21 Ağustos 2010 Cumartesi

Liberallikten Marksizme - Enis Üser

YILLARIN LİBERALİ NASIL MARKSİST OLDU

Enis Üser (www.Odatv.com) 20.08.2010

G M Tamas Macaristan’da komünist rejime karşı ilk bayrak açanlardan. Muhaliflikten yola çıkarak, rejimin devrilmesi sonrasında, politikanın en yüksek kademelerine kadar çıkıyor ve büyük düş kırıklığına uğrayarak kendisine yepyeni bir rota çiziyor. Şu anda Budapeşte’de felsefe profesörü olan Tamas İngiltere’de yayınlanan International Socialism adlı derginin 2009 Yaz sayısı için yaptığı söyleşide günümüzün politik, ekonomik ve ideolojik kavgasını anlamamıza yarayacak önemli ipuçları veriyor. Söyleşiyi özetleyerek, derleyerek veriyoruz.
Rejime karşı muhalefete 1970’lerin sonunda başladım. Hareketimiz özgürlükçü soldan esinleniyordu. Zamanla liberalizmi benimsedik. Kimimiz, ben mesela, liberalizmimizi aşırılıklara vardırdık. Orta ve doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerde bizim gibi muhalif grupların ideolojik ve sosyolojik kökenleri hep soldu. Kavgamız başlangıçta sosyalizm değil, Stalinizm’le idi. Marksist yönüm çok ağır basmıyordu, ancak özgürlükçü sosyalist idim. 1988’lere geldiğimizde bir kırılma yaşadık ve liberal insan hakları söylemi ön plana çıktı. Bu kırılma her yerde ayni şekilde yaşandı. 1990’ların ortasına kadar benim diğer çağdaşlarımdan bu anlamda bir farkım olmadı. On beş yıllık muhaliflik yaşamımda bana iş vermediler. Gizli çalışmak zorunda kaldım. 1986 yılında yurt dışında öğretmenlik yapmama izin verdiler. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelere gittim, Oxford Üniversitesi’nde araştırmalar yaptım. 1988 yılından itibaren rejime karşı muhalefetim organize ve formel bir nitelik kazandı. Mitinglerde konuştum, protesto hareketleri örgütledim. Sivil toplum şahlanmış, binlerce örgüt ortaya çıkmıştı. Çok güzel günlerdi onlar. 1988-1992 yıllarını hep konuşarak, tartışarak geçirdik ve hiç uyumadık.

Tüm bunlar hiçbir netice vermeyen, sosyolojik hayal kurmaktan öteye geçmeyen faaliyetlerdi ancak biz bunu özgürlük olarak algıladık ve de öyle olmasını umut ettik. Ben bu gelişmelerin tam ortasındaydım ve sonunda Özgür Demokratik İttifak’ın temsilcisi olarak parlamentoya seçildim. Bu parti rejim muhalifleri tarafından kurulmuştu, parlamentonun ikinci büyük partisi idi. Liberal bir parti idi, ben de partinin en sağ kanadında yer alıyordum. İnsan hakları açısından-azınlık hakları, kültürel özgürlükler, eşcinsellerin eşit hakları-solda olup Amerikan liberalizminden esinleniyordu. Ancak ekonomik politikalar açısından neo-con bir partiydi. Ben bu karışımın doğruluğuna inanmıştım.

SINIF SAVAŞINDA KARŞIMIZA ÇIKAN SÜRPRİZ

İlk seçim kampanyamızda kendimizi has düşman olarak gördüğümüz Stalinist partiyle mücadeleye hazırlamış iken birden kendimizi hiç tahmin etmediğimiz şekilde muhafazakar sağ ile kapışmış bulduk. Muhafazakar sağ bize “Yahudi komplocuları,” “atalarımızın düşmanları,” gibi sloganlarla saldırıyordu. Bu bir anlamda eski günlerin “batıcılar-ulusalcılar,” “kozmopolitanlar-vatanseverler,” şeklindeki ön yargıların devamı niteliğindeydi. Ve kaçınılmaz olarak Macar sağının acayip, antika tekerlemesi olan “yabancı hayranı,” “soyu köklü,” ifadelerini de bu arada hatırlayalım. 1990’larda başlayan bu çekişme bugün aynen devam ediyor. 1988-89 yıllarına kadar Stalinistlerin “sizi asacağız,” şeklindeki tehditlerine alışmıştık ve bunların devam edeceğini bekliyorduk. Halbuki karşımıza ulusalcı sağ çıkıverdi. Posterlerimi yırtıyorlar, üzerlerine gamalı haç işaretleri yapıyorlardı. Ne var ki bu hezeyanlar geniş seçmen kitlesi tarafından destek görmüyordu.

GERÇEKLER ORTAYA ÇIKIYOR

1994 yılında kafam karışmış bir şekilde profesyonel politikayı bıraktığımda seçimleri sosyal-demokrat ve liberal karışımı güçler kazanmıştı. Bu gelişme karşısında ulusalcı sağ tehdidi ortadan kalkmış gibi oldu. Bu arada geriye dönüp baktığımda, politikanın en yüksek mevkilerinde görev yaparken 2 milyon kişinin işini kaybettiğinin farkına vardım. Bu gelişmelerin olduğundan politikacılar konuşmalarında hiç bahsetmemişti. Hayatımın en utandığım umursamazlık olayıdır bu. Politik tartışmalar anayasal haklar için, devlet radyo ve televizyonunun kontrolü için yapılan kavgalar, monarşi mi cumhuriyet mi çekişmesi üzerine yoğunlaşmış yaşamsal sorunlar es geçilmişti. Politik mücadelede kamplaşma önemsizdir demiyorum. Ancak üzerimize çökmüş bulunan ekonomik felaket karşısında kamplaşma o kadar ön plana çıkmamalıydı. Bizler ise bu ikisi arasındaki ilişkiyi göremiyorduk. Yeni egemen sınıf neden medyada tekel kurmak istiyordu? Çünkü gittikçe fakirleşen çoğunluğun desteğini yitirmişti. O kadar naiftik ki, kendimizi, koşullarımız bakımından hiçbir anlamı ve etkisi olmayan klasik liberalizm söylemine kaptırmış gidiyorduk. O nedenle Macaristan Liberal Partisi yok olup gidecek ve buna da müstehak.
Yasa meclise geldiğinde durumun farkına vardım ve bir daha seçimlere girmemeye karar verdim. Sakın bunları sadece Macaristan’a özel bir durummuş gibi düşünmeyin. Sibirya’dan Prag’a, Alma Ata’dan Doğu Berlin’e sorun hep ayni idi. Yapılanlar ekonominin transfomasyonu olmayıp tam tersine toptan çökertilmesiydi. Kapitalizmin yıkıcı gücünün en şiddetli bir şekilde sergilendiği bir tecrübeydi. Yöntem dünyanın her yerinde ayni idi: küçülme, taşeronlaştırma, özelleştirme ve insanları sokağa atma. Yeni pazarlar arayan yabancı sermaye gelmiş ve bedavaya satın aldığı imalat sektörünün kapısına kilit vurmuştu. Bu uygulamalar her yerde oluyordu. İşçiler yığınlar halinde işlerini kaybediyordu. Ama bizim açımızdan bir farkı vardı bu uygulamaların: yaşam biçimimizi yok ediyorlardı. Komünist rejimin yıllar boyunca oluşturduğu modern ve şehirleşmiş toplumun üretim tarzları, kültürümüz birer birer yok edilmişti. Yerine gelen daha iyi bir şey, yapılan bir değişim olmayıp ekonomiye son verilmekteydi. Bir medeniyet yok edilmişti. 1990’larda devlet diye bir şey kalmamıştı-çöküş bütünseldi. Ve bunlar olurken bizler, toplumun krem tabakası, özgürlüğün, açık toplumun, çoğulculuğun, fantezi dünyasının, keyif için yaşamanın zaferini kutluyorduk. Zevk düşkünlüğüne kapılmıştık ve bundan olağanüstü utanç duyuyorum.
Bir yandan da işlerin iyi gitmediğini seziyordum. Yazılarımda bu düşüncelerimi aktarmaya çalışıyordum. Ancak analiz diye ortaya koyduklarım içi boş politik safsatalardı. Mesela Amerika’nın Balkanlar’daki politikaları, Körfez Savaşı, gidişattan genel bir memnuniyetsizlik-bunlar göstergeydi. Ne var ki biz bunların geçici şeyler olduğunu düşünüyorduk. Geçiş dönemi sıkıntılı, ancak sonunda her şey güzel olacaktı. Olmayacaktı, olmuyordu. O nedenle, düşüncelerimizdeki yanlışların kaynağına inebilmek için kendimi tekrar okumaya verdim. Teori çalıştım, ekonomi ve tarih konularına daldım tekrardan. Bu çerçevede Liberalizmin muhafazakar eleştirisini inceledim ve bu inceleme bana Marksizm’e geçiş yapmam konusunda yardımcı oldu. Ben hiçbir zaman iyi bir Marks öğrencisi olamamıştım daha önceleri. Pazar ekonomisine geçişin neden o şekilde bizdeki gibi olduğu, pazar ekonomisinin ne genelde ne de eski sosyalist ülkeler için yeterli olamayacağı konularına kafa yordum, anlamaya çalıştım. Bunları öğrenmem çok uzun sürdü ancak sonucunda yep yeni bir kişilik ve düşünce yapısı kazandım.
Macaristan’da muhalefet hareketi sol gelenekten geliyordu. 1980’lerde Batı ülkelerini dolaşmıştık. O nedenle modern kapitalizmin günahları hakkında bilgimiz vardı, buna rağmen onu tümüyle kabul ettik. Çünkü Sovyet tipi bir sistemi soldan değiştirmenin olanaksız olduğunu düşündük. Amacımıza hizmet edeceği düşüncesiyle kapitalizmi seçerken tercihimizin bedelini ödemeye hazırdık. Biz buna bedel diyorduk ama aslında bu kapitalizme olan aşkımızdı.

Artık bundan sonra kafası karışık özgürlükçü sol akıma tekrar dönemem. Sosyal devleti amaçlayan sosyal-demokrasinin de zamanının geçtiğini düşünüyorum. Sosyal-demokrasi tüm eksikliklerine rağmen iyi bir sistemdi ve uzlaşma kültürü üzerine kurulmuştu. Şimdi uzlaşmadan söz etmek olanaksız, sadece sermayenin mutlak egemenliği geçerli. Kapitalizmin şimdiye kadar her türünü denedik:sosyal-demokrasiyi, Nasyonal Sosyalizmi, askeri diktatörlüğünü, Katolik korporatist şeklini, vs.. Ve sorunlar hala devam ediyor. Dolayısı ile burjuva akımlarla yolları ayırdıktan sonra geriye bir şey kalmamıştı. O nedenle devrimci Marksist olmaya karar verdim. Bundan başka daha saygın ve akıllı bir yol göremedim. Yapılanları görüyoruz, kapitalizmi insancıl bir şekil vererek kurtarma olanağı kalmamıştır.

GÜNÜMÜZDE MACARİSTAN’IN HALİ...

Sanayi ve tarımımız çökerttirildikten sonra egemen politik sınıf Macaristan’ı dünyanın finans merkezi yapacağı iddiasını ortaya attı. Tam bir deli saçması. 1990’ların başında, ekonomi tamamen çöktükten sonra biraz yabancı sermaye geldi. Ucuz emek bolluğu vardı. Orada burada inşaat faaliyetleri filan. Yabancı sermaye şirketleri kapatmak için satın alıyordu. Böylece rekabeti yok edip pazarda tekel olmaktı amacı. Ancak işsizlik olağanüstü boyutlara varınca talep diye bir şey kalmadı. Sonuçta uluslararası tekeller şimdi ülkeyi terk ediyor.
Şu anda emeklilerin sayısı özel sektörde çalışanlarınkini geçmiş durumda. Yaşam standardı dibi gördü, çalışma saatleri devamlı artıyor, her yer işsizler ordusu ile dolup taşıyor. Macar halkı hayatında hiç görmediği, alışık olmadığı şekilde aç geziyor. 1970’lerde, 1980’lerde bölgenin en gelişmiş, refah içindeki ülkesiydi. Şu an politik kavga gittikçe eriyen kamu kaynaklarını ele geçirme savaşından başka bir şey değil. Kavganın bir ucunda orta sınıf var diğer ucunda nüfusun geri kalan bölümü. Herkese yetecek kadar kaynak yok. Tam da aşırı sağa yol açacak bir durum. “Sosyalist” hükümet sosyal harcamaları devamlı kesiyor. Bu da sınıf kavgasına ırkçılık ve polisiye tedbirlerle yaklaşmayı beraberinde getiriyor. Sosyal yardıma muhtaç olanlar aşağı bir ırk veya tembel insanlar olarak yaftalanıyor. Çözüm olarak önerilenler ise daha fazla polis, daha fazla hapishane ve bu şekilde proletarya kontrol altında tutulmak isteniyor.

Bu nefret ortamında bir yandan emekliler, işsizler, sosyal yardım alanlar “parazit” olarak görülüyor, diğer taraftan da bu görüşe karşı egemen sermaye “kökü dışarda güçler” olarak nitelendiriliyor. Bu toplumda el emeği ile çalışanlara karşı nefretlerini artık saklamıyor insanlar. Batılı liberallerin Doğu Avrupa’daki ırkçılığı, neo-faşizmi, zenofobiyi eleştirmesi köksüz kozmopolitan finansa sermayesine, yaşam hakkını yok eden “politik doğruculuk” tavırlarına karşı halkın gösterdiği ulusal direnci zayıflatmayı amaçladığı şeklinde algılanıyor. Bugünün Macaristan’ında bir yanda burjuvazi, orta sınıflar, uluslararası sermaye farklı fakat çakışan menfaatleriyle iktidar koalisyonu oluşturmuş vaziyette işçi sınıfına ve marjinalleşmiş kesimlere karşı savaş açmış durumda. Şu anda ezilenler bu saldırıya karşı bir alternatif üretememiş durumda: ama bir alternatif bulmak zorundayız.