28 Temmuz 2010 Çarşamba

Toprak Reformuyla İstihdam Yaratmak - Kurtuluş Cephesi

Toprak Reformuyla İstihdam Yaratmak

Kılıçdaroğlu, CHP Kurultay’ında yaptığı konuşmada "mayınlı arazilerin yoksul köylülere dağıtılacağını" ve "toprak reformu" yapılacağını ilan etti. Böylece unutulmuş olan köylülük ve tarım sorunu bir kez daha gündemin ilk sıralarına çıkma olanağı kazandı.

Ama 60’ların ünlü sloganı "toprak reformu" ya da devrimci hareketin ifadesiyle "toprak devrimi" her ne kadar çok "bilinir" görünse de, 1980 sonrasındaki "ihracata yönelik sanayileşme", "neo-liberalizm", "globalizm" propagandaları arasında unutulup gitmiştir. "Sosyal-demokrasi"ye yeniden dönüşten söz edildiği bugünlerde, "toprak reformu", bu unutulmuşluk içinde kaçınılmaz olarak "popülizm" olarak kolayca damgalanabilmiştir.

"Toprak reformu" konusu ele alınırken (ve pek çok başka konuda da), herşeyden önce, kapitalizmin iç dinamikle gelişmediği, dolayısıyla dışa bağımlı olarak yukardan aşağıya geliştirildiği bir ülkede yaşadığımız gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır. Eğer kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişmiş olsaydı, şüphesiz, tarım sorunu kapitalist ölçülerde çözümlenmiş, yani tarımda kapitalizm egemen üretim ilişkisi haline gelmiş olurdu. Kapitalizm iç dinamikle değil de dış dinamikle, emperyalizmin çıkar ve taleplerine uygun olarak yukardan aşağıya geliştirilince, kaçınılmaz olarak tarım sorunu da çarpık bir hal almıştır. 12 Eylül sonrasında ithalatın liberalizasyonuyla birlikte ilk ithal edilen malın "Çikita muz" olması da ülkedeki tarım sorununun nasıl bir çıkmaz içinde olduğunu açıkça göstermiştir.

Emperyalizmin aşırı-üretim sorunu ve buna karşı geri-bıraktırılmış ülkelerde iç pazarın genişletilmesine yönelik yeni-sömürgecilik uygulamaları, bir yandan "kapalı üretim birimlerini", yani feodal ve yarı-feodal üretim ilişkileri içinde bulunan tarımı "pazar için üretim"e yöneltirken, diğer yandan kırdan kente büyük bir göç dalgasının ortaya çıkmasına yol açmıştır. 12 Eylül sonrasında uygulanan ekonomi politikalarla her türlü emperyalist ülke malının ithalatının serbest bırakılmasıyla ortaya çıkan tarım ürünleri ithalatı böylesi bir pazar genişletilmesi koşullarında kırsal alanların çok daha hızla çözülmesine ve göçe neden olmuştur.

Bugün şekerden buğdaya, mısırdan ete kadar hemen hemen tüm tarımsal ve hayvansal ürünler ithal edilmektedir. "Yüksek faiz, düşük kur" politikasıyla TL’nin değerlenmesi ithalatı cazip hale getirmiştir. İç tarımsal üretimin maliyetindeki (gübre, mazot vb.) artış da ithal ürünlerle yerli ürünleri ithal ürünlerle "rekabet" edemez hale getirmiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak hem tarımsal üretimi geriletmiş, hem de göç nedeniyle kentlerde büyük bir işsizler ordusu ortaya çıkarmıştır.

Böylece tarım sorunu, bir yanıyla tarımsal üretimin azalması ve talebin ithalatla karşılanması sonucu dış ticaret açığının büyümesiyle, diğer yanıyla da kırdan kente göçle ortaya çıkan büyük işsizler ordusunun istihdamı sorunuyla karmaşık bir hal almıştır.

Kentlerdeki işsizliğin kentlerde istihdam edilmesi, ancak sanayinin gelişmesiyle olanaklıdır. Her türlü sanayi ve tarım ürününün "düşük kur" politikasıyla ucuza ithal edilmesi, sanayi yatırımlarını (kapitalist anlamda) "cazip" olmaktan çıkarmıştır. Öte yandan tarım ürünleri fiyatlarının ithalat karşısında sürekli düşmesi ve buna karşılık maliyetlerin sürekli yükselmesi tarımsal üretimin gerilemesine de yol açtığından, tarım kesiminde de büyük bir işsizliğe yol açmıştır.

Böyle bir ortamda, tarımsal üretimin "cazip" hale getirilmesinin ve artırılmasının yeni istihdam olanağı yaratabileceği kolayca düşünülebilir. Ekilmeyen arazilerin ekime açılmasının ve ekilebilir arazilerde daha geniş çaplı ekim yapılmasının yaratacağı istihdam olanağının işsizliğe de çare olabileceği varsayılabilir. Bu düşünce ve varsayımla gerçekleştirilecek bir "toprak reformu"nun, hem tarımsal üretimi artıracağı (dolayısıyla da tarım ürünleri ithalatını azaltacağı), hem de istihdam yaratacağı ileri sürülebilir.

Bilinebileceği gibi, "toprak reformu"nun özü, ekilmeyen kamu arazilerinintopraksız ve az topraklı köylüye dağıtılmasıdır. Böylece dağıtılan toprakla mevcut köylü nüfusu daha verimli üretim yapabilecek ve üretim artışı gerçekleştirilecektir. Doğal olarak tarımsal üretimdeki artış da tarım ürünlerinin birim maliyetinin ve fiyatının düşmesine yol açacaktır.

Burada temel unsur, kırsal alanda topraksız ve az topraklı köylünün emek-gücünün verimli olarak kullanılmasıdır. "Toprak reformu" öncesinde küçük bir toprak parçasında küçük bir ürün karşılığı tüketilen emek-gücü, "toprak reformu" sonrasında daha geniş bir toprak parçasında tüketileceği için üretkenliği artmış olacaktır. Bu açıdan "toprak reformu", tarıma emek-yoğun sermaye yatırımı anlamına gelir. Asıl amaç, tarımda sermaye yatırımının artırılmasıdır.

Ancak böyle bir emek-yoğun sermaye yatırımının etkili olabilmesi için, herşeyden önce kırsal alanda serbest ya da yarı-serbest emek-gücünün ortaya çıkmış olması gerekir. Eğer kırsal alanda yeterli emek-gücü mevcut değilse, yapılacak bir "toprak reformu" hiçbir biçimde yeni istihdam olanağı ortaya çıkarmaz ve üretim artışına yol açmaz. Bu açıdan "toprak reformu", kırsal nüfusun yoğun olduğu koşullarda ve dönemlerde, toprağın yeniden dağıtımı yoluyla tarımsal üretimin genişletilmesine yol açarken, kırsal nüfusun azaldığı koşullarda ve dönemlerde aynı sonucu ortaya çıkarmaz. Olsa olsa, mevcut üretici köylü nüfusun üretiminde belli bir artışa yol açarak gelirlerinin artmasını sağlar, ama yeni istihdam olanağı sağlamaz.

Tarımın yeni istihdam olanağı yaratabilmesinin tek yolu, sermaye (kapitalist ilişkiler içinde) yatırımından geçer. Bu sermaye yatırımının da, emek-yoğun sermayeden daha çok para-sermaye olarak yatırılması gereklidir. İşte bu para-sermaye yatırımıyla tarımsal üretimin genişletilmesi yeni istihdam olanağı ortaya çıkarır. Şöyle ki:

Toprak, ister "reform"la kamu arazilerinin dağıtımıyla sağlanmış olsun, ister toprak rantını[1*] kaldırarak kamu arazilerinin sermaye yatırımına açılmasıyla sağlanmış olsun, her durumda aynı zamanda bir sermaye niteliğindedir. Toprak sermayesi ile emek-gücünün bir araya gelmesiyle üretim süreci başlar. Burada sermayenin büyüklüğü ve yatırıldığı alanın genişliğine bağlı olarak emek-gücü kullanımı da, yani istihdam da o kadar büyük ve geniş olur.

Bugünkü kırsal yapı içinde gerçekleştirilecek bir "toprak dağıtımı", varolan emek-gücünün daha geniş bir arazi üzerinde kullanılmasını sağlayabilir. Bu da, atıl ve verimsiz emek-gücünün kullanılması demektir. Ancak kentlere göç etmiş ve orada işsizler ordusuna katılmış eski kırsal nüfusun istihdam edilmesinin önünü açmaz. Bunun gerçekleştirilmesinin yolu, tarımın başlı başına bir sermaye yatırım alanı haline gelmesinden geçer. Yani tarımın, tıpkı sanayi gibi üretim ve istihdamı artıran bir yatırım alanı haline getirilmesi gerekir. Bunun kapitalist üretim ilişkilerindeki karşılığı "kapitalist çiftlikler"in kurulması, tarımın kapitalist sermayenin yatırım alanı haline getirilmesidir.

Eğer tarım, kapitalist sermaye açısından herhangi bir alanda faaliyet gösteren sanayi sermayesi gibi yatırım alanı haline getirilebilinse, bu yatırıma paralel olarak yeni istihdama yol açar. Bir başka deyişle, tarımsal üretimin kapitalist sermaye yatırım alanı haline gelmesiyle tarım işçiliği başlı başına bir istihdam alanı haline gelir. Bu durumda, tarım işçisinin nereden sağlandığı, yani kırsal alandaki mevcut nüfustan mı, yoksa kentlerdeki işsizlerden mi sağlanıldığı önemini yitirir. Dolayısıyla tarıma yapılan her sermaye yatırımı, giderek kent ve kır işsizlerinin istihdamını sağlayan bir üretim alanı ortaya çıkarır.

Burada asıl olan, sermayenin yatırım alanı olarak tarımın, en az sanayi ve hizmetler sektöründeki sermaye kadar kâr sağlamasıdır. Tarımsal üretimdeki kapitalist kârın sanayi ve hizmetler sektöründeki kâra göre daha düşük olmasına yol açan temel etmen ise mutlak toprak rantıdır. Bu nedenle, "toprak reformu"nun, sadece mevcut kırsal nüfusun emek-gücünün daha verimli hale getirilmesini sağlayan bir toprak dağıtımından ibaret olmayıp, aynı zamanda ve esas olarak mutlak toprak rantını kaldıran (ya da sanayi ve hizmetler sektöründeki yatırımlarla rekabet edebilir düzeye indiren) özelliğe sahip olması gerekir. İkinci olarak, "toprak reformu", geniş ve büyük toprakların ekime açılmasını sağlamak zorundadır. Böylece büyük tarımsal işletmeler yaratılarak (kapitalist anlamda tarım şirketleri) yeni istihdam olanağı ortaya çıkar.

Kapitalist anlamda büyük çiftliklerin ortaya çıkartılması, yani tarım kapitalistlerinin yaratılması (ki bu devlet aracılığıyla da "kapitalist devlet çiftlikleri" şeklinde olabilir) yeni iş olanakları ortaya çıkaracaktır. Bunun yolu da, mutlak toprak rantının ortadan kaldırılmasından geçer.

Ama kapitalizmin yukardan aşağıya geliştirildiği, sanayiden tarıma kadar her alanda çarpık bir gelişmenin ortaya çıktığı ülkelerde böylesi bir "toprak reformu" (toprağın yeniden dağıtımı ve mutlak toprak rantının kaldırılmasıyla tarımın sermaye yatırımı için kârlı bir alan haline getirilmesi) tek başına yeterli değildir. 1980’lerde Turgut Özal döneminde "tavuk çiftlikleri" için kamu arazilerinin bedelsiz olarak verilmesinde ortaya çıkan yolsuzluklar ortadadır. Aynı şekilde Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmesinde olduğu gibi, tarımsal işletmelerin arazisi yeni bir rant kapısı olarak kullanılmıştır. Keza Turgut Özal’ın "tavuk çiftlikleri" için kamu bankalarından açılan krediler, göstermelik birkaç "çiftlik binası" yapımı dışında başka alanlarda (özellikle turizm ve eğlence sektöründe) tüketilmiştir.

Bu nedenlerden dolayı, "toprak reformu"nun, en açık ve kesin anlamıyla tarımın kamu yatırımının temel alanı haline getirilmesini sağlayacak biçimde yapılması zorunludur. Diğer bir ifadeyle, kamunun, yani devletin, herhangi bir kapitalist özel sermaye gibi tarıma yatırım yaparak yeni iş olanakları yaratması gereklidir. Bu da büyük devlet çiftliklerinin ve hayvancılık kombinalarının kurulması demektir. Bunun paralelinde topraksız ve az topraklı köylüye toprak dağıtımı, onların büyük devlet çiftlikleriyle rekabet edebilme koşullarını yaratacaktır.

Kentlerdeki işsizlerin, daha tam ifadeyle kırdan kente göç etmiş nüfusun yeniden tarımsal üretime kazandırılması ve tarımda istihdam edilmesi için, tarıma büyük ölçekli üretime yönelik olarak büyük sermaye yatırımı yapılması zorunludur. Bu yolla, kırdan kente göç ederek serbest emek-gücü haline gelmiş nüfusun tarım işçisi olarak istihdam olanağına ortaya çıkar.

Bu boyutlarıyla "toprak reformu", sözcüğün geniş anlamında "toprak devrimi" ya da "tarım devrimi" içeriğine sahip olur. Demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde de başka bir seçenek zaten yoktur.

Böyle bir "toprak reformu" (devrimi), kaçınılmaz olarak hem istihdamı artırır hem de tarımsal üretimde büyük artışa yol açar. Emek-gücünün üretkenliğindeki artış ve toprak rantının ortadan kaldırılması tarım ürünlerinin maliyetini azaltarak fiyatlarının düşmesine yol açarken, aynı zamanda üreticinin toplam gelirinde artışa neden olur.

Emperyalizme bağımlı bir ülkede bunu yapmak olanaklı değildir. Dün olduğu gibi bugün de emperyalist-kapitalist sistemin en büyük sorunu aşırı-üretimdir. 1980 dünya ekonomik bunalımı sonrasında emperyalist ülkelerdeki yeni sermaye yatırımlarıyla sanayi ve tarımda büyük bir üretim artışı ortaya çıkmıştır. Özellikle gen teknolojisindeki gelişmelerle tarımsal üretim olağanüstü büyümüştür. Bunun sonucu olarak, başta ABD ve Almanya olmak üzere, emperyalist ülkelerde tarımsal üretim fazlası dev boyutlara ulaşmıştır. ABD’nin buğday, mısır vb. ürünlerde ve Almanya’nın şeker, süt vb. ürünlerindeki aşırı-üretim geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilerek bir tarımsal aşırı-üretim krizine yol açması önlenmeye çalışılmaktadır. GDO’lu ürünlerin ithalatının genişletilmesine ilişkin AKP hükümetinin aldığı son karar da ABD’nin tarımdaki aşırı-üretimine pazar bulma gereksinmesinin ürünüdür.

Bu koşullar altında, sadece istihdam açısından bile olsa tarımsal üretimi artırmaya yönelik her girişim, kaçınılmaz olarak emperyalist ülkelerin kendi tarım ürünleri için pazar yaratma girişimiyle çatışmak zorundadır. Bu çatışmayı ortadan kaldırmanın tek yolu, tarımsal üretimin Arjantin, Brezilya vb. Latin-Amerika ülkelerinde olduğu gibi yabancı sermayeye açılmasıdır. Bu da emperyalist ülkelerin kendi iç üretimlerinin çok büyük ölçüde arttığı koşullarda zaten olanaksızdır. Cargill olayında olduğu gibi, yabancı sermaye ilk dönemde yerli üretime yönelik yatırım yapıyor görünse de, bir süre sonra doğrudan metropol ülkelerden tarım ürünleri ithalatına yönelmektedir.

Bugün "terör" sorunundan işsizliğe kadar pek çok sorunun "çözüm anahtarı" olarak görülen GAP projesinin tamamlanamamasının arkasında yatan temel neden de, emperyalist ülkelerdeki tarım ürünleri fazlasıdır.

Bu nedenle, ülkemizde yapılmaya kalkışılacak olan bir "toprak reformu", sonuç olarak tarımsal üretimin artırılmasına yol açarak tarım ürünleri ithalatını büyük ölçüde ortadan kaldırmaya yöneleceği ölçüde emperyalist ülkelerin tarımdaki aşırı-üretim krizini önlemeye yönelik müdahaleleriyle çatışmaya girmeksizin gerçekleştirilemez ve sürdürülemez. Böyle bir çatışma göze alınmadığı sürece, "toprak reformu", çok yalın ve basit biçimde belli toprakların, örneğin mayınlı arazilerin dağıtımından öteye geçmeyecektir. Bu da, klasik anlamıyla sosyal-demokrasinin marksizmden "ödünç" aldığı çözümleri uygulayamamasının maddi temelidir. Burada sosyal-demokratların bireysel "iyiniyet"lerinin (eğer böyle denilebilirse) hiçbir önemi yoktur.

Dipnotlar


[1*] "Kapitalist üretim tarzının önkoşulları o halde şunlardır: Toprağı gerçekten işleyenler, bir kapitalist tarafından, tarımla, yalnızca sermayenin özel bir sömürü alanı olarak, özel bir üretim dalındaki sermayesi için bir yatırım olarak uğraşan bir kapitalist çiftçi tarafından istihdam edilen ücretli işçilerdir. Kapitalist çiftçi, toprak sahibine, kullandığı toprağın sahibine, sermayesini, bu özel üretim dalına yatırma hakkı karşılığında sözleşme ile saptanmış belirli dönemlerde, örneğin her yıl, (tıpkı para-sermaye ödünç alanın belirli bir faiz ödemesi gibi) bir miktar para öder. İster tarımsal toprak, yapı arsaları, madenler, balıkçılık bölgeleri ya da ormanlar için olsun ödenen bu para miktarı toplamına, toprak rantı adı verilir. Bu, toprak sahibinin, toprağını, kapitalist çiftçiye kiralamayı kabul ettiği bütün dönem için ödenir. Bu nedenle, toprak rantı, burada, topraktaki mülkiyetin, iktisadi açıdan gerçekleştiği, yani değer ürettiği biçimidir. O halde, burada, birlikte ve karşılıklı zıtlık halinde, modern toplumun çerçevesini oluşturan üç sınıfın hepsi – ücretli işçiler, sanayici kapitalistler ve toprak sahipleri ortaya çıkmış oluyor." (K. Marks, Kapital, Cilt III, s. 546-547.)

Kurtuluş Cephesi

Mayıs-Haziran 2010

"Yeni" Orta Sınıf - Kurtuluş Cephesi

“Yeni” Orta Sınıf

"Bugüne kadarki küçük [alt] orta tabakalar –küçük sanayiciler, bakkallar ve rantiyeler, esnaf ve çiftçiler–, bütün bu sınıflar, kısmen küçük sermayeleri büyük sanayiyi işletmeye yetmediğinden ve büyük kapitalistlerin rekabetine dayanamadıklarından, kısmen onların becerilerinin yeni üretim yöntemleri karşısında değer yitirmesinden dolayı, giderek proletaryanın düzeyine inerler. Böylece proletarya, nüfusun tüm sınıflarından yeni üyeler kazanır...

Orta sınıflar, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatçı, köylü, bütün bunlar, çöken orta sınıf olarak kendi varlıklarını korumak için, burjuvaziye karşı savaşırlar. Yani onlar, devrimci değil, tutucudurlar. Dahası gericidirler, tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışırlar. Eğer rastlantıyla devrimci olurlarsa, proletaryaya katılmak durumunda kaldıklarını gördükleri içindir; bu yüzden de o andaki çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını savunurlar, kendi bakış açılarının yerine proletaryanın bakış açısını geçirirler..." (Marks-Engels, Komünist Manifesto.)

Önce sosyoloji ile marksizmin karıştırılmasına açıklık getirmek gerekiyor.

Kimilerine göre, Marks, gelmiş geçmiş en büyük sosyologlardan birisidir ve hatta sosyolojinin oluşmasında temel bir role sahiptir. Bu iddia sahipleri, marksizmi bir sosyolojik "ekol"e, akıma indirgerler ve bu indirgemeye bağlı olarak da marksist sosyolojiden söz ederler. Kendi terimleriyle, marksizm, sosyolojinin "ekonomist okulu"nu oluşturur ve doğal olarak da Marks-Engels bu sosyoloji okulunun kurucuları olarak kabul edilir.

Gerçekte sosyoloji, insan toplumunun alt bileşenlerinin ve katmanlarının araştırılması ve tahlil edilmesidir. Bu yönüyle sosyoloji, aile, köy, kent, devlet, sendika, seçmen topluluğu vb. kategorilerde çalışır. Marksizm ise, insan toplumunun sınıflardan oluştuğunu ve sınıfların da üretim sürecindeki konumlarla belirlendiğini kabul eder.

Sosyoloji açısından "orta sınıf", herhangi bir zaman dilimindeki herhangi bir toplumun bir kategorisidir; sosyolojik toplumsal piramidin üstü ile altı arasında kalan ("orta") kesimlerden oluşur. Bu yönüyle antik Yunan’dan başlayarak feodal ve kapitalist toplumlarda da "orta sınıf"tan söz etmek olanaklıdır. Örneğin devrim öncesi feodal Fransa’da gelişen burjuvaziyi tanımlayan "orta sınıf" terimi, aristokrasi ve ruhban sınıfı/tabakası arasında kalan "orta tabaka"dır ve bu yüzden "tiers etat", yani "üçüncü tabaka" olarak adlandırılır. 1789 Fransız Devrimi’yle "üçüncü tabaka", yani burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte "orta tabaka" ya da "orta sınıf" terimi kapitalist toplumdaki küçük-burjuva sınıfı tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır.

İşte bu tarihsel gelişime rağmen ideolojiden ve sınıflardan yalıtılmış sosyoloji, "orta sınıf" terimini kullanmayı sürdürmüştür. Bunlara göre insan toplumu bir bütündür (tek bir "sınıf") ve bu sınıflar kendi içlerinde "üst", "orta" ve "alt" bölümlere ayrılır. Bu üç kategori içinde "orta" kesim ya da "orta sınıf" en akışkan ve geçişken toplumdur. "Alt"tan "orta"ya, "orta"dan "alt" ve "üste", "üst"ten "orta"ya ve daha "üst"e (tekel) doğru bir akışkanlık vardır. Dolayısıyla "orta sınıf", 0 kan grubu gibidir, "alt" ve "üst" sınıflara geçişi sağlayan genel ve ortak verici olarak kabul edilir. Dolayısıyla da, bu "0 kan grubu" sosyolojinin ana ilgi alanını oluşturur.

Tarih içinde serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesiyle birlikte yeni bir ilişki biçimi ortaya çıkmıştır. Artık "alt-orta-üst" sınıfların ötesinde "tekelci" kesimler, finans oligarşisi ortaya çıkmıştır. Doğal olarak bu yeni ilişki içinde "orta sınıf"lar da yeni bir biçim almaya başlamıştır. İşte kapitalizmin emperyalist aşamadaki gelişiminin küçük-burjuvazide meydana getirdiği değişim, sosyologlar ve ekonomistler tarafından "yeni orta sınıf" olarak tanımlanmıştır.

Paul Sweezy, "yeni orta sınıf"ın gelişimini, II. yeniden paylaşım savaşından sonra üretimde meydana gelen büyük artışın ticaretin/dağıtımın boyutlarını olağanüstü artırmasına bağlar. Öyle ki, tekelci burjuvazi artan üretimini pazarlayabilmek için dağıtım alanına (reklamcılık sektörü, satış mağazaları vb.) büyük yatırımlar yapmıştır. Böylece bu dağıtım/ticaret alanındaki yatırımlarla yeni bir istihdam alanı açılmış ve çok büyük sayıda üretken olmayan emek-gücü istihdam edilmiştir. Aynı zamanda bu istihdam aracılığıyla yeni bir tüketici kitlesi yaratılarak yeni talep ortaya çıkarılmıştır.

Sweezy, bu gelişmenin toplumsal (sosyolojik) ve siyasal sonuçlarını şöyle ifade eder:


"Sanayi bürokratlarının, serbest meslek sahiplerinin, öğretmenlerin, devlet memurlarının vb.nin oluşturduğu ve merkezileşme ve yükselen hayat standartları sürecinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ‘yeni orta sınıf’, dağıtım faaliyetleri ile meşgul olanların büyük bölümünü oluşturan satıcılar, reklam alanları, gazeteciler ve ücretliler ordusuyla daha da artmıştır. Nüfusun bu öğeleri göreli olarak daha iyi ücret alırlar ve öznel açıdan onları az ya da çok kapitalist ve toprak sahipleri sınıfına bağlayan bir yaşam standardından yararlanırlar. Diğer taraftan, kapitalizm altında bunların bir bölümü gelirlerini dolaylı ya da dolaysız olarak artı-değerden sağladıkları için, artı-değerin azalması bunlara zarar verir ve bu nedenle çıkarlarını egemen sınıfların çıkarlarıyla bağlayan nesnel bir bağ da vardır. Her iki nedenden dolayı, yeni orta sınıf işçilerden ziyade kapitalistler için toplumsal ve siyasal bir destek sağlama eğilimindedir. Diğer bir ifadeyle, bu sınıfın üyeleri, kapitalist generallerin liderliğini derhal kabul eden bir ordu oluşturmaktadır."[1*]

Sweezy bu satırları 1946 yılında yazmıştır. Ve bugün, yani 64 yıl sonra, "yeni orta sınıf", Prof. Dr. Sencer Ayata’nın CHP yönetiminde yer almasıyla ülkemizin gündeminin ilk sıralarına yerleşmiştir. Hatta Sencer Ayata "yeni orta sınıf" teorisinin ilk kurucusu olarak sunulmuştur.

Sencer Ayata’ya göre, "geleneksel orta sınıf", yani "yeni orta sınıf"tan önceki "orta sınıf", daha çok çiftçiler, esnaf, sanatkâr, mahalli tüccarlardan oluşur ve "çok yakın zamana kadar Türkiye’de nüfusun %90’lara varan kesimi"dir. "Yeni orta sınıf" ise, "sanayileşme ve özellikle son dönemde bilgi ekonomisi dediğimiz sürecin ilerlemesiyle ortaya çıkan birçok yeni ekonomik faaliyet alanı ve sayısız yeni meslek"lerden oluşur. "Kendi hesabına çalışan doktorlar, mimarlar, dişçiler, avukatlar, bunlar da yine yeni orta sınıftır. Profesyoneller diyoruz. En ciddi geliştiği alanlardan biri de finans sektörü, bankacılık, sigortacılık... Üretim hizmetleri, sosyal hizmetler alanlarında çalışanlar. Tabii kamu yönetimi alanı da... Öğretmenler, mağazalarda çalışan şık giyimli tezgâhtarlar, otellerde, bürolarda çalışanlar, sekreterler, hemşireler..." "yeni orta sınıf"ı oluşturur.

Gerek Sencer Ayata, gerekse başka siyasal sosyologlar, özellikle de "sosyal-demokrasi" araştırmacıları bu "yeni orta sınıf"ın Avrupa’da sosyal-demokrat partilerin yeni tabanını oluşturduğunun altını çizerler. Buradan yola çıkarak da, solun, sosyal-demokratların bu "yeni" taban üzerinde "siyaset" yapmalarını önerirler.

Onların sözünü ettiği orta sınıf politikası, 1990’ların ortasında, yani SSCB’nin dağıtılmışlığı sonrasında Avrupa sosyal-demokrat partilerde (özellikle İngiltere ve Almanya) ortaya çıkan "neo-liberal sol" politikadan başka bir şey değildir. Bu "neo-liberal" ("yeni-liberal") politikaların İngiltere’deki temsilcisi Tony Blair, Almanya’daki temsilcisi Gerhard Schröder ve uluslararası finans çevrelerindeki temsilcisi Soros’tur. Bunların çizgisi, "üçüncü yol" (The Third Way) ya da "yeni orta" (Die Neue Mitte) olarak pazarlanmıştır. Bu söylem, 1997 seçimlerinde Tony Blair’ı iktidara taşırken, Gerhard Schröder 1998 seçimleriyle iktidara gelmiştir.

Bu söylemin ve "teori"nin temel savı, "yeni orta sınıf"ın toplumun önemli bir bölümünü oluşturduğu ve buna dayanan partinin iktidara gelebileceğidir. Sencer Ayata’nın sözlerinde de ifadesini bulan "bilgi ekonomisi" ya da "bilişim sektörü"ndeki gelişmelerin böylesi etkin ve nicelik olarak güçlü bir "yeni orta sınıf" yarattığı varsayılmıştır. Ne yazık ki (!) bu varsayımın, "yeni orta sınıf"ın gerçek temelini (Sweezy’nin 1946’da ifade ettiği gibi, çok daha eskilere ve dağıtıma/ticarete dayanan temelini) görmezlikten gelerek herşeyi "bilişim sektörü"ne bağlaması, 2005’de bu "yeni orta"nın, "neo-liberal sol"un (ve ABD’de "neo-con"ların) yok olduğunu da kabul etmeyi gerektirir.

Bu yok oluşun temelinde ise, 2000 dünya ekonomik bunalımı yatar. 2000 bunalımı koşullarında dünyanın en büyük "iletişim-bilişim" şirketlerinden Enron (2001) ve WorldCom’un (2002) iflası bir dönemin sonunu getirmiştir. Mart 2000’de başlayan ve 1997 Asya kriziyle birleşen dünya ekonomik bunalımında "beyaz yakalı işçiler", yani "yeni orta sınıf" büyük ölçüde işsiz kalmıştır. Benzer bir gelişme Şubat 2001 krizi sonrasında Türkiye’de de yaşanmıştır. Binlerce banka çalışanı, gazeteci, reklam şirketi çalışanı işsiz kalmıştır.

Nasıl ki, Şubat 2001 krizi AKP iktidarının önünü açmışsa, Mart 2000 dünya ekonomik bunalımı da "üçüncü yol"cuların sonunu getirmiş ve sağ partilerin iktidarına yol açmıştır.

Burada en temel yanılgı, sosyoloji ile siyasetin, sınıflar ile tabakaların birbirine karıştırılmasıdır. Sınıfları ve sınıfsal tahlilleri dışlayan sosyolojik tahlillerle yapılan siyasetle varılacak yer, elverişli bir konjonktüre bağlı olarak meydana gelen "fırsatlardan yararlanma"dan öteye geçemez.

Kemal Kılıçdaroğlu’lu CHP’nin ne kadar bu yanlış "yeni orta sınıf" teorisine uyum sağlayacağı bilinmese de, bu teorinin konjonktürel özelliği ve sonuçları kalıcılığı değil, geçiciliği niteler. Bizim gibi ülkelerde ise, "yeni orta sınıf"denilen yeni işgücünün, iddia edilenin tersine "bilişim sektörün"deki yeni istihdama değil, hizmetler sektöründeki genişlemeye ve özellikle de kadın emeğine dayandığı da bir başka gerçektir.

Dipnotlar
[1*] P. Sweezy, “Emperyalizm”, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, s. 58.

Kurtuluş Cephesi

Mayıs-Haziran 2010

27 Temmuz 2010 Salı

Olaylar ve Sınıflar - Kurtuluş Cephesi

Gelişen Siyasal Olaylar ve Egemen Sınıflar

2010’un Mayıs ayı değişim, dönüşüm ve "ilkler" söylemiyle başlayıp rüzgar, fırtına, kırılma vb. söylemlerle gelişen bir dizi iç siyasal olaylara sahne oldu.

1 Mayıs, konfederasyonların AKP iktidarının icazetiyle, "32 yıl sonra ilk kez", bir bayram, bir festival, bir eğlence ve renk cümbüşü içinde Taksim Meydanı’nda kutlandı. Solun her rengi ve her çeşidine göre Taksim Meydanı "söke söke" alınmıştı. Ama Tayyip Erdoğan, "Neyi söke söke aldınız. Yanınızda dolaşanlar, kolunuza girenlerle 30 yıldır bunları niye alamadınız? Emek ve Dayanışma Günü olarak ilan eden iktidara hangi yüzle kalkıp da bunu söylüyorsun? Bugünü tatil ilan eden bu iktidara hangi yüzle bunu söylüyorsun" diyerek icazetin kendilerinden geldiğini ilan etti.[1*]

1 Mayıs rüzgarının ve icazet atışmalarının tam yok olmaya başladığı anda birden "kaset" olayı patlak verdi. Deniz Baykal’ın "özel hayatı"nı görüntüleyen "kaset", birden yeni bir "komplo" söylemini başlattı. Kimine göre (ki Deniz Baykal’ın istifa konuşmasında açıkça ifade edildi) bu "komplo", AKP hükümetinin bilgi ve onayı ile gerçekleştirilmiş bir "CHP operasyonu" olarak yorumlanırken, "yandaş medya"ya göre ise, "CHP içindeki Baykal karşıtlarının komplosu"ydu. Ve "CHP’nin değişmez genel başkanı" olarak kabule edilen Deniz Baykal istifa etti.

Baykal’ın istifasıyla birlikte "muhteşem geri dönüş" teorileri "medya"da geniş yer tuttu. Bu "teori"ye göre, Baykal, "kaset" olayını kullanarak kendisini "mağdur" gösterecek ve CHP 33. Olağan Kurultayı’nda bu "mağduriyet"le "muhteşem" bir dönüş yapacaktı.

"Medya", Baykal’ın istifasını açıkladığı basın toplantısındaki "duygusal" görüntüler ve CHP "örgütünün" il başkanları düzeyinde "Baykal geri dönsün" açıklamaları eşliğinde Deniz Baykal’ın "muhteşem dönüşü" üzerine yayınlarını yoğunlaştırdı.

Ve birden "hava" değişti. Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanlığına aday olduğunu ilan etti.

Ve bir günde Baykal, "kaset", "muhteşem dönüş" unutuldu. Her şey Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa seçilmesine "endekslendi".

"Recep bey"in sözüyle "candaş ve yoldaş medya", yıllarca devrilmeye çalışılıp devrilememiş Deniz Baykal’ın yerine yeni ve yepyeni bir genel başkanın, "halk adamı" Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını büyük coşkuyla karşıladı. Ama coşkuyla birlikte "akıl" vermeler de aynı hızda ortalığa saçıldı.

Dedikoduları dedikodular, spekülasyonları spekülasyonlar takip etti. Önder Sav’dan Gürsel Tekin’e, Sezar’dan Brütüs’e kadar herşey yazıldı, çizildi.

Daha düne kadar "ne olacak bu memleketin hali"nden söz edenler, Ergenekon operasyonlarıyla korkuya kapılanlar, CHP’liler, Baykalcılar, anti-Baykalcılar, "sol"cular "oybirliği"yle Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında saf tuttular.

Gün, "birlik ve beraberlik günü" ilan edildi. Her türlü "muhalif" ses ve eleştiri bir yana itildi. Ve tarihinde belki de ilk kez CHP "birlik ve beraberlik" görüntüsü vermeye başladı.

Son Ergenekon operasyonunda "aktif görevdeki generaller"in üçte birinin gözaltına alınmaya kalkışılmasıyla AKP’nin pervasızlığından yılgınlığa düşenler, ilk kez "merak etmeyin ordu yok"un ne olduğunu anlamaya başladılar.

Ve 22 Mayıs günü Kemal Kılıçdaroğlu, "coşku, sevinç ve gözyaşları" içinde CHP genel başkanlığına seçildi. Konuşmasında, "halk"tan, "halkçılık"tan, "devrimcilik"ten, "faşizm"den söz eden Kemal Kılıçdaroğlu "sosyal-demokrasi"nin yeni bir yükselişini simgeler hale geldi.

Kimilerine göre Ecevit’in 1973’deki "yükselişi"ne benziyordu, kimilerine göre, CHP’nin 1977 genel seçimlerinde gerçekleştirdiği "oy patlaması"nın öngününe benziyordu.

AKP ve "yandaş medya", tüm planlarını Deniz Baykal’ın "muhteşem dönüşü"ne göre hazırladıklarından bu gelişme karşısında ne yapacağını bilemez hale gelirken, Tayyip Erdoğan’ın Zonguldak grizu patlamasına ilişkin "kader" açıklamasıyla da köşeye sıkıştı. Yiğit Bulut gibi "dönek yiğit"ten başka pek "yandaş" ortalıkta görünmedi.

Ortalıkta Kemal Kılıçdaroğlu "rüzgarı" eserken, dünün "ezber bozanları", "çağdaş sosyal-demokrasi" yandaşları, "sol liberalleri" "akıl hocası" olma hazırlığı içine girdiler.

Düne kadar geleceğin nasıl şekilleneceğine ilişkin komplo teorileri inşa edenler, olayları ve olguları kurgulayarak dış görünüşlerden "çıkarsamalar" yapanlar, şimdi "akıl hocası" olmaya soyunurken, kurgusalcılığın yerine "olasılıkçılık" geçti.

Yine de huylu huyundan vazgeçmedi. Spekülasyona, kurguculuğa alıştırılmış "kitle"ye hitap eden çevreler "kaset komplosu"nu CHP’ye, özellikle de CHP içindeki Baykal karşıtlarına yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Otuz yıllık "medya" söylemiyle ve eğitim sistemiyle kurgusalcı düşünmeye alıştırılmış "kitleler" için "Baykal’a bu komployu kim yaptı?" sorusunu ortaya atıp, yine otuz yıllık söylemle ve alışkanlıkla yerleştirilmiş "şablon"la, "Bundan en çok kim yararlanıyorsa o yapmıştır" yanıtı kabul ettirilmeye çalışıldı.

Böylece eski yılların "ne zararı var" söyleminde ifadesini bulan pasifizm ve kadercilik, "en çok kim yararlanmışsa" söyleminde ifadesini bulan kuşkuculukla yer değiştirdi.

Şimdi artık "yeni" bir CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu "olay"ı var. Otuz yıl önce terk edilmiş söylemler yeniden anımsanırken, SSCB’nin dağıtılmışlığıyla ortaya çıkan "psikolojik" hava, "kişisel bozgun havası" sanki dağılacakmış gibi görünmeye başlandı. CHP Kurultayı’ndaki "coşku, heyecan ve gözyaşı" ne kadar somutsa, bu havanın dağılacağına ilişkin beklenti ve kuşkuculuk da o kadar somuttu. Bu konuda SİP-TKP’si, eski alışkanlıkla başı çekti. Yayınladıkları "mektup"ta, bir yandan kendilerinin ne kadar "sol" olduklarını yere-göğe koyamazken, diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun yarattığı "heyecandan rahatsızlık duyma"dıklarından dem vurdular. Ama genel "kanı"ları, "60’larda 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan siyasal alana giren solun, belki de yeni bir yükseliş dalgasını bu kutuplaşmanın açacağı kapıdan girerek gerçekleştireceği" şeklinde oldu.

Öte yandan icazetli 1 Mayıs’ın havası içinde "yeni CHP"nin "solun önünü kesebileceği" "endişesi"nden de söz edilmeye başlandı.

Ve yine SİP-TKP, bu "endişe"nin başını çekerek ileri atıldı:


"‘Yeni CHP’ solun önünü kesebilir mi, kesemez mi?
Bu sorunun yanıtını düşünürken, bir noktanın hiç akıldan çıkarılmaması gerekir: Türkiye’de solun açılım alanı, 2007 yılında ‘bu kez son’ diyerek oyunu CHP’ye veren, tam ‘gerçek yerine’ gidecekken bu kez Kılıçdaroğlu dalgasıyla yeniden umutlanan emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanımdan ibaret değildir, olmamalıdır.
Türkiye’de, öğrencisiyle, çalışanıyla, işsiziyle 15-24 yaş aralığında 13 milyon insan vardır
Bunlar, ‘geçmişin ölü elini’ üzerlerinde fazla hissetmeyen, zihnen bakir insanlardır. ‘Tüh, tam bunlara uzanacakken başımıza Kılıçdaroğlu çıktı’ diyen bir sol, en baştaki ‘tüh’ sözünün kendisine döneceğini idrak etmelidir."[2*]


Ancak otuz yıllık pasifikasyon ve depolitizasyonla beslenmiş, yirmi yıllık "kişisel bozgun havası" içinde "umudu büyütme"nin kaderciliği içinde yuvarlanıp gitmiş, komplo teorilerine, kurgusal olguculuğa kapılmış legalist sol (en yeni legalistiyle birlikte) yine de huyundan vazgeçemedi.


"Kılıçdaroğlu, iç ve dış güçlerin AKP Hükümetinin ‘tek’ güç olma pozisyonundan duydukları rahatsızlığın bir sonucu olarak vizyona yerleştirildi. İçeride AKP’yi dengeleme siyasetinde, CHP’de vizyon değişikliği ile ‘yeni’ kapı açılmış oldu. Dışarıda da İsrail’le yaşanan gerilim, İran nükleer konusunda ABD’yi memnun edememe gibi dengeler, emperyalistler açısından da AKP’nin karşısına yeni bir gücü zorunlu kılmıştır. Bu vizyon için koltuğa oturtulan Kılıçdaroğlu, ne kadar ‘değişim’ci ve ‘halkçı’ olabilir?"[3*]

"Kılıçdaroğlu’nu CHP genel başkanlık koltuğuna birileri ittirdi. Komplodan filan söz etmiyorum; o birileri tekelci medyamızdır, TÜSİAD’dır, batılı başkentlerdeki odaklardır. Kimse kendini kandırmasın. Demek ki tahmin edilebilecek ama asla ‘tek’e düşürülemeyecek bir dizi karmaşık hesapla, CHP’de taşları yerinden oynatmak gerektiğini düşündüler."[4*]


Elbette söz konusu olan "olay", eski "sosyal-demokrasi" olgusu olunca, legalist sol altındaki halının çekildiğini düşünmemezlik edemezdi. Neo-liberal sosyal-demokrasi anlayışının İngiltere ve Almanya örneklerinden yola çıkarak, eski "sosyal-demokrat" çizgide bir söylem tutturmuş olan legalist solun telaşa kapılması da çok doğaldı. Bu telaşla, AKP’nin "yandaş" unsurlarının söylemindeki "komplo teorisi"yle hemen özdeşleşiverdiler.

Daha dün kadın hareketinden, çevrecilikten, işsizler hareketinden söz eden legalist sol, şimdi bu alanları, sanki kendilerinin tapulu mülküymüşcesine "yeni sosyal-demokrat CHP"ye kaptırmaktan korkmaya başladı.

Ve böylece sosyal-demokrasinin "tarihsel misyonu", yani proletaryanın sınıf mücadelesini pasifize etme ve saptırma işlevi anımsandı. Bu anımsama içinde, kendisini "marksist sol" vb. çerçevede gören herkes, "sosyal-demokrasinin yüzünü açığa çıkarma", kitlelerin "sosyal-demokrasinin kuyruğuna takılmasını önleme" "misyonu"nu konuşmaya ve bu "misyon" bağlamında da, solun "CHP’nin kuyruğuna takılmasını önleme misyonu"ndan söz etmeye başladı.

Olacak iş değildi! Tam kitleler, Çulhaoğlu’nun "müstehzi" biçimde ifade ettiği "emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanım" dışında kalan "herkes" tam da "sol"a yönelmişken ve "CHP dışı sol"da saf tutmaya hazır hale gelmişken üstelik! Demek ki, egemen sınıflar "solun yükselişini" gördüler, bundan korkuya kapıldılar! Bu korkuyla da, "solun yükselişi"nin önünü kesmek, "sol"u pasifize etmek, "kütle"den yalıtmak için hemen bir Baykal operasyonu yaparak CHP’nin başına "sosyal-demokrat" söylemle Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçiriverdiler!

Eğer durum buysa, ortada "muhteşem" ve beklenmedik bir "toplum mühendisliği projesi" olduğunu da kabul etmek gerekir.

Olayları ve olguları bireysel niyete göre kurgulamaktan uzak durulmadığı sürece, böylesine "müthiş" tahliller yapmaktan ve sonuçlar çıkarmaktan kaçınılamayacaktır.


"Gelişen olaylar Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ortamdan soyutlanamayacağı gibi, ülkemizin yapısından da soyutlanamaz. Bizim için önemli olan, olayların gösterge niteliğini ve hangi dinamiklerin ürünü olduğunu kavramaktır. Bu konuda seçmeci, dar görüşlere kapılamayız. Marksist doktrin, dar görüşlülüğü ve olayları yüzeysel olarak ele almayı reddeder. Olguların iç çelişmelerini ve ülke çapında gelişen hareketin genel gelişim çizgisini (dinamiğini) kavrayamamak, bizi küçük-burjuvazinin dünya görüşlerine hapseder.

Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, herşeyden önce, içinde bulunulan durumun tarihi köklerini ‘içinde bulunulan an’ın pratiği ile olan bağlarını açığa çıkaracak biçimde olmalıdır. Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkileri, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler. Tahliller analitik bir metodla, gelişen olguları (unsurları) tespit eder, bu unsurlar arasındaki ilişkiyi kurar ve gelişim çizgisini tayin eder. Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve antimarksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu kavrayışın ürünleridir."[5*]


Evet, mevcut durumun tahlil edilmesi, herşeyden önce toplumun sınıfsal tahlilini gerektirir. Bu da, tarihsel materyalist bakış açısıyla olayların ve olguların sınıfsal kökenlerinin saptanması, hangi dinamiklerin ürünü olduğunun ortaya konulması demektir.

İşte "bizim sol"da, legalist solda olmayan da bu sınıfsal yandır.

"Emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanım" ülkemizin bugünkü somut gerçekliğinin en temel olgularından birisidir. Kimilerinin "orta sınıf", kimilerinin "orta direk", kimilerinin "yeni orta sınıf" diye tanımladığı bir sınıfsal kesimin parçasıdır.

"Emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanım", 1991 genel seçimlerinde iktidara gelen DYP-SHP koalisyon hükümetinin "işsizliği önleme" amacıyla çıkarmış olduğu "emeklilik yasası"yla olgu haline geldi. Kadın çalışanların 38 yaşında, erkek çalışanların 43 yaşında emekli olmasını sağlayan bu yasayla birlikte "genç emekliler" dönemi başladı. Bu "genç emekliler", emekli ikramiyeleriyle "toplu konut projesi"nin finansman kaynağı oldular. Bugün 1 milyon 660 bin "kamu emekçisi" ve varisleri emekli maaşı almaktadır. Bunlara SSK emeklileri dahil edildiğinde "emekli nüfus" beş milyona ulaşmaktadır. (Seçmenlerin %12’si)

Bunlara, çok sevilen terimle, "yeni orta sınıf"[6*] eklendiğinde, nüfusun %15-20’sini oluşturan kent küçük-burjuvazisinin "yüzer-gezer oyları" ortaya çıkmaktadır.

Bu kent küçük-burjuvazisinin en temel özelliği, tüketim ekonomisinin hedef kitlesi olmasıdır. Bu açıdan, bu sınıfın "aydın" kesimi, her durumda "globalizm"in ideolojik savunucusu olarak ortaya çıkmıştır ve "medya" aracılığıyla bu ideolojinin tüm toplum kesimlerine yayılması ve yerleştirilmesi "misyonu"nu üstlenmiştir.

Bu sınıfın ikinci özelliği, akışkan olmasıdır. Tarihsel olarak küçük-burjuvazinin proletarya ile büyük burjuvazi arasındaki konumunun bir yansısı olan bu akışkanlık, "yüksek faiz, düşük kur" politikasıyla sürdürülen ithalata dayalı tüketim ekonomisi içinde sürekli iş ve meslek değiştirmeleri biçiminde görünür olur. Klasik anlamda "esnaf"tan farklı olan, ithalatın liberalizasyonuyla ortaya çıkan iş alanlarında faaliyet yürüten "yeni esnaf" kesimi bu akışkanlığın en belirgin olduğu bölümü oluşturur. Bu "yeni esnaf" kesiminin 1980’lerin her köşe başında ortaya çıkan yabancı sigara satış bayilikleriyle başlayan "iş yaşamları", hal pazarcılığından marketçiliğe, cep telefonu satıcılığına kadar uzanan değişimlere sahne olmuştur.

"Yeni orta sınıf"çıların "iletişim dünyası çalışanları, satış elemanları" gibi terimlerle cilalanan bu "yeni esnaf"ın üçüncü özelliği, eğitim görmüş ve 80 öncesinde sola bulaşmış kesim olmakla birlikte niteliksiz işgücü oluşudur.

Bu özellikleriyle, bir bütün olarak kent küçük-burjuvazisi tüketicidir, akışkan ve geçişkendir; niteliksiz işgücüne sahip olduğundan "globalizm"le gelen marjinal ticaret alanlarında yoğunlaşır. Doğal olarak ticaretin temel özelliği olan spekülasyon dünyasında yaşar, kısa vadeli çıkarlar peşinde koşar, fırsatçıdır ve fırsatlardan yararlanmak varoluş koşulu haline gelmiştir. Eğitim görmüş işsizler ordusu bu kesimin organik bir parçasını oluşturur.

Dün olduğu gibi bugün de kent küçük-burjuvazisi ekonomik ve siyasal yaşamda etkin bir güçtür. Bu özelliği yüzünden, hemen her dönemde oligarşi ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar tarafından yedeklenmeye çalışılan bir kitle durumundadır. 12 Mart döneminde Nihat Erim’in "beyin takımı", Turgut Özal döneminde "dört eğilimi birleştirme" demagojisi, Tansu Çiller’in "iki anahtar" vaadi ve AKP’nin "sol liberaller"le ittifakı bu kitlenin yedeklenmesini amaçlamıştır.

Ancak bu sınıfın dünü ile bugünü arasında, yani 1980 öncesi ile sonrası arasında (özellikle de 1990’lardan sonra) belirgin bir farklılık ortaya çıkmıştır. 1980 öncesinde (1960-1980) ekonomik büyüme, kalkınma, sanayileşme vb. düzeylerinde konumlanırken, 1980 sonrasında ithalat, ticaret, serbest pazar ekonomisi vb. düzeylerde konumlanmıştır. Birinci durumda yurtseverlik ve ulusalcılık öne çıkarken, ikinci durumda "globalizm" ve "liberalizm" öne çıkmıştır. Bu nedenle, bu kitle 1980 öncesinde sanayileşme, büyüme, ulusal kalkınma vb. sloganlarla yedeklenebilirken, 1990 sonrasında globalizm, liberalizm, serbest piyasa vb. söylemleriyle yedeklenebilmiştir.

Şubat 2001 kriziyle başlayan ve 2008 dünya finans kriziyle dönüşen yeni süreçte bu durum büyük ölçüde değişmeye başlamıştır.

Gerek Şubat 2001 krizinin yaratmış olduğu "yaşam standartları"ndaki çöküşe duyulan tepki, gerekse yeni konumlarına uygun olarak "piyasalarda istikrar" arayışı, "ekonomik istikrarın yolu siyasi istikrardan geçer" mantığı içinde onları AKP’ye itmiştir. Ama 2008 finans krizi ve paralelinde gelişen Ergenekon operasyonları bu kesimlerin "ekonomik ve siyasal istikrar" algılamasını değiştirmeye başlamıştır. Bu değişim de Mart 2009 yerel seçimlerinde belli ölçülerde görünür olmuştur.[7*]

İşte değişen ve yeniden değişen bu konumuyla kent küçük-burjuvazisi, dün olduğu gibi bugün de siyasal gelişmelerin belirleyicisi olmayı sürdürmektedir.

Bu değişen ve gelişen süreçte "ezber" bozan en temel gözlemsel olgu, oligarşinin yapısına ve gücüne ilişkin belirsizliklerdir. Genel ve yüzeysel bir gözlemle bu süreçte oligarşinin eski gücünü yitirdiği bile söylenebilir. Hatta AKP’nin temsil ettiği feodal kalıntıların (tefeci-tüccar sermayesinin) oligarşiyi gerilettiğinden ve etkisizleştirdiğinden de söz edilebilir. Ancak bu genel ve yüzeysel bir gözlemden ibarettir ve gerçeği yansıtmaz.

Genel ve "ezber" tanımla, oligarşi, emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile toprak burjuvazisi ve feodal kalıntıların en irilerinden oluşan, egemen sınıf ittifakıdır. Burada "toprak burjuvazisi", pazar için üretim yapan büyük toprak sahiplerini; "feodal kalıntılar" ise tefeci-tüccar sermayesini ifade eder. Ancak oligarşinin temel gücü, emperyalizmle baştan bütünleşmiş işbirlikçi-tekelci burjuvazidir, genel ve amiyane ifadeyle, Koç’lar, Sabancı’lardır, TÜSİAD’tır, İSO’dur, MESS’tir. Ve herkesin "bildiği" gibi, son yıllarda bunların "esamesi" bile okunmamaktadır. AKP, "servetin yeniden dağıtımı"nı yaparken bu kesimlerden hiç "ses" çıkmadığı gibi, TSK’ya yönelik operasyonlar karşısında da sessiz kalmışlardır. Daha popüler ifadeyle, Türkiye’de hükümetler kuran, hükümetler deviren, askeri darbeler tezgahlayan TÜSİAD’ı kimse ciddiye bile almamaktadır.

Bu görünümden ve söylemden yola çıkıldığında, artık oligarşiden, oligarşik yönetimden söz etmek olanaksız olmaktadır. Doğal olarak, egemen sınıf ittifakı olarak oligarşinin yerine "başka" bir egemen sınıf ittifakının geçtiği düşünülebilmektedir.

Ama bunlar sadece görüntüdür, söylemdir.

Şüphesiz oligarşi, sabit bir sömürücü sınıflar bileşimi değildir. 1950’lerden günümüze kadar oligarşinin bileşiminde pek çok değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yapısında ve bileşiminde meydana gelen değişikliklerle biçimlenmiştir. Kimi zaman sanayi burjuvazisinin ağırlığı artarken, kimi zaman işbirlikçi-ticaret burjuvazisinin ağırlığı artmıştır. "İthal ikamesi" döneminde iç ticaret burjuvazisi etkin bir unsurken, "ihracata yönelik sanayileşme" döneminde dış ticaret burjuvazisi etkin bir güç olmuştur. Benzer biçimde, orta sermaye kesimlerinden bazıları tekelleşip güçlenerek oligarşi içinde yer alırken, bazı dönemlerde bir başkaları güçlenmiş ve oligarşi içinde yer almıştır. Ancak her dönemde işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi oligarşinin temel unsuru olarak varlığını sürdürmüştür.

Gerçek gerçeklikte bir bütün olarak işbirlikçi-tekelci burjuvazi (işbirlikçi-tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisi) AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerine kadar tartışmasız bir güç olarak ülkedeki ekonomik ve siyasal gelişmelerin belirleyicisi olarak ortada bulunmuştur. Gerek 1999 krizi sırasında bankalara el konulmasında, IMF ile stand-by anlaşması yapılmasında, gerekse 2001 Şubat krizi sürecinde ve Kemal Derviş’in ekonominin başına geçirilmesinde bu kesimin belirleyiciliği her türlü tartışmanın dışındadır. Aynı şekilde DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin erken seçime zorlanmasında, DSP’nin dağıtılmasında, AKP’nin oluşturulmasında işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yeri ve rolü de tartışılmaz bir gerçektir.

Bugün oligarşiden, işbirlikçi-tekelci burjuvaziden söz edilmemesi ya da TÜSİAD’ın "eskisi gibi" etkin bir güç olarak siyasal arenada yer almayışı bu gerçekleri ortadan kaldırmadığı gibi, oligarşinin etkisizleştiği, güçsüzleştiği anlamına da gelmemektedir. Kurtuluş Cephesi’ndeki değişik yazılarda ortaya konulduğu gibi, 1997 Asya Krizi ve 2000 emperyalist dünya krizi koşullarında emperyalist ülkelerin büyüyen aşırı-üretim sorununun yaratmış olduğu dünya ticaret hacmindeki artışın ürünü olarak iç pazarın genişletilmesi ve iç ticaretin yoğunlaştırılması nedeniyle Anadolu tefeci-tüccar sermayesiyle yeni bir ittifak oluşturulmuştur. AKP iktidarı bu ittifakın ürünü olmuştur. Ve herkesin bildiği gibi, AKP hükümeti, Kemal Derviş döneminde uygulamaya sokulan IMF "istikrar tedbirleri"ni harfi harfine uygulamıştır. Bu uygulamanın güvencesi olarak da Cemil Çiçek, Kemal Unakıtan gibi isimler AKP’ye transfer edilmiştir.

Burada "kafa karışıklığı"na yol açan durum, yukarda da ifade ettiğimiz gibi, AKP’nin TSK’ya yönelik operasyonları karşısında işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, daha somut ifadesiyle Koç’ların, Sabancı’ların ya da TÜSİAD’ın sessiz kalışıdır. Bu da son üç yılın görüngüsüdür. Doğal olarak 2007 yılına kadar tüm ekonomik ve siyasal süreçlerin belirleyicisi olarak "arka planda" yer alan oligarşinin son üç yılda birden "yok" olduğunu ya da güçsüzleştiğini söyleyebilmek için de ortada somut bir olgu yoktur.

İSO’nun (İstanbul Sanayi Odası) yayınladığı "En Büyük 500 Şirket" sıralamasının başında yer alan Tüpraş, Koç Holding’e aittir. Yine aynı sıralamada 3. büyük şirket Ford, 4. sırada yer alan Ereğli Demir-Çelik, 6. sırada yer alan Tofaş, 7. sırada yer alan Arçelik, 9. sırada yer alan Aygaz, Koç Holding’e aittir. Sadece bu şirketlerin ciroları 50 milyar TL’dir.

Popüler ve günlük söylemle oligarşinin "ikinci büyük gücü" Sabancı Holding her ne kadar "miras" paylaşımlarıyla belli ölçülerde "iç sorun"larla uğraşmak durumunda kalmışsa da, ülke ekonomisinin ikinci büyük gücü olmayı sürdürmektedir.

Bu veriler bile, oligarşinin temel yapısının değişmediğini açıkça gösterir.

Yine de oligarşinin, yapısal değişiklik olmamasına rağmen, AKP’nin "icraatları" karşısında neden "sessiz" ve "tepkisiz" kaldığı sorulabilir. Elbette böyle bir soru sorulabilir, ama tersi de geçerlidir: Neden tepki göstermesi gerekir?

Gerçekte bu sorular anlamsızdır. Tarih bilincinin yok edildiği bir ortamda bu türden anlamsız soruların sorulması da kaçınılmazdır.

Bugün işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ve onun temel unsurlarının AKP iktidarından, "ılımlı islamcı" söyleminden, ekonomik uygulamalarından fazla bir rahatsızlığı yoktur. Üstelik AKP’nin "servetin yeniden dağıtımı"nı yaparken, kendi "yandaşlar"ını güçlendirirken kendileri de güçlenmektedir. Uzanlar olayına ya da Aydın Doğan "medya"sına yönelik "medyatik" olaylar da kendilerinin konumuna ve gücüne herhangi bir zarar vermemiştir, vermemektedir. Üstelik Uzanlar gibi şantaj ve tehdit yoluyla gücünü artıran bir sermaye kesiminin tasfiye edilmiş olmasından memnundurlar.

İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin, Koç’ların ve Sabancı’ların AKP’nin TSK operasyonları ve laiklik karşıtı söylemleri karşısında tepkisiz kalışlarına bakarak "etkisizleştikleri"ni söylemek ne kadar yanlışsa, bunlara karşı tepki göstermelerini beklemek de o kadar yanlıştır. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin tarihine bakıldığında, hiçbir dönemde laiklik diye bir sorunu olmadığı hemen görülür. Aynı şekilde oligarşinin hiçbir dönem demokrasi diye de bir sorunu olmamıştır. 27 Mayıs dışındaki diğer askeri darbeler (12 Mart ve 12 Eylül) bizzat oligarşinin istemi ve onayı ile gerçekleştirilmiştir.[8*] Tüm yanılgı ve yanılsama ülkedeki tüm askeri darbelerin ya da askeri operasyonların mutlak biçimde oligarşinin istemi ve onayı ile gerçekleştiği sanısından kaynaklanmaktadır. Özellikle 28 Şubat sürecinin, yani "post-modern darbe"nin oligarşinin "laiklik hassasiyeti"nin ürünü olduğu sanısı belirgin bir yere sahiptir.

Şüphesiz oligarşinin bileşiminde bazı değişiklikler olmuştur. Bazı orta sermaye kesimleri ("islami sermaye"nin bir bölümü) oligarşinin içinde yer alırken, başka kesimler (Uzanlar gibi) oligarşiden tasfiye edilmişlerdir. AKP iktidarı, tefeci-tüccar sermayesi ile işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yeni ittifakının ürünüdür. Gerçek şudur ki, her sermaye kendisini genişletmek ve büyütmek yönünde hareket eder. Dolayısıyla ne düzeyde ittifak kurulmuş olursa olsun, her kesim ve her kesimin tekil bileşenleri kendi gücünü ve etkisini artırma yönünde hareket eder. Bu hareketi, siyasal iktidar içindeki "adamları" aracılığıyla siyasal bir nitelik kazanır. Sorun, tefeci-tüccar sermayesinin ya da popüler ifadesiyle "islami sermaye"nin kendisini güçlendirmesi değil, bu hareketinin işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yaşam alanına ne kadar müdahale ettiğidir.

Diğer bir sorun ise, egemen sınıflar ittifakının yapısının ve siyasal iktidarın emperyalizmin çıkarlarına ne ölçüde uygun ya da ters düştüğüdür. Emperyalizm ile işbirlikçi sermaye, özellikle de işbirlikçi siyasal iktidarlar arasındaki ilişki "mutlak" bir özdeşlik değildir. Emperyalizm, kendine bağımlı ülkeleri her yönden ve her açıdan mutlak olarak denetler, ama mutlak olarak yönetmez. Yer yer uygulamada farklılıklar ortaya çıkar. Ancak bunlar öze ilişkin değildir. Ama AKP iktidarı neredeyse "mutlak" denilebilecek ölçüde emperyalizmin direktiflerini uygulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında emperyalizmin AKP iktidarından "rahatsızlık" duyması da söz konusu olamaz.

Tüm bu gerçekler ortadayken CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu olayı ülkenin gündeminin birinci sırasına gelince, birden "komplo" teorileriyle beslenmiş bir "durum değişikliği" ya da emperyalizmin (sözü edilmese de işbirlikçi-tekelci burjuvazinin) AKP’yi gözden çıkardığı yorumları yapılmaya başlanmıştır.

Ekonomik temel her zaman üzerinde yükselen üstyapının, siyasal ilişkilerin belirleyicisidir. Ama üstyapı da edilgen ve sadece belirlenen konumunda değildir.[9*]*

Nasıl ki Uzanlar vb. olaylarda görüldüğü gibi "servetin yeniden dağıtımı" siyasal üstyapı tarafından gerçekleştiriliyorsa, aynı biçimde egemen sınıfların iç ilişkilerinde de siyasal üstyapının etkin bir rolü vardır. Bugün emperyalizm (ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi) açısından AKP’nin tasfiye edilmesi için zorunlu bir neden mevcut değildir. Ancak emperyalizmin Ortadoğu’ya, özellikle İran’a yönelik politikaları açısından AKP’nin varlığının bazı (ve kısmi) sorunlar da yarattığı gerçektir. Öte yandan 2008 krizinin toplumsal etkileri ve sonuçları, AB’de ortaya çıkan yeni borç krizleri Türkiye’de "yönetim" sorununu öne çıkarmaya başlamıştır. Bu olgulardan yol çıkarak, emperyalizmin AKP’yi tasfiye ederek yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun yönetiminde CHP’yi geçirmeye karar verdiğini söylemek tek başına yeterli değildir. Böyle bir tek yönlü çıkarsama ya da değerlendirme, egemen sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkinin durumunu hesaba katmadığı gibi, emperyalizmin "kadir-i mutlak" olduğunu, herşeyi yapabildiğini ve yapacaklarını önceden "planladığını" düşünmekle özdeştir.

Bugün daha belirgin biçimde görüldüğü gibi, Kemal Kılıçdaroğlu olayı, bir "komplo"nun ürünü değildir; şu ya da bu siyasal nedenlerle Baykal’a ve CHP’ye yönelik bir "kaset komplosu"nun yaratmış olduğu boşluğun doldurulmasıdır. Siyasal olayları yakından izleyenlerin çok iyi bildiği gibi, "kaset komplosu" olmasaydı 33. Kurultay’ı sonrasında CHP’nin "vitrini" bizzat Baykal tarafından bugünküne benzer biçimde yeniden biçimlendirilecekti. Bu açıdan "kaset komplosu", bu "vitrin" değişikliğini genel başkanın değişmesinden başka bir sonuç vermemiştir.

Bu nedenlerden dolayı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun "sosyalist solun yükselişini engellemek için" (sanki yükseliyormuş gibi) yapılmış bir "komplo" olduğunu söylemek ne kadar yanlışsa, emperyalizmin ya da "merkez medya"nın "toplum mühendisliği"nin ürünü olduğunu söylemek de o kadar yanlıştır.

Sınıfsal perspektiften kopmuş ve sınıfsal tahlilleri temel almayan hiçbir yorum ya da değerlendirme somut gerçekliği açıklayamaz. Ülkemizin somut gerçekliğinde, daha istikrarlı işçi ve köylü kitlesinin yanında kent küçük-burjuvazisinin akışkan ve değişken tutumuyla belirlenen bir siyasal ilişkiler egemendir. Bu sınıfın akışkan ve değişken tutumu, aynı zamanda bu sınıfın tutarsızlığının bir ifadesidir. Bu akışkan ve değişken tutuma bakarak ya da bu akışkan ve değişken tutumu tutarlı ve istikrarlı bir "durum" gibi ele alarak yapılacak yorumlar, dün olduğu gibi bugün de tutarlı ve ilkeli bir siyasal çizgi izlemeyi olanaksız kılacaktır.

Dipnotlar


[1*] Tayyip Erdoğan ya da yeni adıyla "Recep bey", bu açıklamasından iki gün önce şöyle konuşuyordu: "Taksim’i kopara kopara aldık diyenler var. Kimse AK Parti iktidarından kopara kopara bir şey almadı. Bu böyle bilinsin. Kopara kopara alma güçleri varsa 77’den iktidarımıza kadar neredeydiler."

[2*] Metin Çulhaoğlu, Sanal "Sol" gazete, 22 Mayıs 2010.

[3*] Atılım.org 24 Mayıs 2010.

[4*] Kemal Okuyan, Baykuş Bakışı, sanal "Sol" gazete, 25 Mayıs 2010.

[5*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.

[6*] Sencer Ayata’ya göre "yeni orta sınıf", "mühendisler, öğretmenler, hemşireler, araştırmacılar, reklamcılar, finans örgütlerinde, iletişim dünyasında çalışanlar, tasarımcılar, mimarlar, sekreterler, satış elemanları, genel olarak tüm beyaz yakalılar"dan oluşmaktadır.

[7*] Bugün Mart 2009 yerel seçim sonuçları unutulmuş görünmektedir. Oysa bu seçimlerde CHP, oyların %23,1’ini (9.233.000 oy) alırken, DSP oyların 2,8’ini (1.110.000 oy) almıştır. Kemal Kılıçdaroğlu "olayı" öncesinde yapılan anketlerde CHP’nin oylarının %25-28 aralığında görülmesi bu açıdan şaşırtıcı değildir.

[8*] 27 Mayıs "ihtilali" ve bunun karşısında işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile emperyalizmin tutumunu Mahir Çayan yoldaş şöyle değerlendirir:

"1950 harekatı oldu. Emperyalizm tam yönetim sağladı. O anda dayanacağı temel güç tekelci burjuvazi değildi.Tefeci bezirgan ve toprak ağaları takımı idi.

Tekelci burjuvazinin durumu temel dayanak olabilecek seviyede değildi. Yıllar ilerledi, emperyalizmin çıkarları açısından, kapitalizm açısından, bu müttefikin tasfiye edilmesi şart oldu. Emperyalist üretim ilişkileri tekelci burjuvaziyi de güçlendiriyordu. Nihayet 1960 harekatı oldu. Tekelci burjuvazi daha temel güç olma durumunda değildi. Bu yüzden ABD reformist burjuvaziye devrimde destek oldu. Nasıl olsa 60 dünyasında reformist burjuvazinin ekonomik, idari ve sosyal bütün tedbirleri tekelci burjuvaziyi güçlendirecekti. Ve öyle oldu.

Kısa bir süre sonra 1963’de reformist burjuvazi tekelci burjuvazi ile yer değiştirdi. Tekelci burjuvazi reformist burjuvaziyi hem tasfiye etmeyerek ona belli haklar tanıyarak (çünkü gücü yoktu) hem de tefeci bezirgan takımını eskisi gibi olmasa da imtiyazlı duruma getirerek ülkede garip bir yönetim dengesi kurdu. Buna nispi denge dönemi de diyebiliriz. Bu nispi denge ikilidir.
1. Hakim ittifaklar ile reformist burjuvazi arasında – yansıması 61 Anayasası. Belirleyici yön hakim ittifak.
2. Hakim ittifakın kendi içinde, tekelci burjuvazi ile tefeci bezirgan arasında – belirleyici yön tekelci burjuvazi.
Böylece Türkiye yarı-sömürgeler arasında bir istisna oldu. Çünkü hiçbir ülkede Türkiye’deki sınırlı demokratik haklar yoktu."

[9*] Engels şöyle yazar: "... Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken, son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne Marks ileri sürdü, ne de ben. Eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli öğeleri: sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları –savaş bir kez muzaffer sınıf tarafından kazanılınca yapılan anayasalar vb.– hukuksal biçimler ve hatta bütün bu gerçek mücadelelerin, bu mücadelelere katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha sonraki gelişmeleri de, tarihsel mücadelelerin gidişi üzerindeki etkilerini gösterir ve birçok durumda, onların biçimini baskın bir tarzda belirler." (Engels, J. Bloch’a Mektup, 21 Eylül 1890.)

Kurtuluş Cephesi

Mayıs-Haziran 2010