16 Ocak 2011 Pazar

Bilim, evrim ve yöntem - Murat Naroğlu

Bilim, evrim ve yöntem

Canlıların mükemmelliği düşündüren yapıları; temelde bir tasarım ve yaratıcının mı yoksa “doğal seçilim” yoluyla basit bir canlıdan zaman içerisinde oluşan değişim/dönüşümün mü olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Öyle ya, moleküler genetik düzeyinde 1 trilyondan fazla hücremiz var ve bu kadar bileşenin böylesine uyumlu çalışması, “bir fizik kitabında tanımlanan nesneler ve olgular, kitabın yazarının bedenindeki tek bir hücreden daha yalındır.” (s. 4)1 gerçeği, insanları, bir tasarımcının varlığı fikrini düşünmeye itiyor. Her şey bir amaç için tasarlanmış gibi; hatta Immanuel Kant’a göre insan, bu yaratılışın temel amacı, o olmadan her şey anlamsız. Basitçe şöyle bir yargı dile getiriliyor; “teleskop ve saatte olduğu gibi insanın da bir tasarımcısı olmalı”. Hem evrim savunucuları hem de karşıtları tarafından sıklıkla kullanılan örnekler olarak insan gözü ve yarasa kulağına bir bakın diyorlar. Yarasalardaki sonar (“radar”) her mühendisi etkileyebilecek bir örnek; yankılarla avlanıyorlar; yollarını bulabilmek için attıkları çığlıklar2 ve kulaklarını kullanma biçimi nasıl da karmaşık… Avlarını, çevrelerindeki diğer nesnelerden ayırt edebilmeleri, hareketli bir hedefi yakalama yöntemleri… Kendi yankılarını diğer yarasaların yankıları arasında kaybetmeden karanlık mağaralarda çarpışmadan uçabilmeleri… Ne yani, bütün bunlar bir yaratıcının ve yüksek bilincin varlığını kanıtlamıyor mu? Peki ama Darwin’in fikirleri etrafında oluşan teori dışında varoluş gizemini çözebilecek bu alternatif yol ne derece sağlıklı? Richard Dawkins’in söylediği şu sözler, aslında çok daha genel bir şekilde, bilimde yöntem sorunsalına işaret ediyor: “Darwinciliğin yalnızca bu gezegende değil, evrenin yaşam barındırabilecek her yerinde doğru olduğunu savunacağım.” (s. II)1 Evrende bir başka yaşam da keşfedilse, mutlaka Darwinci doğal seçilimle evrimleşmiş olacak ve açıklanabilecektir diyoruz. Sadece Darwinci seçilimin açıklayabileceği uyumlu karmaşıklık sorunu orada da oluşacaktır ve tasarım fikri, gerçek bilimcileri tatmin etmeyecektir. Yine İskoç düşünür David Hume gibi birisi, en fazla, tasarımın, “bir Tanrı’nın varlığını gösteren kesin bir kanıt olarak kullanılmasındaki mantığı” eleştirecek; ancak Darwin benzeri bir açıklamaya ihtiyaç duyulacaktır. O hâlde şimdi, bu özel açıklamanın temel aldığı karmaşıklık kavramına eğilelim.

Karmaşıklık kelimesinin anlamı, hangi manada kullanıldığı büyük önem taşıyor. Karmaşık varlıklarda, Dawkins’in deyimiyle, “önceden belirlenebilen ve tek başına gelişigüzel rastlantıyla edinilme olasılığı çok düşük olan bir nitelik vardır.” Karmaşıklığı açıklamak, aslında sizin “tasarım mı evrim mi?” sorusuna cevabınızı da belirliyor ve yönteminizi ele veriyor. Örneğin bir yarasa kulağının karmaşıklığını nasıl açıklıyorsunuz? Dawkins’in “hiyerarşik indirgemecilik” adını verdiği örnek, “karmaşık bir şeyin daha yalın şeylerden, rastlantı sonucu varlık bulmuş olabilecek kadar yalın ilksel nesnelerden adım adım, kerte kerte gelişen birikimli dönüşümlerin bir sonucu olarak varlık bulduklarını ortaya koyacaktır.” diyor. Bu görüşün felsefi kaynağında, nicel-nitel dönüşümün olduğunu düşünüyorum; küçük değişikliklerin birikimi ve kendi sınırlarının ötesinde yarattıkları büyük sonuçlar var. Açıkça yaratıcıyı savunmayanlar veya evrimci açıklamaya yakın duranlar da, hayran olunası canlıların nasıl olup da doğal seçilim eseri olduğunu kolaylıkla kavrayamazlar. Rastlantı eseri ortaya çıkabilecek kadar basit bir canlıdan zaman içinde karmaşık yapılar oluşmuş olması garipsenir. Bu süreçte şöyle bir karşılaştırma yapılması daha açıklayıcı olacaktır: ilk ürüne n dersek, örneğin n+372 ile n+371 arasındaki fark küçük, rastlantısal yalın değişiklikle meydana gelmiş olabilir; fakat siz kalkar da n ile n+372 arasındaki farka bakarak n+372 gibi mükemmel bir şeyin; n’den oluşamayacağını, onun varlığının arkasında mutlaka bir amaç ve yaratıcı olduğunu söylerseniz doğanın hemen her yerinde görülen niceliğin niteliğe dönüşümünü yadsımış olursunuz. Bu uzun değişim sürecini yönlendiren belirli bir amaç ve amaçlayan yoktur; uyum ve hayatta kalma çabası vardır ve genel resim asla gelişigüzel değildir. Tesadüfen bazı genler üzerinde olumlu/olumsuz anlamda mutasyonlar gerçekleşir ve bir süre sonra geriye dönüp baktığınızda büyük farklılıklar oluşmuş olur. Sonuç olarak iki noktada takıldığımız açık; amaç ve süreç. Öncelikle amacı ele alalım…

İnsan, amaç ve ilerleme

19. yüzyılın ikinci yarısına dek “Bilinçli Tasarımcı” fikri hemen herkes tarafından kabul görmekteydi. 18. yy. tanrıbilimcisi William Paley’nin Doğal Tanrıbilim adlı eseri bu döneme aittir (1802) ve bir tasarımcı savının en etkili ifadesi olagelmiştir. İnsan yapımı aletler örneğindeki gibi, bir yaratıcı akıl, tasarımcı aranır. Mevcut olan karmaşıktır ve bunu mutlaka birisi düşünmüş olmalıdır. Oysa bahsettiğmiz birikimsel (kimi zaman sıçramalar, ilerleyen sayfalarda tartışacağız) süreçlerde bir amaç yoktur, “…doğal seçilimin hiçbir amacı yoktur. Doğal seçilimin aklı ve düş gücü yoktur. Doğal seçilim geleceği planlamaz; geleceği görme yetisi yoktur; öngörüsü yoktur.”(s. 7)1 Yine de, uyumun ve mücadenin belirleyiciliğindeki doğal seçilim gelişigüzel değildir, mutasyon ise, oluşan değişikliğin canlı için iyi mi kötü mü veya neyin iyi neyin kötü olduğunu planlayamama anlamında gelişigüzeldir, yani iyileşme yönünde genel bir eğilimi yoktur. “Çeşitlilik ve seçilim el ele çalışarak evrim üretir. Darwinci, çeşitliliğin -iyileşmeye yönelik olmaması anlamında- gelişigüzel olduğunu ve evrimin iyileşme eğiliminin seçilimden kaynaklandığını söyler. (s. 392)1 Bu açıklayıcı notun ardından mutasyonun gelişigüzel olmayan tarafları olduğunu da unutmamamız gerektiğini hatırlatalım; aksi takdirde, bu işlemin, her türlü olasılığı denediği ve seçilimin de bunları elediğini düşünmek gibi yanlış bir hatta sürükleniriz. Mutasyon, türlere çeşitliliklerin girdiği tek yoldur ve bunların bir kısmı doğal seçilim tarafından reddedilir (buna dayanarak doğal seçilimin yıkıcı olduğunu söyleyenler vardır; ancak bütünü gözden kaçırmaktadırlar) kimi ise kabul görür. Dolayısıyla mutasyon hızı, doğal seçilim yoluyla gerçekleşen evrime bir üst limit koymuş oluyor. Hızın seviyesinin, elbet bir gün gerçekleşecek evrimsel değişimi ortadan kaldırmadığını vurgulamamız gerekiyor. Doğanın temelinde; gelişigüzel olan ve olmayan, uyumu, hayatta kalma çabasını merkeze oturtan bir süreç yer almaktadır. Kopyalama, veri aktarımı, hata düzeltim mekanizmalarına bakınca görüyoruz ki DNA, canlılar yararlansın diye var olmadı, genel anlamda bu hayran olunası biyolojik işleyişin eseri olarak canlılar oluştu. Üstelik burada bir amaç yoktu, DNA’dan bir adım geriye gidip de RNA ve RNA-replikaz incelenip kendi kendini kopyalama üzerine deneyler yapıldığında, kim bu moleküllerin bir strateji güttüklerini söyleyebilir? Yapılarının ürünü olarak bunu yaptılar, yani, Tanrı’nın varlığının ispatı gibi kullanılan, maddenin doğasındaki amaca bağlılık gibi bir şey ortada yoktu ve koşulların birer ürünü olarak da bugün biz koca evrim ağacının bir dalı olarak, insan denen bir varlık adıyla yaşamımıza devam ediyoruz. Uzun evrim sürecinin kaçınılmaz bir sonucu değil, yol üstündeki herhangi bir durağız; açık ve net. Ne evrenin ne de yaşamın merkezindeyiz. Küstahlığımız, bunu kabullenmemize izin vermiyor; oysa değil mi ki Kopernik, Kepler, Galile, Darwin, Marks… hepsi kendilerinin de ait olduğu insanlığı bir ortak noktadan vurdular; küstahlığından.

Yaşamı insan merkezli değerlendirince; vücudumuzda, faaliyetlerimizde, düşüncelerimizde görülen karmaşıklık artışı ve buna bağlı olarak ilerleme, evrimin temel yapısal özelliklerinden biri olarak düşünülüyor. Böyle bir çıkarımda bulunmak, 9 kişinin yoksul 1 kişinin ise fazlasıyla yüksek gelir sahibi olduğu bir topluluğun ortalama kazancını hesaplayıp, refah seviyesinin yüksek olduğu yorumuna benziyor. Rakamları, yanılsamalardan arındırarak kullanırsak, biz, doğanın henüz çok küçük bir çocuğuyuz, “bugün bile tüm omurgalıların yarısından çoğunu balıklar (20,000 türden fazla) oluşturuyor.” (s. 15)3 Biz, “kozmik milin birkaç santimini ya da kozmik yılın bir iki dakikasını” doldurabiliyoruz. (s. 24)3 Elbette ki insanın varlığının büyük önemi, bilinci, zekâsı ve düşünce gücü görmezden gelinemez; ancak biraz daha öznelliğimizden ve önyargılarımızdan sıyrılmayı da becermemiz gerekiyor. Aşırı uç örnekler üzerinde durmak faydasız. Yaşam içerisinde hakimiyet bakterilerdeydi ve hâlâ da öyledir. Bir uç değeri veya bir olguyu, ait olduğu genel tablodan, yani bağlamdan koparmak eski bir gelenektir, Platonculuktur. Bilimsel yönteme uymaz. Bir olayı, tüm varyasyonlarıyla, değişimleriyle, bütünlüklü bakış açısıyla değerlendirmeliyiz. 20. yüzyılın önde gelen Darwin yorumcularından Stephen Jay Gould’un bahsi geçen eserinin tümüne damgasını vuran da bana göre budur. Ne diyordu büyük doğa tarihçisi Plinius: Natura nusquam magis est tota quam in minimis (Doğayı bir bütünlük içinde görmek için en küçük bir yaratığa bakmak yeterlidir) Tekil bir hattın genel bir yargı olarak sunulması felsefi açıdan da açıkça yanlıştır. Kendi başına ortalamalar (soyutlamalar) da kısmi olarak doğru olup, genel bir fikir verse de aslolan her zaman için çeşitlilik-varyasyondur. Burada ise kendi içinde bir amaçla, belirli bir hedefe giden bir şey yoktur. Gould bakterilerin hakimiyetine dair çok güzel örnekler sunuyor, gerçekten etkileyici. Yaşam boyunca hep var olmaları, insan zihnini zorlayacak fiziksel/kimyasal koşullarda bile yaşamaları, oksijenin teminindeki rolleri, mitokondri ve kloroplast gibi iki önemli organelin ataları olduklarına dair kanıtlar, azotu kullanılabilir hâle dönüştürmelerine bakınca, tekrar düşünmek gerekir diyorum. Yaklaşık 1 milyon çokhücreli hayvan türü var, bunların %80’i eklembacaklılar ve eklembacaklıların çoğunluğunu böcekler oluşturuyor; memeliler ise sadece 4 bin türlük küçük bir grup ve insan da burada bir yerlerde; dinozorlar 100 milyon yıl boyunca dünyaya egemen oldular; Homo sapiens yalnızca 50 bin yıldır var ve insan büyük bir cüretle kendisini baş aktör, tüm bu sürecin varmak istediği durak olarak görüyor. Sizce de gülünesi değil mi?

Yukarıda bahsi geçen tüm bu durumlara, Dawkins’in dikkat çektiği ironik tarafıyla bakarsak, yine beynin ve ona bağlı olarak düşüncenin evrimi neticesindedir ki; ancak birkaç on yıllık süreleri kapsayacak zaman dilimlerini hayal edebiliyoruz ve bu da, evrim gibi yüz binlerce, milyarlarca yılı kapsayan bir süreci anlamamızı zorlaştırıyor. Bu anda Dawkins’in üzerinde durduğu, gelişigüzellik, amaçsız değişim ve uyumu anlatan; daha kısa süreli bir zaman dilimine yayılan bir örneği inceleyebiliriz. Evet, çakıl taşlarından bahsediyoruz. Deniz kenarındaki çakıl taşları, kendilerine yönelik amaçsız fiziksel kuvvetlere (dalga, rüzgâr, vb.) farklı tepkiler verirler, bu rastgele dalgalar ve rüzgârların etkisiyle, belirli bir süre sonra küçük ve büyük çakıl taşları belirli, gelişigüzel olmayan bir mantıkla dağılmış olarak görünürler. Gerçekte ise bir duruma karşı yapılarından dolayı farklı davranışlar sergilediler ve bir düzen dahilinde sahile yerleşmiş oldular. İlk görüntüyü, karmaşık çakıl taşları ile karşılaştırırsanız, bir söylence uydurarak “Büyük Ruh”un bir eseri şeklinde tanıtabilirsiniz. Çok geçmeden, köşeden bir yerlerden tesadüf, uyum ve süreç sesini duyuracaktır; işitmek biraz zor olsa da insanlık elbette bunu kavrayacaktır. Tarihte bu sorundan muzdarip olan Darwin dışında bir kişi daha var: Karl Marks; çünkü sınıf mücadeleleri de geniş ve uzun zaman aralıklarını kapsar ve insan, ne yazık ki evrimde olduğu gibi burada da dar zaman kalıplarıyla düşünmektedir. Görebildiğim bir başka ortak nokta ise şudur ki; evrim ve devrimde sürekli değişim mevcuttur; bazen küçük bazen büyük değişimler. Uzun durgunluk dönemlerini takiben alt üst oluşlar gelebilir; ancak devamlı bir iyileşme, ileri gitme yoktur, zik-zaklar ve geri gidişler de görülür. Lenin’in dediği gibi; “Dünya tarihinin bazen geriye doğru dev adımlar atmadan pürüzsüz ve biteviye ilerlediğine inanmak diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik açıdan yanlıştır” Yaşamın farklı alanlarında aynı yasayı böylece özetlemiş olduğumuzu düşünüyorum.

Süreç

Evrimde ve doğada bir tasarım ve amaç olmadığını; insan merkezli bir ilerleme anlayışının gerçekliğinin bulunmadığını savlayarak amaç konusunu şimdilik kapatmış olduk. Yukarıda belirtmiş olduğumuz ikinci nokta ise süreç. Diyelim ki tasarım fikrini tarihin arka sokaklarında bıraktık ve Tanrı düşüncesi artık bizimle değil; peki tüm bu görüp kavradıklarımız, oluşum aşamasında nasıl bir yol izlediler?

“Birikimli seçilim”, tartışmayı başlattığımız noktadaki “hiyerarşik indirgemecilik” açıklamasıyla aynı temele sahip. Hatırlarsak bu yaklaşımda, “yalın ilksel nesnelerden adım adım, kerte kerte gelişen birikimli dönüşümler”den bahsediliyordu. Küçük değişimlerin birikimi, başlangıç noktasından hayli uzakta varlıkların oluşumunu sağlayabiliyordu. Dawkins’ten alıntılayacağımız, Türlerin Kökeni’ndeki cümlelerinde Darwin, şöyle diyor: “Eğer birbirini izleyen, sayısız, küçük değişimlerle oluşması olanaksız herhangi bir karmaşık organın var olduğu gösterilebilseydi, benim kuramım çökerdi.” (s. 115)1 Bununla beraber, birikimle açıklanamayacak, ani-kesintili dönüşüm süreçleri de olabileceğini ileri sürenler var; örneğin doğal afetler, göktaşı çarpması, vb. Burada önce Edmond Burke’ten nicel dönüşümün nitel sonuçlarını büyük bir sadelikle açıklayan bir söz aktarmak istiyorum: “Hiçbir insanoğlu geceyi gündüzden ayıran sınırı çizemese de; yine de, bütününe bakıldığında aydınlıkla karanlığın ayrılması oldukça mümkündür.” Gece ile gündüz yerine, genç ile yaşlıyı koyun, buyrun size bir başka örnek. -doğadaki bu yöntem ortaklıklarına hayranım- Süreci açıklamada bir başka yaklaşım benimseyen gruba dönersek, “Değişim yavaş ve düzenli hızlarla sürekli dönüşüm olmayıp, çoğunlukla kararlı bir durumdan ötekine hızlı bir geçiştir.” diyor Gould, (s. 240)4 Şöyle bir toparlarsak, belki “birikimli seçilim” gibi teknik terimler ile Gould’un söyledikleri farklı yerlerdedir; kesintili görüşte olanlar, birikimli diyenler, sıçramacılar, kerteciler, noktacılar vs. Genel olarak ben şunu savunuyorum; kararlı gibi görünen bir durumda bile küçük dönüşümler olur, bunların sabit bir hızı, ivmesi olmayabilir; inişli çıkışlıdırlar; ama nihayetinde dönüşüm vardır. Sonra altüst oluşlar gerçekleşir, hızlı değişimlerin olduğu dönemler gelir ve yapısal değişim gerçekleşir. İki grubu inceleyince sorulacak olan soru şu, “natura non facit saltum (doğa sıçrama yapmaz) doğru mudur değil midir? Merakım şöyle bir problem gündeme getiriyor; uzun kararlılık, durgunluk dönemlerinden sonraki daha kısa ve hızlı değişimlerin yaşandığı süreçler, o uzun dönemlerde biriken şeylerin sonucu olabilir mi? 1,5 yıl süren ve içten içe biriken bir süreçten sonra 1 hafta içerisinde iki sevgilinin ayrılması gibi bir şey bu… Gould “Prokaryotlar Kambriyen patlamasına değin üç buçuk milyar yıl boyunca dünyaya egemen oldular. Temel çok hücreli yaşam tasarımlarının çoğu patlamanın ertesindeki on milyon yıl içinde ortaya çıktı.” (s.253)4 diyor. İyi de, o on milyon yıl içindeki büyük değişimler, biraz da o üç buçuk milyar yıllık kararlılık dönemlerindeki küçük değişimlerin birikimi olamaz mı? Bir doğal afet bile, gerçekleşmek için birikime ihtiyaç duymaz mı diye düşünüyorum; ama cevabın ne olduğundan hâlâ emin değilim. Belki de her iki görüşün karışımı bir süreç işlemektedir. Evrimin sonucu belki de devrimdir. Biriken öfke patlayacaktır elbet. Doğadaki her döneme ilişkin fosil bulamamamızın sebebi, fosilerin doğadaki varlıklarının kaybolmuş olmasıyla açıklanmanın dışında şöyle de yorumlanabilir; bazen ani, hızlı geçişler oldu ve türlerden kimisi öyle ortaya çıktı, dolayısıyla her geçişe ilişkin bir fosil olmaması çok normaldi. Evrim sürecindeki her boşluğu doldurmak gerekiyor muydu? Yani evrim, merdivenin her basamağına bastı mı, basmak zorunda mı? (Merdiven örneği ile sadece benzetme yapıyorum, yukarı doğru bir ilerlemeyi kastetmedim)

Darwin’in, Türlerin Kökeni eserindeki iddialı açıklamasına tezat oluşturabilecek bir organın varlığından haberdar değiliz. Karmaşık bir şey, örneğin göz, başlangıçta hiç göz olmaması durumundan evrimleşmiş olabilir, yeter ki süre verilsin. Canlılar, sadece mükemmellikte, yani bir organın hatasız veya çok düşük hatalı bir hâl almasıyla varlıklarını sürdürmezler. Geçmişte, mevcut göz yapısı ve yeteneklerinin tamamına sahip olmadığımız bir dönem de vardı ve biz o zaman da yaşamımızı sürdürüyorduk; peki o zaman da ona mı mükemmel diyorduk? Bu mutlak yargılamadan vazgeçip, belirli koşullara uyum sağlayabilen bir göze sahip olunduğunu düşünmemiz yeterli. Ayrıca, Gould’un da vurguladığı gibi mükemmel olmayan mükemmelden daha güçlü bir evrim kanıtıdır. Öte yandan mükemmelik, kusursuzluk hem evrim hem de yaratılış savunucuları tarafından kullanılır -başlarken bu duruma örnek olarak insan gözü ve yarasa kulağından bahsetmiştik- Yaratılışçıların, kusursuzluktan daha fazla sarıldıkları durum ise, kusursuzluğun birden fazla kez, farklı canlılarda yinelenmiş olmasıdır. Arthur Koestler’e göre “… sürecin adada ve ana karada bağımsız olarak yinlenmesi, bir mucizenin karesi anlamına geliyor.” (s.35)4 Oysa doğada böyle bir şeyin olma ihtimali sıfırdır, ileri sürülen benzerlikler olağanüstüdür; ama yüzeyseldir. Gould, burada Ichthyosaur örneğini ele alıyor. Bahsi geçen hayvanın ataları deniz sürüngeni; ancak yüzgeci ve kuyruğuyla bir balık görüntüsü veriyor. Gerçek bilimsel incelemelere girildiğinde ise balık olmadıkları rahatlıkla söylenebiliyor. Kendisi hakkındaki kısa bilgilendirmeden oldukça etkilendiğim D’Arcy Wentworth Thompson “ideal bir dünyanın, doğada sıklıkla yinelenen soyut biçimlerini arayıp bulmaktan özel bir tat” (s.37)4 alırmış. Örneğin pek çok yerde rastladığımız Fibonacci dizisi, bal peteği kutucukları, kaplumbağa kabukları, ayçiçeği sarmalları, vs. tasarım ürünü mü yoksa? Thompson’ın cevabı ise çok açık; sadece karşılaşılan sorunlara bulunmuş en uygun çözümler olduğunu belirtiyor, bu kadar basit. Uyarlanma için en doğrusu oydu ve aynı diziler bu sebeple tekrar etti. Umarım bir yaratılışçı, her şeyin mükemmel bir şekilde mevcut bulduğunu söyleyerek içinden çıkamayacağı bir girdaba girmez. Mevcut olanın gelişimi, hayatta kalma şansını arttırır ve organizma kendisini çevreye uydurur. Kötünün iyisine sahip olmak avantajdır ve evrimle beraber daha iyi olunabilir. Yine de Dawkins ve Gould’un da işaret ettiği gibi ilerlemenin kaçınılmazlığı saçmadır. (Kültürel değişim potansiyel açıdan ilerlemeci ve karmaşıklık yanlısı olabilir mi? Lamarck’ın biyoloji alanındaki gerçeği açıklayamayan görüşleri burada geçerli diyebilir miyiz?; tartışılacak güzel bir konu olarak değinmiş bulunduk) Evrimin yönünü, doğanın egemenliğindeki uyum belirler. “Darwin’in, evrimsel değişim mekanizmalarının beklenen bir sonucu olarak ilerlemeyi yadsıması, sıra dışı fikirleri arasında en kabul edilemez olanıdır.” (s.179)3 Hâl böyleyken yapıtlarda evrim sözcüğünü görmeye başlıyoruz. Darwin, “değişikliklerle türeyiş” sözcük grubunu kullanırken İngiliz konuşma dilinde “açığa çıkma, ilerleme” anlamına gelen “evrim” sözcüğü kendi teorisine de giriyor. Gould’un aktardığı kadarıyla bu sözcük Herbert Spencer’ın etkisiyle biyoloji alanında kullanılmaya başlanmış. Tepkisi ve direncine rağmen, genel ilgi gören bu kelimeyi, 1871 tarihli İnsanın Türeyişi eserinde Darwin de kabullenmek zorunda kalıyor. Konuya dair Darwin’in açık ve net ifadelerini, Gould eserinde şöyle aktarmış:

“Asla daha yüksek ya da daha aşağı deme” (bir kitabın kenarına aldığı not). (s.180)3

“Uzun süre düşünüp taşındıktan sonra, ilerlemeci gelişmeye yönelik doğuştan gelen hiçbir eğilimin olmadığı kanaatine vardım.” (04.12.1872 tarihli bir mektubunda, paleontolog Alpheus Hyatt’a) (s.180)3

Bu cümlelerin haricinde, Darwin’in ilerleme konusunda sahip olduğu farklı görüşler için 3 no’lu dipnotta belirtilen eserin 184. sayfası ve devamı incelenebilir, içinde bulunduğu maddi yaşam ve genel kültürel ortamın etkisi, biyotik-abiyotik ayrımı gibi daha detaylı analizleri yapmak lazım geliyor. Bu derinliğe girmeyeceğiz, merak edenler okuyabilirler; ama Gould çelişkilerin karakterini “kişiliğinin iki farklı veçhesi arasındaki, entelektüel radikalizmi ile kültürel muhafazakârlığı arasındaki çatışma” olarak nitelendiriyor. (s.189)3 Bütün bu ilerleme sorununu da yine varyasyon ile, büyük resmin bir parçası olarak görmeli ve bakteri hakimiyetinin sürdüğünü kabullenmeliyiz. Gözün %100 görmesi (mükemmelik) bir anda yaratılmış bir şey değildir ve %100 ile %0 (hiç görmemesi) şeklinde bir ayrım yanlıştır. %5’lik bir görme, hiç görmemekten iyidir (merceksiz bir göze sahip olan notilus bunu anlamış durumda) ve evrimleşerek mükemmele ilerlenebilir. Atalarımızın akciğerlerinin ve kuşlardaki kanatların evrimi konuya örnek gösterilebilir. Ortada bir süreklilik var, değişim var. Mükemmel olan da asla bugünden belirlenmiş bir yetkinlik değildir; çevrenin ve doğa koşullarının değişimi ve doğal seçilim, kendi ihtiyaçlarını temel alan bir göz oluşturacaktır. O yetkinlik, sadece bahsettiğimiz yerel çevresel koşullar içerisinde işe yarayacaktır ve yine onlara bağlı olarak avantaj kazandırıp bir başka zaman da kaybettirecektir. “Yerel uyarlanma anatomik basitleşmeye yol açabildiği gibi, daha büyük karmaşıklaşmalara da neden olabilmektedir.” (s.183)3 Dolayısıyla esas olan içsel bir ilerleme eğilimi değil, mücadele ve uyumdur. Bir akciğer içindeki yüzey alanı 0 m2’den 60 m2’ye adım adım değişiyor ve kimse dönüp de “ya 50 m2 isterim ya da hiç yaşamayayım” demiyor. Öte yandan ölüm olayı da bir anda gerçekleşmiyor, bu oranın belirli bir seviyenin altına inmesi veya üstüne çıkması süreciyle meydana geliyor ve sınıra yaklaştıkça ölüm olasılığı artıyor. Tıpkı yapay zekâdaki bulanık mantık gibi, 57 yaşında yaşlılığa daha fazla yaklaşıyorsunuz; yoksa, garip bir kabulle yaşlılık sınırının 65 olduğu bir ülkede, 65 yaşına basınca bir anda yaşlı olmuyorsunuz. Belirli bir gruba belirli bir oranda üyeliğiniz var; yapay zekâ için “üyelik fonksiyonu” bu yüzden geliştirilir. Sorun bir kez daha yöntem üzerinedir; ilişkileri, değişimi, polyalektiği es geçip “ya o ya bu” şeklindeki hatalı felsefi ayrımla hareket etmektir. Küçükken hepimize sorulan “anneni mi çok seversin babanı mı?” şeklinde tek bir cevap istenen saçma sorular gibidir. Bir de kimilerinin yaptığı şekilde bilimin üretkenliğini ya tümevarımcılığa (gözlem, deney, olgu) ya da dehaya ve yaratıcılığa bağlarlar; oysa her ikisinin bir arada olduğu yöntem en açıklayıcı olanıdır. Görüyoruz ki esas olan etkileşim ve bütünlüktür; söz konusu evrim de olsa gündelik hayat da, değişen pek bir şey olmuyor.

Süreç içerisindeki değişimlerin değerlendirilmesi sırasında karşılaşılan bütünlük eksikliği, bir başka hususta daha ortaya çıkar ve ben yine hem biyolojiden hem de ekonomiden örnek vererek ortak yönteme vurgu yapacağım. Dawkins’in Kör Saatçi eserinde incelediği (s. 230lar)1 “silahlanma yarışı”nda, av ile avcının karşılıklı olarak birbirlerini gelişmeye zorlamalarından; ama başarılı avlanmaların sayısında net bir değişimin olmamasından çıkardığım bir sonuç var. Benzeri örnekleri Gould da Yaşamın Tüm Çeşitliliği eserinde beyzbol sporu üzerinden veriyordu. Top atışını sopa ile karşılayanlar eski dönemlerdekilerden çok daha iyi olsalar bile top atıcıları da sürekli geliştiği için, ortalama başarılı atış değerlerinde net değişim bariz bir artış göstermiyor, ortalama değerler sabit kalıyor. Bu durumda eğer bir avcıyı, kendisinden önceki aynı tür avcılarla karşılaştırır ve son avcınızı, daha hızlı koşabildiği için diğerlerinden daha iyi avlanıyor diyerek tanımlarsanız yanılırsınız. Bütünlükten eksik bu yöntemin aynısını ekonomiye uyguladığınızda da şu kanı oluşur. Bugün işçiler çamaşır makinesi alabilecek durumdadırlar, dolayısıyla eskisinden daha iyi bir yaşam kalitesine sahiptirler. Sonuç? Kapitalist toplumdaki refah seviyesi artmaktadır!!!. Nasıl ki bütünlük içinde değerlendirildiğinde yalnızca atıcı ve avcı değil, topu karşılayan veya av da gelişiyor ve ortalama başarılı atış değerleri ile başarılı avlanma net bir değişim göstermiyorsa işçi sınıfının maddi koşulları da öyledir. Çünkü burada önemli olan mutlak yoksullaşma değil, göreli yoksullaşmadır. İşçinin üretkenliği, üretim biçimleri ve teknoloji sebebiyle artmış olsa da yine en az 8-9 saat çalıştığı için daha fazla artı-değer gaspına maruz kalmakta ve göreli olarak kapitalist karşısında güç kaybetmektedir. Hem Darwin hem de Marks, bir konuda daha haksız yere yoğun eleştirilere maruz kalmışlardır. Her ikisi de bütünlükçü bakış açısına sahip kişiler olsalar da mutlak-tek doğrucular, indirgemeciler gibi gösterilmişlerdir. Örneğin Marks her şeyin kökeni olarak ekonomiyi; Darwin ise yaşamın her anında doğal seçilimi gördüğü gerekçesiyle ağır saldırılarla karşılaşmışlardır. Asıl olarak ise kastettikleri, görüşlerinin, mutlak ve tek anahtar değil, en önemli anahtar olduğudur. Bakın Darwin, doğal seçilimin gücü ve etkisi konusunda uyuşmazlığa düştüğü Alfred Russel Wallace ve yandaşları tarafından da benimsenen ve her şeyin bir çırpıda bağlandığı doğal seçilim fetişistlerine karşı ne diyor: Türlerin Kökeni eserinin en göze batan yerine şu uyarıyı koydum: “İnancım odur ki, doğal seçilim değişimin tek aracı olmasa da, başlıca aracıdır.” Bunun hiçbir yararı olmadı. Sürekli yanlış tanıtılmanın karşısında durmak zordur. (Türlerin Kökeni, 1872 baskısı önsöz) Ne haksızlık ama!

Başlangıç ve yöntem ortaklığı

Amaç ve süreç olarak başlıklarını koyduğumuz iki büyük tartışma sahasında, hemen herkesin aklına gelebilecek bir başka soru daha var; yaşam Dünya’da yokken temel bileşenler nasıl var olabildi? Gerçekleşme olasılığı düşük bir durumun sahne almasına (mucize, rastlantı, vs.) mı ihtiyacımız var? Gazlar, organik/inorganik kuramlar veya diğer senaryolar üzerinde durmak, bu yazının kapsamında değil. Dikkat çekmek istediğim nokta, çalışmanın bundan önceki satırlarında da vurguladığım gibi yöntem sorunu ve bunun farklı alanlardaki ortaklığı. Başlangıca ilişkin kimileri, “İşte çıkmaz nokta. Hadi doğanın merkezinde insan olmadığını, birikim/sıçrama temelli bir sürecin esas olduğunu kabul ettik; ama her şeyi başlatan bir güç olmalıydı” dediğini duyar gibi oluyorum ve aklıma Hegel geliyor. Diyalektiği büyük katkılar yapıp da sonunda bir başlangıç duvarı arayan ve buna “ide” diyen Hegel… Bu yolun sonu da gene idealizmdir. Yaşamın başlangıcını yine Tanrı’ya havale etmek ve o hep vardı demek gerçekten de hiçbir şeyi açıklamamak oluyor. Başlangıçtaki tepkimeler, değişiklikler, her neyse oldu ve ilk kopyalayıcılar oluştu; RNA, DNA gelişti ve milyarlarca yıllık bir zaman neticesinde bugünkü noktadayız. Bir şeyin olasılığı, sizin öznel yargılarınızdan bağımsızdır; tıpkı nesnel gerçekler gibi. Sevdiğim, değerli bir araştırmacı büyüğümün dediği gibi, “dünya, olmasını istediğimiz gibi değil, olduğu gibidir.” Bana sorarsanız insanlık ve bilim, hep bir adım öncesini, belki biraz daha basit düzeyi, vs. bulacak ve başlangıç biraz daha geriye çekilecektir. Burada önemli olan başlangıcı yapanın madde olduğu ve içerisinde, sonunda insanı veya bir başka şeyi yaratacak amacı taşımadığıdır. Hep biraz daha öncesine gidilecek ve bir başka temel aranacaktır. İnsanlığın bilme ve anlama süreci bugüne kadar böyle gelmiştir ve öncesi-sonrasını ararken de böyle gidecektir. Aklıma, sonsuz geriye ve sonsuz ileriye adımların olması gerektiğinden bahseden, yerbilimin en ünlü eseri olarak nitelendirilen Principles of Geology’nin yazarı Charles Lyell geliyor. Sonra bir kez daha, bilim de dahil olmak üzere hayatın hemen her alanında görülen yöntem benzerliklerini düşünüyorum.

Darwin ve Marks’a ilişkin yukarıda yaptığım kimi değerlendirmelerle aslında konuya ilişkin düşüncelerimi ifade etmiştim. Burada birkaç satır daha yazacak ve çalışmamı sonlandıracağım. Farklı bilim dallarındaki ortak yönleri, yöntemleri görebilmek; birbirleriyle ilişkilendirerek çıkarsamalarda bulunabilmek bana çok ilgi çekici geliyor. İlişkilendirmeyi ve bağdaştırmayı seviyor, bilimin gelişiminde bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Darwin ve Marks’ın biyoloji ve ekonomi dışından okudukları, aldıkları notlar, yararlandıkları kaynaklar, yeni fikirler getiren eserlerin çeşitliliğine bir bakın. Kendilerine ilham veren alan dışı çok farklı eserler ve kişiler var. Darwin’in doğal seçilim kuramı, Gould’a göre, ‘Adam Smith’in “bırakınız yapsınlar” iktisadının genişletilmiş bir analojisi” olarak görülmelidir. Smith’e tabi ki katılmıyorum, bu kuralın iktisatta işlemeyeceğinin yeterince kanıtı olduğu görüşündeyim; ama analoji olarak doğrudur diyebilirim. Serbest rekabette güçsüzler eleniyor, toplum denge durumuna geliyor ve devam ediyor. Marks, Engels’e yazdığı bir mektupta şöyle diyor: Darwin’in, iş bölümüyle, rekabetiyle, yeni pazarların açılmasıyla, icatlar ve Malthusçu ‘varolma mücadelesiyle’ içinde yaşadığı İngiliz toplumunu hayvanlar ve bitkiler arasında yeniden keşfetmesi dikkate değerdir. Hobbes’un bella omnium contra omnes’i (herkesin herkese karşı savaşı) bu.” (s. 69)4 Tabii Darwin’in evrim teorisinde Marks materyalizmi ve diyalektiği de görmüştü, Darwin asıl olarak bu yüzden önemli bir iş başarmıştı; bir kez daha yöntem ve disiplinler arası ortaklık dikkatimi çekiyor. Devam edelim; Kant, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı eserinde, gaz bulutlarından yıldızların ve gezegenlerin nasıl evrimleştiğini anlatır. Bu Newton’un kozmolojisi üzerine bina edilmiş ilk kozmogoni girişimidir, Laplace daha sonra Kant’ın modelini daha da geliştirmiştir. Felsefi görüşleri gök kuramında kendisine yol gösterse de, bu sağlam temeli genişletemeyen Kant, yıldızların evrimi ile ilgili modelini hiçbir zaman canlılara uygulamaya kalkmamış ve türlerin, birbirinden ayrı olduğunu düşünerek canlıların evrimine karşıt bir pozisyonda kalmıştır. Bir yerdeki örneği ve yöntemi bir başka alana uygulamamıştır veya uygulayamamıştır. Lyell da tedrici değişikliklerden, küçük değişimlerin uzun vadede yaratacağı sonuçlardan bahsetmiş, ilerlemeciliğe karşı durmuştur; ancak bunları canlılara uygula(ya)mamıştır ve yine evrime karşı bir duruş sergilemiştir.5 Darwin ise, Lyell’ın jeoloji üzerine yazdığı fikirlerinden hareketle kendi zihnini açmıştır ki Lyell’ın kendisine ve bilim dünyasına yaptığı katkıyı vurgulamaktan kaçınmamıştır: “Kitaplarımın yarısının Lyell’in zihninden çıktığına inanmışımdır hep ve bunu hiçbir zaman layıkıyla itiraf etmedim… Principles’ın büyük değeri kişinin zihnini tümden değiştirmesindedir. Bundan dolayı bir kişi, Lyell’in hiç görmediği bir şeyi gördüğünde bile onu kısmen Lyell’in gözleriyle görür.” (s. 39)5 Darwin, üzerine düşeni büyük cesaretle yapmıştır; değişimi, dönüşümü bitkilere, hayvanlara uygulamış, Lyell’ın hatalı olduğunu düşündüğü noktalarda kendi fikirlerini savunarak bir adım daha atmıştır. İnsanı da evrim sürecine dahil etmek ve fikirlerin kaynağını maddeye bağlamak ise Darwin’in bir başka büyük katkısıdır. Katıksız doğal seçilimci Alfred Russel Wallace bile, söz konusu insan beyni, kavrama gücü olduğunda çark edip bir büyük güç -Tanrı?- arıyorken ve öğrendiğimiz kadarıyla yeniden doğal dinbilimciler topluluğuna katılırken bu katkının anlamı daha da artmaktadır. Açıktır ki Darwin ve Marks’ın da vurguladığı gibi düşünce ve fikirler de maddi dünyanın yansımalarından, bir organın salgılarıyla ilintili ürünlerden başka bir şey değildir. Tüm bunlardan çıkarabileceğimiz bir ortak yön daha vardır ki Darwin’in (ve Marks’ın) büyüklüğünde, insanı doğanın dışında tutmayarak, aklı da dahil, onu, evrimin ve temelinde madde olan bir sürecin sonucu olarak görmesi de vardır.

Genel bakış ve sonuç

Sayfalar boyunca yazdıklarımla neler söylemek istediğimi anlamışsınızdır; ancak geriye dönüp resme genel bir bakış atmakta ve düşüncelerimizi özetlemekte fayda olduğu kanısındayım. Merkezinde insan olmayan ve milyarlarca yıl alan bir sürecin ürünü olarak dünyadayız. Bu süreç maddesel temelde birikimli ve/veya kesintili/sıçramalı bir şekilde, belki de her ikisini kapsayarak ilerliyor ve maddenin kendi içinde bir amacı bulunmuyor. Öğreniyor ve bilgi biriktiriyoruz, daha çok geriye ve daha fazla ileriye gidiyoruz. Kullanmakta olduğumuz bilim dalları ve hayatın hemen her alanı birbirleriyle ilintili ve ortak yönler içeriyor. Bu durumda doğru bir metodoloji sahibi olmamız büyük önem taşıyor. Bize düşen, kalıplardan, dogmalardan, spekülatif olandan kurtulmak ve bilimin, bilginin yolunda ilerlemek ve aşmak.. Özdeki soru şu; felsefe mi praksis mi?

1: Richard Dawkins, Kör Saatçi, Çev: Feryal Halatçı, 8.baskı Mart 2004 TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları

2: National Geographic dergisinin Temmuz 1946 sayısında yayımlanan Alacakaranlığın Gizemli Memelileri isimli bir makaleye ilişkin bir fotoğraf ve kısa bir haber yer alıyor, Aralık 2010 sayısında. Katot ışınlı bir osiloskopa takılı mikrofonun önüne konulan küçük yarasanın “insan kulağının duyamayacağı kadar tiz” çığlığı görünür hâle geliyor ve makaleye göre “Bu frekans da yaklaşık olarak, insan kulağının duyabildiği maksimum aralığın 30 bin devir üstünde”

3: Stephen Jay Gould, Yaşamın Tüm Çeşitliliği (İlerleme Mitosu), Çev: Rahmi Öğdül, Ocak 2009, Versus Kitap

4: Stephen Jay Gould, Pandanın Başparmağı, Çev: Ülkün Tansel, Mayıs 2010, Versus Kitap

5: Janet Browne, Türlerin Kökeni Biyografi, Versus Kitap, Ağustos 2008, Çev: Orhan Düz



15 Ocak 2011 Cumartesi

Cern, Sabitlik ve Devinim - Selim Yalçıner

Cern: Sabit, 'Bir' Yoktur, Devinim, 'Çok' Vardır

Selim Yalçıner

İsviçre'nin Fransa sınırı yakınlarındaki CERN'de yapılan deneyleri tüm gezegen biliyor:

Kuantum mekaniğinin en gelişkin yöntemler ve tekniklerle değerlendirildiği çalışmalar bunlar, atomaltı parçacıklarının çarpıştırılmasına dayanıyor, bu çarpışmalardan enerji sağlanması amaçlanıyor. Konu bu kadar basit değil tabii, örneğin bir parçacığın belirli bir 'an'da nerede, ne yönde ve ne hızda olduğunun saptanmasına çalışmaktan tutun, bu çalışmaların evren'in oluşumunun simulasyonunu sunup sunamayacağına ve 'madde' oluşturup oluşturamayacağına, 'karanlık madde'nın yapısını ortaya koyup koyamayacağına kadar çok geniş bir alana yayılıyor. Karmaşık olduğundan da, teorik fizikçileri ve felsefecileri uğraştırırken, teologların gizleyemedikleri bir endişe ile bu çalışmalara çok büyük dikkatle eğilmelerine ve ellerindeki 'metin'leri yeniden kuşku ve korkuyla gözden geçirmelerine yol açıyor, ayrıca da mistik eğilimleri harekete geçiriyor. CERN'de olanlar, diyalektiği; nesne (algılanabildiği kadarıyla), olgu ve süreçlere yaklaşmada araç olarak benimseyenleri ise felsefeleri bağlamında tümüyle doğruluyor, ancak bu doğrulamanın, diyalektiği benimseyenlerde görülmesi gereken heyecanı yaratamadığı, devinim'i kabul edenlerin çok küçük bir bölümünün bu çalışmalara ilgi göstermesinden anlaşılıyor. Cenevre yakınlarındaki CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu) radikal felsefecilerin de yoğun ilgisini çekiyor.

Konunun uzmanlarından özür dileyerek ve yanlışlarımız varsa bildirmelerini dileyerek Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu'nun çalışmalarını, kendi kaynaklarından, şöyle özetlemeye çalışalım: CERN'de 30 Mart 2010 günü yapılan son deneyde, yerin yüz metre derinliğinde ve 27 kilometre uzunluğundaki LHC, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda, proton ışınları 7 TeV hızıyla çarpıştırıldı, yerel saatle 13.06'da. Bu deney, evrenin (bizim bildiğimiz) oluşumunda başlangıç dönüşümü olarak gösterilen Big Bang'ın çok küçük ölçülerdeki bir simulasyonu olarak da bilim insanlarınca değerlendiriliyor. Karanlık madde, yeni güçler, yeni boyutlar ve Higgs Boson'u bu çalışmalarda araştırılıyor. Çarpışmanın olağanüstü yüksek hızda fotoğrafları çekilmiş durumda. Parçacık fizikçileri, teorik fizik açısından büyük önem taşıyan bu deneyde, bir parçacığın çok çok kısa, imkansız denebilecek bir 'an'da nerede, ne güçte ve ne yönde bulunduğunu bulmayı hedefliyorlar. Bir'i. O 'Bir', sürekli kendini gizliyor, 'şurada' denilen anda bir başka şey olduğu anlaşılıyor. Başlıkta, CERN: SABİT, "BİR" YOKTUR, DEVİNİM, "ÇOK" VARDIR demiştik, bu yerleşik bilimsel bilgi edinilmesi bağlamında dayanılan kolonların yıkıldığının geç de olsa kanıtlanması anlamına geliyor. Bilim, bugün hala, bir şeyin bilimsel olabilmesi için iki özelliğinin bulunması gerektiğini söylüyor: Ölçülebilir ve yinelenebilir olmasının. Günümüzde bilimsel çevrelerde genel kabul gören (CERN'deki deneylerin ise aksini gösterdiği) tutum bu. 'Bir şey, eğer ölçülebiliyor ve yinelenebiliyorsa, bilimseldir'. Oysa CERN'de ve yüz yıldan fazla bir süredir kuantum mekaniğinde, bu kural işlemiyor. Kuantum deneylerinde hiç bir ölçüm (onların istediği anlamda) yapılamıyor ve bir deney, bir kez daha yinelenemiyor. Buna biz, diyalektik diyoruz. Nasıl:

Diyalektik, bizim şu anda kullandığımız anlamda adını 150-200 yıl kadar önce almış olsa bile, kurallarının en azından bazılarıyla, binlerce yıldır düşünce yaşamını etkiliyor, felsefi alanda egemen çevrelerce görmezden gelinmeye çalışılan konuların da belki, başında yer alıyor. Tartışma, çatışma anlamında ise, uzun bir zamandır kullanıldığı açık. Bilinenleri yinelemekten şunu amaçlıyoruz, eğer diyalektiğin kurallarını kısaca ve hızla anımsarsak, parçacık deneylerine daha iyi yaklaşabileceğimizi ve bu çalışmaların getireceklerini daha olumlu değerlendirebileceğimizi umuyoruz. Diyalektiğin, bilindiği gibi, dört ana kuralı var, bunlar, şöyle:

Her şey devinir,

Her şey karşılıklı etkileşim içindedir,

Her şey çelişiktir,

Her şey nicelikten niteliğe uzanan değişim gösterir.

Görüldüğü gibi, Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu CERN'deki deneyler, yukarıdaki dört maddeyi her seferinde, kendi bağlamında ve o tekil deneyle sınırlı kalsa bile –ki öyle kalmak zorunda- doğruluyor.

Burada, binlerce yıl önce olduğu gibi, 150 yıl önce de 'her şey' teriminin kullanıldığına dikkat etmek de, diyalektiğin kurallarını sayarken, ayrıca önemlidir, çünkü bölümlendirmeyi aşmak, bu terimle mümkün olmaktadır.

Diyalektiğe karşı, ilkelerinin ilk dile getirildiği dönemden itibaren, efendi-köle ilişkisi bağlamında ve bu ilişkiyi tüm zamanlar için kalıcı kılma niyetinden kaynaklanan bir endişeyle, metafizik kullanıldı. 'Tarihin Sonu' metafiiziği de, yaşamakta olduğumuz bu dönemde, kapitalist uygarlığın sürekliliğinin kanıtlanması amacıyla, aynı endişeyle kullanılıyor. 'Bölümlendireyim, belki hakikaten bölerim!' düşüncesi bu, bildiğimiz bir düşünce. Bölümlendiremiyorsun, sınırlandıramıyorsun, bir şeyin adını koyup onu sabitleştiremiyorsun, çünkü o, o anda dönüşüyor. Dönüşecek te. Nitel dönüşüme uğrayacak, sabit kalmayacak. Kalacak olan tek şey, devinim, etkileşim, çelişme, değişme.
CERN'de olanlar, genel olarak da kuantum mekaniği, bize bugün için, bizim için ne vermektedir?
Öncelikle, 'Bir'in varlığını kabul eden felsefi yaklaşımların yanlışlığını. Bunu, Fransız Filozof,

Ecole Normale Superieure ve College International de Philosophie'de felsefe dersleri veren Prof. Alain Badiou, İngilizcesi "Being and Event" olan kitabında ayrıntılarıyla, matematik ve şiir'den örneklerle de anlatıyor. Piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasinin fetiş haline getirilmesinde ve haksızlıkların, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin, özgürlük kısıtlarının bizzat bireylere kabul ettirilmesinde, giderek bireylerin bunu istekle kabul etmelerinin sağlanmasında, "Bir"i başlangıç dayanağı kabul eden felsefenin ağırlığının bulunduğunu, oysa yaşamın, gezegenin, evrenin, giderek "her şey"in, "Çok"tan var olduğunu, bunun ontolojik gerçeğini açıklıyor, felsefenin ilgilenmesi gereken temel sorunları gösteriyor.

Badiou, "Bir"in olmadığını, "Çok"un olduğunu söylediğinde, benzeri yaklaşımları Alman Felsefeci Peter Sloterdijk ve Sloven Felsefeci Slavoj Zizek kendi bağlamlarında gösterdiklerinde ne oluyor, önce yerleşik, devlet kuramı oluşturan felsefeciler tarafından aforozlanıyorlar, sonra da Papalık tarafından. Evet, Papalık. Vatikan'daki. Alman Filozof Jürgen Habermas'la Papa 16. Benedikt'i yan yana, aynı safa düşüren nedir?

Var olan yapının 'kutsal'lığı. Bu 'kutsal'lık, Habermas tarafından başka bir bağlamda ve terimlerle, Papa 16. Benedikt tarafından başka bağlamda ve terimlerle vurgulanıyor, ancak varılan sonuç aynı: Bu yapı değişmesin. Ayrıştırma'yı kalıcı halde tutmayı amaçlayanlar panik halinde, söyledikleri doğrulananlar ise, felsefeleri bu gerçeği sunanlar.

CERN'de, Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu'nda ise, "Bir"in olmadığı, "Çok" üzerinden çalışmalara devam edilmesinin zorunluğu vurgulanıyor. CERN'deki bilim insanlarının aktamaya çalıştığımız sorunlarla ilgilenenleri kuşkusuz vardır, ancak onlar başka motivasyonlarla hareket ediyorlar, dertleri bir felsefenin yanlışlığının ortaya çıkarılması, doğru olan felsefenin saptanması değil, teorik çalışmaların gidebileceği süreçlerin araştırılması.

Biz, kuantum mekaniği ve CERN'deki deneylerden sevinmeliyiz; bu çalışmaların gerçeğini ancak bizim felsefemiz ortaya koyabiliyor, motivasyon kazanmalıyız bu araştırmalardan, ve "asla değişmez" diye sunulan yapıların, yanlışların üzerine üzerine giderken bu gelişmelerden yararlanmalıyız. Çünkü, değişim, bizim işimiz. Sözcüğü ağızlarından düşürmeyenlerin değil, sözcüğün gereğini varlıklarıyla yaşama geçirenlerin.

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/selim-yalciner/cern-sabit-bir-yoktur-devinim-cok-vardir-26835