17 Kasım 2011 Perşembe

Kültür, sanat ve CIA - Serdar Türkmen

SOĞUK SAVAŞ YILLARINDA KÜLTÜR SANAT ve CIA

İkinci Emperyalistler Arası Paylaşım Savaşı'ndan Sovyetler Birliği'nin çöktüğü yıllara kadar süren ve hala da izlerine sıklıkla rastladığımız soğuk savaş yıllarının kültür ve sanat üzerinde de önemli etkileri oldu. Kültür-sanat alanının, siyasi propagandanın en etkili üretimini barındırabileceğini Emperyalist blok da Komünist Blok da biliyordu ve bu alana dair özel stratejiler geliştirdiler.

Bu yazının konusu, CIA'nın bu dönemde kültür-sanat alanına müdahalesi. Bu konunun bugünün sanatına daha 'ayık' bakılabilmesi için incelenmesi önemli görünüyor. Şimdilik bir dizi nacizane soru-cevap.

ABD neden kültür-sanat ortamına etkimek neden önemliydi?

Soğuk savaşın en önemli ayaklarından biri kültür-sanat propagandası idi. Sovyetler devrimin ilk yıllarından beri kültür-sanat propagandasının gücüyle Avrupalı ve hatta Amerikalı yazarları, sanat insanlarını etkisi altına almıştı.

Kültür-sanat propagandasının, aynı zamanda ideolojik bir propaganda olduğunu ve aynı zamanda soğuk savaşın gereklerinin başında geldiğini anlayan ABD, savaşın bu kısmına da asılmaya başladı.

ABD’nin bu kültür propagandası programını hangi güç yönlendiriyordu?

Asıl olarak CIA merkezdeydi. Doğrudan CIA’dan maaşlı ajanlar ‘Kültürel Özgürlük Kongresi’ adı verilen bir birlik kurdular. Birlik, CIA tarafından, paravan vakıf (Ford Vakfı, Rockfeller Vakfı, Rothschild Vakfı gibi 170 tane örgüt) ve kurumlar aracılığıyla finanse ediliyordu. CIA, bu birlikteliğe (kongreye) ve ilgili projelere 10 milyonlarca dolar pompaladı.

Kültürel Özgürlük Kongresi’nin işlevi neydi?

Kültürel Özgürlük Kongresi (KÖK), ABD’nin soğuk savaş dönemindeki kültürel propaganda programının planlayıcısı ve uygulayıcısıydı.

Doruğa ulaştığında

  • 35 ülkede bürosu vardı
  • 20’nin üzerinde saygın dergi yayımlıyor
  • Resim sergileri açıyor
  • Haber ve film servisi var
  • Konserler düzenliyor
  • Ödüller dağıtıyor
  • Ünlü kişilerin katıldığı uluslar arası toplantılar düzenliyordu

ABD, ideolojik ve kültürel propagandasının temel taşlarından birini, ‘Stalin ve Hitler’in diktatör olduğu ve totaliter rejimlere karşı ‘özgürlük’ün savunulması gerektiği’ oluşturuyordu. Bu özgürlük elbette liberal bir özgürlüktü ve nesnel bakılmaya kalkışıldığında aslında, insanın insanı sömürebilme özgürlüğünden başka bir şey değildi.

Kongrede kimler vardı?

Saunders’in iddiasına göre, Avrupa’da KÖK ile bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek temas etmeyen pek az sanatçı, bilim insanı var. En berbatı ise herhalde 'bilmiyormuş gibi yapanlar' olsa gerek.

Kongre, ifade edilmeyen bir konsorsiyumu temsil ediyordu. Bu anti-stalinist bir zemindi. CIA’nın 'Komünist Olmayan Solu destekleme' taktiğinin kontenjanından bir sürü inancını yitirmiş komünist, özellikle de bazı Troçkistler bu oluşumun içindeydi.

Bu aydınların bu alana savrulmalarının maddi ya da psikolojik boyutları olduğu gibi elbette ideolojik bir boyutu –ya da kılıfı mı?- da vardı.

Moskova Duruşmaları, Hitler-Stalin anlaşması, Sovyetler’in pek çoğunun ana vatanı olan Polonya’yı işgali ve son olarak İsrail’e karşı tavrı, geçmişin Sovyet yanlısı yazar ve sanatçılarının “keskin birer anti-komünist” olmasında rol oynamıştı.

Bu kongrenin (KÖK) örgütleyicileri:

  • Nabokov (Kompozitör)
  • Josselson (Soyut Dışavurumcu Ressam)
  • Hemingway (Yazar)
  • Andre Malraux (Yazar)
  • Melvin Lasky (Yazar)
  • Sidney Hook (Felsefeci)
  • Frank Wisner

CIA hangi kültür-sanat ürünlerine müdahale etti?

CIA’nın kültürel propaganda programındaki esneklik, eylemde iki yol sunuyordu. Birinci yol, kültürel propaganda içerikli kültür-sanat ürünlerinin yaratılması, ikincisi de ‘ideolojik olarak paralel’ ürünlerin desteklenmesi.

Kongre her ikisine de el attı.

  • Sovyet rejimini yerden yere vuran kitaplar yazdırdılar ve basıp, dağıttılar (Başarısızlığa uğrayan tanrı, Winter in Moscow gibi)
  • Çaktırmadan ABD propagandası yapacak dergiler çıkardılar ve Anti-stalinist zeminde buluşabileceği her türlü dergiyi finanse ettiler ve yayınlara gerek ajan-editörlerle gerekse ‘öneri’lerle yön verdiler (Partisan Review, Encounter gibi)
  • ‘Hollywood’dan komünizmin kökünü kazımak için’ film şirketlerine ajanlar soktular ve filmlerde dezenformasyonlar yaratma, dublajlarda replikleri değiştirmeler yaptılar
  • Gerçekçi olmayışı, ‘bireysel özgürlük’ ile uyuşması ve seçkinleri etrafta toplayabilir olması sebebiyle Soyut Dışavurumculuğu ‘resmi sanat’ haline getirdiler
  • Kültür-Sanat birliklerinin iç işlerine müdahale ettikleri de oldu (PEN’in seçimlerine müdahale ettiler)
  • Kendi aleyhinde yazan dergileri bitirmeye çalışmak (Ramparts, CIA’nın sanat sponsorluğunu ortaya çıkarınca, maddi ve manevi bir sürü şantaj ve komplo ile dergi bitirilmeye çalışıldı.

Elbette CIA sadece kültür-sanat alanıyla sınırlı bir ‘müdahale’ peşinde değildi. Hatta şu rahatça söylenebilir ki, ideoloji ile ilişkisini çıkarırsak sanatın ve kültürün CIA’yı cezp edecek herhangi bir yönü kalmaz.

CIA’nın siyasi komploları derken?

Aşağıdaki derlemenin kaynağı: Kasım CİNDEMİR - Hürriyet, 21/06/2007

-İtalya, 1948 - Komünist Parti seçimleri kazanacak. CIA devreye girdi. Oylar için para verildi, yayınla propaganda yapıldı, örgütlere sızıldı, tehdit ve baskı uygulandı. Komünistler seçimi kaybetti.

-İran, 1953 - İran Başbakanı Muhammed Musaddık petrolü millileştirmek istiyor. Bu durum Batılı petrol şirketlerini kaygılandırdı. CIA, askeri darbe ile Musaddık'ın devrilmesini sağladı. Şah rejimi kuruldu. Şah'ın gizli polisi SAVAK'ın Gestapo'dan farksız olduğu çok kısa bir sürede ortaya çıktı.

-Guatemala, 1954 - Seçimle işbaşına gelen Jacobo Arbenz askeri darbeyle gitti. Arbenz, Amerikan "United Fruit" Şirketi'ni millileştirme tehdidinde bulunmuştu. Ülkede sağcı dikta rejimleri birbirini izledi. 100 bin insan bu rejimlerin kurbanı oldu.

-Laos, 1957 - CIA, solcu Pathet Lao'ya karşı neredeyse 20 yıl boyunca ve sık sık darbelerin düzenleticisi oldu.

-Haiti, 1959 - CIA destekli "Papa Doc" Duvalier ülkenin diktatörü oldu. Duvalier, dehşet veren "Tonton Makut" adlı bir polis gücü yarattı. Bu polis gücü 100 bin kişiyi katletti.

-Dominik Cumhuriyeti, 1961 - CIA, iktidarını desteklediği Rafael Trujillo'yu bir suikast sonucu saf dışı bıraktı. Diktatör Trujillo o kadar güçlenmişti ki ülke ekonomisinin yüzde 60'ına hükmediyordu. Trujillo'nun çıkarları ABD şirketlerinin çıkarları ile çelişmeye başlamıştı.

-Ekvador, 1961 - CIA destekli askeri güçler seçimle işbaşına gelen Başkan Jose Velasco'yu istifaya zorladı.

-Kongo, 1961 - Seçimle göreve gelen Patrice Lumumba CIA tarafından öldürüldü. Ülke dört yıl siyasi çalkantıyla sarsıldı.

-Dominik Cumhuriyeti, 1963 - Seçimle gelen Devlet Başkanı Juan Mosch devrildi. CIA askeri bir yönetim kurdurdu.

-Ekvador, 1963 - CIA destekli askeri darbe. Başkan Arosemana devrildi.

-Brezilya, 1964 - Seçimle gelen Joaoa Goulart Hükümeti askeri darbeyle gitti. CIA darbecileri destekledi.

-Endonezya, 1965 - Seçimle gelen Sukarno askeri darbeyle gitti. CIA yıllardır bunun için çalışıyordu. Yerine gelen General Suharto en az 500 bin kişiyi katletti.

-Yunanistan, 1967 - Seçimlerden iki gün önce CIA destekli askeri darbe gerçekleşti. "Albaylar Cuntası" altı yıl ve Türkiye'nin Kıbrıs Barış Harekatı ile devrildi.

-Vietnam, 1967 - "Operation Phoenix" ile Güney Vietnam köylüleri arasındaki "Viet Kong" mensupları ve sempatizanları arandı. Bu operasyon 20 bin kişinin ölümüyle sonuçlandı.

-Uruguay, 1969 - "CIA işkencecisi" olarak bilinen Dan Mitrione ile işkence yaşamın "rutin" bir uygulaması haline geldi.

-Kamboçya, 1970 - CIA, Prens Sihanuk'u devirdi.

-Bolivya, 1971 - CIA kurgulu askeri darbe. Solcu başkan Juan Torres devrildi.

-Şili, 1973 - CIA destekli askeri darbe Şili'yi tam bir karanlığa gömdü. Seçimle işbaşına gelen Sosyalist Başkan Salvador Allende öldürüldü ve yerini General Augusto Pinochet aldı. Şili toplumu hala bu yıllarca süren ve binlerce kişinin yok olduğu kanlı ve acılı dönemin yaralarını tam sarabilmiş değil.

-Avustralya, 1975 - Sol eğilimli Başbakan Edward Whitham'ın devrilmesinde CIA parmağı vardı. CIA, İngiltere Kraliçesi'nin atadığı Vali John Kerr'i kullanarak bu değişimi gerçekleştirdi.

İran Şahı'nın 1979'da devrileceğini göremeyen CIA, 80'li yıllarda Orta Amerika'da özellikle El Salvador ve Nikaragua'da rejim değişiklikleri için çalıştı. Skandallar patlak verdi. 1989'da ve "Baba Bush" döneminde Panama işgal edildi ve yıllarca CIA'dan destek alan uyuşturucu kaçakçısı diktatör General Noriega yakalanarak ABD'ye getirildi.


Mersin,

31 Ekim 2011

http://www.halksanat.org/2011/11/soguk-savas-yillarinda-kultur-sanat-ve.html

18 Ağustos 2011 Perşembe

"Paradox" Notlar - Halid Özkul

XX. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE “ÇAĞDAŞ (MODERN)” TÜRK ASKERİ OLGUSU ÜZERİNE “PARADOX” NOTLAR

Çağdaş Türk askeri olgusu üzerine “paradox” düşüncelerimizi belirtmeye başlamadan önce belirli kavramları açıklamak gerekmektedir. Bunun nedeni Batı tarafından bize dayatılan “Kürt Sorunu (Affair)” nedeni ile “Türk Meselesi (Problem)”ni hala halledemediğimiz için bir türlü bilimsel görüş açınımlarında görüş birliği sağlayamamış olmamızdır. Bunun kaynak nedenlerinden biri de 265 bin kelimelik “Eski Türkçe”nin 97500 kelimeye indirilip “Öz Türkçe” kavramı yaratma komedisidir; maalesef bununla “inkılâp”çılık adına övünmemizdir. Daha başlıktan başladım, bu yazıda Aristotales formel “mantık”sallığına dayalı idealist “paralel” görüşler değil (bir başka anlatımla çağdaş/ modern değil, diyalektik değil) çağcıl bilimin polyalektik paradoxal, “aşma” amaçlı devrimci (inkılâpçı) düşünceleri tezlenecektir. Çünkü asıl amacımız “paradigma” yaratma değil, bilimsel sürekliliği inkişaf ettirmektir. Çünkü her paradigma sonuçta enigma haline getirilir, bu ideolojinin kültleşme, dogmalaşma süreci olarak ütopiktir, bilim dışıdır…

Diğer taraftan günümüz ufkundan Kemal Atatürk’ün siyasal ufki konumu ile XX. Yüzyıldan itibaren oluşan çağdaş Türk Askeri olgusunun gelişimi birbirini bütünlemektedir. Bu Türkiye’nin iktisadi-siyasi-tarihsel-toplumsal nesnel gerçekliğidir. Kavramlarda görüş birliği sağlamadan yola çıkmak ve hedefe varmak imkânsızdır. Çünkü 7,62 çaplı namludan 7,68 çaplı mermi ile atış yapamazsınız!

“İhtilal” mi “devrim”dir; yoksa “inkılâp” mı? Türkiye’de daha bu bile karıştırılmaktadır. Hal böyle iken kalkıp daha Türkçeyi öğrenememiş millete Kürtçe öğretmek için mabadını yırtanlar var! “İhtilal” başka bir olgu; “inkılap”(devrim) başka bir olgudur. Tıpkı “coup d’etat” ile “putch” gibi ikisi de “darbe”dir ama olguları farklıdır ve maalesef 475 bin kelimelik Almancanın dışında Türkçe karşılığı yoktur. Bunu kavradığımız zaman 1908’in Türkiye Milli Demokratik Devriminin başlangıcı olduğu konusunda daha gerçekçi olacağımız kanaatindeyim. Oysa ki İttihat Terakki Cemiyeti (sonradan “fırka”-ki “parti” ile karıştırılmaktadır- olacaktır) ve onun mason localarına kayıtlı kadroları önderliğinde 1908 komitacı “isyan(başkaldırı)”larıyla başladı öyle sürdü ve Hürriyet (Liberation- yani Serbestilik/Özgürlük/Freedom değil) ilanı sonrasında da “ıslahat”(re-form) hareketleri de başarılı olamadı- sadece bir padişah gitti, bir başkası geldi! Rafa kaldırılan I. Meşrutiyet’in II. Meşrutiyet olarak geri dönmesi oldu. Ama asıl Milli Demokratik Devrim özgün “inkılâpçı/devrimci” düşünceleri olan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde fiilen 23 Nisan 1920’de TBMM açılması ile başladı, 29 Ekim 1923’de “Cumhuriyet”in ilanı ile perçinlendi ve onun yanlış teşhislerle sinsice suikasta uğrayıp Dolmabahçe’ye çekilmesine kadar sürdü. Ne ki “devrimin nasıl sürekliliği sağlanacağı” konusunu resmi tarihte olmayan “vasiyeti” ile belirtmiştir. Bizzat İsmet İnönü’nün “Atatürk inkılâpçıydı biz (İttihatçı şebekeyi kast ediyor) ise ıslahatçı” demesinin ardındaki gerçek budur. Tarihi böylece tahrif ederek 1908 hareketine hak etmediği bir payeyi verenler aslında reel-politik hesaplarla askerleri kendi taraflarına çekmek isteyen küçük burjuva jakoben aydınların tarihsel yanılsatmasıydı. Bu “tuzak” emperyalist çevrelerce görüldü ve kullanıldı. Çünkü ordu tuzağa düşürüldüğünde içindeki Kemalist Devrimci Geleneğe sadık genç subaylar ve önderleri temizlenebilecekti. Ne ki öyle de oldu. Bütün askeri darbelerde bir yandan ordu kullanılırken, diğer taraftan sessiz (bazen kanlı) temizlikler sürdürüldü. Günümüzde bu en üst seviyede icra edilmektedir…

Kemal Atatürk’ün ünlü sofra toplantılarından 04 Haziran 1933 tarihinde yapılan “güvendiği ve yakınından hiç uzaklaştırmadığı birkaç şahsiyetten biri olan Prof. Afet İnan tarafından aktarılan Atatürk’ün tespiti: “1) İnkılâp mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir.2) Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır” şeklindeydi, bilimsel olarak da doğru tanımlamaydı. Yani Mustafa Kemal’in ön gördüğü Lenin’in uyguladığı “İhtilal” hareketi değildi, çünkü o olgunun özgül nesnel gerçekliği bambaşkadır. Tamamen Atatürk’ün nev-i şahsına münhasır-suigeneris olan bu inkılâplar (özellikle “Harf Devrimi” ki Laikleşmenin temelidir, Kadınlara oy hakkı tanınması gb.) Jakoben Radikal/köktenciliğine karşın kentsoylu halkın büyük desteğini sağlamıştı. Sadece gerici-feodal unsurlar var güçleri ile direndiler, karşı-koydular…

24 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Barış Anlaşması “tasarısı” (bu kelime “kürdofil çevrelerce malum dezenformasyon icabı tahrif edilmektedir. Diplomaside her imzalanmayan belge hukuki olarak doğru biçimde “tasarı” olarak adlandırılır. Çünkü fiilen imzalanmamıştır!) 11 Mayıs 1920’de Osmanlı hükümetine verilmiş ve 10 Ağustos1920’de Osmanlı murahhasları tarafından imzalanmıştır. 113 sayfalık anlaşma bir önsöz ve 433 maddeden oluşmaktaydı. Emperyalist ülkelerce Anadolu’nun fiilen parçalanarak işgalinin kabulleniş belgesiydi…

Bu noktadan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın anti-emperyalist duruşu Anadolu’nun tarihsel ve toplumsal nedenlerinden dolayı Lenin’in ünlü kitabında açıkladığı “emperyalizm, kapitalizmin en üst aşaması” tanımlamasına denk düşmemekteydi. Onun önündeki sorun “Reddi-İlhak” temelinden kaynaklanmış ve “İstiklal-i Tamlık”la bütünleşmişti. Sanayinin ve ürünü olan proletaryanın olmadığı bir ülkede sınıflar mücadelesinin tanımlanması kendi özgüllüğüne bağlıydı. Ne ki bu duruş sonradan III. Enternasyonal’in Komüntern’i tarafından bütün sömürge ülkelere “örnek” olarak tavsiye edilecekti. Bu açınımdan Kemal Atatürk kendini “misak-i milli”ci sebeplerden dolayı sonuç olarak “millici” kabul etmekteydi. Pan-İslamizme olduğu kadar Pan-Türkçülüğe de karşı çıkması onun hedeflediği Çoğulcu-Cumhuriyetçi anlayışından kaynaklanıyordu. Bu görüşünü benimsediği Fransız geleneğinin temsilcilerinden olan E.Renan’ın “millet/ulus” tarifinde “ırkçı” esasları reddeden görüşlerinden etkilendiği içindir. Ama 1930–1945 yılları arası Arthur de Gobieau’nun “millet”i “kan” ve “ırka” dayandıran görüşlerinin Nazi propagandasına paralel olarak komitacı-İttihatçı derin devletçi klik tarafından ülkede yaygınlaştırılmaya çalışmasına 1945 sonrası anti-komünizm propagandası eklenince 1947’de Atatürk’ün “millici”liği resmen “milliyetçi” ok halinde pekiştirildi. Kore, NATO derken “milliyetçi”lik ABD’nin yılmaz bekçisi olarak görevini ifa etmeye başladı…

Bu noktadan Türk Askeri Olgusuna dönersek, 1699 Karlofça Anlaşması sonucu artık parçalanma dönemine giren Osmanlı İmparatorluğu doğal olarak çıkış noktaları ararken Islahatçı-Tanzimatçı-Meşrutiyetçi konaklardan geçti. Yeniçeri ordusu adeta bir kırım ile lağvedildi. Siyasi yapılanmaya ayak uydurulmaya çalışıldı. Ama iktisadi temeli olmayan bütün bu hareketler geriye gidişatı durduramadı. Aydınlatmacı fikirler doğal olarak modernleşmeye ilk açılan kapı olan Osmanlı Ordusu içindeki subayların ve iktisadi olarak gelişmiş kentlerdeki aydınların arasında yayıldı. Özellikle Avrupa’da eğitim alanlar yeni inkılâpçı fikirleri ülkeye taşıdılar. Ama bunlar ihtilalci değildi. Örneğin Namık Kemal gibi mali durumları sıkıştığı zaman padişahtan yardım talebinde bulunuyorlardı. Onun için “Jön Türk” hareketi kitle tarafından değil belli bir orta sınıf sivil aydın tarafından desteklendi- destekçi yabancılar içinde Marx ve Engels’te sayılabilir… Ama “İttihat ve Terakki Cemiyeti” örgütlenmesi askeriyeyi kucaklayan bir örgütlenmeydi. Sivil İhtilalci ve Asker İnkılâpçı nüveleri içinde barındırıyordu. Ama hepsini tasfiye eden sivil-asker “komitacı-darbeci” isyancılar oldu, çünkü Saray’a (o günkü derin-devlete) göbek bağı kurmuşlardı…

İstiklal Savaşı içinde bir bakıma iç çatışmalar da sürdürüldü ki uzak gelecekteki yenilgilerin sebeplerinin kaynağı burasıdır. İlk önce bu üç militan güç ittifak yaptı. Ama ardından Kuvva-ı Millicilerin oluşturduğu çetelerdeki sivil (işçi-köylü ve aydın) komünist İhtilalciler tasfiye edildi. Sonra Komitacılar (ki İttihatçı Enverciler kanadı) ile İnkılapçıların kavgası başladı. Görünüşte 1929 İzmir Suikastı davası ile sonuçlandırıldı. Ama komitacıların pes etmediği, başka başka yollarla mücadeleye devam ettiği açık ve seçik. Sonunda “Yalnız Adam” (Talat Turhan’ın deyimi) Atatürk vefat edince bu unsurun şefi İnönü (Başvekil Bayar) iktidara oturdu. Bayar, sonradan Adalet Partililere, “biz (DPyi kastediyor) CHP’nin B Takımıydık” diyecekti. İşte Türkiye’ye özgün olan bu üç grubun Türk Askeri olgusu içinde güçlerini bilmeden, bunların iktisadi-siyasi-tarihsel-toplumsal çözümlemelerini yapmadan ne geçmişin doğru analizini ne de geleceğin programını asla yapamayız…

Bu kavga sırası ile 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997’deki askeri balanslı darbelerin veya komplo-muhtıraların içinde de gizlidir. Bu ABD çıkarlarını savunan darbelerde sivil halk arasından hep darbeyi yiyenler olan devrimci, aktif, militan, yurtsever, yiğit unsurlar tarafından haklı olarak orduya karşı muhalefeti güçlendirmiştir. Devrimci kıyımlarından dolayı Ordu adına hiç kimsenin “halktan özür dileme”ye yanaşmaması da sonradan orduya karşı kullanılan emperyalist psikolojik savaşı kolaylaştıran bir başka etkendir. Hâlbuki bütün Latin Amerika ülkelerinde Simon Bolivar geleneğine sahip çıkan ordular bu ABD tuzağından dolayı kendi halklarından özür dilemiştir. Çünkü dilemek zorundaydılar! 1990 yılında SSCB ve Halk Cumhuriyetleri Bloğunun yıkılması ve NATO-kontra terörü güdümlü kukla ayrılıkçı PKK terörünün asimetrik yoğunluktaki çatışmaları içinde TSK’nın özellikle kurmay sınıfı içinde nesnel gerçekler görülmeye başlanmış; ABD dayatması dışında, bağımsız bilgi birikimine aydın olarak yoğun olarak başvurulması sonucu oluşan şok ile beyinlerdeki uyuşturulmuş bellek ciplerinin devreye girmesi sonucu Kemalist Devrimci Gelenek anımsanmaya başlanmıştır. Sarkaç ters çalışmıştır! Yani, 1961-62’den bu yana Ordudaki Devrimci Kemalist geleneği sürdürmekte inat eden Genç Subaylar, sivil devrimci ve ihtilalci güçlerle ittifak sonucu, 50 yıldır kırıldıklarından dolayı bugün bu geleneği sürdürenlerin olup olmadığını ancak tarih gösterecektir! Diğer taraftan ABD ordusu ve istihbarat güçlerinin 1952’den 1992’ye yapmış olduğu bilgi depolama ve tanımlama think-tanklarının işbirlikçi yerli liberal ve muhafazakâr gerici unsurlarla yapmış olduğu çalışmalar sonucu kıyasıya komplolar uygulanarak TSK kurmayı gafil avlanmıştır…

Sonuç olarak devrimci askerler, devrimci sivillerle ve onların siyasal irade ve programları ile ittifak yapmadığı sürece, sivillere de devrimci disiplinin zorunlu bir araç olduğunu öğretmedikçe –ki sivillerde ‘kitap okumama’ liberalliğinden vazgeçmedikçe-; Türkiye halkının, başta ABD-AB-İzrael olmak üzere emperyalist-zionun tezgâhı neo-mandater faşist işbirlikçilerden kurtulup, Kemalist Devrimi aşmak için akıl-bilimle güdülen Çağcıl(contemporary) Sosyal Devrimler sürekliliğinde XXI. Yüzyılın derinliklerine doğru yürümelerine imkân yoktur…

Halid Özkul

15 Ağustos 2011

21 Temmuz 2011 Perşembe

Yol, âşk ve sevgi - Murat Naroğlu

Yol, âşk ve sevgi

İnsan, sahip olduğu bilinç ve beyin yapısı, psikolojik özellikleri ile son derece ilgi çekici bir canlıdır. İçerisinde bulunduğu maddi dünyadan başlayarak yaşadıkları, karşılaştıkları, okudukları ve tartıştıkları aracılığıyla, birbirine karşıt gibi görünen noktalara bile adım atabilir. Kendisi, üzerinde çok düşünmese de, aslında sürekli bir değişimin içerisindedir ve etkisine maruz kaldığı faktörler, birbiriyle ilişkili ve çok çeşitlidir. Tüm bunlarla aslında her birimiz birer yol inşa ederiz hayatımızda. Büyük çoğunluk için bu süreç kendiliğinden yaşanır; ki bir sorundur bu, çünkü bilinçli müdahale eksiktir böyle yollarda ve tabi böyle âşklarda.

Yol, âşk ve sevgi dedik, başlığımızı böyle paylaştık. İnsanın, bir yürek taşıdıkça her an karşı karşıya kalabileceği duyguların en heyecan verici olanlarından biridir sözü edilen. Hâl böyleyken, mevcut toplumdaki birey, yaşadığı, daha doğrusu büyük oranda yaşamak mecburiyetinde olduğu hayat biçimini sorgulayıp kavrama çabasında değildir. Bu sağlıksız zemin üzerinde vuku bulduğu söylenen âşklar da ne yazık ki kalıplar ve kanıksanmış yargılar üzerinde temellenmektedir. Yukarıda, bilinçli müdahalenin eksikliğinden kastedilen ana fikir budur. Henüz kendi yalnızlığı ve karakteri, potansiyeli, hayat koşullarına ilişkin belirli bir dünya görüşü, düşünce ve hareket bütünlüğü oluştur(a)mamış veya oluşturma çabasına girmemiş kişi, âşk gibi tehlikeli sulara dalmaktadır. Sonrası ister klişeleşmiş (u)mutsuzluk tabloları, ister aile/evlilik gibi kavramlarla süslenmiş sahte/aldatıcı mutluluk tasvirleri olsun, aslolan bireyin ölümüdür. Kendi bireyselliğini oluşturup da yalnızlığıyla yüzleşememiş, toplumsallık içerisinde karakterini konumlandıramamış kahramanımız, bir yerlere bağlanma güdüsüyle hareket ettiği an, sürüleşir. Hayat, bu tip örneklerle doludur; futbol fanatizmi, örgütlere körü körüne bağlılık, güç tapınmacılığı, çoğunluğu takip etme, vb. En nihayetinde ise, yazımıza konu olan âşk ve sevgide rastlıyoruz böylesi bir soruna. Hayat yoluna akıl ve bilginin öncülüğünde, irade koyulmazsa, o yolun en göz alıcı duraklarından olan âşk, hem değerini yitiriyor hem de âşığı yok ediyor. Şimdi, yarayı biraz daha açalım.

Âşka bir tanım aramanın beyhude bir çaba olduğunu düşünenlerdenim1, sevgiye dair de aynı şeyleri söyleyebilirim. İkisinin bir arada olabileceği ilişkilerin varlığı, sanırım herkes için daha arzulanır durumdadır. Bir benzetme yapmayı deneyerek, âşkın zekâ ve yaratıcı tutku; sevginin ise emek ve disiplinle beslenen bir bilimsel çalışma olduğunu kabul edeceğim. Takdir edersiniz ki, hakiki bilim tarihinin sizi anması için emek ve zekânın birbirini kuvvetlendirici bağına ihtiyacınız vardır. Sürüleşmiş bireylerimiz ise, aşağıda açıklayacağımız gibi ne gerçek âşıktırlar ne de sevgi sahibidirler; benzetmemize dönersek onlar ne zeki ve yaratıcıdırlar ne de bilim için emek verirler.

21. yüzyılın ilk on yılını geride bırakmış kapitalist bir sosyo-ekonomik formasyonda yaşıyoruz, yaşamaya çalışıyoruz. Büyük çoğunluğumuz ücretli köleler olarak, hayatta kalmak için işgücünü satmaktan başka seçeneğe sahip değil. Dört bir yanımız haksızlık, emek sömürüsü, hukuksuzluk, yalan, ikiyüzlülük, savaşlarla çevrili. İçten bir gülümsemeye hasret yüzlerimize korku ve kaygılar egemen, güveni ve dostluğu yitirmiş durumdayız. Kendimize, topluma ve doğaya yabancılaşmış, bunun farkında bile olmadan yürüyoruz; omuzlar çökük, gözler solgun. Bu büyük tablonun içerisinde, birileri âşk iddiasında bulunuyorlar. W. Reich gibi “Dinle Küçük Adam” demeliyiz yeniden. Tutku ve yürek çarpıntısı sanılan o masalsı anlatımlar, bugünün bireyinde, bir yokluğu doldurma ve bağımlılık hâlini almıştır. Hangi dala konacağını bilemeyen bir kuş misali, ayakların altındaki boşluktan korkulmakta, kendi kanatlarına ve bünyesine güvenip uçabilmek hiç düşünülmemektedir. Yanında ıslık çalacak birilerinin varlığını biliyor olmanın rahatlığıdır insanları çeken. Yalnızlık ve sıkılganlık ihtimali, bağları kuvvetlendirmekte, üstelik bir de evliliğe yol açmaktadır. Bir süre sonra, ikili ev hayatına renk katmak düşüncesi, çocuk sahibi olma fikrini uygulamaya büründürür. Her şey olağandır mevcut algılara göre, okul-iş-aile herkes için tek doğru çözüm olarak sunulur. Sınıflı toplumun üzerine bir de kadın oluşuyla eziyet çeken, yetmezmiş gibi çalışma hayatından soyutlanmış kadın için, annelik kurtarıcı olur. Çocuk, kimi durumlarda babayı da kapsayacak şekilde, ailenin isteklerinin rotasına girer ve özellikle anne, tüm benliğini bu sevgiye bırakır. Bir kez daha düşünelim, zemini böylesine sığ ve korkunç süreçlerde tutkuyu veya coşkunluğu görebilen var mı? Yoksa Raif bey, “Yüzbaşının Kızı” sadece romanlarda mı kaldı?

Bir kolumuzu yitirdik, devam ediyoruz yürümeye; elimizde hiç olmazsa sevginin kaldığını düşünerek. Garip bir taşkala içinde koştururken üzerinde durup düşünmediğimiz nice kelimeden, cümleden biridir “Seni Seviyorum” demek. Şıklık ve karmaşa, böylesi kolay anlaşılır gibi görünen sadeliklerin arkasında olmalıdır aslında. Bunları anlamak ve “yapmak, en iyi söyleme tarzıdır”2 diyebilmek için güçlü, bireyselleşebilmiş bireyler gerekir. Tersi durumda yargılara varmak kolaylaşır, zamana dayanıklı yapılar inşa edilemez olur. Mevcut ilişkilere egemen olan genellikle böylesi bir özelliktir. Kendini tanımak ve aşmaktan uzak karakterler, iç dünyalarında mutsuz, huzursuzdurlar. Bu durum, emek verip sevgi örmelerine engel olmaktadır. Tahammülsüzlük ve güven sorunu yaşanır, suçlamalar artar, engeller aşılamaz, yapay bunalımlar oluşur. Ayrılıklar yıkıcılaşır ve yaşamın tüm güzelliklerini algılama yeteneğini yitirmiş zihinlere, her şey, içinden çıkılması imkânsız bir bataklığın parçası olarak görünür. Sevgi, birbirini anlamak ve karşılıklı katkı koymaktır; oysa potansiyelleri doğrultusunda “yüce-kendim”i geliştirmek kaygısı gütmeyenler, taş üstüne taş koyamaz hâldedirler ve sohbetler bayağılaşır. Kendini sürekli yenilemek ve dönüştürmek için gerekli heyecan bilim, sanat, teknikte aranmaz da birbirini yineleyen sürprizler, hediyeler beklenilir. Gündelik yaşamı paylaşmaktan birlikte üretmek ve hayatı dönüştürmek değil de alışverişlerde, kafe buluşmalarında, gece eğlencelerinde vakit geçirmek anlaşılır. Bugün, vazgeçmeyi bilen, kıskançlığı en azından kişisel zayıflıkların giderilmesi anlamında aşan sevdalılarımız çok düşük sayıdadır. Bitişlere olgunlukla yaklaşabilecek kadar zengin dünyaları olanlarımız ne kadar da azdır. Bir kez daha düşünelim; zemini böylesine sığ ve korkunç süreçlerde sevgiyi veya emeği görebilen var mı? Yoksa Kuyucaklı Yusuf, Lopuhov sadece romanlarda mı kaldı?

Âşk ve sevgi, bizden uzaklaşır; açık denizlere, okyanuslara doğru son sürat yol alırken her birimize, gerçekleri söyleyip düşüncelerimizi sarsacak bir Rahmetov gerekiyor. Hayatımız bir yol, sevda ise özel bir durak. Aslolan onu, yeni insanı yaratma mücadelesine bağlayabilmek. “Modern keşişler”, sözüm sizleredir; temel ilkeleri kuvvetli bir dünya görüşünün eylem kılavuzluğu ile yürümek, mücadele etmek, başlı başına mutluluk içeriyor. Çoğunluk için bu sıkıcı, durağan gibi görünse de müthiş devinimler barındırıyor özünde. Ayrılsak bile duraktan veya hiç uğrayamasak, yüreğimiz yangın yeri olmaya devam etsin; varsın gitmesin sevgilinin hayali menzilimizden… Geleceği kuracak olan ellerimiz, elbet devrimin zafer şarkılarını yârimizle beraber dökecektir kâğıda...

1: “Bence aşk, bir türlü uygun ölçülerde kıyafet bulamayacağımız bir beden gibidir, evrensel bir tanım, standart bir kıyafet dikme çabası beyhudedir.”

http://www.yilmazodabasi.com.tr/yazi-240-KAPiTALiZMiN-SARMALiNDA-AsK-EVLiLiK-VE-AiLE-MURAT-NAROgLU.html

2: José Martí

Murat Naroğlu

06/07/2011