilerle donatıldı).

Çiftçiler önceleri bu milli hareketin dışında kalmıştı. Ağırlaşan vergi sistemi ve Kürtlerle bozulan ilişkileri nedeniyle Türkiye'de Ermeni çiftçilerinin durumu iyice kötüleşmişti. Ermeniler beş Doğu vilayetinde (Van, Erzurum, Bitlis, Harput, Sivas) azınlık durumundaydılar. Burada nüfusun çoğunu Kürtler oluşturuyordu. O dönemde Kürtler aşiret halinde yaşıyor ve göçebe hayvancılık hayatı sürüyorlardı. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde hızlı nüfus artışı nedeniyle Kürtler yerleşik hayata geçiyorlar ve Doğu Anadolu'nun dağlık kısımlarında topraksızlık nedeniyle Ermeni çiftçilerini oradan sürmeye zorluyor ve topraklarına el koyuyorlardı. Türk hükümeti, Kürt aşiretleri üzerindeki etkisini arttırmak için bu sürece göz yumdu ve bu toprakları aşiret reislerinin mülkiyetine verdiler. Yani Doğu Anadolu'da Kürt feodalitesinin gelişmesini sağladılar. Bu süreçten sonra, Kürtlerle Ermeniler arasında kanlı kavgalar kan davasına, katliamlara dönüştü. Bu çelişkinin ikinci nedeni, Müslümanların, Ermeni kent burjuvazisini vahşi kapitalizmin temsilcisi (tefeciler) olarak görmeleridir. Ekonomik nedenlerle keskinleşen Ermeni sorunu, Rusya, İngiltere gibi büyük ülkelerin karışmasıyla iyice büyüdü. Rus ticaret-sanayi sermayesi "Hıristiyanların Müslüman Türkiye'nin egemenliğinden kurtarılması" sloganlarıyla Karadeniz'i ve Boğazları gasp etmek istiyordu. Ermeni burjuvazisi bu sloganı milli-siyasi gelişimi için kullanıyor ve Rusya'ya yönelerek, bu sloganlarla Türkiye'deki Ermeniler arasında propaganda yapıyordu. 1870 yılına kadar süren Türk hükümetinin olumlu yaklaşımını, Ermeni burjuvazisinin bu tür tutumu tam tersine çevirdi. Bu ilişkiler, Rusya Ermenilerinin Kafkas Büyük Valisi'nden ve Patrik Nerses'in de başta olmak üzere Türkiye Ermenilerinin Rusya'dan resmi destek başvurularından sonra kesinleşti. Bu başvuruları kullanarak Rusya, Saint Stefan Anlaşması'na 16. maddeyi koydurdu. Bu maddeye göre Türkiye, Ermeni vilayetlerinde (Doğudaki beş il) reformlara başlamalıydı. Bu reformlar bitinceye kadar Rusya tarafından işgal olunmuş Türk arazileri Rusya ordusunda kalmalıydı. Fakat Rusya'nın bu girişimi, Ortadoğu'da onun esas rakibi olan İngiltere tarafından reddedilmişti. İngiltere, Berlin Kongresi'nde anlaşmanın 16. maddesini yeni bir maddeyle, 61. maddeyle değiştirdi. Bu maddeye göre, Türk hükümeti Ermeni illerinde talep olunan reformları yapıyor, ancak reformların kontrolü yalnız Rusya tarafından değil, Berlin Kongresi'ne katılan altı büyük devlet tarafından da yapılacaktı. Bu karar, Ermeni burjuvazisinin yüksek tabakalarında iyi karşılanmıştı. Yani Ermeni devletinin yaratılmasında sadece Rusya değil, diğer ülkeler de yardımcı olacaktır. Bu yanılsama Ermenilere "Büyük Ermenistan" idealini, 'denizden denize kadar' (Karadeniz'den Akdeniz'e kadar) sloganlarıyla İngiliz diplomasisi tarafından pompalanıyordu. Ancak, yönelişin değişmesi, Ermenileri dünya kamuoyundan izole etti. Ermenilerin kendileri Rusya ile ilişkilerini zayıflatmıştı. İngilizler ise Rusya'nın Ermenileri Ortadoğu siyasetinde kullanmasını istemiyordu. Türkiye'de kendi siyasetlerini uygulamak için İndilizlere Ermeniler pek gerekli değildi. Asıl neden, Türkiye ve İngiltere arasında imzalanan gizli anlaşmalardı. Bu anlaşmalara göre, Türkiye'yi Rusya'dan korumak için İngiltere Türkiye'den Kıbrıs'ı almıştı. Bu nedenlerle, Çarlık Rusya'sının Ermenilere verdiği desteği ortadan kaldırdıktan sonra, İngiltere, Ermenileri desteklemekten vazgeçti ve onları büyük ülkelerin oyunlarında rolünü anlayan Türk hükümetinin 'himayesine' verdi.

Ve Türkiye Ermenileri için en zor günler başlar. Kürtler sürekli olarak Doğu Anadolu'da Ermenileri katletmeye başlar. Özellikle bu kırım 1890'lı yıllarda geniş çapta oldu. "Büyük Ermenistan" temelini oluşturan çiftçilerin soykırımından sonra, Ermeni burjuvazisi şansını büsbütün kaybetti ve silahlı terör eylemlerine başladı. Aynı zamanda Rusya'nın Transkafkasya (Güney Kafkasya) bölgesinde Hınçak ve Taşnaksütyun milliyetçi partileri kuruldu. Bu partiler Türkiye'ye propagandistler ve ajitatörler gönderiyorlardı. Gerilla grupları oluşturuyorlardı. Bunların esas amacı, başlamış olan hareket nedeniyle, Berlin Kongresi'nde kabul edilmiş olan 61. maddeye büyük ülkelerin dikkatini çekmekti. Fakat bunu hem büyük ülkeler, hem de Türkiye unutmuştu. Aynı yönde, Batı Avrupa'da bu partilerin yurt dışı komiteleri de çalışıyordu. 1890'lı yılların sonunda Hınçak Partisi sahneden çekiliyor ve Ermenilerin biricik partisi Taşnaksütyun oluyordu. Ermenilerin gerilla hareketine Türk hükümetinin yanıtı çok sert oldu.

Batı ülkeleri bu olaylara karşı soğuk ve mesafeli yaklaştılar. Rusya o sırada Güney Kafkasya'da (Transkafkasya) Ruslaştırma siyasetini uyguluyordu ve Ermenilere özel statü verilmemesini de açıkça ilan etmişti. Almanya ise o zamanlar bu sorunlarda açıkça Sultan Abdulhamit'in siyasetini destekliyordu.
1890 yılından sonra Ermeni şoven burjuvazisi kendisini mahvolma noktasına getirdi ve onun siyasi kanadı olan Taşnaksütyun Partisi politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Taşnaksütyun Partisi Osmanlılara karşı, muhalif olan partilerle işbirliği yapmaya, Osmanlının içindeki ihtilalci hareketlere katılmaya başladı. 1907'de Taşnakların girişimiyle Paris'te Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan tüm muhalif partiler kongrelerini yaptı ve bu kongrelerde devleti devirme planı kabul edildi. 1908'de devrim oldu fakat Ermenilerin durumu hiç değişmedi. Ermeni siyasi çevreleri yeniden yönlerini değiştirerek, ilk yöneldikleri Rusya'ya tekrar yöneldiler.

Rus Çarı Ermenilere yardım elini uzatır ve 1. Dünya Savaşı'nın kokuları gelmeye başlar. Rusya yöneticileri Ermenilerin bu yönden büyük siyasi önemi olacağı hesabını yapar. 1913'te Rus diplomatları, örgütleşmiş Ermeni burjuvazisi ile anlaşma yaparak, Türkiye'den Doğu illerinde reform yapmalarını talep ettiler. 1914'ün Ocak ayında Türkiye, Almanya'nın desteğinde, uzun tartışmalardan sonra reform anlaşmalarını imzalamak zorunda kaldı. Bu reformlara göre Ermeniler geniş bir özgürlüğe kavuşuyor, özellikle yönetimde, dilde, askere alınmada ve diğer alanlarda bu reformların büyük ülkelerin kontrolü altında yapılması gerekiyordu, özellikle Rusya'nın. Rusya'nın bu girişimi, 1. Dünya Savaşı'nın başlaması nedeniyle Ermenilerin durumunu daha da zorlaştırdı. Oysa ki Ermeniler "Büyük Ermenistan" sloganını unutmamışlardı ve bununla birlikte Türk ordusundan kaçan askerlerden gönüllü çeteler kurmaya başlamışlardı. Bu çeteler, açıkça Türk hükümetine karşı eylemlere geçtiler, ancak bir şey elde edemediler. Bu savaş nedeniyle Ermeni ulusu Doğu Anadolu'yu terk etmek zorunda kaldı. Bu savaşta 300 bin kişi öldürüldü. 300 bin kişi Mezopotamya yollarında öldü, 200 bin kişi Rusya'ya kaçtı, 400 bin kişi ise İslam'ı kabul etti.

Rusya'da 1917 Şubat Devrimi, Ermeni sorununda yeni bir sayfa açtı. Yıl boyunca Güney Kafkasya (Transkafkasya) Rusya ile ilişki kuruyor ve Petrograd'dan yönetiliyordu. Oysa bununla birlikte Güney Kafkasya'da (Transkafkasya) milli burjuva partileri iyice geliştiriliyordu (Gürcü Menşevikleri, Musavatçılar ve Taşnaklar). 1917'nin yazında Tiflis'te yapılan çiftçi kurultayında Ermenilere karşı Gürcü-Müslüman bloku kurulmuştu. 1917'nin Ekiminde Taşnakların yönetimi altında Ermeni Milli Kongresi yapılmıştı. Bu kongrede Ermenistan ile Rusya arasındaki ilişkiler ele alınmış, Doğu Anadolu'da 1. Dünya Savaşı'nda Rusya tarafından işgal olunmuş Türkiye topraklarının Rusya'nın elinde kalması talep edilmişti. Aynı kongrede Ermeni Milli Merkezi ve 15 kişiden ibaret Milli Şura kurulmuş ve bu şuranın merkezi Tiflis kentine taşınmıştı. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra üç cumhuriyeti birleştiren Transkafkasya Birliği kurulmuştu. Yeniden Ermeni-Türk tartışmaları ortaya çıktı. Bu tartışmaların sonucunda, 1918'in Haziran ayında Transkafkasya Birliği dağıldıktan ve üç cunhuriyetin ortaya çıkmasından sonra Ermenistan, Konstantinapolis Anlaşması'ndan sonra Türkiye'nin tüm taleplerini kabul etmişti. Ermenistan arazisi Erivan ve Eçmiadzin olmak üzere iki kazayı kapsamıştı. Bu kazalarda toplam 400 bin kişi yaşıyordu. 1. Dünya Savaşı'nın sonuçları Ermeni burjuvazisi için yeni olanaklar yarattı. Ermeniler o sırada galip devletler için gerekliydi: Birincisi Türkiye'ye karşı (Kilikya), ikincisi, Sovyet Rusya'ya karşı (Transkafkasya). Ermeni sorunu yeni ve daha büyük önem taşımaya başladı. Taşnakların Ermeni Cumhuriyeti bu ülkelerden Kars ilini, 18. yüzyılda Erivan kazasından gasp olunmuş toprakları vs. toprakları Ermenistan'a dahil etti. Ermenistan'ın nüfusu 1.590.000'e yükseldi. (795.000 Ermeni, 575.000 Müslüman), 140.000 diğerleri). Fakat Ermeniler bu arazileri yeterli görmediler ve Gürcüstan'dan Ahalkalak ve Borçalı'yı, Azerbaycan'dan Karabağ, Nahçıvan ve Gence kazasının güney bölgesini talep ettiler. Ermeniler, İngilizlerin Transkafkasya'yı işgali sırasında, bu toprakları zorla topraklarına katmak istediler. Bu olay Gürcüstan'la (5 Aralık 1918) ve özellikle Azerbaycan'la uzun ve kanlı savaşlara yol açtı. Sonuçta bu bölgenin nüfusu % 10-30 arası azaldı. Bazı yerleşim yerleri savaş nedeniyle ortadan kalktı. Asıl şiddetli savaş Karabağ'da sürüyordu. Bununla birlikte Ermenistan Cumhuriyeti Türkiye sınırında Kürtlerin saldırılarına da maruz kalıyordu (Oltu-Sarıkamış bölgesinde). İngilizler Ermenilere pek fazla destek vermiyorlardı. O zaman İngilizler bütün gücünü Sovyet Rusya'ya karşı kullanıyor ve Beyaz Rus ordusunu destekliyorlardı. Öte yandan, Taşnaklar da Sovyet Rusya'ya karşı Denikın'ın Beyaz Ordusunu destekliyorlardı. Bir Ermeni politikacı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni Denikın'ım Beyaz Ordusunun 7. Piyade Kolordusu olduğunu söylemiştir.

1919'da İngiltere ile İran'ın anlaşmasından ve Konstantinapolis'in (İstanbul) işgalinden sonra (16 Mart 1920), Ortadoğu'da İngilizlerin durumu daha da sağlamlaştı. İngilizler Ermenilere karşı daha soğuk ve mesafeli oldular. Sn. Remo Konferansı'nda 1921 Nisan-Mayıs aylarında Ermeni sorunu Batı Avrupa emperyalistlerinden ABD emperyalistlerine verildi. Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler)'ın Yüksek Konseyi, "Ermenistan yardımsız ayakta duramaz" kararı aldı. Başkan Wilson, Akvam'dan alınmış karara göre Yeni Ermenistan'ın sınırlarını belirledi. Wilson'un kararına göre, Erzurum ve Trabzon'un büyük bir bölümü, Bitlis ve Van'ın tümü Ermenistan'a verilmişti. Ermenistan'ın toplam alanı 30.000 mil2, deniz kıyısının uzunluğu 150 mil idi. Ancak, ABD politikacıları kendi başkanlarından daha akıllı çıktılar ve ABD'nin onları yönetmekte hiçbir çıkarının olmadığını hesaplayarak, Senato'da Wilson'un teklifini reddettiler. Yeniden Ermenistan dayanaksız kaldı. Aynı işi Fransızlar 1919'da işgal ettikleri Kilikya'da yaşayan Ermenilere yaptılar. Fransızlar Ermenilere, işgal ettikleri topraklarda devlet kurdurmak vaadinde bulunmuşlardı. Bu vaadle Ermeniler, Kilikya'da yaşayan Müslüman nüfusa karşı harekete geçtiler. Ankara hükümeti 1920'de Kilikya'ya daimi ordu gönderdi ve bu ordular Fransızları deniz kıyısına kadar sıkıştırdı. Bunun sonucunda Fransızlar Türkiye ile barış görüşmelerine başladılar. 1921'de Fransa Türkiye ile barış anlaşması yaptı. Bu anlaşmaya göre, Fransızlar Kilikya'dan vazgeçtiler. Ermeniler tekrar yalnız kaldılar. Sonuçta Kilikya'yı terk ettiler (Suriye'ye, Kıbrıs'a, Mısır'a kaçtılar).

Bu olaylardan sonra Ermeni sorunu Güney Kafkasya'da (Transkafkasya) yoğunlaştı. Yine de Taşnaklar şovenist-ırkçı politikalarını sürdürüyorlardı. Ermenistan'da halkın durumu çok kötüydü. Ermeni halkının içinde bulunduğu kötü durum, Sovyet Rusya'ya karşı sempatiye yol açtı. Bu sırada, 1920'li yıllarda Sovyet Rusya ile Ankara arasında dostluk ilişkileri kuruluyordu. Taşnaksütyun'lu Ermenistan, bu ilişkiye engel olmaya çalıştı. Taşnaklar, Türkiye'nin Batıda çeşitli cephelerde açtığı savaş nedeniyle Ankara hükümetine karşı harekete geçtiler. Eylül 1920'de Karabağ'da ve Nahçıvan'da gerilla hareketine başladılar. Bununla birlikte Ermeniler İngilizlerden silah alarak, Kars'ta ve Erivan'da Müslümanlara karşı soykırım yaptılar. Şörel, Daralagöz, Kağızman Surmanlı, Karakurt ve Sarıkamış yörelerinde yerleşim birimlerini yok edecek derecede yakıp yıktılar. Türkler de karşılık verdiler. Türkler, Karabekir Paşa ile Halil Paşanın Doğu Cephesi orduları ile sert yanıt verdiler. Erivan hükümetinin ordusu darmadağın oldu. 2 Kasımda Kars geri alındı. Aleksandropol'ü (Gümrü) ele geçirdiler. Ermeni hükümeti Türklerle çok ağır koşullarda barış anlaşması yaptı. Ermeniler bu anlaşmaya göre tüm işgal topraklarını terk ettiler. Bununla birlikte, Ermeni ordusu 1500 kişiden çok olmamalıydı, bu ordunun 8 topu, 8 tane de makinalı tüfeği olmalıydı. Bu anlaşmayla Ermeni halkı Taşnaklara karşı kızgınlığını dile getirdi ve Ermenistan'da Ruslar tarafından Sovyet iktidarı kuruldu. 1921'de yapılan anlaşmayla Gümrü Anlaşması feshedildi ve Türkiye ile Ermenistan arasında şimdiki sınır belirlendi. Batı Avrupa emperyalistleri tarafından Lozan Konferansı'nda Ermeni sorunu yeniden gündeme getirildi, ancak başarılı olamadılar.

Büyük Sovyet Ansiklopedisi, 1926, cilt 3, sayfa 434-440.

Çeviri: Mahmut AYAZ ve Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV (ORTAK YAŞAM PORTALI)

http://www.odatv.com/n.php?n=ermeni-meselesinde-kurt-asiretlerinin-rolu-0703101200


8 Mart 2010 Pazartesi

Askeri Vesayetten Sivil Vesayete - Kurtuluş Cephesi

Sovyetler Birliği'ni Çökertmek”

Askeri Vesayetten Sivil Vesayete Geçiş


Siyasal planda, bir zamanlar kendilerine "II. Cumhuriyetçiler" adını veren ve 28 Şubat "mağduru" olmakla övünen, bugün ise "amiral gemisi" Taraf'ta teori ve "yandaş medya"da kariyer yapan "liberaller" ile yine 28 Şubat "mağduru" şeriatçılar (nakşibentler ve nurcular) ittifakı, Ergenekon operasyonlarından itibaren neredeyse "mutluluktan" uçuyorlar. Bir yandan 28 Şubat'ın "rövanşı"nı alırken, diğer yandan seksen yıl "inananlara zulüm yapan" "kemalist elitler"le hesaplaşıyorlar. Ergenekon "davası" çerçevesinde bu hesaplaşma olanca hız ve bereketiyle sürerken, Genelkurmayın "darbe planları" bir bir ortaya çıkarılıyor, "darbeciler" teker teker teşhir ediliyor ve yer yer içeriye atılıyorlar. M. Ali Brand'ın sözüyle, "Ülkeyi uzun yıllardır yöneten Kemalist, laik kesim ve onu koruyup kollayan zinde güçler ile dindar-dinci kesim arasındaki bu hesaplaşmada... şimdi AKP, TSK'ya ince ayar yapıyor."

Açıktır ki, siyasal plandaki bu gelişme ve hesaplaşma bir iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir. Liberal-islamcı (ya da liberal-cemaat) ittifakı [1*], "kemalist elitler"in elinden devlet iktidarını alabilmek için, görüntüsel ve biçimsel hukuku tümüyle bir yana bırakarak nihai bir savaşa girişmiştir. Bu savaşın nasıl sonuçlanacağı tümüyle "dış dinamiklere" bağlıysa da, [2*] bugün için liberal-islamcı ittifakı devlet aygıtının pek çok alanını denetime almış ve buradaki "kemalist elitler"i büyük oranda tasfiye etmiştir.


"Ulusalcılar"dan olabildiğince uzak duran "Kemalist elitler", yani küçük-burjuva asker-sivil bürokrat ve aydın kesim ise, bu gelişmeler karşısında "merak etmeyin ordu var" söyleminde ifadesini bulan beklentisel pasiflik [3*] içinde olayları izlerken, Seferberlik Tetkik Kurumu baskınıyla "işin başa düştüğünü" görmeye başlamışlardır.


Asıl olarak Cumhuriyet gazetesinde kendilerini ifade eden "ulusalcılar", AKP iktidarının "ılımlı islam" görünümü altında "laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçladığı"nı ilk baştan itibaren söylemelerine rağmen, beklentisel pasiflik küçük-burjuva "laik" kesimdeki egemenliğini günümüze kadar sürdürmüştür. Ama şimdi "iş, başa düşmüştür!".


Ancak "laik" kesim, küçük-burjuva sınıfsal özellikleri gereği parçalı, dağınık ve heterojen bir topluluk oluşturur. Bu nedenle de, "iş" ne kadar "başa" düşürse düşsün, birleşik ve bütünsel bir güç olmaktan uzaktırlar. Bu "laik" kesimin, kendilerini "solcu" ya da "demokrat" olarak tanımlayan bölümü, uzun süre "demokrasi" ve "insan hakları" adına AKP iktidarının temelindeki siyasal güçleri ve bu güçlerin "nihai amacı"nı görmezlikten gelmiştir. "Solcu" yanlarıyla, AKP'nin "T.C."yle hesaplaşmasını desteklerken, "demokrat" yanlarıyla da bu hesaplaşmadan "demokrasi"nin çıkabileceği umudunu (beklentisini) taşımışlardır. Bu tutum içindeki küçük-burjuva aydınları, AKP'nin, arka planda "merak etmeyin ordu var" olduğu için "fazla ileri gidemeyeceğini" düşlemişler ve AKP'nin çevresinde toplaşan "iktidar özlemi" içindeki sınıf ve tabakaların gücünü küçümsemişlerdir.


Ekonomik planda, AKP, 1960'ların sonlarında gelişen Erbakan hareketinin üzerinde yükseldiği sınıflara, yani orta ve küçük sermaye kesimine dayanır ve bu kesimlerin gelişme ve tekelleşme özlemlerine denk düşer.


Erbakan hareketi (MNP ve MSP dönemi), giderek Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin desteğini de almıştı. Erbakan'ın "milli görüş"ünün özünü oluşturan "milli sanayi", bu bileşimde orta-sermayenin çıkarını ifade eder. Bu hareketin temel amacı, orta-sermayenin, yani tekelleşememiş burjuvazinin gelişmesi ve tekelleşmesiydi. Bu bağlamda, Erbakan hareketi, anti-tekelci söylemle orta sermayenin tekelleşme özlemini dile getiriyordu. Yine bu sermaye kesimi açısından gelişimini ve tekelleşmesini önleyen en temel unsur olarak, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ve emperyalizm ikilisinin elinde bulundurduğu finans sistemi görülüyordu. Yüksek faizli kredi sistemi orta-sermayenin gelişmesini engelleyen en temel unsurdu. Dolayısıyla da Erbakan hareketinin faizlere karşı oluşu, çıkarını savunduğu kesimlerin gelişimini sağlamayı amaçlıyordu. Diğer bir ifadeyle, Erbakan hareketinin anti-tekelci ve anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta-sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesindendi.


12 Eylül döneminde Amerikan emperyalizminin "yeşil kuşak teorisi" [4*] çerçevesinde islamcı kesimleri destekleme politikasının bir sonucu olarak Al-Baraka Türk, Faisal Finans vb. islami finans kuruluşları devreye sokulmuş ve orta-sermaye kesimleri tarihlerinde ilk kez "kendi" finans olanaklarına sahip olmuşlardır.


Ancak 1980 ekonomik bunalımı, emperyalist ülkelerdeki tüketim malları sektöründeki gelişmeler ve bu sektördeki pazar sorunu, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki orta ve hafif sanayinin geliştirilmesini esas alan politikalarda önemli bir değişikliğe yol açmıştır. Artık temel amaç, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç pazarı genişletmek amacıyla orta ve hafif sanayinin geliştirilmesi değil, emperyalist ülkelerin tüketim malları için pazar bulunması olmuştur.


İşte emperyalist ülkelerin tüketim mallarının bu pazar sorunu, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç ticaretin geliştirilmesini ve emperyalist metaların ülkenin en ücra köşelerine kadar götürülmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu da, geçmiş dönemden farklı olarak, orta ve küçük sermayeden daha çok orta ve küçük tüccarın (tefeci-tüccar ile esnaf ve zanaatkar) öne geçmesine yol açmıştır. İslami finans kuruluşları aracılığıyla bu tüccar kesimi desteklenmiştir. Turgut Özal döneminde başlayan bakkalların marketleşmesi, marketlerin süpermarketleşmesi ve hipermarketlere dönüşmesi bunun sonucu olmuştur.


Böylece Erbakan hareketinin üzerinde yükseldiği sınıfsal ittifakta, yani orta ve küçük sermaye (sanayi sermayesi) ile tefeci-tüccar ve Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ittifakında tefeci-tüccar sermayesi ağır basan yan haline gelmiştir. Bugün AKP'nin "milli görüş gömleği"ni terk etmesi, "milli sanayi" hedefinin yerine ticaretin geçmesinden başka bir şey değildir.


AKP'nin üzerinde yükseldiği sınıfsal ittifakta tefeci-tüccar sermayesi belirleyici olmakla birlikte, nicelik olarak fazla olan kesim Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesidir. "Temsili demokrasi" koşullarında bu niceliksel güç, aynı zamanda siyasal bir güç ortaya çıkardığından, AKP'yi iktidara taşıyan asıl unsur da bu Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi olmuştur.


Tüm bu sınıf ve tabakaların ortak özelliği, mevcut oligarşiye ve oligarşik yapıya tepkili olmalarıdır.


Emperyalist ülkelerin tüketim malları ticaretinin gelişmesi Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin oligarşiyle olan ilişkisini değiştirmiş ve oligarşiye olan bağımlılığını azaltmıştır. Artık onların doğrudan muhatabı oligarşi değil, onun "efendisi" olan emperyalizm olmuştur. Dolayısıyla orta ve küçük sermaye kesiminin yerli işbirlikçi-tekelci burjuvaziye olan bağımlılığı nispi olarak azalmış, doğrudan emperyalizmle işbirliği yapabilme olanağı ortaya çıkmıştır. Böylece düne kadar orta ve küçük sermaye kesimi ile işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi arasındaki çelişkinin yanında çok daha güçlü bir çelişki görünür hale gelmiştir: İşbirlikçi ticaret burjuvazisi ile tefeci-tüccar sermayesi çelişkisi.


2001 kriziyle birlikte, değişik siyasal partilere dağılmış olan Anadolu esnaf-zanaatkar kesiminin niceliksel gücü AKP çevresinde bir araya gelmiştir. Bu nedenle AKP, tekelleşememiş orta ve küçük sermaye ve tefeci-tüccar kesiminin yönlendirici ve egemen güç olduğu bir ittifakta, Anadolu esnaf-zanaatkarının niceliksel gücünün birleşmesinin ürünüdür.


Bu ittifakın ortak paydası, mevcut oligarşiye ve mevcut oligarşik düzene tepkidir. Ortak özelliği ise, emperyalizmin tüketim malları ticaretiyle güçlenmiş olmalarıdır. Bir yandan orta-sermayenin tekelleşme özlemini yerine getirmek amacıyla mevcut işbirlikçi burjuvazinin alanlarını daraltmayı amaçlarken, diğer yandan emperyalizmin somut çıkarları ile kendi çıkarlarını özdeşleştirmiştir. (Bugün "açılım" olarak sözü edilen herşey bu özdeşleşmenin ürünüdür.)


Bu ittifakın diğer bir özelliği ise, 12 Eylül döneminde emperyalizm-işbirlikçi tekelci burjuvaziyle oluşturmuş oldukları "consensus"un sona ermiş olmasıdır. Pratikte 1990'ların başında fiilen sona eren bu "consensus", ancak Türki cumhuriyetler ya da islam ülkeleri "açılımları"yla bir süre ötelenmiştir.


1996'da kurulan Refah Partisi-DYP koalisyon hükümeti, belli ölçülerde yeni bir "consensus" oluşturma girişiminin bir ürünüdür. Ancak işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile gelişen ve güçlenen tefeci-tüccar sermayesi arasında oluşacak yeni "consensus"un kendi çıkarlarına ters düşeceğini hesaplayan işbirlikçi ticaret burjuvazisi ile onun Anadolu'daki uzantısı esnaf-tüccar kesiminin karşı çıkışı sonucu bu "consensus" girişimi 28 Şubat süreciyle sona ermiştir. [5*]


Ancak eski "consensus", yani 12 Eylül döneminde oluşturulan "consensus" sona ermişken, ama yerine yeni bir "consensus" geçirilememişken 2001 Şubat krizi patlak vermiştir. Bugün yaşanılan olayların temelinde bu belirsizlik yatar.


Bugün kesin olan, emperyalizmin kendi tüketim malları için pazara çok büyük gereksinme duyması ve bu temelde tefeci-tüccar ve Anadolu esnaf-zanaatkar kesimiyle işbirliğini geliştirmesidir. Düne kadar işbirlikçi-tekelci burjuvazi aracılığıyla yürütülen bu ilişki, bugün tefeci-tüccar sermayesiyle geliştirilmektedir. Bu nedenle de, son gelişen siyasal olaylar içinde işbirlikçi-tekelci burjuvazi sadece "izleyici" konumundadır. [6*]


Bu nispi olarak değişen ilişki ve çelişkiler altında yeni bir "consensus" oluşturulamamıştır. Eski "consensus", sözcüğün güncel anlamıyla, "askeri vesayet" altında gerçekleştirilmiştir. Bu "askeri vesayet"in belirleyicisi ise, 1970'lerde yükselen devrimci mücadeleden duyulan korkudur. Ama bugün sömürücü sınıflar arasında yeni bir "consensus"un oluşturulmasını sağlayacak böyle bir "düşman" ya da zorunluluk mevcut değildir. Bu nedenle de, yeni "consensus", AKP tarafından doğrudan fiili güç ilişkileriyle kurulmaya çalışılmaktadır. AKP'nin bu fiili "consensus" oluşturma çabası, temsil ettiği sınıfların doğrudan emperyalizmle işbirliğine girmiş olmalarıyla güç kazanmıştır.


"Sivil vesayet" denilen şey, AKP hükümeti aracılığıyla, yani fiili ve siyasal zorlamayla sömürücü sınıflar arasında bir "consensus" kurulmaya çalışılmasıdır. Bunun, yani fiili "consensus"un kendisini bir anayasa metniyle resmi ve hukuki hale getirip getiremeyeceği de belirsizdir.


Burada "devlet içindeki Sovyetler Birliği'ni çökertmek" söylemi, resmi ve hukuki bir durumdan daha çok fiili durumu ifade eder. Diğer bir ifadeyle, eski "consensus" çerçevesinde emperyalizmin yeni ilişkilerinin tanımlanması ve tanınması söz konusudur ve devlet kurumlarının işleyişi fiilen bu yeni ilişkilere uyarlanacaktır. [7*]


Ancak AKP'de temsil edilen sınıf ve tabakaların bazı kesimleri bu durumu yeterli görmemektedir. Kendi egemenliklerinin kayıtsız-şartsız kabul edildiği yeni bir "consensus" talep etmektedirler. Bu talep, ağırlıklı olarak küçük ve orta (sanayi) sermaye kesimlerinden gelmektedir. AKP'nin emperyalist ülke mallarının ticaretine dayanan tefeci-tüccar sermayesinin çıkarlarını yalın biçimde savunur hale gelmesi bu kesimleri rahatsız etmektedir. Orta sermayenin tekelleşme talebi tam olarak yerine getirilememiştir ve ticaret sanayinin önüne geçmiştir. Öte yandan, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile "islami sermaye"nin Ülker gibi en irileri arasında belli bir "uzlaşma", bir çeşit "consensus" oluşmaya başlamıştır. Küçük ve orta sermaye kesimlerinin bu gelişmeler karşısında gösterdikleri tepki, bir yandan Saadet Partisi'nin "4x4 çekerli müslümanlar" söyleminde ifadesini bulurken, diğer yandan Bülent Arınç'ın başbakan yardımcılığına getirilmesine yol açmıştır.


Bugün Amerikan emperyalizminin gözetim ve yönetimi altında oligarşi yeniden biçimlendirilmeye ve bu yeni biçim altında "consensus" oluşturulmaya çalışılmaktadır. Her zaman olduğu gibi emperyalizmin temel müttefiki işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ekseninde tefeci-tüccar sermayesinin en irilerinin içinde yer alacağı olası yeni oligarşik yapının, ne ölçüde tekelleşememiş orta-sermaye kesimleriyle yeni bir "consensus" sağlayabileceği ise belirsizdir.


Şüphesiz oluşturulabilse bile, bu "consensus" da, eskileri gibi geçicidir. Bu da, tefeci-tüccar sermayesinde bu "consensus"un bir "komplo" olduğu düşüncesine yol açmaktadır ve AKP içinde bir "darbe korkusu" olarak ortaya çıkmaktadır. Verilen her türlü sözlü teminata inanmayan AKP, elindeki devlet olanaklarıyla bu süreci anlamaya ve referandum gibi araçlarla kendi konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. "One minute" çıkışı, Aydın Doğan'a kesilen yüksek vergi cezası, açık biçimde "consensus"un bozulmasından kuşkulanan orta-sermayenin ve bir bütün olarak tefeci-tüccar kesiminin, "uyum"un yerine "çatışma"yı öne çıkararak pazarlık gücünü artırma amacının siyasal görünümüdür.


Öte yandan tefeci-tüccar sermayesinin en irilerinin oligarşi içinde yer alması, geriye kalanlarla bugüne kadar sürdürdükleri "kader birliği"nin de sona ermesini getirecektir. Ülkerlerin Godiva'yı satın almalarıyla birlikte başlayan yeni süreçte, bu "kader birliği" önemli ölçüde dağılma belirtileri göstermektedir. Son aylarda, özellikle Konya merkezli orta büyüklükteki şirketlerin iflası bu süreci hızlandırma eğilimindedir.


Kaçınılmaz olarak bu ayrışma AKP içine de yansımaktadır. Bülent Arınç'ın temsil ettiği "milli görüş"çü kesim, Ülkerler gibi eski "kader birliği" içinde oldukları kesimlere karşı güvensizlik içindedir. Son Seferberlik Tetkik Kurumu "baskını"nda Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün ikinci planda kalışı ve sessizliği, bu ayrışmanın ve güvensizliğin dışa vurumudur.


Öte yandan Saadet Partisinin dile getirdiği "4x4 çekerli muhafazakarlar"a karşı gelişen tepkiler AKP'nin giderek zayıflamasına yol açmaktadır. İster istemez böylesi bir durumda "erken seçim" Tayyip Erdoğan'ın işine gelmemektedir. "Milli Görüş" tabanında böylesi çekişme ve güvensizliğin olduğu bir ortamda yapılacak bir seçimde IMF'nin vereceği krediler de işe yaramayacaktır.


Bugün AKP, gerek içte, gerekse emperyalizm-işbirlikçi tekelci burjuvazi ikilisiyle olan ilişkilerinde bir yol ayrımındadır. AKP, ya kendisini vareden tüm sömürücü sınıf ve tabakaların "ortak özlemi"ni gerçekleştirmek için fiili olarak yaratılan durumu resmi ve hukuki bir temele oturtacaktır ya da eski "consensus" temelinde fiili durumu sürdürmeye çalışacaktır.


AKP'nin birinci yolu seçmesi, açık biçimde işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle çatışmaya girmesi ve onu tasfiye etmeye yönelmesi demektir. İşbirlikçi-tekelci burjuvazi varlığını ve gücünü sürdürdüğü sürece orta-burjuvazinin tekelleşme özlemi yerine getirilemez. Bu özlemi yerine getirmek ise, emperyalizmle çatışmayı göze almak demektir. Bu da, açıktır ki, AKP'nin fiili gücünü oluşturan temel unsurun (emperyalizmin) desteğini kaybetmesi anlamına gelir.


İşte bu yol, "sivil vesayet"in somut gerçekliğidir. Böyle bir "sivil vesayet" de, resmi ve hukuki ifadesini ancak şeriatta, şeri hukukta bulabilir.


İkinci yol ise, sözcüğün tam anlamıyla belirsizlik demektir.


Sorunun özü, sömürücü sınıflar arası yeni ilişkinin siyasal planda ve siyasal müdahalelerle düzenlenmeye çalışılmasıdır. Ergenekon operasyonundan İsrail çatışmasına kadar tüm gelişen olaylar bu siyasal düzenleme çabasının ürünleridir. Diğer bir ifadeyle, AKP'de bir araya gelen sömürücü sınıfların birliği, "siyasal düşmanlar"a karşı birlik olarak ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. (MÜSİAD'ın bu süreçte devre dışı kalışının nedeni de budur.)


İşte bu siyasal düzenleme çabası, ekonomik ve sınıfsal ilişkilerin bir yana itilmesini getirmiştir. Bu siyasal düzenleme çabasının en büyük destekçisi ise, Anadolu esnaf-zanaatkarı ile küçük sermaye kesimidir. "Durmak yok, yola devam" demektedirler.


Böylece, bir bütün olarak AKP'yle çıkarlarını özdeşleştirmiş sömürücü sınıf ve tabakalar arasında "yol"a ilişkin farklılaşmalar belirginleşirken, diğer taraftan siyasal düzenlemeler ile ekonomik ilişkiler arasındaki çatışkı büyümektedir. Bu gelişmelerin en tipik olgusu ise, her iki durumda da siyasal müdahalenin belirleyici konumda bulunması ve bir çeşit "bonapartist" bir çözümün tek seçenek haline gelmesidir. Diğer bir ifadeyle, "sivil vesayet"in, kendi gerçekliğini "bonapartist" bir iktidarda bulabileceğidir. Bu ise, "askeri vesayet"in kurulmasından, yani askeri bir darbenin yapılmasından başka bir şey değildir.



[1*] Hiç bir niceliksel gücü olmayan ve sınıfsal tabana dayanmayan "Taraf liberalleri"nin bu ittifaktaki rolü, 12 Mart döneminde Nihat Erim'in oynadığı rolle benzeştir. Nihat Erim, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin feodal kalıntıları tasfiye etmek amacıyla gereksinme duyduğu kitle tabanını sağlamak için, "ilerici, Atatürkçü, reformcu" görünüm altında küçük-burjuva aydın kesimi oligarşiye yedeklemeye çalışmıştır. Bugün "liberaller", benzer bir yedekleme işleviyle "cemaat"in müttefiki konumundadır. "Cemaat"in bu "liberaller"den beklentisi, küçük-burjuva aydın kesimin bir bölümünü kendisine yedeklemek ve "entelektüel baskı"yla diğer kesimlerini sindirmektir.


[2*] Emperyalizmin talep ve çıkarına göre yukardan aşağıya doğru geliştirilen kapitalizm kendi dengesini emperyalist metropollerde bulur.


[3*] Ekonomide "beklentiler teorisi", enflasyonun son tahlilde "psikolojik olgu" olduğu tezine dayanır. Buna göre, eğer bireylerin enflasyon beklentileri azalırsa, enflasyon da düşer. Bu nedenle enflasyonla mücadelenin temel unsuru, kitlelerde "olumlu beklenti" yaratmaktır. Bu da, açıktır ki, manipülasyondan başka bir şey değildir. "Medya"nın ekonomi sayfalarının temel işlevi budur. Siyasal ve toplumsal alanda bu teori "yükselen beklentiler devrimi" olarak adlandırılır. AKP iktidarının ilk döneminde, asıl olarak "liberaller" aracılığıyla AB beklentisi yaratılarak küçük-burjuva aydın kesimin pasifize edilmesi sağlanmıştır.


[4*] Bilineceği gibi, "yeşil kuşak teorisi", Amerikan emperyalizminin "komünizmle mücadele stratejisi" çerçevesinde, Sovyetler Birliği'ne komşu olan müslüman ülkelerde "islamcı" hareketler ve iktidarlar oluşturarak Sovyetler Birliği'nin müslüman ülkeler tarafından kuşatılması teorisidir. Usama bin Ladin, Taliban ve Çeçenler bu strateji çerçevesinde örgütlenmiştir. Yine bu strateji çerçevesinde müslüman ülkelerde "islamcı" (11 Eylülden sonra bunlara "radikal islamcı" denilmektedir) yerli gruplar oluşturulmuştur. ABD'nin kontr-gerilla stratejisinde bu tür "örtülü operasyonlar"ın giderleri dolaylı biçimde karşılanır. Al-Baraka Türk, Faisal Finans gibi islami finans kuruluşları Türkiye'deki islami hareketin finansmanı için kullanılmıştır. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu'nun öldürülmesi de bu oluşumların ve finansmanın ürünüdür.


[5*] 28 Şubat sürecinde esnaf ve tüccar kesiminin mesleki örgütlenmesi olan TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) etkin bir unsur olmuştur. 1990-1995 arasında TOBB başkanlığını yapan ve RefahYol hükümetinde Sanayi ve Teknoloji Bakanı olan Yalım Erez'in istifası ve ardından Hüsamettin Cindoruk'un kurduğu DTP'ye (Demokratik Türkiye Partisi) katılması RefahYol hükümetinin düşürülmesinde belirleyici yere sahiptir.


[6*] Bu işbirlikçi-tekelci burjuvazinin emperyalizm tarafından gözden çıkarıldığı demek değildir. Tersine işbirlikçi-tekelci burjuvazi emperyalizmin hala temel müttefikidir. Sadece orta ve küçük sermaye ile tefeci-tüccar kesimiyle ilişkiler işbirlikçi-tekelci burjuvazi üzerinden değil, doğrudan emperyalizm tarafından yürütülmektedir. Düne kadar ülke içindeki sınıfsal ve siyasal ilişkilerde ve "consensus"ların oluşturulmasında belirleyici rol oynayan TÜSİAD ve TOBB'un rolünün önemsizleşmesinin nedeni de budur.


[7*] AKP'nin referandum süresini kısaltma girişimi ve Tayyip Erdoğan'ın "Türkiye referanduma alışmalı" sözü bunun da fiili olarak gerçekleştirilmeye çalışılacağının belirtisi olarak kabul edilebilir.


KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 2010


http://www.kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc113_2.html



Demokrasi ve Hukuk Devleti - Kurtuluş Cephesi

Demokrasi ve Hukuk Devleti


Hukuk, en bilinen anlamıyla, bir toplumda kişiler ve kurumlar arasındaki karşılıklı ilişkinin belli kurallara bağlanmışlığını ifade eder. Bu nedenle, hukuk, bir kişi ya da kurumun, kendi dışındaki kişi ya da kurumlarla ilişkisinde yerine getirilmesi ve uyulması gereken yükümlülükleri ve sorumlulukları belirler. Bu yönüyle hukuk özel niteliktedir, özel hukuk olarak tanımlanır. Ancak karşılıklı ilişkilerde uyulması gereken yükümlülüklerin ve sorumlulukların yerine getirilmemesi durumunda yaptırımlar ve bu yaptırımları gerçekleştirecek bir özel güç gereklidir. İşte bu yaptırımlar (ceza hukuku) ve özel güç, yani devlet (kamu hukuku) hukukun ayrılmaz parçalarıdır.


Toplumsal ilişkiler ise, her şeyden önce ekonomik ilişkilerdir, yani üretim ilişkileridir. Bu nedenle de, hukuk, her durumda üretim ilişkilerine tabidir ve bu ilişkilerin fiili durumuna uygun olarak biçimlenir. Ancak hukukun en belirgin özelliği, üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerde egemen olan durumu (sınıf egemenliğini) yalın, saf ve kesin biçimde tanımlamaz. Bunun yerine, egemen olan ile egemen olunan arasındaki ilişkiye genel bir ifade verir. Bu nedenle de giderek ekonomik ilişkileri doğrudan yansıtmaktan uzaklaşır, hatta onu tersyüz eder. Bunun sonucu olarak da, hukukun toplumdan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız "üstün bir güç" olduğu yanılsaması ortaya çıkar.


Oysa ki, hukuk, her durumda ekonomik ilişkilere ve ekonomik evrime göre değişen kurallar ve normlar bütünüdür. "Hukukun üstünlüğü" sözü, her durumda, verili bir evredeki ekonomik ilişkiler tarafından belirlenen kurallar ve normların o ilişkiler varolduğu sürece varlığının kabul edilmesi ve onaylanması ilkesinden başka bir şey değildir. İlişkiler değiştiğinde, er ya da geç hukuksal kurallar ve normlar (yasalar, anayasalar vb.) bu değişikliğe uymak zorundadır. Bu zorunluluk, açıktır ki, eski, yani değişimden önceki hukukun ortadan kalkması ve yerine yeni, değişen koşullara uygun bir hukukun konulması demektir. Ama bu yer değiştirmenin kapsamı ve genişliği, her durumda ekonomik ilişkilerdeki değişimin kapsam ve genişliğine bağlıdır. Eğer değişim, bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine geçişle ortaya çıkmışsa, kaçınılmaz olarak hukuk da böylesi temelsel bir değişime uygun olarak temelden değişir. Özel mülkiyete dayanan her üretim ilişkisinde hukuk, her şeyden önce bu özel mülkiyetin varlığıyla belirlenen ortak ve genel özelliklere sahiptir. Dolayısıyla bu ortak ve genel özellik içindeki değişim, özsel olarak egemen ilişkilerin değişimini içerdiğinden, hukuk da bu yeni egemen ilişkinin ifadesi olur. Özel mülkiyet düzeninde hukukun bu yeni biçimi, eski hukukun değiştirilmiş ve yeniden biçimlendirilmiş hali olarak ortaya çıkar.


Ancak her durumda, hukuk ne denli değişirse değişsin, "hukukun üstünlüğü" kavramı varlığını sürdürür. "Hukukun üstünlüğü" kavramı, dün eski ekonomik ilişkilere uygun düşen hukuksal normlara ve kurallara uyulması demekken, şimdi yeni ekonomik ilişkilere uygun düşen hukuksal normlara ve kurallara uyulması halini almıştır. Diğer ifadeyle, hukuksal normlar ve kurallar değişmiş olmasına rağmen, bu normlara ve kurallara uyulması zorunluluğu değişmeden kalır. Bu nedenle, her egemen sınıf ya da kesim, kendi egemenliğine uygun yeni bir hukuk ortaya çıkartırken, yani eski hukuku tümüyle ya da kısmen değiştirirken, "hukukun üstünlüğü" anlayışına hiç dokunmaz, tam tersine "hukukun üstünlüğü"nün en öndeki savunucusu olarak ortaya çıkar. Böylece hukuk ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, onun belirlediği kurallara ve normlara uyulması mutlak, ilahi bir yasa olarak ilan edilir.


Toplumsal evrimin belli bir aşamasında, bu aşamaya uygun bir hukuk ortaya çıktığında, yeni egemen ilişkiler her durumda kendi hukukuna uyulmasını talep eder. Bu nedenle de, böylesi değişim evrelerinde eski hukuku savunanlar ile yeni hukuku oluşturanlar arasında barışçıl ya da zora dayanan bir güç mücadelesi ortaya çıkar. Açıktır ki, bu mücadele, eski ilişkilerin egemen sınıfları ile yeni ilişkilerin egemen sınıfları arasındaki bir iktidar mücadelesidir. Bu mücadeleden zaferle çıkan kesim kendi hukukunun üstünlüğünü de sağlamış olur.


Bu nedenle, temel hukuk sistemine ilişkin tartışmaların ortaya çıktığı dönemler, egemen sınıf ilişkilerindeki değişimin ortaya çıktığı dönemlerdir. Hukuksal kavramla ifade edersek, değişim egemen ilişkilerde meydana gelen bir değişim olduğu oranda iktidar mücadelesi her durumda anayasal bir hukuk mücadelesiyle birlikte yürür.


Bugün ülkemizde yaşanan olaylar ve AKP'nin yeni anayasa arayışı, kendisinin temsil ettiği sınıf ve tabakaların çıkarlarını temsil eden ve bu çıkarları her şeyin üstüne koyan bir siyasal ve hukuksal yapının ortaya çıkartılması çabasından başka bir şey değildir. AKP, bu yolla, kendisinin temsil ettiği kesimlerin çıkarlarına denk düşen hukuku üstün kılacağını varsaymaktadır. Ancak bütün sorun, bu yeni hukuksal yapının mevcut hukuksal yapıyı tümüyle değiştirip değiştirmeyeceğidir. Diğer bir ifadeyle, mevcut "laik" hukuk sisteminin yerine şeriata dayanan bir hukuk sisteminin geçirilip geçirilmeyeceğidir.


Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bir hukuk sisteminin köklü bir biçimde değiştirilmesi, yeni bir rejimin, yeni bir hukuksal düzenin kurulmasıyla sonuçlanması egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin sonucuna bağlıdır. Bu iktidar mücadelesini kazanan taraf kendi hukukunu (eski ya da yeni hukuk) üstün kılacaktır. Bu nedenle hukuk alanında sürdürülen tartışmalar (anayasa tartışmaları vb.), her durumda iktidar mücadelesinin bir parçasıdır.


Açık olan, iktidar mücadelesinden galip çıkan taraf, kendi hukukuna uyulmasını ve boyun eğilmesini sağlar. Bunu da "hukukun üstünlüğü" sözleriyle dile getirir.


Gerçekte ise, asıl olan "hukukun üstünlüğü" değil, verili koşullarda varolan hukuka uygun olarak hareket edilip edilmediğidir. İster değiştirilmek istenen hukuk olsun, ister değiştirilmiş yeni bir hukuk olsun, her durumda hukuk, toplumsal ilişkilerde uyulması zorunlu olan ve uymayanların devlet gücüyle uydurulduğu kurallar ve normlar bütünüdür. Hukuktan söz edilen yerde, bu hukukun ortaya koyduğu kurallara ve normlara herkesin uyacağı ve uymayanların uydurulacağından söz ediliyor demektir. Halk deyişiyle, dere geçerken at değiştirmek, yani belli bir hukuk varlığını sürdürürken yeni bir hukuk ortaya çıkarmak bir şeydir, varolan hukuku hiçe saymak, onu yok kabul etmek başka bir şeydir. Ülkemizin somut tarihsel gerçeği, birinci durumdan daha çok ikinci duruma ilişkindir.


Egemen sınıflar arasındaki ya da daha geniş anlamda sömürücü sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerde meydana gelen değişimlere uygun olarak ortaya çıkan siyasal iktidarlar, her zaman mevcut hukukun kendi siyasal iktidarlarını tam olarak temsil etmediğini, dolayısıyla değiştirilmesi gerektiğini ortaya koyarken, aynı zamanda ekonomik ilişkilerdeki değişimi mutlak ve kalıcı hale getirme istemlerini dile getirmiş olurlar.


"Demokrasi" adı verilen yönetim biçimi ise, değişen sınıf ilişkilerine bağlı olarak değişik iktidarların ortaya çıkabileceğini öngörürken, aynı zamanda temel hukuksal yapının değişmezliğini esas alır. Bu bağlamda "demokrasi", fiili güç ilişkileri ne denli değişirse değişsin, egemen sınıflar arasındaki ilişkilerin anayasada ifadesini bulan belli bir "consensus"a dayalı olarak sürdürülmesi demektir. Eğer bir siyasal iktidar bu "consensus"u ortadan kaldırmaya yönelirse, açıktır ki, egemen sınıflar arasındaki ilişki kökten değişime uğramıştır ya da siyasal iktidar aracılığıyla böyle bir kökten değişime uğratılması istenmektedir.


Egemen sınıflar arasındaki ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkan bu "anayasal" değişim istemi ya da girişimi, her durumda "alttaki" sınıfların tabi oldukları ya da olacakları yeni bir kurallar ve normlar bütünlüğü ortaya çıkartır. Hukuksal olarak nasıl ifade edilirse edilsin, bu kurallar ve normlar, kesin olarak "alttaki" sınıfların, yani yurttaşların hak ve özgürlüklerini değil, yeni egemenlere karşı yükümlülüklerini ve görevlerini saptar. Bu nedenle de, egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin bir aracı ve yansısı olan hukuk ve anayasa tartışmaları, birincil dereceden sadece egemenlerin, yani yönetenlerin değil, yönetilenlerin de kaderini belirler.


Ülkemizin "çok partili" yakın tarihine bakıldığında, asıl olanın iktidar sahiplerinin iktidarlarını pekiştirmek ve sürdürmek amacıyla kendi dışındaki sömürücü sınıflara yeni bir "consensus" dayatmasından daha çok, "alttakiler"in, yani yurttaşların kabul edilen hukuk karşısındaki konumlarıdır.


Hangi anayasal düzen altında olunursa olunsun, ne denli "hukukun üstünlüğü"nden söz edilirse edilsin, somut gerçeklikte, iktidar sahipleri kendi oluşturdukları hukuku bir süre sonra görmezlikten gelmeye başlarlar ve kendi hukuklarını açıkça çiğnerler. Kimi durumda yürütmenin yasama ve yargı karşısında mutlak üstünlüğünün sağlanması şeklinde ortaya çıkan bu hukuk tanımazlık, hukuk ihlalleri, mutlak iktidar isteminin bir yansısıdır. Ülkemizin temel sorunlarından birisi de bu mutlak iktidar istemi ve bu isteme bağlı olarak ortaya çıkan hukuksuzluktur.


Demokratik devrimin tamamlanmadığı, yani gerçek bir demokrasinin mevcut olmadığı, dolayısıyla demokratik hukuk ilişkilerinin kökleşmediği bizim gibi ülkelerde her yeni iktidarın, kendisini iktidara getiren hukuksal ilişkileri değiştirmeye kalkışması ve üstelik hukukun kendi iktidarını sınırladığını düşünerek mevcut hukukun dışına çıkması genel bir özelliktir, sistemin temel niteliğidir. Bugün "sivil vesayet" ya da "tek parti diktatörlüğü" denilen durum, bu özelliğin AKP iktidarı koşullarında bir kez daha ortaya çıkışından başka bir şey değildir.


Bugün AKP iktidarı, kendisini iktidara taşıyan hukuksal yapıyı değiştirmeye kalkışırken, zaten uyulmayan ve sürekli çiğnenen ve kendisinin de çiğnediği bir hukuksal yapıyı ortadan kaldırmaya kalkışmaktadır.


Gerçeklikte 12 Eylül "hukuku", yasama ve yargı karşısında yürütmenin mutlak egemenliğinin ifadesidir. Sıkça kullanılan tanımla, güçler ayrımı doktrini, 12 Eylül "hukuku" ile büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, yürütme erki mutlak bir güç haline getirilmiştir. 12 Eylül "hukuku"nun yaptığı tek şey, mutlak yürütme erkini hükümet ile cumhurbaşkanı arasında belli bir oranda dağıtmış olmasıdır. AKP'nin yeni anayasa arayışı ise, bu hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme erkini tek bir kurumda (başbakan ya da cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteminin dışavurumudur. Ancak hukuk, hangi hukuk olursa olsun, yürütme gücünün mutlak iktidarını önleyen belli kuralları içermek durumundadır. İşte bu nedenle de, yeni bir anayasa yapılsa bile, bu anayasanın fiili ömrü, hazırlanışı ile kabul edilişi arasında geçen süreyle sınırlıdır. Kabul edildiği andan itibaren, bir kez daha yürütmenin mutlak gücünü sınırlandıracağından gereksiz ve "dar" hale gelecektir.


Evet, ülkemizdeki sorun, yeni bir anayasa ya da yeni bir "consensus", yahut yeni bir hukuk sistemi değil, ilan edilen anayasaya, "consensus"a ya da hukuk sistemine uyulup uyulmayacağı sorunudur. Her durumda, hukuku oluşturan iktidarlar ya da varolan hukuk yoluyla iktidara gelenler kendi hukuklarını çiğneyeceklerdir.


Bu durumu AKP'nin sekiz yıllık iktidarındaki "icraatları"na bakarak somutlayabiliriz.


AKP'nin iktidara geldiği koşullarda, ülke tarihinde hiç olmadığı kadar anayasal hukukun dışında, denetlenilmeyen bir yaptırım gücüne sahip fiili kurumlar mevcuttu. TMSF, BDDK ve vergi düzenlemeleri, 1999 ve 2001 krizleriyle birlikte İMF'nin dayatmasıyla ortaya çıkartılmış anayasal hukuk sistemi dışında bir yürütme gücü oluşturmuştur. Anayasa ve yasalar tarafından sınırlandırılmamış, tersine anayasal ve yasal sınırlamaları ortadan kaldırmak için oluşturulmuş olan bu ekonomik yürütme gücü, AKP iktidarı tarafından siyasal amaçlar için kullanıldığı gibi, temsil ettiği sınıf ve kesimlerin güçlendirilmesi için de kullanılmıştır.


AKP'nin İMF "yasalarıyla" ya da 2001 yılının söylemiyle "Kemal Derviş yasaları"yla giriştiği ilk icraat, yeni vergi yasalarının Maliye Bakanlığına tanıdığı ve yargı denetiminin dışına çıkartılmış yaptırım gücünü "muhalif" esnaf ve küçük sermaye kesimi üzerinde alabildiğine kullanması olmuştur. 2003-2005 arasında "vergi denetimi" adı altında yürütülen ekonomik baskıyla "muhalif" esnaf ve küçük sermaye kesimi sindirilmiştir. Burada söz konusu olan, her vergi hukukunda mevcut olan "vergi denetimi" değil, "Kemal Derviş yasaları"yla Maliye Bakanlığına verilmiş olan her türlü bankacılık işlemlerinin bakanlıkça denetlenmesi yetkisidir. AKP iktidarı, bu yetkiye dayanarak esnaf ve küçük sermaye kesimlerinin banka işlemlerini gözetime almış ve "muhalif" esnaf ve küçük sermaye sahiplerini vergi kaçırdıkları gerekçesiyle denetime almıştır. Üstelik bu iddiada esas olan, iddia sahibinin, yani Maliye Bakanlığının vergi kaçakçılığı iddiasını kanıtlaması değil, iddia edilenin kendi "suçsuzluğunu" kanıtlamasının istenmesidir. Ancak AKP bununla da yetinmemiş, gerçek dışı banka işlemleri ve hesapları uydurarak, "muhalif" esnaf ve küçük sermaye sahiplerini tehdit etmiştir.


"Medya"ya yansımayan ve "medya"nın hiç sözünü etmediği bu örtülü operasyonla "muhalefet" sindirilmiş ve kendisine biat etmeye zorlanmıştır.


Doğrudan İMF'nin istemiyle bankalara el konulmasını ve tasfiyesini hiçbir yasal engel olmaksızın gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş olan TMSF, AKP tarafından "servetin el değiştirmesi" ya da "servetin yeniden dağıtımı" için alabildiğine kullanıldığı gibi, orta ve büyük sermaye kesimlerinin siyasal baskı altına alınması için de kullanılmıştır.


Bu iki örnek, mevcut yasal düzenlemelerin nasıl yasadışı amaçlarla kullanıldığının, yani hukukun, hukuku çiğnemek için kullanıldığının açık örnekleridir.


Benzer durum iletişimin "yargı kararıyla" dinlenmesi konusunda da ortaya çıkmıştır. Teknik takip, ortam dinlenmesi vb. yollarla ülke çapında her türlü iletişimin "yargı kararıyla" denetim altına alınması ve bu denetim yoluyla suçlamaların yapılması bir başka hukuksuzluk örneğidir.


Bu ekonomik ve siyasal hukuksuzluk yanında ceza hukuku ve hukuk usulleri yasaları da nasiplerini almıştır. Örneğin Münevver Karabulut cinayetinde, hukuk açıkça çiğnenmiştir. "Medya"nın sağladığı "meşruiyet"le "sanık"ın akrabaları tutuklanarak "rehin" alınmış ve "zengin" amcası benzer bir "rehin" alınma tehdidi altında "sanık"ı teslim etmeye zorlanmıştır. Açıktır ki, emniyetin bu cinayetin failini yakalamada gösterdiği "üstün başarı"da, hukukun "suçun şahsiliği" ilkesi tümüyle bir yana bırakılmıştır. Ne kadar hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden söz edilirse edilsin, tüm yurttaşlara ilişkin bir hukuk ilkesi ("suçun şahsiliği" ilkesi) ayaklar altına alınırken, hiç kimse sesini çıkartmamıştır.


Diğer bir örnek ise, toplumda "infial" yaratan, "insanlık dışı suç" olarak ilan edilen küçük çocukların ırzına geçilmesi ve öldürülmesi suçlarından tutuklanan kişilerin cezaevinde "intihar" etmeleri ya da "diğer tutuklular tarafından linç edilmesi" olayıdır.


Bu olayda, mevcut hukuk sistemi, hukuk ilkeleri ve bizatihi yasalar yok sayılmıştır. Sanığın suçluluğu hükmen, yani bir yargı kararıyla sabit oluncaya kadar suçsuz sayılması ilkesi (suçsuzluk karinesi) "medya" aracılığıyla ortadan kaldırılmış ve "hüküm" verilmiştir. Üstelik yasaların hükmettiği ceza dışında ölüm cezası "hükmü" verilmiş ve cezaevlerinde fiilen infaz edilmiştir. Böylece hiçbir suçluya, işlediği suçtan ötürü yasaların öngördüğünden farklı ve ağır ceza verilemeyeceği ilkesi de ayaklar altına alınmıştır. Bu da, toplum içinde fiili cezalandırma anlayışının ortaya çıkmasına, dolayısıyla da linç girişimleri için uygun ortam yaratılmasına yol açmıştır.


Ekonomik ilişkilerden siyasal ilişkilere, özel hukuktan ceza hukukuna kadar tüm alanlarda mevcut hukuk kural ve normlarının fiilen işlemez hale getirilmesi ya da askıya alınması, görmezlikten gelinmesi, aynı zamanda mevcut yasaların yasa koyucunun amacı dışında yorumlanması ve amacı dışında kullanılmasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır.


Tüm bunlara bazı mahkemelerin ve yargıçların siyasal iktidarın istediği türden kararlar alabilmesi ve bu yolla yasadışı, hukuk dışı uygulamalara "yasal" görünüm kazandırılması örnekleri de eklendiğinde, ülkede sözcüğün gerçek anlamıyla bir hukuktan, hukuk devletinden ve "hukukun üstünlüğü"nden söz etmenin olanaksız olduğu açıkça görülecektir.


Böylesine hukuksuzluğun, hukuk dışılığın kolayca uygulanabildiği, yasaların kolayca bir yana itildiği, görmezlikten gelindiği bir ülkede, açıktır ki, anayasa da, anayasal hukuk da hiçbir bağlayıcılığa sahip değildir. Aynı biçimde, anayasanın "temel toplumsal mutabakat metni" olduğuna ilişkin hukuksal düşünce ve kanı da geçerli değildir. Bu durumda, AKP'nin mevcut anayasaya aykırı yasalar çıkarması ve icraatta bulunması ne kadar "meşru" ise, hiçbir "mutabakat" (consensus) aramaksızın meclisteki çoğunluğuna dayanarak bu hukuksuzluğu "meşru"laştıracak yeni bir anayasa yapmaya kalkışması da o kadar "meşru" olmaktadır. Esas olan hukuksuzluktur, yasa koyucuların kendi yaptıkları yasalara uymamalarıdır.


Eğer bir toplumda, yasa koyucular ve yasaları uygulamakla yükümlü olanlar kendi koydukları yasaları çiğniyorlar, yükümlülüklerini yerine getirmiyorlarsa ya da yasaları fiilen uygulanamaz hale getiriyorlarsa, o toplumda hukuktan, hukuk devletinden ya da hukukta ifadesini bulan bir toplumsal düzenden söz edilemez. Böyle bir toplumda, hukuka uymakla yükümlendirilmiş her kesim ve herkes, bu hukuka uymama hakkına sahiptir, artık hukuk hiç kimseyi bağlamaz. 1789 Fransız Devriminde "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi"nde ifadesini bulan "direnme hakkı", bu koşullarda tüm yurttaşların hakkı ve görevidir.


KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 2010


http://www.kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc113_5.html


Savaş Planlaması ve Planlı Darbe - Kurtuluş Cephesi

Savaş Planlaması ve Planlı Darbe

Baştan belirtelim ki, bu yazı, beş bin sayfa olduğu iddia edilen "Balyoz harekat planı"nın gerçek ya da gerçekdışılığıyla ilgili değildir. Yazının amacı, "beş bin sayfalık darbe planı olur muymuş?"da ifadesini bulan pragmatizmin yaratmış olduğu körlüğü ortaya koymaktır.

Yine baştan belirtelim ki, yazıda geçen pek çok sözcük askeri kavramlar olup, çoğu durumda siyasal alanda da kullanılır. Bu nedenle "kelime yorumu"na tabi tutulamazlar. Askeri ya da siyasal kavram olarak, tanımlandığı anlam ve içerikleriyle anlaşılmalı ve değerlendirilmelidir.

Evet, askeri darbeler, ister "aşağıdan", yani bir grup askerin gizli örgütlenmesi sonucu yapılsın, ister "yukarıdan", yani emir-komuta zinciri içinde yapılsın, her durumda bir düşünceye ve bu düşüncenin uygulamaya sokulmasına ilişkin planları kapsar. Özellikle emir-komuta zinciri içinde yapılacak bir askeri darbe, kesinkes en üstten (genelkurmay ve kuvvet komutanları) en alta (çavuş, onbaşı ve erler) tüm ordunun harekete geçildiğinde nerede, nasıl ve hangi görevleri yerine getireceğini ayrıntılı olarak ortaya koyan bir plana dayanır. Bu plan, aynı zamanda tüm ordu mensuplarının hareket sırasında yerine getirecekleri görevlere ilişkin yazılı ya da sözlü "talimatları" içerir. Bu nedenle, "darbe planları", Türk silahlı kuvvetleri gibi yaklaşık bir milyona yakın mevcudu olan bir ordu açısından, kaçınılmaz olarak binlerce sayfa tutacak "belge"yi kapsar.

Emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilecek bir askeri darbe, Talat Aydemir olayında olduğu gibi birkaç "serdengeçti"nin, "sergüzeşt"in, kelle koltukta giriştikleri askeri isyanlardan temelden farklıdır. Yine de emir-komuta zinciri dışında gerçekleştirilen darbe girişimleri ya da askeri isyanlar da, her durumda isyancıların düzeyine bağlı olarak belli bir amaca ve buna uygun bir planlamaya sahiptir. Burada "aşağıdan" darbe hazırlıklarını, darbe girişimlerini ve darbeleri ele almayacağız. Vurgulamak istediğimiz, askeri nitelikte her hareketin ya da harekâtın belli bir ön planlamaya sahip olduğudur.

Belli bir askeri eğitimden geçmiş subaylar açısından ise, her ön planlama, uygulamadan önce mutlak surette "test" edilmek zorundadır. Adına "harp oyunları", "plan semineri" vb. denilen ve masa başında gerçekleştirilen "testler", yapılan planlamanın teorik olarak ne ölçüde tutarlı ve bütünsel olduğunun, ne ölçüde amaca uygun olduğunun ve ne ölçüde gerçekliğe yaklaştığının saptanmasını sağlar. Böylece bir ön plan ya da taslak, soyut planda ele alınarak değerlendirilir ve geliştirilir. Ardından bu soyut planlamanın teorik bilgiyle (tarihsel deneyim vb. sonucu elde edilmiş genel ve evrensel bilgiler), somut gerçeklerle ne kadar bağdaştığına bakılır. Bu aynı zamanda soyut planların somut gerçeklerle zenginleştirilmesi, yeniden biçimlendirilmesi ve pratikte uygulanabilir hale getirilmesidir. Çünkü soyut gerçek yoktur, gerçek her zaman somuttur.

Diğer bir deyişle, emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilecek ve gerçekleştirilen her askeri darbe, herhangi bir askeri savaş harekâtı gibi ele alınır ve planlanır. Bir ordunun neredeyse kusursuz denilebilecek işleyiş mekanizması da, bu planlamaya ve bu planlamanın gerektirdiği talimatların harfiyen yerine getirilmesini sağlayan disipline bağlıdır.

Pragmatist bir kafa yapısı açısından böylesine ayrıntılı bir planlama ve bu planların uygulama öncesinde soyut planda (teorik olarak) değerlendirilmesi (harp oyunları, plan seminerleri vb. yoluyla) fazla bürokratik ve gereksiz görülebilir. Pragmatizm için, asıl olan araçlar değil amaçtır; amaç gerçekleştiği sürece aracın niteliği ve içeriğinin önemi yoktur. En yalın haliyle "ben yaptım, oldu" ya da "kervan yolda düzülür" zihniyeti, askeri savaşın ayrıntılı olarak planlanmasını kaçınılmaz olarak anlamsız ve gereksiz görecektir. Ancak hiçbir gerçek savaş, planlama olmaksızın gerçekleşmez.

Bu konuda en bilinen ve yakın tarihin en önemli örneği, II. Yeniden Paylaşım Savaşının başlangıcında Nazi Almanyasının "Blitz Krieg" (Yıldırım Savaşı) denilen saldırıyla Fransızların Majino savunma hattını geçişleridir. Gerek "Blitz Krieg", gerekse Majino savunması, olasılık hesaplarına göre yapılmış en kapsamlı savaş planlamasına dayanır.

Bu tarihsel gerçek, saldırı konumundaki ordular için de, savunma konumundaki ordular için de geçerlidir.

Savaşın, askeri savaşın en bilinen kuralı ise, "yığınakta yapılan hata tüm savaş süresince etkili olur" sözünde ifadesini bulur. "Yığınak", savaş öncesinde askeri güçlerin mevzilenmesidir. Doğal ve kaçınılmaz olarak "yığınak" ya da mevzilenme, olası savaşın olası düşmanının olası durumuna ve olası saldırı yönüne göre yapılır. Dolayısıyla da her türlü olasılık hesaba katılır. Tüm bunlar savaş hazırlıklarının temelini oluşturur.

Diğer yandan, savaşın, savaş sanatının bir gerçekliği de, savaşta sürpriz saldırının, ani baskının ve ilk vuruşun belli ölçülerde sonucu belirlediğidir. Bu nedenle, silahlı güçler, her durumda sürpriz saldırıya karşı her zaman hazır durumda olmaya çalışırlar ve savunmalarını buna göre tanzim ederler. Eğer silahlı güçler sürpriz saldırı yapmak durumunda ise, karşı tarafın olası savunma önlemlerini hesaba katarak, saldırının gerçekten sürpriz olmasını sağlayacak hazırlıkları yaparlar. Bu hazırlıklar, basit askeri istihbarat bilgilerinin toplanmasından dezenformasyon faaliyetlerine kadar "5. kol" faaliyetleri şeklinde de olabilir. Savaş alanına ilişkin hazırlık faaliyetleri ise, baskını gerçekleştirecek askeri birliklerin düşman tarafından saptanmadan saldırı konumuna getirilmesine ilişkin faaliyetleri kapsar (PKK'nin Dağlıca baskını örneğinde olduğu gibi).

Ancak, savaş sanatının en büyük teorisyenlerinden Clausewitz'in sözüyle, "savaş, tek ve ani bir darbeden ibaret değildir". Bu nedenle, savaş, belli bir süreyi kapsayan bir olgu olarak ele alınır ve savaşın değişik aşamaları planlanır. "Savaş planı tüm savaş eylemini kapsar; savaş planı sayesinde bu eylem bütünlük kazanır, kesin ve nihai bir amaca kavuşur ve bütün öteki özel hedefler onun içinde erir." [1*]

İşte savaşın genel ve özel planlaması, askeri savaş sanatında strateji ve taktik olarak tanımlanır. "Taktik, silahlı kuvvetlerin çarpışmada kullanımına ilişkin teoridir. Strateji ise, çarpışmaların savaşın amacını gerçekleştirmek için kullanımına ilişkin teoridir." [2*] Dolayısıyla stratejik ve taktik planlama, savaşın ayrılmaz bir parçasıdır.


      "Strateji, muharebenin savaşın amacı doğrultusunda kullanılmasıdır. Buna göre, savaş eyleminin tümüne, savaşın amacına, uyan bir hedef göstermesi gerekir. Diğer bir söyleyişle strateji savaş planını yapar ve öngörülen hedefe göre ona ulaşılmasını sağlayacak bir dizi eylem saptar; ayrı ayrı seferlerin planlarını hazırlar ve her birinde verilecek muharebeleri örgütler. Bütün bu kararları, her zaman gerçekleşmeleri mümkün olmayan bir takım varsayımlara dayanarak almaktan başka çare olmadığına ve daha ayrıntılı bir takım tedbirleri önceden almaya imkan bulunmadığına göre, strateji orduya muharebe meydanında eşlik ederek ayrıntılara ilişkin gerekli tedbirleri yerinde almak, ve genel planda durmadan değişiklikler yapmak gerekeceğinden bunlara da yerinde karar vermek zorundadır. Yani strateji bir an için bile işin yakasını bırakamaz." [3*]


Stratejik planlarda, savaşın ya da harekâtın stratejik amacı, bu amaca ulaşmak için izlenecek yol (stratejik rota), amaca ulaşmak için kullanılacak temel güçler (stratejik güçler) ve bu güçlere doğrudan ya da dolaylı olarak yardımcı olacak güçler (stratejik yedekler) tam ve kesin olarak saptanır.

Clausewitz, kendi dönemine ilişkin olarak askeri stratejinin unsurlarını şöyle ortaya koyar:


      "... manevi unsurlar, fiziki unsurlar, matematiksel unsurlar, coğrafi unsurlar ve istatistiki unsurlar.

      Birinci kategori, manevi, yani ahlaki ve fikri, niteliklere ve bunların etkisine dayanan şeylerin tümünü içerir; ikincisine, askeri kuvvetlerin büyüklüğü, terkibi, teşkili, belli başlı üç sınıfın oranı (piyade, süvari, topçu), vb. gibi şeyler girer; üçüncü kategori, harekât hatlarının açılarını, merkezleri bir (konsantrik) ve merkezleri ayrı (eksantrik) hareketleri (geometrik nitelikleri hesaplarımız bakımından bir önem taşıdıkları ölçüde tabii) kapsar; dördüncü gurup, arazi şekillerini, hakim noktaları, çeşitli engebeleri, dağları, nehirleri, ormanları ve yolları içine alır; beşinci ve son kategori ise her türlü iaşe ve ikmal vasıtalarını içerir." [4*]


Buradan da anlaşılacağı gibi, stratejik planlama, neredeyse savaşın her alanını, her birimini, arazi yapısını vb. kapsayan ayrıntılı ve kapsamlı bir planlamadır. Bu ayrıntılı ve kapsamlı planlama olmaksızın, yani bir stratejik plana sahip olmaksızın askeri bir savaşın sürdürülmesi olanaksızdır.

Stratejik planlama kadar kapsamlı olmamakla birlikte taktik planlama da, savaş alanındaki silahlı güçlere ilişkin ayrıntılı bir planlamayı kapsar.

Tüm bunlara, somut ya da harita üzerinde yapılan "savaş oyunları" çerçevesinde verilecek emirleri ve talimatları eklediğimizde, bir savaş harekâtının, binlerce, hatta onbinlerce sayfa tutan "belgeleri" içerdiği kolayca anlaşılabilir.

Hiçbir asker, kurmay eğitimi almış hiçbir subay, savaş sanatının ve teorisinin içerdiği bu ayrıntılı planlamayı bir yana bırakamaz ve bırakmaz. Dolayısıyla en küçük askeri harekâttan en kapsamlı işgal harekâtına kadar her türlü silahlı güçlere ilişkin faaliyetler, öncelikle kurmaylar düzeyinde planlanır. Bir askeri darbenin de, benzer bir planlanma olmaksızın gerçekleştirildiğini ya da gerçekleştirileceğini düşünmek, askeri darbenin silahlı kuvvetlere ilişkin bir faaliyet olduğunu unutmakla özdeştir.

Emir-komuta zincirinde gerçekleştirilecek bir askeri darbe, yani ülkenin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel tüm alanlarını kapsayan bir askeri yönetimin kurulması amacı ("ülke yönetimine el koyma"), kaçınılmaz olarak ayrıntılı bir taktik ve stratejik planlamaya gereksinme duyar. Böylesi bir taktik ve stratejik planlamaya sahip olmayan askeri kişilerin gerçekleştirdiği hareketler ise, sözcüğün tam anlamıyla askeri isyan olarak tanımlanır. Askeri isyan ile askeri darbe, özellikle emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilecek askeri darbe birbirinden farklıdır. Birincisi ne kadar kendiliğinden bir hareket ise, ikincisi o kadar planlı ve programlı bir harekâttır.

Bugün "Balyoz darbe planı" olarak Taraf gazetesine sızdırılan ve eski I. Ordu komutanı Çetin Doğan tarafından "plan semineri çalışması" olarak ifade edilen beş bin sayfalık planlamanın ne kadar AKP'ye yönelik bir askeri darbenin somut planlaması olduğunu söylemek olanaksızdır. Ortada olan tek gerçek, soyut planlama düzeyinde iç ve dış tehdide karşı "merak etmeyin ordu var" denilen silahlı kuvvetlerin, her düzeyde ayrıntılı planlara sahip olduğu ve bu planları ayrıntılı biçimde tartıştığı, değerlendirdiği, eleştiriden geçirdiğidir.

Bugün için belki bir "darbe planı" deşifre edilmiştir. Ancak "bir darbe planı" ne kadar deşifre edilmiş olursa olsun, her durumda ve her duruma karşı silahlı kuvvetlerin bir "plana" sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. "Kozmik oda"ya girerek bu "kozmik plan"lara ulaşılması, ne planların yapılmasını ortadan kaldırabilir, ne de yeni duruma uygun yeni planların yapılmasını engelleyebilir. Şurası açıktır ki, "ülke yönetimine el koyma"ya karar vermiş bir askeri gücün, yani ülkeyi (isterse bir süreliğine olsun) yönetecek bir askeri gücün, böylesi bir yönetimin öngerektirdiği plana ve programa sahip olmadan harekete geçmesi, daha baştan girişimin başarısızlığa uğraması demektir. Bu nedenle, bir "askeri darbe"nin ayrıntılı olarak planlanmadan, "beş bin sayfalık" planlama olmadan emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilebileceğini düşünmek safdilliktir.

Ancak, savaş, politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamından başka bir şey değildir. Askeri darbe de, "iç tehdit"e karşı gerçekleştirilen bir askeri savaştır. Dolayısıyla politikadan, politik amaçtan ayrı olarak değerlendirilemez. Bu nedenle, asıl sorun, silahlı kuvvetlerin askeri savaşın kurallarına uygun olarak ayrıntılı bir "askeri darbe" planlaması değil, bu planın icra edilebilmesi için olmaz-sa-olmaz koşul olan siyasal durum ve siyasal amaçtır. Bugün kendisine yönelik askeri darbe hazırlıkları yapıldığından söz eden ve bunun korkusunu yaşayan AKP'nin de çok iyi bildiği gibi, eğer bu "iç tehdit" devrimci mücadele olursa ve eğer bu "iç tehdit"e karşı kendi polis teşkilatı yetersiz kalırsa, askeri güçler, en yasal biçimiyle EMASYA çerçevesinde devreye gireceklerdir. Eğer bu yeterli olmazsa, yani polis-asker işbirliği devrimci mücadelenin gelişimini engelleyemezse, açıktır ki, AKP de OHAL ya da sıkıyönetim ilan ederek yönetimi tümüyle askeri güçlere devretmekte duraksamayacaktır. Bu açıdan, AKP'nin "askeri darbe planları"na karşı çıkışı, sadece kendisine yönelik olduğu ölçüde bir karşı çıkıştır. "Ortak düşman" olarak devrimci mücadelenin gelişimi, hatta en küçük bir hareketi bile, bugünün "düşman kardeşleri"ni hemen birleştirecektir ve o çok sözü edilen "kurumlar arası çatışma" ortadan kalkacaktır. Çünkü her devrimci hareket, birleşmiş bir karşı-devrim yaratarak gelişir.

Bu nedenden dolayı, devrimci hareket, her durumda doğru ve bütünsel bir devrimci stratejiye ve taktiklere sahip olmak zorundadır.


[1*] Clausewitz, Savaş Üzerine, s. 280, May yay.
[2*] Clausewitz, agy, s. 127.
[3*] Clausewitz, agy, s. 203-204.
[4*] Clausewitz, agy, s. 214.


KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 2010


http://www.kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc113_4.html