27 Nisan 2010 Salı

Bilimsel Sosyalizm ve Bilimsellik - Halid Özkul

BİLİMSEL SOSYALİZMİN UNUTULAN BİLİMSELLİĞİ

“Bilimsel Sosyalizm /Komünizm” deyimi Marx-Engels tarafından özellikle seçilmiş, “ütopik sosyalizm”den karşıtlığı vurgulamak için, “gelecek” görüş açısına sahip bir ufuklaşmadır. “Bilimsellik” vurgulanınca bütün pozitif bilimlere açınımlar söz konusu olur. Ne ki Marx, “Kapital”leri yazarken matematik çalışmalarına özel önem vermiştir. Üslup için Fransız edebiyatının demirbaşlarını örnek almıştır. Kendisi bir hukukçu olarak, böylece sosyolojinin derinliklerine diferansiyel problemlerini çözümleyerek dalmış, sonuçta ekonomi-politiğin bir şaheserini ortaya çıkarmıştır. Ne yazık ki sağlığı düşlediği muazzam yapıtını tamamlamaya el vermemiştir. Keza Kapital’in III. cildi tamamlamakta Engels’e nasip olmuştur…

Marx’ın vefatı ardından ona karşı yapılan haksız ve küstah saldırılara, aziz yoldaşı Engels gereken cevapları vermiş ise de onun da vefatı sonrası Marx yaşarken, onu bile çileden çıkaran “Marxistler”e karşı meydan boş kalmıştır. Ancak yıllar sonra Lenin, kendi özgünlüğünde ülkesindeki sınıflar mücadelesinin yolunu çizebilmiştir. Ama Luxemburg- Troçki- Lenin üçgenindeki tartışmalar aslında Marx’ın bilimsellik ufkundaki tartışmalarının bir yansımasıdır. Hiç şüphesiz Lenin’in Parti örgütlenmesi ve mücadele tarzı tezleri, XXI. Yy.da da önemini özellikle koruyacaktır. Ama “ulusların kaderlerini tayin hakkı” tezi Luxemburg’un eleştirilerini haklı çıkarmıştır. Troçki’nin “sürekli devrim” tezi ise üzerinde özellikle durulması zorunlu bir görüş olarak gittikçe önem kazanacaktır. Ne ki o da, Lenin’in örgütlenme tarzını ve Sovyet(Komün)lerin iktidara muktedir olması önemini kabul etmiştir. Sonrasında pek çok sosyalist içerikli devrim olmuştur, fakat ardından karşı-devrim SSCB’de dâhil olmak üzere bunların çoğunu silip-süpürdü…

1990’da SSCB ve Doğu Avrupa’daki “Halk Cumhuriyetleri” tarihin sahnesinden çekilince ortada bir “boşluk” kaldı. Aslında bu boşluk Vietnam’ın zaferi ardından başlamıştı. Çin’in namussuzca kahraman Vietnam’a emperyalist amaçla saldırması ile. Ne ki aynı yıllarda Çin, ABD ile gizli bir ittifak yaparak, CIA’nın SSCB’ne karşı faaliyetleri için topraklarında üs veriyordu. Ondan yıllar önce İzrael (MOSSAD) ile ittifak belgeleri Soğuk Savaş’ın sona ermesinden on yıl sonra ortaya çıkmaya başlayacaktı. (ABD ile arası kızarınca!) Çin, geçmişte uzun yıllar “üç kıta”nın devrimci güçlerine; işçi sınıfı “ideoloji”si olarak “Marxizm-Leninizm” ve “Mao Zedong Düşüncesi”ni pazarladığı ünlü “Teori ve Pratik” kitabının “baş çelişki-tali çelişki” Konfüçist diyalektiğinin ürünü “Üç Dünya“ teorisini belletmişti. “Coşku”lu devrimci gençler olarak pek çoğumuz bu teorileri benimsemiştik…

Gün geldi, “takke düştü kel göründü!” Ortada yanlıştan da ötede hata vardı, hatta galatlar kümesi! Dönekler, biat ettiler. Ama bırakın onca ölen yoldaşımızı, yıllar-yıllar boyunca işçi sınıfının haklı davası için üç kıtada milyonlarca onurlu, dürüst, temiz, dik duran aydınlık yüzlü-yürekli ve akıllı-bilge insanlar hiç çekinmeden canlarını vermişlerdi. Aynaya her baktığımızda onların ruhları gözlerimizin içine bakmıyor muydu? Gökyüzündeki her bir yıldız onların simgesi değil miydi? Tek yol, “rahle-i tedrisat”a tekrar oturmaktı. Artık kulağımıza üflenen ‘mürit’ler değil, devrimci ‘maceracı’lar hiç değil; öncelikle Devrimci Biliminsanı olmak zorunda olduğumuza karar verdik. Sosyalizm/ Komünizm “BİLİMSEL” olmak zorundaydı. Onun için belki onuncu defa tekrar “Komünist Manifesto”yu okumakla başladım. Sanki daha önce ben okumamıştım gibi geldi, gariptir! ‘Şeyh’ime bağlılığımı değil, KENDİMİ sorguluyordum. Marx, boş yere “politik insan olmak bireyselleşmekle başlar” dememiş… (Ama şu kişisel deneyim farklarını eklemeliyim. Ustalar gibi ülkeler dolaştım, birkaç lisanı öğrenmeye çabaladım. Sadece ülkemin değil, uluslararası devrimci mücadelede de fiilen bulundum. Sadece Türk değil, pek çok yabancı ülke burjuva mahpushanelerinin de misafiri oldum!) Evet, bilimsel çalışmak için bilimin kurallarına uymak zorunluluğu vardır. O da YÖNTEM sorununu önünüze koyar. Onun için doğru bir yöntem kullanmazsanız bulduklarınız ileride sizi yanıltır. Bilimde “mutlak” doğru olmaz; ama “yanlışlanabilir” doğru da yoktur, çünkü doğru zaten “izafi”dir…

A,B,C’ye dönersek. Bir bilim dalında yapılan çalışmalar ister istemez, o bilim dalı için kim ilk adımı attı ise o kültürün izlerini taşır. Günümüzde nerede ise güncel pozitif bilimlerin vatanı Eski Kıta- Avrupa'dır. Çünkü yaşama yön veren determinist (iktisadi) kaynak orasıdır. Batı'daki bilim dallarında ise Latince lisanı simgeleyicidir-kodlayıcıdır. Bunun için Asyalılar terimleri kendi lisanlarına tercüme ederken kaynağa sadık kalmak zorundadırlar. Eğer bu kaynağa sadık kalınmazsa, düşüncenin başlangıcında yanlışlarla başlayıp, hatalara yol alınır sonuçta içinden çıkılmaz karmaşanın galatları doğar. Bunun içindir ki global hegemonyanın sahibi Amerikan kültür emperyalizmi (ve bu iş için uğraşan milyar dolarlık şebekeler) bunun gayet güzel farkındadır. Onun için (denenip-sınandığı için) oturmuş bilimsel terimleri deforme etmek yönünde yeni terimler icat ederler. Çeşitli yollardan ele geçirip kullandıkları entelektüel aydınlar aracılığıyla da bunları “serbest” piyasaya sürerler. Hele 475 bin kelime hazinesine sahip Almanca gibi sosyolojinin vatanı olan lisanı TDK'nun 1980 Eylul faşizmi etkisi ile 100binler civarına güdükleştirdiği "öz"(ne demekse) türkçe ile düşünüp yazmaya, anlatmaya çalıştığınızda farkında olmadan ters yönde- istenen yönde hareket edersiniz. Ama nesnel gerçek kendini bütün haşmeti ile ortaya koymaya başladığında –ki bu sınıflar mücadelesinin en açık biçimi olan burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşmaz çelişkisinin sahne almasıdır- birden yanlış tarafta olduğunuzu fark etmeye başlarsınız. Tabii akıl ve bilgi sahibiyseniz. Bir çıkmaza girildiğinde bilimsel ilk düstur en başa dönüp, adım-adım sınanmış doğru yolda yürümeye çalışmaktır…

“Bilimsel “Toplumsallaştırılmış Toplumcu” Entelegentsia” başlıklı yazımızda, terminolojik derinliklerine örnek olarak “kurtuluş”, “bağımsızlık” ve “özgürlük” kelimelerini gösterdik. Çünkü birçok devrimci yazar, “bilimsel sosyalizm”in bir disiplin, bir siyasal kültür okulu olarak terminolojisini büyük bir dikkatle kullanmak zorunda olduğunun önemini gözden kaçırıyor. Ya da lafız olarak kabul ediyor ama iki cümle sonra zurna “cart” ediyor. Bilinçli bir karşı-devrimci praxisle “günün modası” haline getirilmiş kelimeleri özüne ve amacına dikkat etmeden kullanmaktan sakınca görmüyor. Sözümüz “sol” ve “solcu”lara değil, çünkü bunların günümüzdeki misyonu zaten bu…

Örneklere girmeden önce Türkiye’nin sınıfsal konumu için önem arz eden bir istatistiği tekrar anımsatmak isterim. 1970’de Türkiye nüfusunun %71’i (belde ve köy) kırlarda, %28’i (il ve ilçe) kentlerde otururken; bu oran 2009 nüfus sayımına göre %75,5 İl ve İlçelerde; %24,5 Belde ve Köylerde oturur biçimde değişmiştir. Sadece İstanbul’da nüfusun %17,8’i (12.915.158 kişi) oturmaktadır. Nüfusun % 6,4 (4.650.802 kişi) Ankara; % 5,3 (3.868.308 kişi) İzmir; % 3,5 (2.550.645 kişi) Bursa; % 2,8 (2.062.226 kişi) Adana [3 kentte %29,5; 5 kentte %35,3]. Yani Türkiye’de çarpık bir Tekelci Kapitalizm hegemonyası vardır. Bu aynı zamanda işçi sınıfı ile burjuvazinin konumunu da belirlemektedir. 75 milyon nüfuslu Türkiye’yi sömüren azınlığın nüfusu 5 milyon civarındadır ve büyük çoğunluğu İstanbul’da oturmaktadır. Bu 5 milyonun “Türk-Kürt-Ermeni” gibi bir derdi yoktur. Çünkü bu nüfusun içindeki %85 merdiven altı” denen Vahşi Kapitalist usullerle köle-işçi sömürüsünden sermaye birikimi yapmaktadır. Türkiye’de başını bölgenin eski feodal, yeni büyük toprak patronları olan emek-rantçılarının çektiği Kürt mikro-milliyetçiliği tarafından yürütülen (açık ve daha çok dolaylı ABD, AB, İzrael desteğini almış) bir silahlı çatışma da sürdürülmektedir. Burada bir ara yüz verelim. 1980’li yılların başından itibaren Nikaragua’daki Marxist eğilimli hükümete karşı ABD- CIA/MOSSAD tarafından güdümlenen kontra gerilla harekâtı yürütüldü. Bu harekâtta ABD “özel savaş terimi” olarak kullanılan “yumuşak hedefler”e karşı terör uygulandı, aralarında devlet memurlarının yanı sıra, öğretmenler ve sivillerde bulunan pek çok masum insan katledildi. Neydi bu hedefler; devlet kurumları, kamu araç ve iş makineleri, karakol, köprü, okul, özel şirket araç ve iş makineleri, sağlık ocağı ve ulaşım araçları. İlginçtir ki Türkiye’de Marxist değil burjuva hükümetler olmasına karşın, 1983–2007 arasında mikro-milliyetçi PKK-kontra terör örgütü harfi harfine aynı hedeflere saldırmış bunların 1053’üne hasar verirken 831’ini yok etmiş. Ölen 35 bine yakın insan… Kısacası şudur; Türkiye ne Çarlık Rusyası şartlarındadır, ne de “Muz Cumhuriyeti”dir. XXI.yy.’ın ilk çeyreği içinde “global sosyal-emperyalist” yeni-düzen içine alınarak yeniden-mandaterleştirilmek için, yeniden-faşizmin “solcu” çığlıklar arasında uygulandığı özgün bir ülkedir. Burada neo-liberal faşistlerin neo-komprador bir iktisadi düzen için “sol” ve “solcu”ları yedek lastik olarak tuttukları aşikârdır…

Proleter Devrimci Bilimselliğin kurucusu Marx olduğuna göre onu en güzel açıklayanda kendisidir. Kapital’in I. Cildinin önsözünde Marx, Berlin 1859 baskılı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözünde kendi bilimsel yöntemini çok açıkça ortaya koyduğu için Yazarın anlatımını iktibas eder…

Ama Türkiye devrimci yazınının hala 1974–1980 Maocu popülist-solcu edebiyatından kurtulamadığı gözlemlenmektedir. Bunun en tipik örneği yine Marx-Engels’in en sinir olduğu deyimlerden biri olan “halkların kardeşliği” üzerine düzülen methiyelerdir. “Halk”ların yani bütün sınıfların kardeşliği(!) bize Mao Zedong düşüncesinden miras kalmış anti-marxist bir terimdir! Buna en bol “Türkiye Halkları”, “Kürt halkı, Türk halkı”, “halklarımızın kardeşliği” gibi romantik-solcu makalelerde, orientalist melankolizmin idealist mantığının düalist yansıması olarak şahit olmaktayız. Bunlar bilimsel açıdan cahilane ifadelerdir. Popülist bir kamuoyu yalakalığıdır, bu. Ta yüz küsür yıl önce Marx-Engels tarafından Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi adlı kitaplarında eleştirilmişlerdir. Örnek olarak, burjuvazi ve aristokrasinin işbirliğindeki meşruti bir parlamenter devlet biçimi ile idare olunan Britanya’ya bakalım. Britanya adasında İngiliz topluluğunun egemenliğinde Skoçya ve Galler milliyetleri toplulukları da yer almaktadır. Ama bunu ifade ederken bir Maocu “köylü” dışında hiçbir aklı başında Marxist kalkıp ta “Britanya halkları” deyimini kullanmaz. Çünkü bilir ki tek bir “Britanya Halkı/British Poeple” vardır. Bu Britanya Halkı içinde İngiliz, Skoç ve Galler toplulukları(comunities) yer alır. Keza Fransa Cumhuriyeti içinde Alsaz-Loren veya Bröton halkı ya da “Fransa halkları” diye bilim dışı deli-saçması tanımlamaları kullanmayı hiçbir Fransız daha akıl edememiştir! Bilimsel değerlendirmeler kimsenin duygularına göre adlandırılamazlar…

Onun için Türkiye’de “bir tek halk” vardır. Bu halk aynı zamanda “ulus”tur. Çünkü son tahlilde “Pazar”ı oluşturur. Bu halk “kimlik” olarak “Türk”tür. Ama demografi açısından “benlik” olarak Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Süryani, Laz, Çerkez, Türkmen, Tatar, Moğol, Arnavut, Pomak, Boşnak, Roman, Keldani, Zaza, vbgb. Etnik topluluklar olarak yaşamaktadırlar. Bazı kafatasçı-faşistlerin ve bunlara zemin hazırlayan TC devletinin resmi ideolojisi olarak benimsetilmiş “Türk- İslam(Suni)” tezinin iddia ettiği “Türklük” tarifi de bilim dışıdır. Sorun da burada yatmaktadır. Çünkü devletin resmi ideolojisi yurttaşları arasında özellikle Müslüman olmayanları azınlık olarak kabul edip, devlet işlevinden ayrı tutan bir faşist ideoloji yaptırımını sürdürmektedir. Hatta Sunni olmayanlara da psikolojik baskı (Sivas’taki gibi bazen terör) uygulamaktadır. Esas olan “Türkiye Halkı” içinde hangi etnik topluluk benliğinden veya inanç cemaatinden gelirlerse gelsinler sosyal sınıfların ulusun gerçek karakterini çizdiğidir. Çoğunluk işçi ve emekçidir, azınlık büyük burjuvadır. Bu geniş işçi ve emekçi kitlesi, işbirlikçi tekelci burjuvazi oligarşisi tarafından iliğine kemiğine kadar sömürülmektedir. İşçi sınıfının üretmiş olduğu artı-değer bu sınıfa sermaye olarak aktarılmaktadır. Aslında “ulusal” denilen bütün değerleri üreten ve yaratan işçi ve emekçi sınıflardır. Türkiye halkını ‘etnik topluluk benliği’ni esas alarak bölmek işçi sınıfına yapılan en büyük hıyanettir. Etnik toplulukların kendi demografik değerlerini korumaları ve aktarmaları onların en doğal hakkıdır. Bunu gerçek anlamda uygulayabilecek biricik iktidar proletaryanın fiili iktidarıdır. İşçi sınıfının “kendi kaderini tayin hakkı” devrimci bilimsel toplumsallaştırılmış toplumun yaşama geçirilmesi ile gerçekleşir. Onun için tek yol sürekli devrimdir…

Halid Özkul

(27.04.10)

Entelegentsia Üzerine - Halid Özkul

BİLİMSEL “TOPLUMSALLAŞTIRILMIŞ TOPLUMCU” ENTELEGENTSİA

Yukarıdaki başlık içindeki den-denli bölüm Türkçedir, ama “toplumsallaştırılmış toplumcu”luk deyimi karşılığı tüm dünyada “komünist”lik olarak bilinir. Nerede ise 100 yıldır bu “komünist” sözcüğünden epey korkutulmuştur, Türkiye halkı (işçilerde dâhil olmak üzere). Soğuk Savaş döneminde eğitimden medyaya, Amerikalı danışmanların torna makinelerinden geçirilmiş kafalar, nerede bir terslik hissetseler “günah keçisi” olarak, hemen suçlu(!) “komünist”leri ararlar. Yüzyıllar önce Batı’da Yahudilerin arandığı gibi; “yok edilmek” için! Faşist linç kültürünün amacı korkuyu kitleselleştirip belleklere kazımaktır. Burjuvazinin iktidarının (itiraf edemediği “diktatörlüğü”nün) sürekliliği için karşı devrimci bir yöntemdir bu. Bir diğer amacı “karşı taraf”ı diz çöktürmek, hiç olmazsa durdurarak böylece geri adım attırmaktır. “Halkımız” (yani tüm sınıfların bütünü) edebiyatı burada işlevleşir. Kabullenebilirlik için ağlaşmalar, kıvrılmalar, kıvırtmalar, öz-eleştiri yerine diz çökmüş günah çıkarmalar; içten içe yanarak duman çıkarmaya başlar. Tavizler verilir, ama göz boyamacı “geçici” (yerseniz!) lafızları arasında. “Popülizm” burada başlar, aslında başlatılan “gericilik”tir. Çünkü “reformizm”, zannedildiği gibi “ilerici”liği değil, gericiliği besler. Zaten XV.yy.’da oluşturulan bir Vatikan icadıdır, “Reformizm”. “Reformizm”in terminolojisi “popülizm” edebiyatıdır.…

Türkiye aydınının en tipik kurnazlıklarından biri olan “biz yaptık oldu" sonucu, tarihi “TKP-1920”nin mirasına sahip çıkan bazı arkadaşlar, “Türkiye Komünist Partisi”ni kurdular. Ama tabelayı astıktan sonra “bir takım” muhalefetle karşı karşıya kaldılar. Onlar sanki bu muhalefet yokmuş gibi davransa da nesnel gerçeklik muhalefetin eleştirilerini gündeme oturtmakta. Hem de kendileri tarafından. O zaman soralım; Kimdir bu “marjinal” muhalefet? Bunları üç grupta toplayabiliriz. Bir; zaten hiçbir zaman TKP çizgisi ile ilgileri olmamışlar. İki; “tarihi TKP” içinde zamanında “sıradan nefer” gibi çalıştıkları halde, parti kurulurken kapılarına bile uğranmayıp dışlanmışlar (ki ilginçtir bu yoldaşlar hiçbir zaman “dış büro” ile barışık olmamışlardı. “Dış büro” Dev-Genç’e küfür ederken, onlar gençlerle omuz omuzaydı-). Üç; bu “omuzdaşlıktan doğan saygı” ile TİP-Dev Genç geleneğinden gelip, “2.” Gruba hak veren; ama işçi sınıfının bir “siyasal örgüt”ü olarak TKP’yi destelemeye karşın, yetkili kadroların “sol” ve “solcu” incilerini “ağır eleştiri”ye tabi tutanlar/tutmak zorunda (“zorunluluk” keyfi değil “tarihsel”liğindir) olanlar. (Bu satırların yazarı kendini 3. grupta görür.)

“Toplumsallaştırılmış Toplumcu/Komünist” Partisi öncelikle proletaryanın öncüsü olarak sınıfsal tavır koymak zorunda olan çok yapılı bir örgütlenmedir. Geçmişte, Komünistlerin arasındaki bazı yol arkadaşları, “Sosyal Demokrat” olarak kıvırttığı zaman ilkelerin (ki 1848’de “Komünist Manifesto”da öz olarak açıklanmıştır) altını çizip ağır biçimde eleştirenler Marx-Engels ve yoldaşları olmuştur. Ne ki, II. Enternasyonal’in burjuva sosyalizmi (ki ustalarca “gerici”lik adı altında toplanmıştır) yani “reformizm” ve “popülist” mecra böyle başlamıştır. Bu Bilimsel Sosyalizmden sapmaydı. Buna karşın daha güçlü olan I. Enternasyonal içinde anarşist söylem ve eylemler ki buna karşıda Marx-Engels tarafından amansız bir mücadele verilmişti. Bu “radikal” bir sapmaydı, ustalar tarafından “SOL” olarak değerlendirilmişti. “Reformizm”in ikiz kardeşi olan küçük burjuva “Radikalizm”de söyleminde “popülizm“e dayanır. Sıkı “solcu”dur. “Popülizm”, sosyo-senter/biz merkezcidir. Siyasal-kült doğrultusunda Şeyh ve müritlerini gerekli kılar. “Sapla samanı birbirinden ayırmak” deneyim ve bilgi ister. “Özgür köleler” olarak 10 saat çalışıp, her türlü devletin ideolojik aygıtı tarafından bunaltılan işçi ve emekçilerin buna zamanı olmadığı için (ki İstanbul gibi bir merkezi-kentte oturan işçinin yol dâhil günde 16 saati robotik olarak işlemektedir, sonuç aşırı yorgunluk ve uyku), “kendi içinde” sınıf olarak yaşamak zorunda bırakılmış ve gittikçe “kendine yabancılaşan” işçilere BİLİNÇ dışarıdan taşınır. Marx-Engels altını çizmiş, Lenin uygulamıştır. Bu taşıyıcılık insani “tembellik hakları”nı bir “devrimci amaç” doğrultusunda iradi olarak yönlendiren “aydın” dediğimiz (burjuva veya genellikle küçük-burjuva ya da nadiren işçi) insanlar tarafından yapılır. Bunlar entelegentsiayı oluştururlar… “Entelegentsia” asla birbirini kıskanmaz, önünü kesmeye çalışmaz, fikir hırsızlığı yapmaz, akıl emeğine saygı gösterir, liberal burjuva “guru” sistemini uygulamaz. Üretir, eleştirir ve özellikle öz-eleştiri yapar, gençlere yol açar, kadroların oluşmasını sağlar. Entelegentsia, “devrimci olmak ZORUNDA olan sınıfın” adına kendini adamış -inzivada çalışan- ama toplumsallaştırılmış toplumcu okulun akıl-bilgi-bilinç devrimci dinamiğinin enerjik uzaysallığını sağlayan moment füzyonudur…

TKP’nin günlük kitle iletişim sitesi (ki aynı adla dergide yayımlanır) “Sol.org”de birçok arkadaşın güncel makaleleri yayımlanmakta. Bunlardan birinde Nihat Behram, pek çok güzel edebi laf etmiş, ama maalesef "aydın"(münevver)ın, "entelektüel"(fehmi) ve "entelegentsia" (fehim) olarak ayrımının FARKında değil. “Aydın” olarak Osmanlı aydınının bilgi birikiminin gerisinde, çok acı. Şüphesiz işçi ve emekçiden yana iyi bir şairdir (tabii eski Rus eşinin sitemleri arşivimizde duruyor!); ama Dr. H.Kıvılcımlı'nın çok tuttuğum deyimi ile 'edebiyat romantizminin yeri siyasi tartışmanın alanı değil'dir. Siyasi tartışmada esas olan “terminoloji”dir. “Terminoloji” kimin “kara koyun”, kimin “ak koyun” olduğunu ortaya çıkarır. Edebiyat ise “ajitasyon”da kullanılır, "gaz verme"de iyi işe yarar! Laik, jakoben ve entelektüel aydınların "Harf İnkılabı" radikal tepeden inmeciliği sonucu "öz türkçeci" masonik katakullinin sonucunda ortaya çıkan durum vahim. Buna Bilimsel Sosyalizm(Komünizm) üzerine amentüleri aşan bir bilgi birikimi konamayınca sonuç hepten felaket. “Bilimsel” diyoruz ama adı var, kendi yok. Bilimsel çalışma yapanları hiç sevmiyoruz. (Dr. H.Kıvılcımlı bunun için “beberuhi”lerce sevilmezdi. Külliyat sahibi olduğu için. Ama onun özgün düşüncelerini çarpıtarak intihal etmekten geri durmazlardı…) Bu göçebe(barbar) gelenek mimetiği aşılamıyor; tarz-ı siyasete egemen hala. Onun için hala öğrenemediler. Öğrenecekleri de yok, çünkü öğrenmeye niyetleri de yok! “Okuyup-öğrendikçe ne kadar cahil olduğumu anlıyorum” diyemiyorlar! Çünkü lafta “devrimci", ama hakikaten değiller; onun için uygulamada "evrimci"ler. Utangaç olarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, yekten Mahir Çayan (ve "Kesintisiz Devrim") gibi liderleri yok sayan bir zihniyet bırakın kitleyi, kendini bile aşamaz. Onun için olayların peşinden ağıt yakılıyor. Devrimciler, işçi ve emekçilerin peşinde sürüklenmezler- günümüzde olduğu gibi- "malzeme bitti, yapı paydos" anlayışını hep yaşıyoruz. Devrimciler kitleye önderlik, öncülük etmek zorundadırlar. Tabii maceracılık değil, kast ettiğimiz. Geleceği somut olarak kitlenin önüne koyan program yaratarak. (Diyanet İşleri’ni reforme edip kurtarma önermeyen.) Öncü cesur olmak zorundadır, goygoycu değil. Din "afyon”unun kitlelerin beyninde şüphe uyandırmaya başladığı bir sosyal çalkantı döneminde, hangisi olursa olsun 'dini kurtarma'ya aday olamazlar. 1940'larda kalmış (hatta 1970'lerde) program, söylem ve parola-lafızların arkasına sığınamazlar. Tek kaynak Marx-Engels (ve onların klasikleşmiş yapıtları)dir. Parti yönetici kadrosunun önderliği burada kendini açık eder. O zaman İşçi Sınıfına "ideoloji" vaaz etmezler, çünkü "ideoloji yanlış bilinç"(Engels)tir. İşçi sınıfına "yanlış bilinç" önerenlerin ya aklı yoktur ya da cahildir. Ötekini söylemeye dilim varmıyor! İşçi sınıfı, iktidar hedefinde mutlaka ve mutlaka, burjuva DEVLETi ortadan kaldırmak ZORUNDA olduğu için SİYASAL KÜLTÜRü örgütlemelidir. Bu da PROLETER DEVRİMCİ olmayı zorunlu kılar. Buna tabidir ki, burjuva ve küçük burjuva aydınları olarak entelektüeller önderlik edemez- taşıyıcılık yapamaz- böyle zannedenlerin hüsranları tarih sayfalarından taşmıştır. Siyasal-Kültür'ün önder gücü burjuva ve küçük burjuva DEVRİMCİ DEMOKRATlardan gelerek 'bireysel olarak kendilerini aştıkları' için ENTELEGENTSİA sıfatını kazanmış aydınlar aracılığıyla olur. Marx, Engels, W.Wolff, M.Beer, Lenin, R.Luxemburg, Troçki, Stalin, Ho, Castro vbgb. DEVRİMCİ önderlerin sınıfsal niteliği budur. Lider kadroyu işçi sınıfına yayamıyorsanız, 80 yıl sonra tepenize binerler. SSCB’de olduğu gibi direkt veya Çin’de olduğu gibi dolaylı… “Parti” bürokrasinin ürettiği mafialaşmış oligarklar türerler. Çok bilmiş "guru" taslaklarının (ki geçmişte bu kıymeti kendinden menkul zatlar -SSCBKP'nin oportünist ve revizyonist tarikatına mensup "yol arkadaş"ları) ahkamlarının hiç bir bilimselliği yoktur. Çok hoş laf kalabalığından başka. Boşa nefes tüketmiyoruz. Boş yere Marx, "Kapital"de "bunlar dolap beygiridir, aynı yerde dönüp dururlar" dememiş...

Burjuvazi, günümüz sınıfsal savaşını psikolojik savaş kurallarına göre bilimsellik içinde yapmaktadır. Bunun için terminolojinin öneminin farkındadır. Sizin önemsemediğiniz bir kelime aslında kitleyi hedefleyen geniş kapsamlı bir bellek boşaltma işlevi görür. Örneğin 1970’li yıllarda “öz türkçeci” dümenle kullanılmaya başlanan "Kurtuluş Savaşı" deyimi yanlıştır; zaten orijinal deyim "İstiklal Harbi"dir. "İstiklal"in karşılığı "Bağımsızlık"tır yani doğrusu "BAĞIMSIZLIK SAVAŞI"dır. Yani “İÇ SAVAŞ” değildir. Dışsal bir dinamizmdir; Anti-emperyalisttir ama anti-kapitalist değildir, bunun için sosyalist literatürde sınıfsal karşılığını bulamaz. “Bağımsızlık” İngilizcede "independent" olarak belirtilir. "Kurtuluş" ifadesi "liberation"dır, türkçe açıklaması "hürriyet"tir. Arapçadaki "hürriye"den gelir. "Özgürlük"ün ise "freedom" olarak arapçadaki karşılığı "serbesti"liktir. Bunların hepsi FARKLI davranışların eylemsel ifadeleridir. Bunun için farklı “terminolojik” anlatımlardır. Sonuçta “bağımsız” olmak, bireysel yetilerinizi geliştirmeyi, sorgulamayı ve “kendi kaderini kullanma hakkı”nı sağlar. Onun için ustalar yapıtlarında özellikle “bireysel”liğin altını inatla çizmişlerdir ve yaşamlarının sonuna kadar büyük bir inatla bireyselliklerini korumuşlardır. Ama “enternasyonal” bir irade ve güç birliği ile… “Kurtulmak”, Latince’de pragmatik yönü ifade eder, çağlar boyunca egemen sınıflar tarafından çarpıtıldığı için “mistik”tir. Onu rasyonalize eden burjuvazidir; “Liberation”, yani Liberaller/ Hürriyetçiler- “Kurtuluşcu”lardır. Bunlar “ilerlemeci”dir. Ama “ilerlemeci” maskenin altında görünmeyen “otoriter mistizm” saklanır. Liboş takımını oluştururlar. Boş yere Marx, “kurtuluş” meraklıları ile dalga geçmiyor. Evet, bilgi-bilimsellikte irdelemek ve kavramak gerekli, hele bilinç zorunlu; devrimci bilinçli eylem (praxis) böyle inkişaf eder…

Siyaset garnizon idare etmeye benzemez. Gerçek yaşamda rütbesel hiyerarşi veya Aristocu kategoriler değil, sınıfların oluşturduğu uzlaşmaz çelişkilerin labirentsel yumağının olayları ve olguları vardır. Bu labirentsel- sinopsis düzeni, paradoxal bir kaostur. Burada Hegelci diyalektik-mantığın paralellikleri yürümez. Çünkü düşeysel çok geçişleri içerir. Bu kaotik yapı “O”(sıfır) noktalarında kesişir, değişir. [Engels çok güzel açıklar “O”(sıfır)ın anlamını “Anti-Dühring”te]. Paradoxları kavrayamayan paradigmacı 'Aristo'culara, hatta Hegelci diyalektikçilere ters geliyor, çok geçişli polyalektik. Bakalım; devrimci milliyetçi küçük burjuvazinin medar-ı iftiharı Nasır, Mısır'da iktidara CIA'nın gizli desteği ile geldiği belgeleri ile açıklanmıştır. (Keza Saddam'da aynı şekilde). Burada Mao’nun “ana çelişki”, “tali çelişki” Konfüçyist diyalektik-mantığı çuvallıyor. Konfüçyist diyalektik, Hegelci diyalektik ile aynı idealizmi paylaştıklarından Mao olguları kategorikleştiriyor. İrade mistikleşiyor: “ulu önder Başkan Mao!” Sosyo-center Çin işçilerine bir “kült” gerekli oluyor! (Mao’nun “Kapital”leri okuduğu şüphelidir!) Ne de olsa geçmişinde militan Bakunincilerden Mao Zedung, tam bir “sol” ve “solcu”dur, Marx-Engels’in görüş açısı ile… Mao’da “Teori ve Pratik” var, ama Praxisi fark etmediği için Pragmatizmi sonunda ABD (CIA)ye teslim oldu, SSCB’yi alt etmek için. “Ana çelişki, tali çelişki”yi yedi Mao’ya göre, muzaffer burjuvazi- peki onun teorisi, kendisinin bir “sol” sapma “dönek” olduğunu kanıtlamıyor mu? Aynı şekilde Mısır’a dönelim, Komünistlerin ve o günlerde komünistlere sıcak bakan Müslüman Kardeşler’in desteği ise kitleseldi, işçi ve fellahlara dayanıyordu. Araştırılmadığı için bilinmeyen şu; Nasır önce Müslüman Kardeşleri ardından da komünistleri tutuklatmış ve tasfiye etmiştir. Ama dış politikada SSCB’nin yanına “itilmiş”tir. “İtildi”ğini bugün çok net görebiliyoruz. Saddam örneğinden sonra. Bu arada Nasırcılar asıl isteneni icra ediyorlar; Müslüman Kardeşler liderini asıyorlar. (Bu okulu -MK- Filistin’de El-Feth’in 2. adamı “Ebu Cihad” temsil ediyordu. O katledildi, Filistin hareketi “Mançurya”laştırıldı! O sırada Maocu Çin’in, MOSSAD’a yol vererek –beraberce- Filistinlilerin altını oyduğunu günümüzde ortaya çıkan belgelerle kanıtlanıyoruz. Neymiş? “Üçüncü Dünya Teorisi”ymiş. Ah! Machievelli!…) Başsız kalan MK örgütü süreç içinde CIA tarafından ele geçirilerek PROJEye uygun olarak kullanılmıştır, beş yıl öncesine kadar -bugün BOP üst planı ortaya çıkıyor-. İzrael'in Filistin'e yerleşebilmesi içinde Nasır gibi "havanda su döven" sözde laik ve "demokrat"(!) popülist (siyasi ve felsefi lügatta “gerici”liğe tekabül eder) bir lider lazımdı- veya Arafat gibi... Unutulmasın ki, Baas hareketi de nasyonal sosyalist ve de anti-komünist bir hareket olarak doğmuştur. Gücünü kaybettikçe marxistlere yaklaşır, güçlendikçe onları ezer- tasfiye eder. Bu Bonapartist küçük burjuva jakobenizminin genel karakteridir. Çünkü sınıfsal özü burjuvadır. (Uzağa değil Türkiye'ye bakın -CHP'ye) ABD sadece Türkiye'de değil Latin Amerika, Afrika ve Uzak Asya'da bu tip liderleri 1945'ten beri yaratıp, parlatıp, kullanıp sonra da "çöp sepeti"ne atmaktaydı. İlginçtir, ASKERİ DARBElerle!!! Latin Amerika, “Maocu-Troçkist” bulamacın “Üç Dünya” teorisini tarihin çöplüğüne attı, “sol”cuların ihanet ve bozgun yılgınlığında, Latin işçi ve emekçi güçleri iktidarları ele geçirmeye başladı! Hem de demokratik yollardan, Marx’ın önerdiği tarzdan, raslantı mı?

Hata nereden kaynaklanıyor? Genellikle yorumcularımız düalizmin esiri olarak olayları doğuran olgulara formel Aristo mantığı (bir) veya Hegelci diyalektik mantık (iki-üç) ile yaklaşıyorlar. Siyah ya da Beyaz hâlbuki ortada(metzoskopik) bir grilik var. Yani “üçüncü” değil, “çok”cul bir olgu. Grinin içinde siyah ve beyazda bulunuyor. Beyazında, Siyahında içinde gri… Siyah mı? Beyaz mı? Olacağına karar veren "gri" ama ortada gözükmüyor. Emperyal ülkelerin devlet kurumlarında faaliyet gösteren ideologlar çağımızda Kaos teorisinden hareketle, kibernetiği sosyal alanda uygulanabilirliğini gözlemledikleri için bilinçli olarak düalizmi kışkırtıyorlar. Onun için ABD ordusu yeni Sahra Talimnameleri’nde Mao’dan alıntılarla taçlandırıyor militarizmini. Bak sen şu “çelişki”ye! Hâlbuki Anadolu tarihine (ki hepimiz TC yurttaşı olarak Türk kimliğindeyiz. BENlik olarak kim olursak olalım. Yine düalizm adına BENlik ile KİMlikte karıştırılıyor.) - kendi tarihimize- yani TÜRKİYE (Türklerin yaşadığı ülke) tarihine baktığımızda; daha İslam Anadolu'ya yeni dayandığında Anadolu Gregoryanları –ki eski köleler özgür olduklarını ifade etmek için “Kızıl Külah” giyerlerdi ve bu yüzyılın devrim simgesiydi-, Arap emir ve şeriflerle ilişki kurmuş; Bizans'a karşı ayaklanmış, yenilince onlara sığınmış ve beraber tekrar saldırmış. Selçuklu ordusundaki Gregoryan(Ermeni) derebeyleri ve askerleri Müslüman Türkmenler(Selçuklu) beraber Katolik Haçlılara aman vermemiş. Süreç içinde bunların bir kısmı Sünnileşirken büyük bir kısmı Alevileşmiş. Anadolu anaerkil komün geleneğini, Türkmen anaerkil komün geleneği ile karmış, yoldaş olmuş. Sayısal tarih XIX. yüzyılı gösterdiğinde Avrupa’da kapitalizm evrimleşmeye ve emperyalizm olgusu ile küreselleşmeye başlamış ve kendi artı-değer(emek gücü)sömürüsüne dayalı para-sermaye imparatorluğunu kurmak için "milliyetçilik" ideolojisini Hıristiyan (özellikle Protestan-Avengelist) iman doktrinine katmış. Ardından sömürge politikaları için kolları sıvamış. Gregoryanlığa göre Müslümanlar Hıristiyanlıktan dönme kabul edilir. Ve ahiret günü tekrar Hıristiyanlığa döneceklerine inanılır. Bu inanç başka hiçbir Hıristiyan mezhebinde yoktur. Anadolu’da Amerikalı Protestan misyonerler aracılığıyla Gregoryanlıktan Protestanlığa dönen Ermeniler tıpkı Alman tröstleri ajanları gibi işbirlikçi rol üstlenmişler. (Buna Çarlık Rusyası, Britanya ve Fransa’yı da ekleyelim). Ama diğer tarafta dininden dönmeden işbirlikçilerde türemiş Sunni Osmanlı da tüm bu emperyalist odaklara yalakalaşan komprador sınıf gibi. Tekelci Kapitalizmin siyasal ifadesi olan Emperyalist saldırganlar, üretim ve enerji varlıkları için tüm dünyanın maden kaynaklarını elegeçirmek için akla gelmez türlü kanlı fırıldaklar(komplo tezgâhları) icat etmişler. Kısacası bunların hepsi "gri". Sadece Beyaz ve Siyah mı? Ama Gri eksik olunca, sadece düalizm galip geliyor ve birbirimizi yiyerekten psikolojik savaşa naçizane katkılarımızı sunuyoruz. Böylece koskoca kanlı Emperyalist I. Evrensel Paylaşım Savaşı ustaca "Ermeni Tenkil/Soykırımı"na indirgeniyor tıpkı ondan daha berbat Emperyalist II. Evrensel Yeniden Paylaşım Savaşı'nın "Yahudi Soykırımı/Holocaust"a indirgendiği gibi. Tarih sınıflar mücadelesidir; bunun da kökeni İktisadidir, Siyasidir bunlardan tezahür eden Toplumsal olaylar da Tarihseldir. Eylemi organize eden DEVLETtir. O devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Uygulaması “TERÖR”dür. Her “terör” eylemi organizedir, arkasında bir “devlet” yapılanması vardır. Bu bütünü es geçtiğimizde sonuç; "yedi sağırlar birbirini ağırlar." (Not: Girit, Rodos ve Balkanlar'da ve Kıbrıs'ta Türk-Müslümanlara ve Karabağ'da Azerilere ve Bosna’da Boşnaklara, Irak’ta Araplara; Çorum, K.Maraş, Sivas'ta, Alevilere, Nagasaki ve Hiroşima'da Japonlara ve Dresden'de Almanlara ve Ukrayna’da Ruslara yapılanlar aslından insanlığa karşı girişilmiş SOYKIRIMlar değiller midir? “Cinayet”i “katliam” ya da “soykırım” olarak düalist mantıkla kategorileştirmek İNSANLIK adına büyük bir utanmazlık ve iki yüzlülük değil midir?) Emri veren ve uygulatan hangi sınıftır? Burjuva diktatörlüğü değil mi?

Hep eleştirmiyoruz. Yapıcı düşünce önermelerini hararetle destekliyoruz. Bunlardan birini Selim Yalçıner kaleme alınmış çok önemli bir devrimci Siyasal Kültür meselesini aydınlatma yönünde eleştiri sunmuş. Bu yaklaşıma ben "Yeni Dünya Düzeni"(1992) adlı, aslında bir devrimci “program” olan kitabımda MATERYALİST POLYALEKTİK adını verdim sonraki kitaplarımın önsözlerinde açınımlar getirmiştim. Keza benim mihenk noktam olan F.Engels vefat etmeden önce Anti-Dühring'in İngilizce baskısına önsözünde 'güncel bilimlerin gelişme sürecinde Bilimsel Sosyalizm'in YÖNTEMi olarak kullanılan diyalektiğin gelecekte bilimlerin gelişerek alacakları yeni konumlara göre yeni yöntemlerini de oluşturacakları'nı vurguluyor. Günümüz Bilimsel Sosyalizm(marxizm)inin tıkanması tamamen yöntemin bilimsel güncelliği çözemeyecek boyutta kalmasıdır. Bilim üç boyutu çoktan aşmıştır. Artık “çokcul” boyutlar hem matematik, hem de laboratuar deneyleri ile kanıtlanmaktadır. Ne ki SSCB'nin 1970'li yıllarında bunu çözmek için Hegelci bir yaklaşımla Kibernetik bilimi üzerine araştırmalara ağırlık verilmiştir. Bir başka bilim insanı ekibinin bilim olarak KAOS üzerine çalışmalarında SSCB, ABD'den önde gitmiştir. PC'lerin güncel yaşama girmesi ile bu ters yöne dönmüştür. Ama hiç şüphe yok ki, materyalist diyalektiği keşfetmiş BATI burjuvazisi yine de yanlış yöndedir. Bu çok önemli tartışmayı güncelleyen Yazar ve Yorumcu yoldaşları kısa ama öz anlatımlarından dolayı kutlarım. Evet, güncel Bilimsel Komünist devrimci Siyasal Kültür'ün yeni yöntemi "ÇOK"u irdelemek için oluşturulacaktır, bir bakıma ölü Hegelci Diyalektik (ve onun Mantığını) aşarak, bir bakıma "çok geçişli-çoklu-"diyalektik olarak bunun adı Grekçe "çok" anlamında olan "POLYA"LEKTİKtir.

Ama bir bakıyorsunuz ki bir başka yazar BİLİNÇi unutmuş; hele KAVRAMAK nerelerde? Bunlar olmazsa PRAGMATİZMi egemen kılarsanız AKILınızda; sonuçta demogojik çıkar ortaya "Yaşasın İnanç" (Meğer sen neymişsin?); topal BİLGİ o da PRATİKten dönüş yapıp sıyırtır, aksayaraktan. Alamanya'da "siyasi mülteci"(!) olarak yaşayıp Alamanca hatmeden bazı arkadaşlar PRATİK ile PRAXİS aynı şeydir buyururlar. Alaman Marx'ın eli sürçmüş, "praktisch" yerine herhalde canı sıkıldığı için, "daha doğrusu"(!) Alamanca sorunlu(!) olduğu için "praxis" yazmış, "Alman İdeolojisi”nde. Neyse ki Türk mütercimler redakte etmişler! Çok ŞÜKÜR! Yıllar sonra birileri (zındıklar) "inanç"tan haz almayıp, "bilinç" saplantısına girince "praxis"i keşfetmişler. Ne ise! Ama PRAXİS, BİLİNCi zorunlu kılar bütün bunlar DEVRİMCİLİK ile taçlanır diye iddia eden ukalalara katılıyorum bir şizofren olarak! “Solcu” iseniz zaten yazdıklarımdan "bişey" anlamayacaksınız. Diye yorum yazıyorum “sol.org”ye, ama editörlerin sansürüne takılıyor. Yayımlanmıyor. Belki bayan yazar arkadaş rencide olmasın diye. Entelektüel kibarlık bu olsa herhal! Ne solcuyum, ne de entelektüel…

Başka bir sitede eski TKP’li bir arkadaşın Marx’tan doğru tercümelerine takılıyorum, dayanamıyorum, yazıyorum: “Selahattin Hilav sizin "pratik" olarak tercüme ettiğinizi "praxis" olarak geçirmiş; hem almancaya hem marxizme vakıf mütercim, keza Lefebvre de "praxis" olarak açıklıyor.

Sevim Belli "pratik" olarak tercüme etmiş sizin gibi...

Ayrıca tüm kelimeleri öztürkçe derdi ile tercüme ettiniz mi düşünce "derinlik"i kaybolmuyor mu?

Gramsci'de "praxis"i vurgular.

"Praxis" ile "pratik" aynı olgular mıdır?

Arkadaş orijinal metini yayımlamış:

“Alles gesellschaftliche Leben ist wesentlich praktisch. Alle Mysterien, welche die Theorie zum Mystizism[us] veranlassen, finden ihre rationelle Lösung in der menschlichen Praxis und im Begreifen dieser Praxis.”

Ama inat ediyor “praxis”i redakte edip “pratik”te direniyor. Doğrusu buymuş. Benim yazdığımı bana açıklıyor: biri “tatbiki” diğeri “tatbikat” aynı şeymiş efendim… Yerseniz! “Dediğim dedik, çaldığım kırmızı düdük!” İnatçılık, bilgiçlikten doğar derler, bilimsellikten değil…

Toplumsallaştırmayı bir “kurtuluş” olarak algılamışsanız. Boş yere nefes tüketirsiniz. Bilimsellik, inatçılığı değil izafi doğruyu esas alır…

Aytunç Altındal tarafından, 1984’te “aydın”lara saldırma krizi tutan Prof.YK’e, kendi deyimi ile “Bukelamun” mahlası eklenmişti. Tekrar “entelegentsia”ya atıp-tutuyor OdaTV’de. Cevap ilettik, orada da “çokbilmiş” yazılara karşı ciddi siyasal Marxist eleştiri yorumları sansürleniyor. 1- Bugünkü durumdan Türkiye'de de tüm dünyada olduğu gibi "entelegentsia"nın suçu yoktur, hiçbir siyasal bilimcinin aklına da "entelegentsia"yı suçlamak takılmaz -buradaki anlamı Latince kökenden değil, Rus Dekabrist jakoben aydınlarının dünya siyasal tarihine mal ettikleri bilimsel anlamında kullanılmak zorundadır. (Bu terimin başında "devrimci" takısı kullanılmış, fakat arkadaş farkında değil "entelegentsia" zaten devrimci olur. Bu niteliği yok ise o "entelektüel"dir. Türk siyasal mizahının güzel oturtması ile: "entel-dantel"dir...) Osmanlı siyasal kültürü bu ayrımı çok güzel yapmış zamanında; "Fehim" ve "Fehmi"...

2-"Komünist"in ne olduğu en öz ve güzel biçimde "Komünist Manifesto"da açıklanmıştır. Orada çok açıklayıcı bir bölüm vardır "Gerici Sosyalizmler/Komünizmler" diye... (Manifesto diyor “sol” ve “solcu”lara ben tekrarlıyorum inatla, o kadar…)

3-Ayrıca Bilimsel Sosyalizmin teorisi hiçbir zaman "sabit" olmamıştır, olamazda; diyalektik-materyalizm söz konusu ise...

4-Bilimsel sosyalizm, ideoloji (ve doktrin) değildir. Marx-Engels, ideolojiyi "yanlış bilinç" olarak kavramlaştırmışlardır. Bilimsel Sosyalizm ideoloji değil, SİYASAL KÜLTÜRdür... (Çünkü sonuçta DEVLETi güçlendirmeyi değil, söndürerek yok etmeyi amaçlar.)

5-"Hegelci Prusya Sosyalizm"i demogojisi yoktur, Lassalle'ın bilimsel sosyalizmi tahrif etmesi üzerine ustaların vurguladıkları ve sonuçta II.Enternasyonal (gerici burjuva sosyalizmleri)ne giden yolun bilimsel tanımlamasıdır. KAVRANILMASI için birkaç temel kitabın okunması zorunludur...

6- "Demogoji" bir başka kavram, "ŞABLONCU"luk başka bir kavramdır. Türk ("Türkiye" değil) devrimcilerinin en büyük hastalığı olarak da ifade edilebilir, bu kavramsallıkta çok çok doğrudur. Ama maalesef dünyada da bu hastalık Hegelci diyalektik mantığın AŞILAMAMASINDAN doğmaktadır. Kaldı ki Latin Amerika, Kuba'dan sonra Venezuela örneği ile kendi ÖZGÜN denemelerine girişmiştir. (Türkiye'de son olayların gerçek özü şudur: ABD açısından "karın ağrısı" bir "Türk Chavez"in ortaya çıkma korkusudur. Bunun için sivil-vali Recep Yazıcıoğlu, CIA-MOSSAD tarafından usülüne uygun katledilmiştir.) Devrimci Atılım açısından bir "Türk Modeli" çıkarmak zorunludur, darısı bizim başımıza...

7- Türkiye özgünlüğünde KEMALİZM (ATATÜRKÇÜLÜK) diye bir tanımlama ancak jakoben küçük burjuva devrimcilerini veya entelektüellerini bağlar ama KEMALİST siyasal kavramı dünyasal bir nesnel gerçeklik ifade etmiştir, eder... Çünkü kapitalizmin dışında bir iktisadi siyasi yol mu çizmiştir Kemalist Milli Demokratik Devrim girişimi, hayır! Karma ekonomi o günün Keynesci ekonomi politiğidir. Keza SSCB'deki NEP...

8- Türk bilimsel komünistleri 1919'dan beri Kuvayı Milliye çeteleri kurarak I.BMM'inde siyasi görevler yüklenerek TÜRK AYDINLANMA savaşının daima en önünde olmuşlardır. Mustafa Suphi ve 10 arkadaşını herhalde benim babam öldürtmedi? 1923–38 arası anti-komünist tutuklama ve imhaları da benim babam düzenlemedi! Bu tutuklamalarda nice ilerici-yurtsever-demokrat-devrimci işçi ve emekçi işkencelerle katledilmiştir. Nazım Hikmet'in başına gelenler Ay'da gerçekleşmedi! 1946 tevkifatları çaba. 1950 ve günümüze kadar sürdürülmüş "anti-komünist haçlı seferi"nin hangi resmi ideoloji ile sürdürüldüğü açıktır...

9- Bütün bunlara karşın bilimsel sosyalistlerin Türkiye özgünlüğünde sürdürülmesi zorunlu olan aydınlık-ilerici-yurtsever-demokrat-devrimci anti-kapitalist/anti-emperyalist savaşımdaki zorunlu müteffiklerinden biri de Devrimci Kemalist “aydın”lardır diyoruz. İktisadi-Siyasi-Toplumsal-Tarihsel nesnel gerçeklik içinde işçi sınıfının siyasal iktidarının yani sosyalizmin (ama burjuva değil, bilimsel sosyalizmin) ZORUNLULUK olduğunu ve tek çözüm olduğunu iddia ediyoruz. Diğer tarihsel örnekler sadece DERStir, şablon ihanettir! Devrimci bilimsel komünistler olarak söylediğimiz, gerisine karar vermek küçük burjuva emekçilerin sorunudur. Biz onlara ideoloji veya doktrin değil, SİYASAL KÜLTÜR öneriyoruz. Yani devleti ele geçirerek zorunlu olan TOPLUMSALLAŞTILMIŞ TOPLUMu kurmayı. Ne ki, (ve ilginçtir ki) Kemal Atatürk'ün vasiyeti de(1937) doktrin değil, BİLİM olmuştur. (Bu konuda Cumhuriyet Bilim Teknik'te Orhan Bursalı'nın güzel bir araştırma makalesi fi tarihinde yayımlanmıştı.)

10-Bütün bunlara karşın devrimci komünist siyasal kültür hakkında temel düşünce disiplini sahibi olmadan ve bu tarihsel oluşumu kavramadan, ahkâm kesenlerin bugün gönüllü konspiratörlük icra edebileceklerini ama yarın bordrolu ajan-provokatörler olacakları ikazını yapıyoruz. Onun için okutulmuş ve kulaktan dolma değil, bizzat kendilerince bol bol her çeşit kitap (bilim-teknik-sanat) okumayı, okuduklarını pratikte sınamayı, özeleştiri yetilerini geliştirerek bilinçli eylemci (praxisci) olmaklarını tavsiye ediyorum...

“Değişim”in esas olduğu evrensel yaşamda hiçbir zaman “EŞİTLİK”in –ki materyalist diyalektik/ polyalektik söz konusu ise- olamayacağını vurgularken; Toplumsallaştırılmış Toplum yaşama geçirilmeden, aynı zamanda “Herkesin Yeteneğinden Herkesin İhtiyacına Göre” ilkesinin yaşama geçirilmesi olan ÖZGÜRLÜK de olamaz diyoruz. Onun için tek yol sürekli/kesintisiz devrimdir…

Halid Özkul

25. 04. 2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

Samsun ve Yüksekova - İlker Belek

Samsun’un yumruğu, Yüksekova’nın taşı

Kürt sorunundaki çözümsüzlük sürüyor. Sistem tamamen kilitlenmiş durumda. Ahmet Türk'e atılan yumruk olayının bütün bileşenleri bunun göstergesidir:

Yumruklayanın emekçi kimliği de, çalıştığı kahvehanenin sahibinin yumruklayanı “her Türk Türklüğünün gerektirdiğini yapar” şeklindeki açıklaması da, Sırrı Sakık'ın hemen olay yerinde “bunun hesabını vereceksiniz” sözleri de, sonrasında “Kürtler 1915'in Ermenileri değil” eklemesi de, bütün doğu illerinde hesabın nasıl görüleceğinin gösterilme biçimi de, hepsi tek bir şeyi gösteriyor:

Bildikleri tek şey etnik siyasettir. Etnik kutuplaşma had safhadadır. Aradaki ilişki biçimi düşmancadır.

Yumruğu atan bir emekçi, yumruğu yiyen bir toprak ağası, tepki görme nedeni Kürtlüğü, Sırrı Sakık'ın hesap sorulması çağrısında bulunduğu kesim Türkler'dir.

* * *

Karşılıklı anlayıştan, etnik yapıların birlikte yaşama kültürünün geliştirilmesi gereğinden, demokrasiden, insan haklarından söz etmeyeceğim. Bütün bunlar tamamen anlamsız.

Çünkü, eşitsizliğin, baskının, sömürünün olduğu sınıflı toplumlarda, bu sorunlar burjuva demokrasisi çerçevesinde çözümlenemez. Çözüm için mücadele gerekir. Mücadele etmeyenler haklarını alamazlar. Başı kuma gömmeye, liseli kızlar gibi pembe rüyalar görmeye gerek yok.

Ancak her mücadelenin tarafları vardır. Taraflar, karşı taraf karşısındaki taktik, strateji, siyasal argümanlar doğru belirlenmek zorundadır.

Türkiye’de Kürt sorununun çözümü yolundaki taraflaşma yanlıştır. Kürt hareketi yanlış tarafla mücadele etmekte, Kürt halkını yanlış konumlandırmaktadır. Bu yanlışlık zaten egemenlerin istediğidir.

Kim ne derse desin, ancak verili coğrafi sınırlarda ortak yaşamdan umudunu kesmiş olanlar, özerklik, vb projelerle ayrı bir yaşam kültürünün deneme adımlarını atanlar, Sakık'ın kullandığı türden cümleler kurarlar. Yumruğun hesabını sormak için yolcu dolu bir toplu taşım otobüsünün molotoflanmasıyla, olay yerinden yapılan çağrının ilişkili olduğu kesindir.

* * *

İşleri bu noktaya şüphesiz AKP getirdi. Yıllardır değişik etnik ve dini yapılara uygulanan asimilasyon politikasının üretmiş olduğu gerilimler, gizli tutulan tepkiler, AKP'nin yarattığı deregülasyon zemininde etnik ve dini özgürlük hareketleri olarak Türkiye'yi dışa bağımlılaştırmanın, bir iç savaş ortamına taşımanın aracı olarak yeni baştan şekillendirildiler.

Bu ortamdan özgürlük ve kardeşlik değil, yalnızca kendini düşünen faşist ve fundamental siyasal yapılar türer. Türkiye bu yoldadır. Bu yolun sorumluluğu Kürt hareketinin de omuzlarındadır.

Türkiye 1920'den beri farklı etnik ve dini kimlikleri Türklük ve/veya İslamiyet çatısı altında eriterek Türk milleti yaratmaya çalıştı. Bu projenin önündeki en büyük engel hep Kürtler oldu. Proje bu haliyle yanlıştı.

Ama, yanlışlık, bugünkü kontrolsüz faşizan tercihlerin doğruluğunun göstergesi değildir. Etnik siyasetten, Türkiye coğrafyasına oturan, herkesi kapsayıp, anlamlandıran bir üst belirleyen çıkmaz.

O nedenle, Kürt kimliği üzerinden üretilen her “açılım” halkları düşmanlaştırıcıdır. Zaten o nedenle, sınıf kimliğini çözmek için de, en çok etnik silahı kullanıyorlar.

* * *

Açık ki, bu ortamda ancak iki ortak kimlik tesis edilebilir. Birincisi İslamizasyondur, AKP ve ABD buradadır, reddetmek zorunluluğu vardır. İkincisi ise sosyalist siyaset ve rejimdir.

Yeni bir kimlik, sınıf kimliği tesisi birleştirici tek mücadele stratejisidir. Halklarımız çoğunluk itibariyle emekçi kimliğini taşıyorsa, halklarımızı birleştiren tek siyaset sınıf siyaseti olabilir.

İlker Belek

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/samsunun-yumrugu-yuksekovanin-tasi-27046