24 Mayıs 2011 Salı

Bir dalda iki kiraz - Murat Naroğlu

Bir dalda iki kiraz: sosyobiyoloji ve evrimci psikoloji

Charles Darwin ve görüşleri üzerinden başladığımız yolculuğumuz sürüyor. Bilimsel çalışmalar içindeki bu çok özel teori ve sahibi, kuramsal tartışmalardan basit pratik bulgulara kadar, çok geniş bir yelpazede bizleri etkileme gücünden hiçbir şey kaybetmedi. Kavrayabilenler için bu, şaşırtıcı bir tespit değil. Darwin, hem evrimden hem de insan yaşamından, amacı çıkardı. Koşulların değişimi ile çevreye uyum sağlamanın ve çeşitlilik kazanmanın kanıtlarını sundu. Bir dönem çoğu doğa bilimcinin de inandığı, türlerin birbirinden bağımsız olarak yaratıldığı düşüncesinin yıkımına büyük katkı sağladı. Gördük ki, etkileşimi ve yaşamın kaynağının madde olduğunu kaçırdığımız takdirde, büyük bilimsel ve felsefi yanlışlara sürükleniyoruz. Tekrar tekrar inceledikçe fark ettik ki; ahlâkçılıkta, bilimde ve siyasette ilerlemecilik, bir başka yanlış yol, yöntemdi. İdealizm ve metafizik doğanın gerçeklerine uymamakta; polyalektik materyalizm, kendini dayatmaktaydı. Tüm bunları Darwin’de ve teorisinde görebiliriz. Kişi ve teorisi, gücü ile etkisini en çok da buralara dayandırıyordu.

Evrim kuramı, yukarıda dillendirilenlerle beraber, sadece teolojik egemenliğe son vermekle kalmadı, biyoloji alanındaki dağınık bilgilerin de bir bütünlük içinde toparlanmasını sağladı. Bu kuram sayesinde, insanın, doğanın bir parçası olduğu gerçeği daha kuvvetli bir şekilde açıklanabildi. Biyoloji bilimi ve evrim düşüncesi Darwin’den önce de vardı; tıpkı sosyalist fikirlerin Marx’tan önce de var olması gibi. Bu iki isim ve onlar etrafından gelişen süreçler hakkında geçmişteki yazılarımda da benzerlikler kurmuştum. Her ikisi de eldeki bilgi birikimini ve sonrasındaki çalışmaları yönlendirecek bir yöntem geliştirmişlerdir (burada Darwin’in radikal, Marx’ın ise devrimci bir etkisi vardır, fark büyüktür). İki bilim insanının ölümünü takiben, koşullarda önemli denilebilecek değişimler olmuş ve doğal olarak, bıraktıkları fikirler yeniden ele alınmıştır. Temel olanı güncelin zenginliğiyle yetkinleştirmek elbette hayati önemdedir; örneğin Darwin’in kuramının tam olarak açıklayamadığı veya açıklamakta yetersiz kaldığı durumları, yeni bilgiler ve gelişmeler ile yorumlayarak açıklamak önemli bir çalışmadır. Bununla beraber, Darwin, Marx ve ürettikleri, bu katkı koyma çabalarından fazlasıyla acı çekmiştir. Farklı bilimsel/siyasal kamplar bu görüşlerden yararlanmaya yeltenmişler; onları, kendi düşüncelerine dayanak oluşturacak şekilde yorumlamışlardır. Emin olun, Darwin de Marx gibi, kendisinden sonra çıkan tanımlamaları ve bunların yaygınlığını görse, şaşırır kalırdı.

İki akım, ortak ve farklı yönler

Bu yazımızda, Darwin’in bilinen yorumlarının haricinde oluşan iki akımı; sosyobiyoloji ve evrimci psikolojiyi ele alacağız.1 Bilim dünyasında, bu ve benzeri yorumlara çıkış noktası sağlayan kavramın, “yaşam mücadelesi” olduğu belirtilmektedir. Araştırdığım kadarıyla, bu kavram, H. Spencer ve T. Malthus’un görüşlerinin etkisiyle Darwin’in eserlerine girmiş ve kollara ayrıla ayrıla, farklılıklarla beraber pek çok benzerlik göstererek, ayrı isimlerle yeniden gündeme gelmiştir.

En büyük doğa tarihçilerinden biri olarak bilinen karınca uzmanı, katı bir adaptasyoncu ve akraba seçilimcisi E. O. Wilson sosyobiyoloji denilince ilk akla gelecek isimlerden biri. O, sosyobiyolojiyi, “tüm toplumsal davranışların biyolojik temelinin sistematik incelenişi”2 (aktaran Swami, s.197) olarak tanımlıyor. Wilson sadece sosyobiyoloji incelemelerimde değil, ilerlemecilik konusunu da kapsayan bir önceki çalışmamı3 hazırlarken de benimle karşı kampta yer almıştı. Şöyle diyordu: “…ilerleme, bir bütün olarak yaşam evriminin bir özelliğidir…”4 (aktaran S. J. Gould, s. 38) Kendimizi dünyanın merkezinde görmeye devam ettikçe sanırım bu ilerlemeci bakışı atamayacağız.5 Wilson, şimdi de sosyobiyoloji savunusuyla görüş alanımıza giriyor. Bu görüşün kökeni, “sosyal evrim” ve “sosyal Darwinizm”e, H. Spencer’e kadar gidiyor. Aynı yüzyılın sonlarında, 1880’lerde ise Darwin’in yeğeni Francis Galton ve öjenik hareketi görüyoruz. Batılı ulusların ve yönetici sınıfın egemenlikleri, biyolojik dayanaklarla açıklanmaya çalışılıyor, ırklar arası “gelişmişlik” ayrımına “bilimsel” kanıtlar aranıyor. Sonrası bildiğiniz gibi, biyolojizm, ultra/neo Darwinizm, genetik determinizm, evrimci psikoloji ve sosyobiyoloji. Wilson’un “Sosyobiyoloji: Yeni Sentez” isimli eseri ile R. Dawkins’in “Gen Bencildir” isimli yapıtları, “Malthus, Wallace, Spencer ve Galton’un tezlerinin Darwininkilerle harmanlasıyla oluşturulan sosyal Darwinizm”i6 (s. 34) hortlatmış oluyordu. Özet olarak sosyobiyoloji; toplumsal olayları, insan davranışları ve doğasını, sosyolojik olguları, genler ve onların kopyalama arzularının kontrolünde yaşanan şeyler olarak görüyordu. Bu kez de, Tanrı’nın değil genlerin oyuncağıyız, onların ellerinde birer kuklayız sanki. Gülünçlükten de öte! Sosyal çevreyi göz ardı etmeyip, gen merkezli bir determinizmden kaçma çabaları olduğu ileri sürülse de, ben, böyle olduğunu göremedim. Genetikçi R. Lewontin, paleontolog S. J. Gould ve sinir bilimci S. Rose’nin eleştirileri ile duvara çarpan sosyobiyoloji, bir süre sonra evrimci psikoloji ile yeniden gündeme geldi. Bir canavarın farklı şekillerde tekrar tekrar dirilmesine benziyordu bu süreç.

Evrimci psikoloji; cinsiyet, toplumsal konum, davranış farklılıklarını biyolojik kökenlerimize ve evrim sürecinde kazandığımız, kalıtsal hâle gelmiş özelliklerimize bağlar. Genel resme bakıldığında, sosyobiyolojinin , farklı elbiselerle yeniden sahneye çıkmış sürümüdür. Bir kez daha irade ,değişim, mücadele yerine kabullenme ve nesnellik ikâme edilmiş olur, Dr. Panglossçuluğun bir başka türevi. Evrimde her şeyi mükemmele doğru ilerleme, optimizayon, verimlilik olarak görürseniz, bu, mevcut kapitalist iktidarın kabul edilmesine kadar sizi götürecektir. Yani yine, biyolojik dayanaklarla mevcut sosyoekonomik ilişkileri meşrulaştırmış olursunuz. “İnsan saldırganlığı”, “ataerkilliğin kaçınılmazlığı”na (bu isimli bir kitap da mevcuttur) nesnel zemin sağlanır. David Buss, bir kitabının altbaşlığına “yeni bir akıl bilimi” diyor, evrimci psikolojiye atfen; oysa V. Swami, bilim felsefecisi Paul Griffiths’le beraber bu akımı, “klasik etoloji ve sosyobiyolojinin tutumlarına yeniden bir dönüş” (s. 198)2 olarak görür. Kuşkusuz arada farklılıklar olmakla birlikte, başta Wilson ve Dawkins gibi sosyobiyolojinin kilit isimlerinin evrimci psikoloji içerisinde anılması bile önemlidir.

Sosyobiyoloji ile evrimci psikoloji arasında elbette farklılıklar vardır, örneğin ilk grup uyumluluğun gücüne atıfta bulunurken ikincisi, on binlerce, hatta yüz binlerce yıldır insan genomunda önemli değişimler yaşanmadığı üzerinde durur. S. Pinker’in örneklerine bakarsak; yılan, örümcek korkusunun, “genetik kalıtımımızın parçası”2 (aktaran Swami, s. 199) olduğu belirtilir. Bir diğer fark ise ilk grubun davranışların evriminden bahsettikleri alanlarda, ikinci grubun modül yapısını geliştirmesidir. Zevkler, beğeniler, duygular, vs. hepsiyle ayrı ayrı ilgilenen modüller vardır. Organlarımız ve ne olduğu belirsiz modüller, herhangi bir sorunu çözmek için evrilmişlerdir. Örneğin kıskançlık modülü, bu örneği veren isim D. Buss. Ah Çernişevski, ne gerek vardı sayfalar boyu sürdürdüğün incelemelere; Rahmetov karakterinin yerine kıskançlık modülünü koysaydın da Lopuhov, Kirsanov ve Vera’yı bir çırpıda kurtarsaydın. Görünen o ki, evrimci psikoloji de çevre faktörünü dışlayıp, nesnel bir psikolojik, yalıtık insan doğası oluşturacak. Bu tür çabaları yok değil. Örneğin bel-kalça-oranı. Belirli bir grup, çevre, kültür için geçerli olan yargıları, tıpkı ilerlemeciler gibi evrenselleştirip, bir kadına bakarken ilk süzgecin bel-kalça-oranı olduğunu ve bu oranı düşük bireylerin beğenildiğini yazıyorlar. Bu tip, deneysel gibi görünen; fakat kanıtlardan uzak, zemini hiç de bilimsel olmayan çalışmaların, Swami’nin vurguladığı gibi, sadece siyasal-toplumsal açıdan değil, nesnel açılardan da çok daha güçlü ve kararlıca eleştirilmesi gerekmektedir.

Temeldeki vurgu: genin gücü

Biyolojik süreçleri toplumsal yapıya uyarlama başlığında ele alabileceğimiz, bu yazıda genel olarak incelenen ve ek olarak 1 numaralı dipnotta belirtilen akımlar bana “staz” düşüncesini hatırlatıyor. Feodal döneme damga vurmuş, değişmezliği temel alan bu görüşe göre, mevcut yaşam biçimleri ve ilişkiler baştan belirlenmişti ve her şey normaldi, olması gerektiği gibiydi. Yönetmek için yaratılanlar olduğu gibi, kimileri de yönetilmek içindi ve krallar, Tanrı’nın temsilcisiydi, emredilmiş ilahi düzenin yeryüzündeki uygulayıcıları onlardı. Yüzlerce yıl sonraki benzerliğe bakın, genlerimizin yönlendiriciliğinde yaşıyoruz ve tüm bu yağma, gasp, haksızlık, sınıfsal zorbalık normal. Çünkü genler böyle diyor. “Shakespeare’in söylediği gibi, ‘sonumuzu şekillendiren ve nasıl olacağımıza dair kabaca yontan bir kader bulunmaktadır.’ “Kader” kelimesini “genler” olarak okuyun.” (s. 179)7 Genlere öyle büyük güç atfedildi ki, çevrenin bile yaratıcısı olarak nitelendirildiler. Son tahlilde davranışlarımız, genlerin bencilliği ve kendilerini kopyalayabilme yeteneklerinden ibaret olarak görüldü. İngiltere öncülüğündeki kapitalizmin, egemenliğini tüm dünyada yaygınlaştırdığı ve geniş bir coğrafyada sömürgeleştirme uğraşı verdiği dönemde yerliler, uygarlık (ne demekse!) götürülecek canlılar olarak görülmüş, zenginliklerine el konulmuştu. Nasıl ki o zaman bu durum Tanrı’nın takdiriyle açıklanıyorduysa ve yerliler beceriksiz addediliyorduysa bugün de benzerleri var; beyaz adam üstündür, zenciler uygar değildir, kadınlar matematikten anlamaz ve sıkı durun, işçi sınıfı yönetemez. Çünkü genler böyle diyor. Karşı çıkmak manasız, biyolojik (ilahi) düzen böyle. İrade ve mücadele ile bir değişim olmayacak, kabul edin ve susun. İnsan davranışları, psikolojisi ve doğasına biyolojik bir temel kazandırmaya çalışarak mevcut haksızlıkları, sömürüyü normalmiş gibi göstermek (bazılarının niyeti doğrudan bu olmasa da); bir dönemin egemenlerinin “ilahi adalet”i kullanarak kitleleri sindirmelerine nasıl da benziyor.

Canlılar, sadece genlerinin etkisinde yaşayan varlıklar değildirler; onları, R. Lewontin’in bir eserine de ismini veren “gen-organizma-çevre” “üçlü sarmal”ıyla incelemek gerekir. Birbirinden yalıtık kategoriler oluşturmanın, Platon döneminden kalma alışkanlığından kurtulmalı, polyalektik, geçişli bir yöntemi izlemeliyiz. Bir organizmanın işleyişini anlamaya çalışırken genleri, organizmanın iç bütünlüğünü, çevreyle ilişkisini, özellikle tarihini (geçirdiği süreçler) araştırmak zaruridir “ve genel hatlar dışında, organizmanın DNA dizisinden neye benzeyeceğini önceden bilmenin yolu yoktur.”8 (s. 129) Oysa Darwin’in seçilimde bireyler üzerinde durduğu yerde, seçilim birimi olarak V. C. Wynne-Edwards’ın grupları, R. Dawkins’in ise genleri baz aldığını görüyoruz. Bedeni bile genlerin, kendi amaçları doğrultusunda kullandıkları bir yapı olarak gören ve bu düşüncelerini Gen Bencildir isimli eserinde en güçlü biçimde dile getiren isim Dawkins’tir. Ona göre bizler, genlerin kontrolünde “körlemesine programlanmış robot araçlarıyız…” (aktaran S. J. Gould, s.95)9 Gould özellikle Dawkins ve seçilim birimi olarak genleri kabul edenlere itirazlarını yükseltiyor. Haklı olarak, seçilimin, tek tek genlerle değil, bir bütün olarak bedenle ilgilendiğini savlıyor. Seçilimde de sadece genlere odaklanılması gibi bir şey söz konusu değildir, Dawkins bir yöntem açmazı içerisindedir. Israrla üzerinde durduğum bu yöntem yanlışına Gould da vurgu yapıyor, bu ve benzeri hataların kaynağı olarak “Batı bilim düşüncesinin bazı kötü alışkanlıkları”nı, yani “atomculuk, yalına indirgemecilik ve belirlenimcilik”i gösteriyor. Popüler bilim haberlerinden yansıtıldığı gibi, sarhoşluk, katillik, hırsızlık gibi sonuçlara yol açan yalıtık genler yoktur, onları ne organizmanın bütünlüğünden ne de çevrelerinden (her türlü sosyal, ekonomik, kültürel ilişki) koparıp ele alamazsınız. Bu çabalar da aynı sonuca varacaktır, her türlü olumsuzluğun hoşgörülmesi ve suskunluk. Hangi bileşenin hangi oranda etkili olduğunu bilmiyoruz, 2x+3y+4z gibi bir denklem yok. Bununla beraber genleriniz, bir canlı için geçerli olan çevresel problemin sizin için sorun olmamasını sağlayabilir. Bilime düşen, bütünlük içinde açıklama yapmaktır; bileşenleri değişkenlere indirgeyerek nesnel denklemler oluşturmak ve ırkçılığa, faşizme kapı aralamak değildir.

Yöntem yanlışının bir başka örneği

Evrim teorisi ve oluşum, yaygınlaşma sürecini bilenler için yabancı gelmeyecektir. Köktenci bir doğal seçilim saplantısı, Darwin’i bir an önce Türlerin Kökeni’ni yayınlamaya iten makalenin yazarı A. R. Wallace’yi bile nerelere sürüklemişti hatırlayalım. Doğal seçilim mekanizmasının, evrim teorisi içerisindeki rolü ve gücü, sonraları iyice açığa çıkan Darwin-Wallace anlaşmazlığının temelidir. Wallace, her bir özelliğimizi uyarlanmaya bağlıyor ve söz beyin olduğunda, son tahlilde dinbilimciler topluluğunda soluğu alıyordu. Darwin, her ne kadar, doğal seçilimin tek değil başlıca araç olduğunu yazsa da, ne sağlığında ne de sonrasında bu vurgusu yeterince anlaşılamadı. Katıksız seçilim savunucularının önderi olduğu bu görüşün varacağı nokta malum; Panglossçuluk. Dr. Pangloss, Voltaire’nin Candide isimli eserindeki meşhur doktor kahramanı. Ona göre her şey olması gerektiği gibi, her şey amacına uygun olarak işliyordu. “Her şey en iyi amaç gözetilerek yapılmıştır. Burunlarımız gözlük takılsın diye yapılmışlardı; işte bu nedenle gözlük takıyoruz. Bacaklar açıkça pantolon giymemiz amaçlanarak yapılmışlardı ve biz de pantolon giyiyoruz.”9 (aktaran Gould, s. 57) Bu durumda, herhangi bir canlıya ait bütün bir organizmanın herhangi bir parçası, doğal seçilime uygun ve böylece “daha iyi” uyum sağlanabiliyor. Her organ mutlaka yararlıdır; yararsız gibi görünüyorsa, bu, bizim bilgisizliğimizdendir. Doktor ve ondan yüz yıl sonra Wallace özet olarak bunları söylüyordu. Verili bir sonucu, o sonuca yol açan sürecin amacı olarak değerlendirdiler. Darwin daha bütünlükçü bir görüşle, doğal seçilimin yanına eşeysel seçilimi de ekliyor ve kimi özellikleri böyle açıklıyordu; ama Wallace sadece doğal seçilime odaklanmıştı. Bu yararlılık, “daha iyi” uyum ve amaç düşüncesinin varacağı yer net olarak tasarımdır, bilinçli bir güçtür. Hadi adını koyalım, Tanrı’dır. Darwin, böylesine önemli bir isimle yaşamak zorunda kaldığı bu görüş ayrılığından dolayı büyük üzüntü içerisindeydi; ancak önemsiz gibi görünen bir noktadan ayrılan yollar, asla birleşmeyecek ve zıt yönlerde paralel hareket eden iki araç hâlini alacaktı. Gould’a göre “Wallace’ın katı seçilimciliği (…) günümüzde “Yeni-Darwincilik” adıyla benimsediğimiz kuramda somutlaşan yaklaşıma, Darwin’in çoğulculuğundan çok daha yakındır.”9 (s. 53) Bu çoğulcu yaklaşımı benimseyen iki isim, Gould ve Lewontin, katı seçilimci görüşü “adaptasyoncu program” veya “Panglossçu Paradigma” olarak da adlandırmaktadırlar. Onlara göre, “İngiltere ve ABD’de son 40 senedir egemen evrimsel düşünce (…) adaptasyoncu bir programdır.”10 (s. 135) Burada aslolan atomizasyondur, yani organizma kendi içinde birimlere ayrılır ve bu birimler, bağımsız nesneler olarak incelenir. “İdealin altındaki herhangi bir parça, bütünün mümkün en mükemmel tasarımına katkısıyla açıklanıyor.”10 (s. 138) Söz konusu programda, organizmanın bütününün evrimi göz ardı edilerek genlerin biyolojik gelişimine odaklanılır. Halbuki genlerin gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayan, onların etkilerinin kapsamını belirleyen yine organizmadır, bir bütün olarak. Ultra-Darwinciler’in belirttiği gibi, organizma, “yalnızca bir vekil” değildir. Birebir, doğrudan bir ilişkiyle, gen, organizmanın özelliklerini belirleyemez. Biyolojideki bu fikrin, sınıf mücadelesi ve altyapı-üstyapı ilişkilerinden bağımsız olarak, partilerin yalıtık birimler gibi incelenmesi çalışması ile büyük benzerlikler taşıdığını düşünüyorum. Sonuç olarak, ister biyoloji ve doğal bilimlerinde olsun, ister siyaset ve sosyal bilimlerde, yapılan, büyük bir yöntem yanlışıdır.

Bitirirken…

Bilim dünyası içerisinden çıkmış teoriler, kuramlar, yasalar üzerine dünyanın her yerinde pek çok şey yazılıp çiziliyor; bununla beraber evrim teorisinin fazlasıyla özel bir yeri var. Bu duruma onlarca sebep sayılabilirse de kuşkusuz en önemlilerinden biri, bilimsel yönteme, doğa ve toplum bilimlerine olan etkisidir. Evrim teorisi maddeciliği, dönüşümü ve diyalektiği (polyalektik olarak güncelleyebiliriz), değişimi (sabitliği değil) vurguluyordu. İster tedrici ister sıçramacı, bir ‘şey’in bağrından bir başka ‘şey’in oluşumunu gözler önüne seriyordu. Sınıf mücadelelerinden çok daha uzun zaman dilimlerinin düşünülebilir olmasını sağladı; iktidarların, devlet gibi değişmez görünen yapıların da süreç içerisinde tarihten silinebileceğine, doğa bilimleri tarafından bir kanıt sundu. Burjuvazi, evrim teorisinin temel düşünce yapısının toplumsal dokuyla nasıl içli dışlı olduğunu ve kendi iktidarını hedef alan bilimsel sosyalizme nasıl güç verdiğini bildiği için, kimi zaman onu yok saydı, kimi zaman da tahrif etti. Tıpkı sahip olduğumuz dünya görüşüne yaptığı gibi ona da saldırdı. Teorik kafa karışıklığı yaratanlara ise hiç dokunmadı; aksine onları destekledi. Entelektüel ve küçük-burjuva karışımı ‘solculuk’lara nasıl göz yumduysa, evrim teorisini bulanıklaştıranlara ve onu radikal içeriğe büründürüp köktenci yorumlayanlara da yol verdi. Biz ise; görünen ile gerçeği ayırt etmeye, bunca karmaşanın ortasında basit ve sade olanı izlemeye devam edeceğiz. Sınıf savaşı bilimsel cephede de devam ediyor…

1: Bu kapsamda “genetik determinizm”, “biyolojicilik”, “sosyal Darwinizm”, “Neo-Darwinizm”, “Ultra-Darwinizm” de incelenebilir.

2:Evrimci Psikoloji: “Yeni Akıl Bilimi” mi Yoksa “Darwinci Köktencilik” mi?, Viren Swami*

3: http://devrimcidinamik.blogspot.com/2011/01/bilim-evrim-ve-yontem-murat-naroglu.html

http://bianet.org/biamag/bilim/127507-bilim-evrim-ve-yontem

DüşünBil Dergisi, Mart 2011, s. 37-44

4: Stephen Jay Gould, Yaşamın Tüm Çeşitliliği (İlerleme Mitosu), Çev: Rahmi Öğdül, Ocak 2009, Versus Kitap

5: 3 numaralı dipnotta belirtilen çalışmanın yayınlandığı derginin aynı sayısında, Prof. Dr. Esra Burcu’ya ait, “Evrimci Teorinin Sosyolojik Düşünce Üzerindeki Etkileri ve Sosyobiyoloji” isimli bir yazı var. Türlerin Kökeni’nde, Darwin’in, evrim teorisinin iki önemli özelliğini ele aldığı, bunlardan birinin ‘değişmenin basitten karmaşığa doğru olduğu’ belirtilmiş. Kendi çalışmamda, Darwin’in bu şekilde nitelendirilemeyeceğini dile getirmiş ve daha detaylı açıklamalarda bulunmuştum. Sn. Burcu, Ali Demirsoy’u kaynak göstererek evrim teorisinin temel varsayımlarını özetlerken varyasyonlardan bahsediyor. İşin özü burası zaten, varyasyonu temel aldığınızda ilerlemenin, evrime içkin bir nitelik olmadığını görmek gerekiyor. Ne ki, bu görüş sadece doğa bilimcilerinde değil, aynı yazıda fikirleri özetlenen sosyal bilimcilerde de var. Örneğin Sn. Burcu’nun aktardığı gibi, A. Comte, biyolojiyi temel alarak, sosyolojide sosyal statik ve sosyal dinamik ayrımı yapıyor ve dinamiğin esas unsuru olarak ilerlemeyi görüyor, toplumdaki değişmenin bir hat üzerinde gerçekleştiğini öne sürüyor. Benzeri görüşler H. Spencer’de de var. Farklı bir bakış için T. Parsons okunabilirse de sözü daha fazla uzatmayıp, önceki yazımıza atıfta bulunarak bu uzun dipnotu sonlandıralım.

6: Dünü ve Bugünüyle Evrim Kuramı, Kenan Ateş*

7:Ultra-Darwinizm’in Ötesinde, Steven Rose*

8: Genler, Çevre ve Organizmalar, Richard Lewontin*

9: Stephen Jay Gould, Pandanın Başparmağı, Çev: Ülkün Tansel, Mayıs 2010, Versus Kitap

10: Adaptasyoncu Programın Bir Eleştirisi, Stephen Jay Gould & Richard Lewontin*

*Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi isimli kitaptan bir makale, Şubat 2009, Evrensel Basım Yayın

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Güneri Cıvaoğlu üzerine - Tayfun Er

Güneri Cıvaoğlu nasıl 'duayen' oldu?

“’Büyük Adam’ olacağı daha 22 yaşındayken TRT Strasbourg muhabiri yapılmasından bellidir. Ilıcak’ın Tercümanı’nın başındayken yaptıklarından bahsetmeyen Cıvaoğlu’na, yaptığı yüzlerce ‘şeyin’ içinden öncelikle şunu sormak gerekiyor: Kontrgerilla’nın düzenlediği Maraş Katliamı’nın ertesinde katliamı övmek için gazetenizde katliam, ‘Binicisini beğenmeyen asil kısrağın şahlanışı’, aynen böyle, mealen falan değil aynen böyle, yazılmadı mı?

Cıvaoğlu aynı zamanda bir ‘kahindir’, geleceği önceden görebilen doğaüstü yeteneklere sahip biridir. Örnek mi, bakınız 29 Nisan 1977’de başında olduğu Tercüman’da ne yazmış.

Bu çağırıdaki (DİSK’in 1 Mayıs’a katılım çağrısını söylüyor – Tayfun Er) açık tahrikin, yüksek tansiyonla gerilmiş sinirler üzerinde kamçılayıcı etkisi tahmin edilemeyecek şey değildir. Ayrıca, ateşin söylevler, toplu yeminlerle havalanan sol yumruklar, toplum psikolojisi, 1 Mayıs takvim yaprağındaki kaygı verici faktörlerdir. Ve Maocu ırkayrımcılarının, demokrasi kundakçısı diğer akımların da bu çeşit topluluklarda uygun ortam buldukları unutulmamalıdır.

Gerçi geçen yıl da DİSK tarafından 1 Mayıs gösterileri düzenlenmiş ve tahminlerin tersine, olay çıkmamıştı, ama, bu defa şartlar çok değişiktir.

Hayatında hiçbir “kestirimi” doğru çıkmamış olan Cıvaoğlu, büyük olayların çıkacağını önceden kestiriyor. Neden, bu defa şartlar değişikmiş. Ne değişmiş? Orasını Cıvaoğlu biliyor, ama okuyucuya söylemiyor!

1. sınıf bir Kontrgerilla katliamı olan, ülkeyi adım adım darbeye götürmek için yapılan 1 Mayıs 1977 öncesi de kamuoyunu katliama hazırlamak için günlerce “Moskovacılar-Pekinciler 1 Mayıs’ta çatışacak” deyip, katliam sonrası da “Moskovacılar-Pekinciler meydanı kana buladı” diye gazetenizde yazmadınız mı?

Daha açık yazalım, aynen aktaralım Bay Cıvaoğlu, 2 Mayıs 1977 Tercüman’dan:

(...) Maocular birden ateş etmeye başlamışlardır. Maocuların ateşine mitinge katılan DİSK’çi işçiler de cevap verince ortalık ana-baba gününe dönmüştür.

İlk silahın patlamasından sonra, Taksim Meydanı’nı çevreleyen gruplar da ateşe başlamış, bunu kalabalığın ortasından ateşlenen silahlar takip etmiştir. Silah sesleri ve dinamik lokumlarıyla bir anda savaş alanına dönen meydanı dolduran on binlerce kişi kendini yere atmıştır.

(...) Ancak gruplar halinde barikatlara saldıran ve ara sokaklara dağılan solcular çatışmalarını ve karşılıklı kurşun yağdırmalarını buralarda da sürdürmüşlerdir. Binlerce merminin yağdığı Taksim Meydanında bombalar ve dinamitler de patlamaya başlayınca olaylar çığrından çıkmış ve solcu gruplar sokaklarda arabaları da devirip barikatlar kurmaya başlamışlardır. Bu arada birçok arabayı da yakmaya başlayan militanlar yaralıları hastanelere taşıyan cankurtaranlara ve polis araçlarına da ateş açmışlardır. Gözleri dönmüş bir halde sağa sola saldıranlar daha sonra Taksim meydanını bırakıp Kasımpaşa, Şişli, Beşiktaş, Dolmabahçe, Şişhane ve Tarlabaşı gibi semtlerde de çatışmalar ve kendilerine mani olmak isteyen güvenlik kuvvetlerine kurşun yağdırmışlardır.

Bunların hepsinin yalan olduğu o zaman da biliniyordu, zamanla bilmeyen de kalmadı, sizin okuyucularınız bile doğrusunu öğrendi. Yalan olduğunun artık bir önemi de yok, asıl önemli olan, böyle bir yalanın hemen söylenemeyeceğidir.

Şimdi size 1 Mayıs’ta öldürülenler adına soruyoruz: Bu yalanlar önceden mi yazılmıştı? Bu kadar hayal unsuru, bu kadar dezenformasyon Tercüman’a bile çok fazla. Size önceden verilen bir metni mi gazetenize bastınız?”

Kaynak: Tayfun Er, Erguvaniler – Türkiye’de İktidar Doğanlar, s. 204-205, Duvar yayınları, 5. Baskı, Haziran 2007