27 Şubat 2011 Pazar

1984, Ankara ve PKK - Sait Kaya

1984'de Ankara'da PKK'nın düğmesine basan adam kimdi?

Serkan AKSÜYEK 26 Kasım 2010 Gözlem gazetesi-İzmir

Bu hafta köşemi çok sevdiğim dostum, Araştırmacı-Yazar Sait Kaya’nın özgün bir çalışmasına ayırıyorum. 26 yıldır Türkiye'yi adeta kan gölüne çeviren, 30 binden fazla insanımızı ölüme gönderen terör örgütü PKK'nın, gerçekte tam bir Amerikan projesi olduğunu kaynakları ile ortaya koyuyor sevgili Sait.. 1984 Ağustosu’nda Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla hayatımıza giren PKK belasının kökü acaba nereye dayanıyor?

Okuyunca siz de çok şaşıracaksınız..

****

Yazımızın başlığına sebep olan kişi 1913-1997 yılları arasında yaşayan Prof. Albert J. Wohlstetter.. ABD'de yetişen en etkili stratejistlerden biri olan Wohlstetter'in ilginç bir kişiliği var. Soğuk savaş döneminin başlarında (1949-1959 arası) ABD'nin, nükleer stratejisi başta olmak üzere, 50 küsur yılda geliştirdiği hemen tüm askerî-stratejik doktrinlerin mimarı..

Peki bu kişi Ankara'da PKK'nın düğmesine nasıl basmış sorusuna gelmeden önce, kahramanımızın tarihsel biyografisine biraz daha göz atmakta yarar var..

Wohlstetter, bugünkü ABD derin devletinin modern anlamda kurucusu sayılabilecek Robert MacNamara (J.F. Kennedy'nin ünlü Savunma Bakanı) ile de 1950'li ve 60'lı yıllarda mesai arkadaşlığı yaptı. 1979'da CFR (Council on Foreign Relations, Dış İlişkiler Konseyi) olarak bilinen, gerçekte küresel derin devletin beyni olan örgütün isteği üzerine hazırladığı kapsamlı bir rapor, "Yeşil Kuşak" olarak bildiğimiz projenin de temelini oluşturuyor. Ayrıca raporda Türkiye ile ilgili öyle maddeler var ki, adeta Büyük Ortadoğu Projesi'nin, 11 Eylül olaylarının ve sonrasında Afganistan ve Irak'a yönelik saldırıların da habercisi niteliğinde.. Prof. Albert J. Wohlstetter'i diğer stratejistlerden ayıran en önemli niteliği de bu zaten; yazdığı raporlar, ABD'nin devlet politikası niteliğini kazanıyor.

Yeşil Kuşak projesinin temeli nereye dayanıyor?
1979'da patlak veren iki olay (Humeyni'nin İran İslam Devrimi ve Sovyetler'in Afganistan'ı işgali) ABD'yi Ortadoğu'da köşeye sıkıştırmıştı. Buna karşılık Wohlstetter'in raporuna dayanarak dünya üzerindeki ABD kuvvetlerini çeşitli komutanlık bölgelerine ayırma planı ve Merkez Kuvvetler Komutanlığı'nın (Centcom) temelini oluşturan bir Acil Müdahale Gücü-Çevik Güç oluşturulmuştu. Bu gücün 1991'de Türkiye'de konuşlanan Çekiç Güç ile ilgisi yoktu. Ancak onun habercisi niteliğindeydi.

Raporda Türkiye ile ilgili sözünü ettiğimiz maddeleri okurken, insan 11 Eylül olaylarını, 1991 ve 2003 Irak işgallerini anımsıyor. Ve raporda yazılanların orta-uzun vadeli bir perspektifle adım adım gerçekleştiğini görüyor. Bakın Türkiye'ye bu raporlarda nasıl bir "rol" biçiliyor:

1-) Körfez'de (Basra Körfezi kastediliyor) yangın vardır. Doğu Anadolu Bölgesi en müsait itfaiyecidir.
2-) Körfez'e müdahale ihtimalini, mümkün olduğu kadar NATO kılıfı altına almak, Türkiye'nin bu misyonu üstlenmesini kolaylaştırır.
3-) SSCB'nin Körfez bunalımını istismar etmesini önlemek için, Pakistan ve Türkiye'den oluşan İslam kuşağının birbirleriyle ve Körfez ülkeleri ile entegrasyonu teşvik edilmelidir. (İşte ünlü Yeşil Kuşak projesinin temeli bu maddeye dayanıyor.)
4-) İslamiyet'in yükselişi bir istikrarsızlık kaynağıdır. O halde bu hareket, müttefiklerde kontrol altına alınmalı, düşmanlarda teşvik edilmelidir. (Bu maddenin, Komünizme karşı İslamcı akımların her yerde desteklendiği bir dönemde yazılmış olması özellikle dikkat çekici. Düşmanlarda teşvik edilenin El Kaide, Usame Bin Ladin ve benzerleri olduğu belli. Müttefiklerde kontrol altına alınan İslamcıların kimler olduğunun değerlendirmesini de okuyuculara bırakıyoruz.)
5-) Türkiye'nin savunmasını güçlendirmek elzemdir. Çünkü bir bunalım halinde Türk Ordusu, Çevik Kuvvet'in ta kendisi olarak görev yapabilir. Bu, Türkiye için, Amerikan Çevik Kuvveti'ne üs vermekten daha kolaydır."

1979 Raporu'ndan çok ilginç ayrıntılar.

Sanki 31 yıl önce değil de, dün yazılmış gibi değil mi?

Devam ediyoruz..

Wohlstetter'in fikirlerinin ABD devlet politikası haline geldiğine bir başka örnek verelim. 1979 Wohlstetter Raporu; "Ancak zaman gösterdi ki politik olaylar petrol üretimini kontrol edebiliyor. Radikal rejimlerin, petrol üreten ülkelerde iş başına gelmesi, bu yüzden tehlikelidir" diyor.

Şubat 2006 Başkan Bush'un yaptığı açıklamanın gündeminde ise ülkesinin petrol bağımlığı vardı. Bush'a göre ABD'nin, petrolü, istikrarsız hükümetlerin görevde olduğu ülkelerden alması ciddi bir sorundu.

Bush'un bu sözleri kuvvetle muhtemel ki, kendi kurduğu cümleler olmayıp Wohlstetter Raporu’ndan alıntı izlenimi bırakıyor. Yani ABD artık petrol ve diğer enerji kaynaklarını piyasalar yoluyla dolaylı olarak değil, bu kaynakların bulunduğu coğrafyalara müdahale ederek doğrudan kontrol altına almak istiyor ve "sadece piyasaları değil, kaynakları da kontrol etmek" stratejisi, “dikkate değer bir konsept değişimi” anlamına geliyor.

Bu durumda Wohlstetter'in, Şubat 1965 ve Kasım 1976'da ABD Savunma Bakanlığı şeref madalyasını iki kez almasına ve ABD askerî tarihinde aynı madalyayı iki kez alan tek kişi olmasına da şaşırmamak gerekiyor.

Wohlstetter'in madalya beratında ise şunlar yazıyor:
"...Çağdaş silahların yeni kavramlara uygunluk göstermesinde, silah modellerini değişmeye zorlayan stratejik görüşleriyle, ABD stratejik kuvvetlerinin değişen çağa uygun operasyonlara hazır duruma gelmesini sağlayan çalışmalarıyla verdiği üstün hizmet için..."

Neocon'ların akıl hocası yine aynı Wohlstetter
Oğul Bush döneminde ABD'ye hâkim olan ve Neo-conservative (Yeni Muhafazakâr) adıyla bilinen grubun felsefi plandaki akıl hocası Leo Strauss'un yanında, askerî-stratejik doktrinler alanında yine Wohlstetter karşımıza çıkıyor. Bir de şu bağlantılara bakar mısınız? Delik çoraplarından fışkıran çapa gibi tırnaklarıyla Sultanahmet Camisi'ni ziyaret etmesiyle anımsadığımız ABD Savunma Bakan Yardımcısı (tıpkı Robert MacNamara gibi daha sonra Dünya Bankası Başkanı olmuştu) Paul Wolfowitz'i henüz öğrencilik yıllarından itibaren elinden tutup bu noktalara gelmesini sağlayan Wohlstetter, "Karanlıklar Prensi" olarak bilinen eski ABD Savunma Bakanı ve silah tüccarı Richard Perle'ün de kayınpederi...

İstanbul'da düzenlenen esrarengiz toplantı
Wohlstetter'in yine 1979'daki bir başka önemli icraatı da; 13 Amerikalı, 13 Avrupalı ve 13 Türk'ün katılımıyla (damadı Richard Perle ile birlikte 40'lar konseyi) İstanbul'da düzenlenen bir toplantı.. Bu toplantıda tartışılan politikalar daha sonra Turgut Özal hükümetinin uyguladığı Amerikan yanlısı politikaların temelini oluşturdu. (12 Eylül 1980 darbesinden önce yapılan bu toplantıda darbe sonrası Özal hükümetlerinin uygulayacağı politikaların kararlaştırıldığı da anlaşılıyor.)

Peki bomba haber niteliğindeki bu toplantıyı ve birkaç cümleyle de olsa neler konuşulduğunu bizler nasıl öğreniyoruz?

Toplantının Türk katılımcılarından biri olan Uluslararası İlişkiler Profesörü Seyfullah Nejat Taşhan'dan..

1983 yılı Bilderberg katılımcısı da olan Prof. Taşhan, 22 Eylül 2003'te American Enterprise Institute adlı düşünce kuruluşunda Wohlstetter'in adını taşıyan toplantı salonunun açılışı nedeniyle düzenlenen toplantıda söylüyor bunu. Türkiye'den İlhan Kesici ve Deniz Gökçe'nin de katıldığı bu açılış toplantısında Taşhan şunları söylüyor:

"Wohlstetter adını taşıyan bu odada konuşma yapacak olmam, çok hoş bir sürpriz oldu. Birlikte pek çok yıl çalışmışlığımız vardır. İlk karşılaşmamızın 1979 yılında Türkiye kriz ortamında iken ve Albert 13 Amerikalı, 13 Türk ve 13 Avrupalıyı İstanbul'da bir araya getirdiği ve bizim, sonunda Türkiye'de Özal politikalarının temeli hâline gelen, pek çok şeyi tartıştığımız toplantıda olduğunu anımsıyorum."

Peki kim bu Seyfullah Nejat Taşhan?

1989 yılında Dışişleri Bakanlığı'nın Üstün Hizmet Plaketi ile ödüllendirdiği Taşhan, 1988 yılında kurulan Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Vakfı'nın da kurucuları arasında.. Genele açık kayıtlarda Taşhan hakkında bunların dışında bir bilgi görünmüyor. İnsan, "1979'daki toplantıda diğer 12 Türk katılımcı kimlerdi?" diye sormadan edemiyor..

PKK'nın ilk ateşinden 4 ay önce “işaret” mi verdi?
Wohlstetter'in Türkiye ilgisi (!), yazdığı raporlar ve akıl vermelerle sınırlı değil. 17-18 Nisan 1984 tarihlerinde Ankara Üniversitesi Rektörlüğü 100. Yıl Konferans Salonu'nda "Uluslararası Terörizm Sempozyumu" düzenliyor. Konuşmacılardan biri de meşhur Profesör Albert J. Wohlstetter..

(Bu sempozyumdaki konuşmalar daha sonra Ankara Üniversitesi tarafından kitap olarak da basılmış. Diğer bazı katılımcılar arasında; CIA'nın Türkiye'deki İstasyon Şefi Paul Henze, Prof. Ayhan Songar, Prof. Kamuran Gürün, Prof. Justin MacCarthy ve ulusalcı kimliği ile tanınan Prof. Türkkaya Ataöv gibi isimler de var.)

Wohlstetter Ankara'daki konuşmasında, Kürt sorunu ile Filistin sorunu arasında kıyaslama yapıyor. Ancak asıl ilginç olan, Nisan 1984 tarihinde Türkiye'nin bugünkü anlamıyla bir Kürt sorunu ile henüz tanışmamış olması. PKK ilk silahlı baskınlarını bu toplantıdan 4 ay sonra 15 Ağustos 1984'te Eruh ve Şemdinli'de gerçekleştirdi. Yani bu konferans düzenlendiğinde Türkiye henüz PKK'nın P'sini bile duymamıştı.

İşte o konuşmadaki bazı satırbaşları şöyle:
"Terörizmi tasdik etmeden, mesela FKÖ'nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) konvansiyonel savaş sınırları ve kibar diplomasi ile ne kazanmış olabileceğini de düşünmek gerekir." "Yani FKÖ'nün gayesine erişmesi için terör kullanması gerekmiş olabilir." (Yani Albert Bey Kürtlerin başarısızlığını, terör kullanmamalarına bağlıyor.)

"Eğer Kürtler, Filistinliler'in parlak operasyonları seviyesinde terör taktikleri kullansalardı, belki de çok daha fazla enternasyonel reklam ve tanıtım yapabilirlerdi ve hatta meselelerini Birleşmiş Milletler'e bile götürebilirlerdi."

Kanlı oyuncak PKK'nın arka planında kimler var?
Ve sanki işaret fişeği görülmüş gibi bu konuşmadan tam 4 ay sonra PKK ilk silahlı baskınlarını gerçekleştiriyor.. Elbette hangi güçlerin sözcülüğünü yaparsa yapsın, tek bir kişinin konuşmasıyla ortaya çıkmadı bu sorun. 12 Eylül darbesini, Diyarbakır cezaevindeki insanlık dışı uygulamaları, Özal'ın Barzani ve Talabani'yi Çankaya Köşkü'nde ağırlayıp kırmızı pasaport vermesini ve Türkiye'deki yönetimlerin Güneydoğu bölgemizi aşiret reislerine, şıhlara mahkûm ederek geri bırakan birçok yanlış politikayı da hesaba katmak gerekiyor. Ancak emperyalizm diye bir gerçek varsa ve küresel güçler ülkemizin de bulunduğu bu topraklarda tarih boyunca sayısız kanlı oyun planlamışlarsa, işte Türkiye Cumhuriyeti açısından en kanlı olan oyunun, böyle bir arka planı da var.

Türkiye’de ilk kimler yazdı?
1979 tarihli Wohlstetter raporuna Türk basınında ilk değinen kişi merhum Ufuk Güldemir olmuş. 1986’da Tekin yayınlarından çıkan “Çevik Kuvvetin Gölgesinde Türkiye” adlı kitabın muhtelif yerlerinde bu rapordan alıntılar yapmış.

Araştırmacı-Yazar Suat Parlar “Petrol” adlı kitabında 1-2 paragrafla konuya değinmiş. Yine Araştırmacı-Yazar Emekli Deniz Binbaşı Erol Bilbilik de 2004 İstanbul’daki NATO zirvesini konu alan kitabında Wohlstetter doktrinine göndermeler yapmış.

Türkiye’de Kontrgerilla kelimesini ilk telaffuz eden Araştırmacı-Yazar, Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, Şubat 1990’da Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nde hasta yatağında yatarken el yazısıyla kaleme aldığı makalede Wohlstetter’in ve doktrininin önemini stratejik dehasıyla kavrayan görüşler ortaya koymuş.
Ancak önemli bir notu da kaydetmeden geçmeyelim. Gerek 1979’da gerekse de 1984 yılında yapılan toplantılar basının hiçbir mecrasında yer almamış, sadece alıntılarla küçük bilgi kırıntılarıyla yetinilmiş.

Bunun nedenini de okurlarımızın değerlendirmesine terk etmek gerekiyor.

****

Madem devletçilik yok, neden TRT’yi finanse ediyoruz?

Basın yayın organlarında çokça tartışıldı ama, araya bayram tatili girdiği için ben de birkaç cümle edeyim istedim. Son yıllarda Hükümetin borazanlığına soyunan, İslamcı-Fethullahçı kanallarda ne kadar işe yaramaz adam varsa hepsini toplayıp kamera karşısına geçiren TRT’nin son marifeti, katil Mehmet Ali Ağca’yı ekrana çıkarıp aklamak oldu.

Bu adam bir katildi ve Türkiye’nin en değerli gazetecilerinden birinin hayatına son vermişti.. O’nu ekrana çıkaran da gazeteci olduğu iddiasındaydı.. Her konuda olduğu gibi bu konuda da fikri sorulan Başbakan Erdoğan'ın, bu rezalete verdiği yanıt da şu oldu: “Bunu özel kanal, devlet kanalı diye niye ayırıyorsunuz?.

Artık devletçilik geride kaldı, özgürlükler öne çıktı.”

Yani Sayın Başbakan bir katilin devlet televizyonuna kurulmasını, çanak sorular sorulmasını bir “özgürlük meselesi” olarak ele alıyor.

O halde madem artık “devletçilik yok”, madem serbest rekabet koşullarında habercilik yapılıyor; o hâlde adeta bir arpalığa dönüşmüş, binlerce gereksiz insanın çalıştığı TRT'yi ben neden vergilerimle finanse etmeye devam ediyorum?

Birisi çıkıp dürüstçe cevap verse de öğrensek!..