8 Haziran 2011 Çarşamba

Anayasal Kuşatma (6 Bölüm) - Suat Parlar

ANAYASAL KUŞATMA
ve
SERMAYE


1. BÖLÜM

TÜSİAD VESAYETİ

Suat Parlar

07 Nisan 2011

http://www.halksahnesi.org/guncel/anayasal_kusatma/tusiadin_rolu.htm

12 Haziran 2011 seçimleri yaklaşırken gündem daha da yoğunlaşıyor. Ama bu yoğun gündemi derli toplu önümüze koyan TÜSİAD'ın "Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu" başlıklı raporu oldu. Bir bakıma, arka odalarda herkesin mutabık olduğu meseleleri ortaya koyan bir metindi bu rapor. Bizim hep "çok parti, tek program" diye adlandırdığımız bu süreçte, toplumun sindirmesinden emin olmadıkları ve düşük dozlarla ülkenin gündemine enjekte etmeye çalıştıkları düşüncelerin yüksek dozda söylenmesi herkesi şaşırttı. “Biz şaşırmadık” desek, yalan olmaz. Bize göre bu program ilk olarak 24 ocak 1980'de yürürlüğe konmuştur. Ardından 1982 Anayasası ile sürdürülmüştür. Ülkemizde yaşananlar ve yaşatılanlarla küçük dozlar halinde enjekte edilerek bugüne dek getirilmiştir bu program. Sistemin sağı-solu bu uygulamalarda üzerlerine düşen görevleri de almıştır. Doz aşımı olarak değerlendirdiğimiz bu rapor ile TÜSİAD ağzındaki baklayı çıkarmıştır. Bu gelişmeler üzerine Suat Parlar ile biraraya geldik ve bu raporu konuştuk. Geçekleştirdiğimiz bu sohbeti bölümler halinde sizlerle de paylaşacağız. "Anayasal Kuşatma ve Sermaye" ana başlığıyla oluşan bu uzun metnin 1. bölümünü "TÜSİAD Vesayeti" adıyla sizlere sunuyoruz. (Yiğit Tuncay - www.halksahnesi.org)

16 Mart Katliamı’nı düzenleyenlerin yaratmaya çalıştığı dehşeti; onur, cesaret ve özveri ile göğüsledi. Bedeli amansız bir hastalık oldu. Onu kaybetmedik, hep yanımızda olacak. Bu çalışmanın emeği Mehmet İsot’a ithaf edilmiştir.

Amerika'nın En İyi İhraç Malı Küreselleşmedir

Totaliter neo-liberal sömürgecilik, Türkiye'de anayasayı rehabilite etme kararı almıştır. Bu bir bakıma hukukun Amerikanlaşması anlamına geliyor. Çünkü küreselleşmenin odağında ABD duruyor. Küreselleşme, Amerika'nın ulusal çıkarlarının dünya düzleminde ideolojik hukuki, politik, ekonomik, askerî ve stratejik unsurlarıyla egemenliğine işaret ediyor. Bu egemenlik tam anlamıyla bir hegemonyayı mümkün kılmasa da, o hegemonyada büyük ölçekte çözülmeler yaşansa da, ‘Amerika'nın en iyi ihraç malı küreselleşme’dir. Dünyada kapitalist sisteme bağlı bütün ulus-devletlerin meşruiyetleri, ekonomik süreçleri, askerî şekillenmeleri böyle bir uyum içerisinde gerçekleştiriliyor.

TÜSİAD’ın En İyi İthal Malı Piyasa Sömürgeciliği

Ama Türkiye'de sistemin yaşadığı bir takım sorunlar ve en önemlisi de halen daha büyük toplumsal mücadelelerin kalıntılarının varlığı “yeni bir anayasa”yı da kaçınılmaz kılıyor. Tıpkı “12 Eylül Anayasası”nı o dönemin tekelci burjuvazisinin toplumdaki bütün önde gelen emek güçleriyle çelişkilerine rağmen zorunlu kılması gibi. Bu zorunluluğun en iyi temsilcisi elbette ki, komprador (işbirlikçi), tekelci burjuvazinin sinir sistemini, beyin gücünü temsil eden TÜSİAD oluyor. TÜSİAD'ın dile getirdiklerini kendi içinde değerlendirmek doğru değildir. TÜSİAD, genel olarak Türkiye'de kapitalist egemenliğin varlık koşullarının sürdürülmesi açısından üzerine düşeni yapıyor. Tıpkı ABD'nin dünya kapitalizminin sağlığından sorumlu olması gibi. TÜSİAD üzerine düşeni yaparak Türkiye kapitalizminin sağlığından kendisini sorumlu tutuyor.

Bu anlamda TÜSİAD'ın dile getirdiği formülasyonlar, taahhütler, temenniler, girişimler tüm çelişkileri içinde barındırmakla birlikte burjuvazinin diğer kesimleri tarafından da paylaşılıyor. Bu kesimlere MÜSİAD, TOB, TİSK de dahildir. Tekelci burjuvazi her ne kadar büyük politik, ekonomik yoğunlaşma ve merkezileşme sağlamış olsa da, diğer sermaye hizipleriyle yer yer bir takım çelişkiler hatta çatışmalar yaşasa da, halen daha Türkiye'de tekil sermayelerin, sektörel sermayelerin ötesinde genel çıkarlar adına düzenlemeler önerebilmektedir. Bunu yaparken de, ilkel hegemonya tasarımından yola çıkmaktadır. Hegemonya, egemen bir sınıfın kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi sunabilme becerisidir.

Anayasa İdeolojik Bir Metindir
Ama TÜSİAD bu konuda büyük bir ilkellik sergiliyor. Türkiye'deki tüm muhalif birikimi reddedercesine “tartışma” adı altında ileriye sürdüğü metinlerin ideolojik olmadığını, anayasa önerisinin hiç bir ideolojik yönünün bulunmadığını kurguluyor ve bu kurguyu da paylaşmamızı istiyor. Oysa ki, anayasalar birinci planda ideolojik belgelerdir. Anayasa temelde ideolojik bir metindir. Toplumda egemen olan sınıfın fikirlerinin politik prizmasıdır. Anayasa siyasal güç ilişkilerine, sosyo-ekonomik koşullara, sınıflara, siyasal fikirlere, teorilere doğrudan doğruya bağlıdır. Bu anlamda TÜSİAD bize, yine tarihsel siciline uygun bir tarzda yanılsamalarla, kurgularla bezenmiş bir metinler bileşkesi sunuyor. Önce sunuyor, sonra geri alıyor, ardından tekrar bu metni savunduğunu ortaya koyuyor. Kendi içinde çatlaklar oluşuyor. Ama ortaya konulan metin Türkiye'de sermayenin, devletin dönüşümünü, daha doğrusu Türkiye kapitalizminin birikim stratejilerinin, birikim rejiminin dönüşümünü zorunlu kıldığı üstyapıyı gayet net bir biçimde ortaya çıkarıyor. Ortaya çıkan bu metin bir toplum felsefesini ister istemez üzeri örtülü de olsa netleştiriyor ve o toplum felsefesinin adı da; “neo-liberal vahşet düzeni” olarak isimlendirmeyi hakediyor.

Sermayeleşmiş Zorun İdeolojik Tetikçiliği: Sivil Toplumculuk

Bu metinleri tartışmaya açarken olgulara, tarihe dayalı TÜSİAD birikimini gözden kaçırmamak lazım. Türkiye'de hayali bir sivil toplum ile devlet arasındaki çatışma kurgusuna dayalı “sol liberal” tezler, bu kurguya dayanarak TÜSİAD'ı “ilerici cephe”nin öncüsü konumuna getiriyor. Türkiye'de özellikle “sol liberal”lere göre, maalesef hayali bir sivil toplum ile devlet çatışması var. Sank o devlet kendisi için işleyen, kendi bilincini taşıyan organik bir bütünlük ve bu bütünlüğün bürokratları zaman zaman bazı kararlar vererek, darbelerle yönetime el koyuyorlar. Yine aynı hayale göre, “ilerici misyon”u taşıyan ve sivil toplum içerisinde “öncü” güç olan burjuvaziyle de çatışma içerisine giriyorlar. Bu tümüyle hakikatlerden, olgulardan uzak bir değerlendirmeyle kampanyaya dönüştürülüyor.

TÜSİAD, 12 Mart Muhtırası’ndan kısa bir süre sonra Türkiye kapitalizminin, daha doğrusu tekelci burjuvazinin önde gelen unsurlarının politik, ekonomik, ideolojik etkinliğini yoğunlaştırmak, merkezileştirmek ve onların devlete el koyma süreçlerini kurumlaştırmak adına ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda da bir darbenin müteahhitliğini yapmıştır. Bütün bunları dünya kapitalizminin jeo-politik, ekonomik, stratejik sorunlarının çözümü adına yapmıştır. Bu noktada ulus devleti vurucu güç olarak kullanmışlardır. Bugün olduğu gibi o dönemde de, sadece Türkiye'de değil Şili'de ve diğer ülkelerde de ulus-devlet, küresel sermayenin birikim ve askerî sorunlarını çözmede önemli rol oynamıştır. Komprador sermayenin vurucu gücü olan ulus-devlet mekanizması, ekonomideki temel düzenlemeleri ortadan kaldırmada ve birikim önündeki tıkanıklıkları gidermede de fiilî bir silahtır. Bu silah sürekli olarak emekçilere karşı kullanılmıştır.

12 Eylül'de de yine müteahhit Türkiye'nin komprador, tekelci burjuvazisidir. Türkiye’de sisteme tehdit sayılabilecek, derinlikli olmasa da yaygın bir emek ve devrimci hareketin varlığı tehlike olarak kabul edilmiştir. Türkiye sermayesini çok ciddi bir birikim krizi vardır. Bu birikim krizinin aşılmasında silahlı bürokrasiyi sonuna kadar kullanmışlardır. Burada silahlı bürokrasi taşeron rolünü oynamıştır. Müteahhit ile taşeronun işlevini birbirine karıştırmak sivil toplumcu tezlerin varoluş şeklidir.

Darbelerin Sınırsız Sorumluları Kapitalistler

Anayasa tartışmaları yapılırken, 82 anayasasının sorumlusunun kim olduğunu net bir biçimde saptamak gerekiyor. Tıpkı o dönemin işkencelerinden, katliamlarından, infazlarından tarihsel, hukuksal olarak ve diğer anlamlarda da sorumlu olan toplumsal sınıf, güç tekelci büyük sermayenin kendisidir. Tekelci büyük sermayenin örgütlenmeleri ele alınmadan bu süreçleri algılayabilmek mümkün değildir. O dönemde Halit Narin gayet net olarak “Bugüne kadar işçiler bizim anamızı ağlattı, sıra onlarda” demiştir. Sermayenin tavrını ifade eden en iyi açıklamanın özeti budur.

İncelediğimiz zaman, Türkiye'nin en büyük 500 şirketinin 1980'de toplam bilanço kârları 124 milyar iken, 1984'de 655 milyara çıktığını görüyoruz. Bu bile 12 Eylül'ün aslî failinin kim olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu noktada tarihsel sicil üzerinden gidildiğinde, Türkiye'de anayasa önerisinde bulunan TÜSİAD'ın, “12 Eylül Anayasası”nın özünü oluşturan sınıfsal egemenlikle ve çıkarlarla hiç bir çatışmasının olmadığını net bir biçimde ortaya çıkarmaktadır. Fakat sınıf iktidarının restorasyon ihtiyacı yeni bir anayasayı zorunlu kılmıştır.

Neo – Liberal Temerküzün Kurmayları ve Kurbanları

Türkiye'de, 12 Eylül'le birlikte öncelikle askerî vurucu güç kullanılarak devletin tepe noktaları ve o güne kadar belirli bir birikim ile rejim stratejisinde oluşmuş kamusal kurumlar ortadan kaldırılmıştır. Daha önemlisi emek hareketinin mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımların kurumlaşmış biçimleri de tasfiye edilmiş ve o tasfiyeler büyük bir şiddetle gerçekleştirilmiştir. O şiddetten sonraki aşamada da “fikri iktidarda, kendisi cezaevinde” olan anlayışın yedek güçleri, en ilkesiz ve en ülküsüz kesimleri bir vahşet ekonomisinin, yani neo-liberal vahşetin kurulmasında öncü görevini oynamışlardır. Bunların başında da Turgut Özal vardı. Bu anlamda bir geçiş de yaşanmadı. 12 Eylül Özal dönemeciyle Türkiye'de yerleşik hale gelmiştir. Bu anlayış kurumsal anlamda da yerleşik hale gelmiştir. Bu yerleşikliğin en acı faturalarından başlıcasını da Kürtler ödemişlerdir.

Kürt hareketine derinlikli bir sınıfsal analiz yapmadan, bu işin sosyo-ekonomik arka planını incelemeden kimlik siyasetleri üzerinden geliştirilen söylemlerin, sivil toplumcu söylemlerden çok fazla farkı yoktur. Basit bir örnekle bunu açıklamak mümkündür: Yere göğe sığdırılamayan sivil toplumculuğun peygamberi ilan edilen, Türkiye'de üniforma taşımama anlamında sivil olmanın hiç bir sivil değeri olmayan Kimdir? Turgut Özal kendine başdanışman olarak Diyarbakır cezaevindeki zulümlerden sorumlu olan ve bütün o bölgenin sıkıyönetim komutanı olan eski Özel Harp Dairesi’nin başında bulunan kişiyi Çankaya Köşkü’ne taşımıştır. O'nun Çankaya Köşkü'ne taşınmasında tavsiyeler de Koç ve Sabancı'dan gelmiştir. O kişi sürekli olarak Türkiye'nin önde gelen sermayedarlarına saygısını ve sevgisini hep belli etmiştir. Ne hikmetse görüşmeler hep Kıbrıs üzerinden olmuş ve oralarda biraraya gelmişlerdir.

Hukukun Sefaleti

Sadece bu örnek bile 12 Eylül'deki genel kapitalist şiddetin niteliğini göstermesi açısından önemlidir. Bu noktada TÜSİAD ile kurumlaşan veya diğer sermaye örgütlerindeki güçlerin net bir biçimde 12 Eylül'ün hukuki sorumlusu olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu vurguda ısrar etmemiz şunu beraberinde getirmektedir: 12 Eylül yargılanamaz. Bu sisteme işkence, katliam, yargılı veya yargısız infaz suç olarak duyurulamaz. Kendini devrimci diye tanımlayan hiç kimse bu sistemden adalet dilenemez. Bu sistemden adalet dilenciliği, bu sistemi meşrulaştırmak anlamına gelir. Bu sistemin yargılanmasının tek yolu, bu sistemdeki sınıfsal egemenliği ortadan kaldıracak bir girişimin parçası olabilmekle ve bunu sonuca ulaştırmakla mümkündür. Bunun haricinde 12 Eylül yargılamalarından söz etmek ve 12 Eylül yargılamalarını, 12 Eylül'den sorumlu olan tekelci sermayenin ekonomik, politik, hukukî iktidarına emanet etmek ikiyüzlülük değil ise, nedir? Bu söylem ile yürümek sistemle bütünleşmenin siyasetidir. Bunun başka bir anlamı yoktur.

2. BÖLÜM

"BARIŞ" KALPAZANLIĞI

http://www.halksahnesi.org/guncel/anayasal_kusatma/kalpazanlar.htm


Ağzındaki baklayı çıkaran TÜSİAD’ın, oluşma ihtimali içindeki “yeni anayasa”ya bir rapor ile yaptığı müdahaleyi değerlendiren söyleşimizin 2. Bölümü, sermayenin birdenbire ortaya çıkan “özgürlük” arzusunu değerlendiriyor. Savaş ekonomisinin hiç bir zaman içinde olmamış gibi davranan sermayenin, devlet ile sivil toplum ikilemini yaratarak başardığı bu politika, gökyüzüne saldıkları “barış” güvercinlerinin büyüsünü seyreden toplumun, kendi toprağındaki neo-liberal barbarlığı görmesine engel oluyor. Piyasa sömürgeciliğinin kalpazanları, sahte “barış”ın yasalarını vesayet altına almaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de, kendi icat ettikleri ulus-devletin karşısına sivil toplum ve adem-i merkeziyetçiliği koyuyorlar. Savaş ekonomisinin kârlarının yerine, sivil piyasa sömürgeciliğinin kârlarını koymaya çalışarak halkları pazara tehcir etmenin yasal dayanaklarını yaratmak istiyorlar. Suat Parlar bu bölümde “kirli savaş” diye tanımlanan sürecin ekonomik ve politik alt yapısının çıplak gerçekliğini bize anlattı.
(Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Türkiye’de Askeri Endüstriyel Kompleks

“Kürt hareketine derinlikli bir sınıfsal analiz yapmadan, bu işin sosyo-ekonomik arka planını incelemeden kimlik siyasetleri üzerinden geliştirilen söylemlerin, sivil toplumcu söylemlerden çok fazla farkı yoktur” demiştik. O bölgede geçimlik ekonomiyi yıkan, on milyonlarla ifade edilen canlı hayvan varlığını ortadan kaldırarak kendi kurduğu şirketler vasıtasıyla Türkiye'de gıda piyasasına hükmeden kimlerdir? En önemlisi de “kirli savaş” adı verilen dönem boyunca -ki bunu “düşük yoğunluklu çatışma” olarak nitelendiren bir Genel Kurmay Başkanı da ortaya çıkmıştı- orduya silah satan, müteahhit olarak orduya hizmet veren ve savaş halindeki bir ordunun o anlamda tedarikçi rolüyle sağladığı müthiş imkânlardan yararlanan kimlerdir? Bu soruların cevaplarını vermek çok da zor değildir. Bütün bunları yapanlar, aynı zamanda uluslararası bir mâli düzeneğin Türkiye'ye yerleştirilmesini de gerçekleştiren sermaye gruplarıdır. Bu sermaye grupları sözü edilen “kirli savaş”ın da baş sorumlusudurlar.

Türkiye'de 500 önde gelen şirketin 57 tanesi silah şirketidir. 57 Silah şirketi içerisinde dolaylı veya dolaysız ihracatçı kapasiteyi elinde tutan 17 tanesi, aynı zamanda uluslararası silah tekelleriyle bağlantılıdır. Bu uluslararası silah tekelleri, Türkiye'deki yavru kompradorlara teknoloji aktarımı, kredi sağlama yoluyla ve bir takım patent imkânlarıyla yeni bir pazarın kanallarını açmışlardır. Burada bir askerî endüstriyel kompleks oluşmuştur. Silahlı bürokrasi, bu askerî endüstriyel kompleksin bir ucunda yer alırken, diğer ucunda komprador tekelci büyük sermaye yer almaktadır. Ama bu dünya ölçeğindeki askerî endüstriyel komplekslerle yürüyen bir iş olmaktan öte, dünya malî oligarşisiyle bağlantılıdır. Çünkü sermaye akışını, finansı sağlayan ve bu sayede Türkiye'nin bu “kirli savaşı”nın uzamasına neden olan güç, ağırlıklı olarak dünya malî oligarşisidir. Aynı zamanda da bu malî oligarşi ile birlikte nefes alan Türkiye'deki uzantılarıdır.

Mezarlık “Barış”ı

Türkiye'de PKK, başka bir örgütlenme ya da yapılanma olmasa bile, 90'lı yıllardaki ekonomik sıkışmayı aşmak açısından militer bir birikim rejiminin oturtulması zorunlu olacaktı. Yani mutlaka bir düşman icat edilecekti. Çünkü sermaye, özü ve varoluşu itibariyle sadece ırkçı değil, aynı zamanda dünyanın her yerinde militaristtir. “Barış” denilen dönemler mezarlık barışlarıdır. Bütün mezarlık barışları kısa sürerler. Halklara, devrimcilere, emekçilere, etiketlenen bazı etnik gruplara, ülkelere karşı ve bunlar olmadığı zamanda kendi içlerinde birbirlerini yiyecek düzenekler icat ederek yürütülecek savaşlar bitmeyecektir. Kapitalizmde savaş süreklidir. Savaş kapitalizmin özüdür.

Savaşın ortaya çıkardığı militer birikim rejiminin Türkiye'deki akışı içerisinde, jeo-stratejik önemini sürekli pazarlayan ilkel bir komprador burjuvazi açısından da bu süreklilik vazgeçilmez bir olgudur. Sürekli olarak stratejik önem üreten ve bu anlamda Ortadoğu'nun en büyük ordusuyla övünen bir sermayenin, elbetteki bunu araçsallaştırması da son derece mantıklıdır ve kendi açısından da ekonomik bir rasyonaliteye oturur.

Türkiye'de 80'li yılların sonundan itibaren tesislerinde silahla ilgili elektronik aygıtları üreten, ordu siparişlerinden yararlanan ve peygamberi Soros olan şahsiyetlerin son dönemde Kürtlere sevgi gösterisinde bulunması ilginçtir. Diğer yandan, Türkiye'deki Müslümanlar da bu aşırı sevgiden payına düşeni almaktadırlar. Bunlar üzerinden, Türkiye'nin bireysel atomizasyonunu, yani adem-i merkeziyetçiliğin savunulması ve bunun “açık toplum” adına yapılması gerçekliği de var.

Türkiye'de, Sorosçu, Popperci tezler üzerinden “açık toplum”u savunanların en önde gelenleri, silah sanayisinin, silah pazarının güçlü şirketlerinin sahipleridirler. Üstelik de ihracatçı konuma gelmiş şirketlerinin sahipleridirler. Bu bile, anayasal bir gelişmeden en fazla memnuniyet duyacağını ifade eden Kürt hareketleri açısından hassasiyetle değerlendirilmesi gereken bir konudur.

Cinayet Ekonomisi

Demek ki, neo-liberalizm özü itibariyle bir cinayet ekonomisinin işlerliğine dayanıyor. Bu işlerliği tanımlayan en önemli unsurlardan biri de, dünya malî oligarşisinin sistematize bir biçimde Türkiye'deki “kirli savaş”tan kâr sağlaması olgusudur. Türkiye'nin borçlanmasının da bunlarla yakından ilgisi vardır. Türkiye'deki 500 büyük şirketin son yıllara kadar “faaliyet dışı kâr” adı altında devlete borç vermeleri ve çok yüklü miktarlarda faiz almaları söz konusudur. Türkiye'deki sermayenin finans-kapital boyutu içerisinde elde ettiği devâsa rantlarla varlığını sürdürüyor olması da, gene savaş olgusuyla bağlantılıdır. Böyle değerlendirildiğinde, “üniforma giymemek sivillik midir” sorusu, elbette ki son derece önemlidir. Gelinen noktada, TÜSİAD'ın böyle bir “anayasa tartışma metni”ni önümüze koymuş olması politik tartışma açısından bizlere fazlasıyla alan açmıştır.

12 Eylül 1980'de işçi ücretleri ve maaşların milli gelirdeki payı %32.79’dur. 1985 yılında bu rakam 19.50'ye inmiştir. Bu durum tam anlamıyla bir cinayet ekonomisine işaret etmektedir. Çünkü bu kadar kısa süre içerisinde milyonlarca ailenin hayat standartlarını düşürmek bir yana, sahip olduğu tüm sosyal değerlere büyük bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Ondan sonra da bu saldırganlığı kurumsallaştırmışlardır. Ondan sonra da, yedek iş gücü ordusu ve büyük bir emek rezervi oluşturulması, düşük ücretlere rıza gösteren bir emekçi sınıfının oluşumu sürekli hale getirilerek uygulamaya konmuştur. Neo-liberal politikanın en önemli dayanaklarından biri budur. Diğeri ise, “kirli savaş” ve o düzenekler üzerinden oluşturulan dünya finans sistemiyle bütünleşmesidir. Son olarak da, devlet borçluluğunun, devlet içerisindeki son sosyal uygulamaları da sosyal kurumlaşmaları da ortadan kaldıracak seviyeye gelmesidir.

Verdiğimiz bu rakamlar, belki ilk anda çok fazla anlam ifade etmeyebilir. Ama şunu söylersek tablo daha netleşecektir: 1980'de çalışan başına kâr, sermayedarlar açısından ortalama 231 bin TL’dır. 1984 yılında çalışan başına kâr 1 milyon 96 bin TL olmuştur. Sömürünün boyutunu düşünün. Nasıl sağlandı bu? Şu şekilde:

1. İşkence

2. Gözaltı kampanyaları

3. İdamlar

4. Cezaevlerini toplama kamplarına dönüştürme mantığı

5. Toplumu beyinsizleştirme

6. Toplumun üzerindeki terörü sürekli hale getirmek

7. Bu mekanizmaları yaratma

  1. Kendi emekçilerine savaş ilân etmiş bir silahlı bürokrasi yapılanması

Giderek bunun adını komprador olmaktan çıkarıp, şöyle de söylemek mümkündür; tekelci komprador burjuvazinin çıkarlarıyla da bütünleşmiş silahlı bürokrasi, bu anlamda bir blok oluşturmaktadır. Bu blokta müteahhit ile taşeron biraraya gelmektedirler. Bunlar artık işgalci bir gücü oluşturmaktadırlar. Bu ülke aynı zamanda işgal ediliyor. Bundan sonra Türkiye'de burjuvaziye işgalci burjuvazi diyeceğiz.

İşgalci Burjuvazi

Sizce ortaya koymaya çalıştığımız bu tabloda herhangi bir etnik ayrım var mıdır? Bence yoktur. Topyekün emekçi sınıflara bir saldırı söz konusudur. Söz konusu bu saldırıdan en fazla etkilenen de bölge olmaktadır. Çünkü geçimlik ekonominin yıkılması bir stratejiye dayanmaktadır. Sadece bir askerî ve güvenlikle ilgili bir strateji değildir söz ettiğimiz. Aynı zamanda malî bir stratejinin varlığını da vurgulamaya çalışıyoruz. Geçimlik ekonomi yıkılmış ve Kürtler piyasaya tehcir edilmeye başlanmıştır. O bölge piyasalaştırılmaktadır. Piyasalaşmayla birlikte, o bölgede bir alt komprador sınıf hızla güçlenmiştir. Bu güçlenme Özal döneminde kurumsal hale getirilmiştir. Bugün de yürürlükte olan koruculuk dahil olmak üzere tüm araçlar Özal döneminde yapılandırılmıştır.

Neo-liberalizmin peygamberi olan Özal, bugün Kürtler'e yönelik şiddeti yaratan mekanizmanın kurucuları, ataları arasında yer almıştır. Ama Türkiye'de çelişkileri “sivil toplum ile devlet” arasına sıkıştırmış olan anlayış, bunun üzerini ısrarla örtmektedir. Bunun üzerini örtmenin faydalarını da görmüşlerdir. Çünkü Kürt politikası, narko-politikle semiren, bu konuda uluslararası istihbarat örgütleri ve Türkiye'deki kirli savaş düzeneğini işleten güçlerle ortak hareket eden bir ilişkiler bütününün içine düşmüştür. Gelinen nokta da, müteahhitlik hizmetleri ve o ilişkiler bütünüyle bağlantılı bazı fonların aklanmasına bağlı olarak kendini geliştiren alt komprador bir yapılanmaya doğru sürüklenmiştir. Ne yazık ki, Kürt hareketleri son dönemde “demokratik cumhuriyet” vurgusunu ön plâna çıkartırlarken bu sınıfsal arka plânı unutturmuşlardır.

Komprador bir Kürt burjuvazisinin ortaya çıkmış olması, çekirdek halinde bulunan böyle bir burjuvazinin “kirli savaş”ın yararlanıcıları arasında olması ve neo-liberal tezlerle bütünleşmeleri gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor. İş öyle bir hale geliyor ki, şunu söyleyebiliyorlar; “Dünya artık küreselleşti. Biz artık bu saatten sonra bağımsızlık da istemiyoruz. Bir Türk devleti olsun ve bu Türk devleti etnik anlamda kendi özerkliğini ilân etmiş, yerelleşmiş bölgesel güçlerle, bu güçlerin meclisleriyle uzlaşsın. Bu temelde yeni bir yapı oluşsun. Bu yapı giderek bölgeye de taşırılsın. Mesela, Kuzey Irak'ta da kendine alan açsın. Bu bölgeselleşme bizim açımızdan yeterlidir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı denildiği zaman bizim aklımıza gelen budur”.

Bu argümanlar, Avrupa emperyalizminin “etnik parselasyon politikası”nın bu bölgeye yansımasıdır. Üstelik de, bunu bir ilericilik kisvesi altında savunabiliyorlar. Oysa ki, bu anlamda bir yerelleşme, yer yer feodal ölçeklere de taşıyan, ilkel, vahşi bir komprador burjuvaziye hukukî, ekonomik iktidarını sağlamlaştıracak yetkilerin devredilmesi anlamına gelir. Bu çerçeve içerisinde ne yaparlar?

Uluslararası sermaye ve küresel şirketlerle doğrudan muhatap olmanın avantajlarından yararlanmayı “ulusların kendi kaderini tayini” gibi yuttururlar.

3. BÖLÜM

"KADER"İN PİYASALAŞMASI

http://www.halksahnesi.org/guncel/anayasal_kusatma/kader.htm

Kader” kelimesi, “bütün olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlendiğine inanılan doğaüstü güç, ezeli takdir” anlamına geliyor. Bu anlam olarak başka bir iradeye işaret ediyor. İradenin belirleyicisi ise “güç” kelimesi oluyor. Başına “kendi” kelimesi gelince, kavram dünyevileşiyor. Dünyevileşme ile birlikte artık irade insanın kendi ellerine geçmiş oluyor. Kendi dışındaki bir iradenin ortadan kaldırılabilmesi güç ile doğru orantılıdır. Peki halklar kendi iradelerini ellerine alabilecekleri gücü nereden alırlar? Bu gücün dinamikleri nelerdir? TÜSİAD’ın “yeni” bir anayasa tartışmalarına getirdiği vesayeti olan raporunu konuştuğumuz Suat Parlar ile 3. Bölümde bu konuyu irdeledik. Halkların kendine ait olmayan iradelerinin, kendi iradeleriymiş gibi gösterilmesinin metafiziğinin analizi, “sorun”ların gerçekliğine daha fazla yaklaşmamıza yardımcı olacaktır. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Antropolojik Halay

“Demokrasi-serbest piyasa-insan hakları” denilen neo-liberal “yeni din”, bölgeye bu parlak sözlerle sokulmaya çalışılıyor. Bu “yeni din”in bölgeye ikame edilmesi için devrede olan ve bunu mümkün kılmaya çalışan uzlaşmacı, çıkarcı bir küçük burjuvazinin politik işlevleri istekle yerine getirmesi de son derece önemlidir. Hep birlikte küresel şirketlerin, uluslararası sermayenin üçlü ideolojisi olan “demokrasi-insan hakları-serbest piyasa” üzerinden bir alışverişe giriliyor. Diyorlar ki; “alın demokrasiyi, insan haklarını, serbest piyasayı, karşılığında kromu, bakırı, petrolü bize verin”. Bu yeni bir pazar tek tanrıcılığıdır.

TÜSİAD son dönemde Diyarbakır'a bir çıkarma yaptı. Bu çıkarma neredeyse bir antropolojik hazırlık üzerinden yürütüldü. O bölge incelendi. İncelenmesi neticesinde, nasıl bir “halkla ilişkiler” kampanyası yürütüleceğine karar verildi. TÜSİAD bundan sonra; “Kürtler'in kendi kaderini tayin hakkı benden sorulur” dedi. Bir “antropolojik halay” ile mesaj verilmiş oldu. Ne yazık ki, orada bulunan insanlar buna tepki göstermediler. Bu bir antropoloğun incelemek için gittiği bölgede, tepki görmemek adına, o bölgenin adetlerini değerlendirerek, bunun üzerinden yaklaşımını kurgulamasına benziyor. Böylece TÜSİAD bir “antropolojik halay” biçimini de, Türkiye folklor tarihine armağan etmiş oldu. Bu son derece önemlidir.

Ne yazık ki, TÜSİAD üyelerinin hangilerinin silah şirketlerine sahip olduğunun, bu silah şirketleri üzerinden Türkiye'de komprador rejimin bütün şiddetini Kürtlerin üzerine boca ederek nasıl bir iç savaşı yürüttüklerinin üzerinde durmuyorlar. Bu noktayı incelemiyor ve değerlendirmiyorlar. 1982 Anayasası’nın rehabilitasyonu bu bölgede Kürtlere, Türklere ve daha doğrusu topyekün emeğiyle yaşayan insanlara ne getirecektir? Bu soru sorulmuyor. Bu anayasaya Kürtlerin hoşuna gidecek tarzda bazı soyut ifadelerin yerleştirilmesi, nedense büyük bir heyecan yaratıyor. Ayrıca ulus-devletin tanımları da son derece gereksiz. Bu konuda bir problem yok. Ama küresel kapitalizme eklemlenmiş ve onun iş göreni vaziyetinde meşruiyetini Wall Street bankerlerinin çıkarlarını korumaktan alan bir ulus-devlete, birlik adına Kürtlerin davet edilmesini savunmanın da bir anlamı yok.

Misak-ı Beynelmilel: Varlığım Piyasa Milliyetçiliğinin Varlığına Armağan Olsun

Bu anlamda, Türkiye'de küçük burjuva radikalizmi de çok açık bir biçimde sistemi meşrulaştırıyor. Çünkü o küçük burjuva radikalizmi statükocu bir anti-kapitalizmi içeriyor. Statükocu anti-kapitalizm, kapitalizmin sonuçlarıyla, gelir eşitsizliğiyle, yoksulluğuyla, tekelci şirketlerle ilgilenir. Ama onları vareden temel mekanizmalar üzerinde durmaz. Küçük burjuva iktidar fetişizmine saplanmıştır. Devlet ve iktidar fetişistidir. Sınıflar üstü bir devlet metafiziği içerisinde hareket eder. Ona göre adı ulus olan bir devlet, sınıflar üstü nitelik taşır. Bu devletin bağımsızlığı için mücadele eden güçlerin derûnî bir şekilde içinde yer aldığı veya yer alması gerektiği bir devlettir. Bu statükocu anti-kapitalizm, sosyalist çerçeve içerisinde bir anti-kapitalizm olmadığı için hızlı bir şekilde faşizme sürüklenir. Sistemin payandası olmaya ve sistemin işleyişini meşrulaştırmaya sürüklenir. Küçük burjuva radikalizminin varacağı son nokta piyasa milliyetçiliğidir.

Elbette ki, kardeşlik edebiyatı üzerinde Kürtlerin böyle bir yapıya davet edilmesinin de anlamı yoktur. Bu tip çıkışlar da, şimdiden sonra çok fazla bir anlam taşımıyor. Bu kadar çok Kürtler üzerine konuşmamızın gerekçesi nedir? TÜSİAD anayasasının, Türkiye'deki çözümsüzlüklere “sorun” başlığı adı altında Kürtleri dahil etmiş olmasıdır. Halbuki sorun, TÜSİAD'ın varlık koşullarıdır. İşlettiği sömürü mekanizmaları ve taraf olduğu askerî endüstriyel komplekstir. Finansal malî oligarşinin kompradorluktan öte işgalci bir güç haline gelmesi ve bunun Türkiye toplumuna müthiş ölçekte bir ayrılıkçılığı ekmesidir. Bunların sorun olarak görülmesi gerekirken, toplumu başka rehabilitasyon raporlarıyla oyalıyorlar. Dünyada neo-liberalizmin işletildiği ülkelerde iki strateji vardır. Bunlar bilimsel olarak da, ekonomik terimlerle değerlendirilir:

1. “Neo-liberal politikaların meşrulaştırılması” adı altında kurumsal işlevleri de yerine getirelim ve halka bir takım olanaklar sağlayalım.

2. Halkı parçalayalım ve iki ulus stratejisi üzerinden gidelim.

“Bunlardan biri alabildiğine ezilsin ve diğerine bir takım kaynaklar verelim; daha fazla kaynaklar verebilme olanağımız yoktur” biçiminde bir strateji işletirler. Ezilenin, ezilmesi kararı alınanın, çarpık bir bilinç üzerinden sisteme bağlanması, açıkçası, ezilenin tekelci burjuvazinin payandasına dönüşmesini getirecektir.

İki Ulus Stratejisi

Türkiye'de “iki ulus stratejisi” işletiliyor. Özellikle tüketim üzerinden bir takım kaynaklar belli kesimlere aktarılıyor. Fakat halkın büyük bir çoğunluğu müthiş sefalet koşullarına mahkum ediliyor. Bu sefalet stratejisi bir şekilde sürekli hale getiriliyor. En önemlisi de, bu koşulların sınıfsal arka plânının üzeri etnik ve dinî söylem üzerinden örtülüyor. Türkiye'de tam anlamıyla bir Amerikan cemaatçiliğinin, tıpkı hukukun Amerikanlaşması gibi genel kabul gördüğünü gözlemliyoruz. İşte bu “iki ulus stratejisi” aynı zamanda politik sözcülerini de buluyor. Ne yazık ki, en fazla ezilenler, sömürülenler, komprador tekelci burjuvazinin birikim stratejisine kurban edilenler, cellatlarıyla ortak hareket ediyorlar. Neden? Çünkü kimlikçi bir siyaset uygulanıyor. Onların kültürü ve dili üzerinden bir söylem geliştiriliyor. Bu aldatıcı söylem sayesinde bir problem yaşanmıyor. Türkiye'de tekelci komprador burjuvazinin öncülüğünü yaptığı egemen blok, açıkçası, bir ülkesel çerçeve içerisinde değil de, bir arazi çerçevesi içerisinde Türkiye'yi değerlendiriyor. Bu anlamda Kuzey Irak'ı da bir arazi olarak görüyor.

Artık Türkiye'de alt emperyalistleşme noktasına gelmiş ve bunu bölgeye taşıyacak olan komprador burjuvazinin, Kuzey Irak'a yönelik de çok ciddi hazırlıklar yaptığını görüyoruz. Komprador burjuvazi, buraları piyasa sömürgeciliğinin denetimine alma çabası içerisindedir. Bunlarla en fazla işbirliği yapanlar da, önde gelen feodal Kürt komprador burjuvazisidir. Bu noktada devlet gücünü kullanırlar mı, kullanmazlar mı? Bu devlet gücü sert Pinoşeci (Augusto Pinochet) bir devlet gücü mü olur, yoksa TÜSİAD anayasası tarzında yumuşak Pinoşeci mi olur? Bunu zaman gösterecektir. Eğer bu kapitalist genişleme sürecinde bu yatırımların değeri artarsa, o yatırımlar tehdit altına girdiğinde, yani Kürt insanı örgütlenip bilinçlenip kendi burjuvazisi ve komprador Türkiye burjuvazisine karşı mücadele kararı aldığında, en sert metodlarla bunun bastırılmasını savunacak olanlar bugün Kürtleri sevgili ilan eden burjuvalar olacaktır.

“Kader”in Piyasalaşması

Neo-liberalizmin buradaki ideolojik meşruiyetini geliştirmesi, giderek de bunu Kürtler üzerinden bir hegemonyaya dönüştürmesi ve bunu yaparken de etnik kimlik vurgularını ön plana çıkaran bir “insan hakları” söylemini kullanması son derece aldatıcıdır. Bu aslında savaşın bittiği anlamına da gelmez. Bu olsa olsa dönemsel “düşük yoğunluklu demokrasi” anlamına gelir. Bu yapısal bir gelişme de değildir. Aslolan neo-liberal birikim sürecinin burada problemsiz işletilmesidir. Bu çerçevede “şiddet gerekiyorsa şiddet, uyuşma gerekiyorsa uyuşma, mezarlık barışı gerekiyorsa mezarlık barışı” izleyecekleri yol olacaktır. Bunların hepsi içiçe de olabilir. Dolayısıyla, özü itibariyle TÜSİAD anayasasını “Kürt sorunu”nun çözümünde bir araç olarak değerlendirenler, bir müddet sonra dünya sermayesinin Türkiye'deki vurucu gücü olan komprador burjuvazinin aracı haline geldiğini göreceklerdir.

Orada antropolojik halay boşuna çekilmedi. Dünyanın en önde gelen krom, bakır yatakları orada ve iddia edildiğine göre; uranyum, doğalgaz, petrol de orada. Pek keşfedilmemiş bir bölge olarak Ergani-Pirinçlik hattı da son derece ön plana çıkıyor. Artık hazırlığını yapmışlar ve bir an önce küresel şirketlerle bunun pazarlığını yerellik üzerinden gerçekleştirmeye kararlılar. Bunu da Kürt politikasıyla kamufle eden yerli komprador burjuvazi, bölgede şekillenmiş durumda.

Türkiye'de kendine Türk diyen, kurduğu devletin koordinatlarını da ağırlıklı olarak “Aşkenaz Türkçülük”ten çıkaran burjuvazi ne kadar “milli” ise, oradaki burjuvazi de o kadar “milli”dir. Dünya kapitalizmi organiktir. Dolayısıyla, kendisini ulusal olarak tanımlayan devletler ve burjuvaziler, dünya ölçeğinde organik sermaye bileşiminin köşe taşlarıdır. Bu anlamda bir ulusun “milli” ölçekler içerisinde “kaderini tayin etmesi” bu çağda mümkün değildir. Bu çağda, ancak milliyetsiz uluslar kaderlerini emek üzerinden tayin etme olanağını bulabilirler. Çünkü onlar sistemden kopuş üzerinden güçlü bir programa, bir mücadele diyalektiğine sahip olabilirler. Aksi takdirde neo-liberal reçetenin kendilerine yeni bir metafizik ile yutturulduğu Afrikalılaşma örneğini yaşarlar. Afrika'nın önde gelen liderlerinden Jomo Kenyatta'nın bir sözü var: “Buraya misyonerler geldiler. Ellerinde İncil, ağızlarında Tanrı sözü vardı. Bize İncil'i verdiler ve bir süre sonra elimizde İncil kaldı. Bir süre sonra bütün kaynaklarımızın bizden çalındığını gördük”.

Kürtler seçimlerini istedikleri gibi yapabilirler. “Demokrasi - serbest piyasa - insan haklarını” alıp bütün kaynakları verebilirler. Buna Kuzey Irak da dahil. Ya da Ortadoğu'da Türk, Kürt, Arap, Fars halklarıyla emekçileriyle bir bütünleşmeyi önlerine hedef olarak koyabilirler. Böylelikle bu bölgede neo-liberal küreselleşmenin, piyasa sömürgeciliğinin arzu ettiği tarzda bir atomize olmayı, parçalarına ayırmayı önlerler. Bu kendilerine hem bağımsızlıkları anlamında alan açar, hem de bu noktada “kendi kaderlerini tayin hakkı”nın hiç bir itiraz görmeksizin bu halklar tarafından kabulünü sağlayabilir.

Bu hakkın kabul edilmesi, mutlak olarak ayrılma övgüsünün kabul edilmesi, ayrılmanın bir değer olarak kabul edilmesi anlamına gelmez. Kim açısından gelmez? Diğer halklardaki devrimciler açısından gelmez. Arap, Türk ve diğer devrimciler açısından önemli olan bu hakkın kabul edilmesiyle birlikte, eğer bu hak mutlak bir ayrılma politikasına dönüşecekse, bu dönüşüm neo-liberal piyasa sömürgeciliğinin buraya çok daha keskin cephe hatlarıyla oturmasını getirecekse, buna karşı çıkmayı zorunlu kılar. Ancak bu noktadan itibaren yeni bir programın esasları oluşturulabilir. Yani çıkış noktası budur. Yoksa Wilsonyen tarzda bir “kendi kaderini tayin hakkı”nın mutlak surette neo-liberal etnik parselasyonu bu bölgedeki bütün halkları zayıflatacak, onların devrimci iradelerini köreltecek, bütün umutlarını ortadan kaldıracak tarzda oluşturulması, en başta Kürtlere zarar verir. Ki TÜSİAD'ın öne sürdüğü anayasal formülasyonlar böyle bir öneriyi içeriyor.

Temsilin Lübnanlaşması

Bireyin özerkliğinden bahsediyorlar. O birey kim? Tabi ki ulus ötesi şirketler. En önemli bireyler o şirketlerdir. Çünkü “hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, küresel şirketlerin üstünlüğü anlaşılmalıdır. Küresel şirket ise, çağımızda bireyin ta kendisidir. Birey denildiği zaman insan anlaşılıyor, fakat bu yanlıştır. Buraya önerilen “demos”suz bir demokrasidir. Daha doğrusu kölelerin neden, niçin ve nasıl itaat ettiklerini bilmeden, o itaati içermeleridir. Kölesiz demokrasi olmaz. Demokrasinin özü kölelik ve köleciliktir. Ücretli kölecilik düzeni, özü itibariyle bir pluto demokrasi, yani plutokrasi yaratmıştır. Böyle bakıldığında, demokrasi talebiyle, kölelik talebi arasında hiç bir fark yoktur. Köleliği aşan talepler, ancak çok sorunlu ve güçlü bir kollektivist anlayışıyla mümkündür. Kollektivite, bu bölgede yaşayan halklar açısından ayrılarak çürüme anlamına gelmez tabi ki.

TÜSİAD Lübnanlaşmayı öneriyor. Nedir Lübnanlaşma? Lübnanlaşma; tüm halkın etnik, dini ve mezhepsel temellerde ayrışmasıdır. Kim oldukları değil, ne oldukları üzerinden bir politika olmayan politik temsil alanlarına bölünmesi sistematize edilmek isteniyor. Sadece Türkiye açısından değil, bütün ülkeler açısından Lübnanlaşma, yani sonsuz bir cemaatleşme olgusunun planını yürütüyorlar. Dini, etnik, cinsel bölünme gibi teorilerle suni çelişkiler üretiyorlar. Peki bu bölünme kimin işine yarayacak? Bunun üzerinde elbette durulmuyor.

4 . BÖLÜM

İNSAFIN İNFAZI

http://www.halksahnesi.org/guncel/anayasal_kusatma/insaf.htm


İnsanlık tarihi boyunca yaptırımı olan yasalar dışında, merhamete, vicdana veya mantığa dayanan adalet duygusundan temellenen bir hukuk anlayışı da şekillenmiştir. Bu hukuk anlayışını insanlık "insaf" diye tanımlamıştır. Kimi zaman insanlık "insaf" diyerek zorbalığa ve sömürüye karşı ayaklanmış, kimi zaman da "insaf" diyerek kendini durdurmasını bilmiştir. Peki insanoğlu "insaf"a nasıl yabancılaşmaya başlamıştır? Mesela Engels, Adam Smith'i ekonomi politiğin Luther'i olarak tanımlamıştı. Dini ve imanı dünyanın özü olarak gören Luther gibi, Adam Smith'de tam rekabeti insan ve doğanın özü olarak görmüştü. Sonuçta ikisi de kilise kökenliydi. İkisi de "dindar" burjuvazinin tarih sahnesine çıkışına hizmet ettiler. Toplumların ekonomi politiğe dayalı dönemeçlerinde, ahlakı da bu yapısal değişikliklerle yeniden şekillendirilir. Halkların bu değişimlere ikna edilmesi, her zaman metafizik referansları içermiştir. TÜSİAD'ın yeni anayasa tartışmalarında "dindar" sermayeye işaret eden yaklaşımları da gözümüzden kaçmamıştır. Söyleşimizin 4. bölümünde Suat Parlar ile bu konuyu değerlendirdik. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Suç İçin İyi Olan Kapitalizm İçin de İyidir

Türkiye'de tekelci çeteler konfederasyonu savaş ilân etmiş durumdadır. Bu savaş “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak da değerlendirilebilir. Yumuşak Pinoşeciliğin topluma dayatılması plânının, anayasal çerçeveye büründürülmüş tartışmalarını, formülasyonlarını, savaşın bir biçimi olarak yürütüyorlar. Bunun bir “hukuk” güvencesi çerçevesinde neo-liberal düzenin yerleşmişliğini, engellerden arındırılmışlığını, bu temelde devlette gerçekleşen dönüşümün iyice pekişmesini garanti altına alacağı neredeyse kesindir. Bu kesinlik, adına “seçim” denilen, “seçme düzeni”nden kaynaklanıyor aynı zamanda. Çünkü tekelci düzenlerde “seçim” olmaz, “seçme” olur. İnsanlar “seçim” yapmazlar, sadece önlerine konulan seçilmiş olanları onaylarlar. Bu bir onay mekanizmasıdır. Bu onay mekanizmasının meşruiyetine dayanılarak, halk, daha doğrusu emekçiler kendilerini ezecek olan mekanizmaların meşruiyetini rızalarıyla onaylamış olurlar. Son derece hain ve entrikacı bir düzenektir bu. Bu düzeneğin adına da “demokrasi” denilir.

Aslında çağımızda neo-liberal devletin işleyişinin odağında “karşı ayaklanma doktrini”ne (*) göre şekillendirilmiş bir kurumlar, kurallar, ideolojiler bileşkesi yatar. “Karşı ayaklanma doktrini”, “küresel isyancı” kodlamasıyla; hakları için mücadele eden emekçilerden, öğrencilere, grev yapan işçiden, devrimi hedefleyen kesimlere, örgütlenmiş bir sosyalizm mücadelesini etkin bir biçimde verenlerden, toplumsal kurtuluş programıyla emperyalizmden kopuşu kabul eden ulusal kurtuluşçulara kadar, sömürüyü reddeden bütün kesimleri hedefler. “Karşı ayaklanma doktrini” olmadan, “milli güvenlik ideolojisi” ve onun devletini içeren düzenlerin işletilmesi, yerleştirilmesi, kurumlaştırılması mümkün olamaz.

Özellikle, Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda, kapitalizmin genel şiddeti, mafyatik birikim tarzı, militarizmi, kirli savaşlarda taraf olması, Türkiye'deki iç savaşlarda devrimcilere karşı en kriminal mücadeleleri veren unsurların işverenler arasından çıkması kaçınılmazdır. Çünkü ister istemez kapitalist düzen açısından bir meşruiyet krizi sürekli olacaktır. Bu meşruiyet krizinin giderilme koşulu, ara dönemler dışında “sermayeleşmiş zor”un açık hale gelmesidir. “Sermayeleşmiş zor”, kendisini ağırlıklı olarak iç savaş süreçleriyle, tecritlerle, cezaevlerine yönelik terör kampanyalarıyla ortaya koyar.

Ahlâksız Kapitalizmin Ahlâkı

TÜSİAD bu statükonun ebedileştirilmesi adına formülasyonlar geliştiriyor. Birey odaklı, hiç bir ayrıcalığa yer vermeyen anayasadan söz ediyor. Ki birey ideolojisi neo-liberalizmin köşe taşıdır. “Birey” denildiği zaman akla elbette ki, küresel şirket ve onun çıkarları gelmelidir.

Tüm vatandaşların farklılıklarından bahseden bir anayasa önerisinde bulunuluyor. Eskiden yalan da olsa “fırsat eşitliği”nden söz edilirdi. Artık “fırsat eşitliği”nden de söz edilmiyor. Artık farklılıklardan söz ediliyor. Farklılıklar nasıl bir fırsatı içeriyor? Buna verilecek cevap nettir; fırsatlar değil, koşullar eşit olmalıdır. Eşitsizlik ve mülkiyetle bütünleşmiş düzen mekanizmaları varlığını sürdürdükçe, koşullarda eşitlik elbette ki mümkün olmayacaktır. Eşitlik olmadan özgürlük, bir vahşetin, bir cinayet ekonomisinin adı olur. Eşitsizlik ve mülkiyetin sürekli savaş üretmesi doğaldır. Bu durum konjonktürel değil, yapısaldır.

Dolayısıyla sermaye düzeninden barış, hoşgörü, ahlâk beklemek yerinde değildir. Kapitalizm gayri ahlâkidir. Ne ahlâklıdır, ne ahlâksızdır. Oysa neyin iyi, neyin kötü olduğuna dair politik kararlar alma süreci olarak “etik” dediğimiz evrensel olgu -ki bu anlamda ahlâktan da yer yer farklıdır- kapitalizmin hiç bir temel ideolojik ölçütüyle, varoluş biçimiyle uyuşmaz. Ama bu etik eşitliğe dayalı özgürlükçü bir etik ise tabi. Yoksa burjuvazi de bir “etik” iddiasında bulunuyor.

İnsafın İnfazı

Dünya ölçeğindeki her kriz döneminde yeni amentülerle bezenmiş bir takım yeni dinler ortaya çıkıyor. Çağımızda geçerli olan nedir? “Serbest piyasa” adı altında, piyasa sömürgeciliğini dayatan pazar tek tanrıcılığıdır. Böyle değerlendirildiğinde artık dünyanın hiç bir yerinde müminliğin, kapitalizmin karşısında bir değer ifade etmesi mümkün değildir. Çünkü, dünyanın bütün dinlerinde inananlar, insanların adalet ve eşitlik taleplerinin yüceltilmesi üzerinden inançlarını kurarlar. Bu inanç kurma olanağı artık müminlerin elinden çekilip alınmıştır. Bu bütün dinler için de böyledir.

Neo-liberalizm dinleri asimile etmiştir. Çağımızda neo-liberalizm din asimilasyonu üzerine dayanır. Bu sadece Türkiye için de geçerli değildir. Dünyanın pek çok yerinde neo-liberal vicdansızlığın, küresel ölçütleriyle bütünleşmiş bir yeni dindarlık dalgasıyla karşı karşıyayız. Yeni dindarlık dalgası vicdanı, toplumsal adaleti, eşitlik inancını, kardeşliği reddetme temelleri üzerine dayalıdır. Burada aslolan bireyin kendi özerkliği kodlamasıyla bir takım dinî ayin biçimlerinin, sözde özgürlük simgelerinin, o dinin mümini olmak açısından piyasalaşmasıdır. Yani bir göstergeye dönüşmesidir. Dindarlığın kendine özgü göstergelerini yaratan neo-liberal piyasa sömürgeciliği, o göstergelerin pazarlanmasından hem yeni modalar türetmektedir, hem de bu modalar üzerinden postmodern dindarlık üretmektedir.

Büyük öykülere, büyük birikimlere, büyük tarihsel anlatılara, büyük adalet arayışlarına dayanan dinlerin yerini parçalanmış, soyut “özgürlük” söylemleri almıştır. Kapitalist yabancılaşmanın kendisine dayattığı koşulları kabullenen, dünyayı değiştirme konusunda hiç bir iddia taşımayan, adaletli bir dünya arzusundan bile vazgeçen, kapitalizme zincirlenmiş yeni bir dindarlık türünü ortaya çıkarmışlardır. Bu dindarlık türü, özellikle, çağımızda küreselleşmenin ideolojisi olan neo-liberalizm ile barışıktır.

Neo – Liberal İlahiyat

Bu ölçütlerle neo-liberal ilahiyattan söz edebilmek artık mümkün hale gelmiştir. Bu ilahiyat, özellikle, Türkiye'de ağırlığını hissettirmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında ABD'nin kendi suretinden bir dünya yaratma planında başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü ABD'nde kapitalist vahşeti olumlayan, onaylayan din kalıpları, bir cemaatçilik bütünleşmesi içerisinde Amerikan kapitalizminin meşruiyetinin dayanağı haline gelmiştir. ABD dünyanın en “dinci” topluluğudur. Neo-liberal kapitalizme uyum konusunda, belki de, dünyada en neo-liberal, kapitalist yobazlığı benimseyen ikinci toplum, Türkiye toplumudur. Amerikan imgesinden yaratılmış Türkiye cemaatçiliği, açıkçası, Türkiye'de İslamiyetin yerini almıştır. Çünkü din cemaatçiliği özünde barındırmaz. Cemaatçilik, ancak, Evanjelik kodlara bağlı ve Evanjelik kodlarla Yahudiliğin uyumu üzerinden gerçekleştirilecek bir olgudur. Cemaatçilik İslâmın özüne aykırıdır. Cemaatçiliği bir sosyolojik olgu olarak ve neredeyse enetelektüel zorbalıkla dayatan kesimler, bu anlamda neo-liberalizmin entelektüel tetikçiliğini yapmaktadırlar. Bu tetikçiliği yapanlar karşılığını da bulmaktadırlar.

Dinin büyük metafizikleri, büyük tahayyülleri, büyük açılımları, indirgemeci bir tarzda insanları sadece basit örtünme kodları üzerinden parçalayan yeni bir tür ayrıştırma potasına dönüşmüştür. Bir birleştirme potası değil, ayrıştırma potasıdır. Oysa ki, İslamiyet söze “ey insanlar” diye başlar, “ey cemaatler” diye başlamaz. Bu tarz bölünmüşlükleri ve parçalanmışlıkları kabul etmez. Bu elverişlilik, ekonomik rasyonaliteye bağlanmış bu “yeni dindarlık” biçiminin neo-liberal devlette kadrolarını bulması ve hatta “dindar cumhurbaşkanı” adı altında Özal üzerinden ekonomik rasyonaliteye, serbest piyasaya adanmış bir yeni tür dindarlığın İslâmi biçimler içinde kendisini sunmasıdır. Bu politika gücünü “Türk-İslam sentezi” adı altında 12 Eylül şiddetinden beslenen kaynaklardan almıştır. Türkiye'de İslâmiyeti içinden çıkılmaz sorunlarla yüzyüze getiren bu politikalardır.

İslâmiyet vicdanları yücelten, insan onurunun paylaşımını sağlayan bir metafizik olmaktan çıkmış, pazar tek tanrıcılığının ilahiyatına dönüştürülerek, neo-liberal tezlere kurban edilmiştir. TÜSİAD'ın, cemaatleri kendine ideolojik payanda olarak görmesi ve anayasa önerisinde cemaat vurgusunu ön plâna çıkarması, bireyi cemaatlerle özdeş görmesi, aslında, son derece doğaldır. Önce Türk-İslâm sentezini ortaya attılar. Ki bu Türk-İslam sentezinin Türk kanadı, Aşkenaz Yahudilikten kaynaklanan bir Türkçülükten beslenmişti. İslam kanadındaki sorunları da neo-liberalizmle ehlileştirerek yeni bir sentez gerçekleştirdiler.

Homo İslamicusun İhtişam ve Sefaleti

Buradaki itiraz son dönemde ağırlıklı olarak Seferad Yahudilerinden geldi. Çünkü Seferad Yahudilik çok fırsatçı bir yaklaşımla sadece İsrail'in yaşatılması değil, aynı zamanda Yahudi finans kapitalinin Türkiye üzerindeki görünür ve görünmez bağlarının garantisini sağlamak adına, İslâmiyet çerçevesinde hareket eden, ama neo-liberal amentü'ye yeminli bir takım burjuva grupların gücünü görerek bir sentez arayışına girmiştir. Bu noktayı gören Seferad Yahudiliğin pirlerinden bir tanesi -ki kendisi Sorosçulukla ünlenmiştir-, yeni bir sentez önermiştir. Ne yapmıştır? Sermayeye MÜSİAD'ı işaret etmiştir. Aslında ilân ettiği; “Türkiye'de artık din Soros'un, Popper'in istediği kıvama gelmiştir” demenin bir başka yoludur. “Kapitalist anlamda özgürlükçülük, burjuvazinin ahlâk ve özgürlük tanımazlığının garantisidir” demeye getirmiştir. Diğer işadamlarına “siz geride kaldınız, statükocusunuz, bakın burada neler var” dercesine bir mücadele bayrağı açmıştır. TÜSİAD'ın önerdiği, fakat sonradan arkasında durmayıp geri çekildiği anayasanın ne kadar değerli olduğunu ve nasıl, hangi koşullarda, hangi egemenlik statülerini dondurmak için, bunu bir ilahi düzene dönüştürmek için yapıldığını da kanıtlamış oldu bir bakıma. Çünkü bu anayasal metin adına TÜSİAD ile kavgayı göze almıştır. Bu durum dönemsel bir tartışmanın parçası değildir. Bu durum tamamı ile yapısaldır.

İslâmi kalıplar içerisinde kendini sunan sermaye grupları, dindar bir burjuvaziyi temsil edemezler. Çünkü burjuvazi dindar olamaz. Dindarlık burjuvazinin özünde yoktur. Bunlar asimile edilmiş, kapitalizmle uyumlu hale getirilmiş, emek-sermaye çelişkilerini, dayanışma ağları, cemaat ağları içerisinde eritecek toplumsal bir değişimi hedeflemektedirler. İşçi sınıfının özerk ve politik-ekonomik güç olarak örgütlenmesini bu dindaşlık anlayışı ile engelleyecek, işçi sınıfının sermayeye yeni bir biat kültürüyle eklemlenmesini beraberinde getirecek yeni bir yapılanma arayışı içerisindedirler. Bu durum sol-liberaller tarafından da hararetle desteklenmektedir.

Eğer sözü edilen tarzda bir demokrasi var ise, cemaatçilik, etnik temelde ayrıştırma ve piyasacılık bu demokrasiyle çatışma halinde olacaktır. Kapitalizm, demokrasi ve özgürlüğün düşmanıdır. Bunların bir arada olabilmesi mümkün değildir. Demokrasiye sınıflar üstü bir bağlamda yaklaşmamanın da, aslında ne kadar zorunlu olduğunu gösteriyor. Demokrasi; sınıflarüstü, sistemler üstü bir ideal, bir metafizik değildir.

12 Eylül Anayasası’nda Akademik CIA Parmağı

TÜSİAD bu alanda düşünen ve üreten zihinlerin çalışmalarına bağlıyor süreci. Üreten ve yaratan zihinler 12 Eylül öncesinde de vardı. 12 Eylül öncesinde Tercüman Gazetesi Nisan ayında bir anayasa paneli düzenlemişti. Onun yanı sıra Yeni Forum Gazetesi'nin bir anayasa çalışması vardı. Yeni Forum Gazetesi ve Tercüman Gazetesi'nin anayasa çalışmalarının pek çok unusuru, 12 Eylül Anayasası’na girdi. 11 Eylül 1980 günü de, TÜSİAD Türkiye ekonomisi ile ilgili çok önemli bir rapor yayınladı. Ki bu rapor gözlerden kaçmıştır. Bunların hepsi bir araya toplandığı zaman 12 Eylül Anayasası’nın, daha 12 Eylül Darbesi gerçekleştirilmeden çok önce hazırlandığı anlaşılmaktadır. Bu hazırlıkla birlikte televizyonlara çıkarak “CIA'dan para aldığı”nı itiraf eden ve bunu doğal bulduğunu söyleyen bir profesörün, sözkonusu anayasa hazırlıklarında görev aldığını biliyoruz. Ki o yapının CIA Türkiye masası şefi Paul Henze ile de bağlantıları düşünüldüğünde, CIA Türkiye'de daha önce de bir anayasa yapmıştır.

Şimdi de CIA'nın 3. sınıf teknisyeni olan, 1. sınıf spekülatör, 1. sınıf “açık toplum”cu ve 1. sınıf neo-liberal küreselleşme ideoloğu Soros'un, Türkiye'de “milli” hizmetler de bulunduğunu görüyoruz. “Milli” hizmet kavramını ortaya atan doğrudan doğruya TÜSİAD üyesi bir iş adamıdır. “Milli hizmetlerde bulunmuştur” diyor. Bunu çok bilinçli ve farkında olarak söylüyor. Soros, artık Türkiye'de “milli” ve “yerli” bir olgudur. Yabancı bir olgu değildir. Tıpkı Amerika'nın, Türkiye'de “yerli” bir olgu olarak varlığını kanıtlaması gibi. Dolayısıyla, yıllara yayılan “açık toplum” çalışmaları, fonlanmaları, entelektüel birikimlerin buraya yansıması söz konusu olmuştur. Artık tekelci sermayeye bağlı olan “organik aydınlar” grubu, bir bütünlük arzetmektedirler. Bu “organik aydın” bütünlüğü çok farklı fikir çeşitliliği varmış gibi görünse de, temel noktalarda uyum içerisindedir. Sermayenin amentüsü'nde “demokrasi - insan hakları - serbest piyasa” da uyum içerisindedir. Yani, Pinoşe'nin yumuşak rejiminde uyum vardır.

Notlar

(*)

5. BÖLÜM

"DEĞİŞİM" BARBARLIĞI

http://www.halksahnesi.org/guncel/anayasal_kusatma/degisim.htm


Türkiye’nin son 30 yılına “değişim” kelimesi damgasını vurmuştur. “Değişim” kelimesinin insanlarda heyecan yarattığı bilinen bir gerçekliktir. İnsanlar bu “değişim” kelimesi ile daha “iyi” olacaklarına inanırlar. “Özelleştirmeler, serbest piyasa, sivilleşme, devlet baskısından kurtulmak” gibi söylemlerle, halkı belli aralıklarla bu yenilenme (arınma) psikolojisi içine sokarlar. Kademeli yürüyen bu “değişim” sürecinde, halkın nisbi de olsa elindeki sermayesi “kamusal alan” burjuvazinin işgaline açılmıştır. Bu topyekün emekçilere bir saldırı olmuştur. Emekçiler “değişim” stratejisi ile yürütülen kirli bir savaşın tarafı bile olamadan, “kolektif sermayesi”nden arındırılmıştır. İşgalci Burjuvazi şimdi de “anayasada değişemeyecek hiç bir madde yoktur” diyerek, cumhuriyetin kuruluşunda “uğrunda öleceksiniz” diye emekçilerin önüne koydukları “kutsal”ları da işaret etmiştir. Artık herkesin görmesi gereken bir gerçeklik ortaya çıkmış oldu. O da: anayasalarda her madde değişir ama, değişmeyecek tek bir madde vardır; ”Egemenlik kayıtsız, şartsız egemenlerindir”. Suat Parlar ile 5. bölümde değişmeyen değişimleri konuştuk. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Sömürünün “Kutsal”laşması

TÜSİAD, dinî, etnik ve ideolojik açıdan yansız bir anayasadan söz ediyor. Bu durum kutsal statüko anlamına geliyor. Şu andaki kapitalist statükonun mülkiyet rejimiyle, tekelci piramidiyle, tüm sömürü mekanizmalarıyla, adaletsizliğiyle kutsal kabul edilmesi anlamına geliyor. TÜSİAD kutsal bir anayasa öneriyor. Tıpkı 12 Eylül anayasasının kutsallığı gibi. Bu kutsal öneriyi getirirken de, daha önceki anayasada kutsal kabul edilen 3 maddenin değiştirilebilirliğinden de söz ediyor. O maddeler zaten fiilen yürürlükten kalkmıştır. Başkent, “milli mücadele”nin başkenti ise eğer, daha 1920'li yıllarda orası milli mücadelenin başkenti olmaktan çıkmıştır zaten. Finans spekülatörlerinin, müteahhitlerin, Yakup Kadri'nin “Ankara” romanında anlattığı, Falih Rıfkı'nın “Çankaya”da anlattıklarının başkenti haline gelmiştir. Orası uzun zamandır “milli mücadele”nin simgesi olma anlamında başkent değildi.

Bir devletin topraklarıyla, milletiyle bölünmez bütünlüğe sahip olabilmesi, ancak, o ülkede farklı ulus stratejilerinin ekonomik, politik anlamda izlenmemesiyle mümkündür. Neo-liberalizmin “iki ulus stratejisi” düşünüldüğünde, Türkiye zaten tekelci sermayenin devleti tarafından bölünmüştür. Bu noktada “düşük yoğunluklu” adıyla formüle edilen bir çatışma gündeme gelmiştir. Bu çatışma çerçevesinde de, vatandaşlık bir işlemsel kategori ve birim olmaktan çıkartılmıştır. Türkiye'de zaten vatandaşlığın molekülü çatlatılmıştır.

Liberal Enternasyonalin Neo-Devşirmeleri

Bu söz konusu olan savaş bir etnik topluluğa karşı verilmemiştir. Tüm Türkiye emekçilerine karşı verilmiştir. Çünkü bu Türkiye'de belli bir birikim rejiminin ve stratejisinin yerleştirilmesi için zorunlu olan bir savaştır. Bu Türkiye'de sermayenin genişlemesinin, büyümesinin garantisi olan bir savaştır. Tıpkı Dersim'de, Şeyh Said olayında olduğu gibi, kapitalizmin ideolojik, politik, hukukî, ekonomik genişlemesinin zorunlu kıldığı süreçlerle bağlantılıdır. Bu anlamdaki kapitalist modernleşme elbette ki yoğun bir şiddet içerecek, elbette ki yok etme, katliam, inkâr süreçleriyle içiçe gelişecektir. “Yeni dünya düzeni”nin yeniliği bu kadardır. “Yeni dünya düzeni”, şiddet anlamında, elbette ki eskisinin devamıdır. Bu anlamda, tek bir etnik topluluğa karşı verilen bir savaş değildir söz konusu olan. Ortadoğu dengesizliğinin sürekli kılınması ve bu dengesizliğin bir kriz biçiminde yönetilebilmesi için zorunlu olan jeo-politik, askerî, stratejik, hukukî, en önemlisi de ekonomik gelişmelerle ve bunların kurumlaşmasıyla bağlantılıdır.

“Kutsal” denilen değerler, Türkiye'de sözü edilen küresel kapitalist güçlerle bütünleşmiş olan tekelci yapının çıkarlarıyla uyumlu davranan silahlı bürokrasi ve onun yan unsurları tarafından ortadan kaldırılmıştır. Etnik temelde yapılmamıştır. Türkiye'de “Türk” denilenlerin devleti hiç bir zaman olmamıştır. Türkiye'de devlet, “devşirmelik” kurumlaşmasıyla kendine kapı arayanlar topluluğunun idaresinde olmuştur. Yurtbilmezler ve yurtsevmezler, herhangi bir toprak bağlılığı, komşuluk bağlılığı, ruhsal bağlılık içerisinde olmamışlardır. Bir kapıya bağlanmışlardır. Şu anda bağlandıkları kapı da, küreselleşmenin yeni kapısı ve yeni düzenidir. “Küresel kapitalizm” adına bu ülkede en kanlı cinayetleri işleyebilmişlerdir. Bunu yaparken de, kendilerine etnik bir çerçeveyi ideolojik maske olarak kullanmışlardır.

Küresel kapitalizmin yeni yerleşme sürecinde, Türkiye'de korkunç ölçeklerde uygulanan şiddet, aslında, ulusal temellendirmeye dayalı bir devlet üzerinden yapılmamıştır. Çünkü Türk ulusunun kendi etnik dinamiklerine dayanarak uluslaşmasına hiç bir zaman müsaade edilmemiştir. Sadece, Türkiye'deki kapitalizmin yerleştirilme süreçlerinde ideolojik bir meşrulaşma aracı olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla burada Kürtlerin veya bu bölgedeki diğer halkların Türklere düşman olması için herhangi bir gerekçe bulunmamaktadır. Çünkü bu mekanizmalardan bakıldığında, ezilenler bütün bölgenin, bütün Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin emekçileridir. Devletin değişmez ilkeleri olarak formüle edilenler, bizzat bunu formüle edenler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu yurtbilmezlik, işgalci burjuvazinin çıkarları adına hareket eden ve bunlarla organik bir bütünlük içinde, bunların yönetim kurumlarında yer alan silahlı bürokrasinin amentüsü'nü oluşturmuştur. Silah sektörüne akan kaynaklar, finans oligarşisinin semirmesi, devletin aşırı borçluluğu, kamu kaynaklarının yağmalanması süreçlerinde devlet içerisindeki paralel yapılanmaların, paralel Dünya Bankası devletinin tavsiyelerine kulak verilmesi aşikardır. Bunun da üstelik muhafazakârlık, sağcılık, Türk milliyetçiliği adına yapılması, bu değişmezliğin hiç bir anlamının olmadığının göstergesidir.

Tüketmenin Tükenmişliği ve Dilin sömürgeleşmesi

Bir diğer konu da, resmi dil ve anadil meselesi. Türkiye'de misyoner okullarının sürekliliği, 1920'lerden itibaren Osmanlı’da olduğu gibi başka kılıflarda devam ettiği andan itibaren resmi dil maddesi bitmiştir. Bir başka dilde, yani İngilizce ya da Fransızca eğitim verildiği noktada, zaten Türkiye'de bizzat devlet eliyle resmi dil ilga edilmiş demektir. Kaldı ki, İngilizce eğitim veren okulların Türkiye'nin gerçeği haline gelmesi bir yana, üniversiteleri kurulmuştur. Hiç kimse de itiraz etmemiştir. Hangimiz, artık Türkiye'de resmi dil olgusundan söz edebilir? Yasalarının pek çoğunun tercüme olduğunu söylediğimiz bir ulus-devlet yapılanmasından söz ediyoruz. Küresel bir dil olarak İngilizce'nin bütün haşmetiyle genelkurmay başkanlarından, cumhurbaşkanlarına kadar, Türkiye'de neredeyse iş bulmanın, eğitimli bir insan olarak kabul edilmenin, devlet kurumlarına girebilmenin, emniyet ya da ordu içinde yükselebilmenin temeli olduğu bir düzende resmi dilin değişmez prensipler arasında yer aldığını söylemek, insanların zekâsıyla alay etmektir. Değişmez denilen tüm maddeler, Türkiye'de küresel kapitalizmin temel silahı haline gelen, ulus-devlet yapılanması içerisinde ve başta da silahlı bürokrasinin tepe noktaları olmak üzere, diğer kamusal yapılar tarafından ilga edilmiştir. Bu ilga edilme süreci de büyük bir sınıfsal çıkar bilincinin paylaşılmasıdır.

Dışarıdan 40 bin İngilizce öğretmeni ithal ederek eğitimin tümüyle bir zihin sömürgeciliğine teslim edilmesi de ne kadar mesafe alınıldığını göstermiştir. İngilizce üzerinden bir zihin sömürgeciliği, yaşam biçimlerine de şu anda sızmış vaziyettedir. Bayağılaştırılmış Amerikan yaşam tarzı, Türkiye'yi kemirmektedir. Özellikle orta yaş ve yaşlı kuşağın Amerikan yaşam tarzına diziler üzerinden, yeni dil kalıpları üzerinden teslim olması, “muhafazakâr” ve “gelenekçi” denilen toplumun hiç de “muhafazakâr” ve “gelenekçi” olmadığının, uzun zamandır Amerikanlaştığının göstergesidir. Ne yazık ki, Türkiye'de Amerikan imgesinden bir orta kuşak ve yaşlı kuşak yetişmiştir. 40 Bin İngilizce öğretmeninin Türkiye'ye gelecek olması bir kaç küçük cılız ses dışında reddedilmemiştir. Hattâ kabul görmüş bir düşüncedir. Bütün bunlar Türkiye'de zihin sömürgeciliğinin mesafesini göstermektedir. Böyle bir ülkede başkentten, resmi dilin egemenliğinden nasıl söz edilecek? Kaldı ki, bir ülkede dil ancak ve ancak kendi toplumsal, geleneksel, tarihsel içerikleriyle bir bütünlük arz ederse ve bir birikime dayanırsa anlam ifade eder. Türkiye'de dilin toplumsal diyalektiği çözülmüştür. Türkiye'de serbest piyasa ve alış-veriş dilinin ilkelliği dışında bir dil kalmamıştır. Türkçe İngilizleşmiştir. Kürtçe de muhtemelen bu akıbete uğrayacaktır. Hattâ uğramaktadır.

Sosyal Sahtekarlığın Devletleşmesi

Yeni anayasanın temel hükümlerinde bir sosyal devletin olmaması öneriliyor. Bu durum ideoloji bakımından tarafsızlığın bir göstergesi sayılıyor. İdeoloji bakımından anayasa tarafsız olsun demek, hiç bir sosyal kurumlaşma ilkesi, bir sosyal devlet ilkesi yer almasın demektir.

Ekonomik ve sosyal haklar kategorik olarak “yeni anayasa”da asla düzenlenmiyor. Zengin yabancılara koruma getiriliyor. Kültürel haklar anlamında bir antropolojik sınıflandırmaya gidiliyor ve insanlar kimlik kovuklarına mahkum ediliyor. Burjuva özgürlükçülüğü bu anayasanın temeli olarak sunuluyor. Kent-devletine dönüşün temel kurumlaşmaları, ulusüstü kuruluşlara üyeliğin, neredeyse “yeni anayasa”nın mutlak ve dokunulmaz hükümleri haline

getirilmesiyle iyice netleşiyor. Sermaye enternasyonali henüz dünyada çok yerleşik hale gelmeyen, bir dönem tartışılan ve geri çekilen MAI, MIGA (*) gibi hukuk kaynakları, ilkeler, kurallar, aslında nereye ait olduğu çok net olan egemenlik yetkisinin tümüyle ulusüstü sermayeye devredilmesini güvence altına alıyor. “Hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, ulusüstü yapılanmaların kurallarına göndermeler yapılıyor. Aslında bu anayasa, Dünya Ticaret Örgütü'nden, MAI ve MIGA'ya kadar geniş bir yelpazede yer alan ulusüstü kurum ve kuralların işleyişlerini, hayata geçirilmelerini güvence altına alırken, birey üzerinden (yani şirket üzerinden) dokunulmazlığı “hukukun üstünlüğü” kavramıyla bunlara aktarıyor.

Sermaye vesayeti yeni anayasa önerisinin en temel öğelerinden birisidir. Tek vesayet vardır; o da sermaye vesayetidir. Sermaye vesayeti, anayasaya içeriliyor.

Tekelci “Nefret” Anayasası

Anayasa önerisinde, şiddeti savunmanın yasak olduğu söyleniyor. Bu yasaklama, devrim yasağı, sosyalizm yasağı anlamına geliyor. Şiddet tarifinin burjuvazi tarafından içinin hangi keyfiyetle doldurulacağı belirsizdir. “Olağanüstü hal” kurumlaştırılıp, sürekli hale getirilecektir. “Siyasi partilerin şiddeti teşvik etmemesi” düzenlemesinin, anayasa önerisinde yer alması, aslında, işçi sınıfını veya sosyalizmi savunan partilerin örtülü olarak yasaklandığı anlamına gelir. Aynı zamanda somut bir devrim yasağının, anayasanın “karşı ayaklanma doktrini”ne bağlı olan özünü göstermesi bakımından son derece önemlidir. “Nefret” söyleminin reddi, sınıflar mücadelesinin reddinden başka bir anlam taşımamaktadır. Burada söz konusu edilen “nefret”, kapitalist sistemi daha görünür hale getiren efendilere karşı olan “nefret”i de içermektedir. Yani kölelerden, efendilerinden “nefret” etmemesi istenmektedir. Tabi bu bir takım kılıflar içerisinde gündeme getiriliyor. En önemlisi de “nefret” söylemi üzerinden, Türkiye'de anti-siyonizm yasaklanmak isteniyor. Yani anti-siyonizm, anti-semitizmmiş gibi gösterilmek isteniyor.

Yerel Nesebsizlerin “Barış Kalpazanlığı”

Bölge parlamentoları ve bölge meclisleri yapılanması, aslında, o yerelliklerde, merkezi-tekelci yapılarla iş bitiren alt kompradorların çok büyük bir gücü eline geçirmesi anlamına gelir. Buradaki “yetki devri” giderek bir “egemenlik devri”ne dönüşmektedir. Çünkü Türkiye'de sınıf iktidarı, neredeyse anayasa üzerinden net bir sınıf egemenliğine dönüşmüş oluyor. Türkiye'de “düşük yoğunluklu” bir iç savaş, tüm topluma karşı genel kapitalist şiddetle yürütülürken, BM şartındaki “savaş” terimi yerine “kuvvet kullanma” deyiminin, anayasa önerisinde seçilmesi ve bunun meşru görülmesi “barış kalpazanlığı”ndan başka hiç bir anlama gelmemektedir. Türkiye militarizm üreten bir sisteme sahiptir. Bu mantıkla “barış” elbette mümkün değildir.

Kamusal Hesabın Uluslararası Patronları

Kamu yönetiminin “iyi yönetişim” ilkesi “hesap verilebilirlik”tir. Hesap kime verilecek? Dünya Bankası, Wall Street bankerleri veya IMF'ye mi? Bu “iyi yönetişim”, “hesap verilebilirlik”, emekçi halka şeffaflık sağlayacak anlamına gelmemektedir. Doğrudan doğruya ulusüstü sermaye karşısında şeffaflık ve onlara “hesap verilebilirlik” anlamına gelmektedir. Sermayenin işleyiş altyapısının düzenlenmesi için, bazı kamusal hizmetlerin devlet tarafından görülmesi garanti altına alınıyor. Devlet, bu sermayenin problemsiz işlemesi için gerekli altyapı önlemlerini ve insan yaşamının temel bir takım ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü hâle getiriliyor. Tabi ki, sermayeye hiç bir vergi yükü ya da maliyet yansıtılmıyor.

Notlar

(*) 80'lerden itibaren uluslararası tekeller emperyalist devletleri de arkalarına alarak ekonomik, sosyal, politik alanda her türlü düzenleyici devlet müdahalesinden kurtulmak için büyük bir savaş başlattılar. IMF, Dünya Bankası, GATT, Uruguay Round, Dünya Ticaret Örgütü, ABD, Avrupa Birliği ve Japonya'nın destek ve inisiyatifiyle, malların ve sermayenin dolaşımının önündeki ulusal, uluslararası engeller ve kontroller kaldırıldı. MAI anlaşması bu sürecin zirvesidir. Uluslararası tekeller, MAI'nin tam olarak uygulanması ile etkinliklerini istedikleri doğrultuda sürdürmelerinin önündeki tüm siyasi, hukuki, top­lumsal ve kültürel engelleri ortadan kaldıracaklar. MAI küresel­leşmenin anayasası olarak, "bütün iktidar uluslararası şirketle­re" şiarının tezahürüdür. Uluslararası firmalara ekonomik, poli­tik, hukuki egemenliğin en temel parçaları aktarılırken; ulus- devletin payına siyasi kısıtlamalar, yeni yükümlülükler ve ulus­lararası firmaların derinleştireceği çelişkiler zemininde emekçi halkların, yoksuların yükselen mücadelelerini bastırmak düşü­yor. MAI, ekonomik gelişme, öncelikli bölgelere kalkınma des­teği, çevre koruması, kadın ve çocukların sosyal hakları, ulusal kültürün korunması alanlarında yabancı sermayeye uygulanan kısıtlamalara son veriyor. MAI, "devletin üzerindeki yasal sürgü"ye dönüşüyor. Devlet kilitleniyor. Uluslararası şirketlerin mülkiyet hakları MAI ile garanti altına alınırken; her türlü yatı­rımı, devlete ve etkinlikte bulundukları topluma karşı hiçbir so­rumluluk ve kısıtlamayla karşılaşmaksızın, ulusal hukukun en ufak bir sınırlamasına uğramaksınız kârını transfer etme ve ev sahibi ülkeyi terk etme hakkı veriyor. Ulus-devletler sosyal- ekonomik gerekçelerle yerli şirketlere işsizliği azaltmak, az ge­lişmiş bölgelere yatırım yaptırmak için teşvik uygulamaları ge­tirebilir, yerli-yabancı şirket ayrımı MAI ile ortadan kalkmış olmasına rağmen hiçbir ulusal performans ölçütü yabancı şir­ketlere uygulanamayacak. Ulusal malî politikanın bir gereği olarak konan vergiler ve vergi yasalarındaki değişiklikler ise uluslararası şirketler için "tırmanan mülksüzleştirme" olarak yo­rumlanıp tazminat konusu yapılabilecek. Anlaşmayı imzalayanülkenin ulusal para, döviz politikaları üzerinde kontrolleri kal­kıyor. MAI tümüyle bir anayasa hükmündedir. Devletler yasal yapılarını MAI'ye uyduracak biçimde değiştirmeyi ve gelecekte Çok Taraflı Yatırım Anlaşması'na karşı yasa çıkarmama zorunlu­luğunu kabul ediyorlar. Böylece uluslararası şirketler ve piya­sanın "serbest" işleyişinin önündeki tüm engeller kaldırılırken, bu sürecin ulus-devletlerin çıkarları lehine geri döndürülmesinin koşulları engelleniyor. MAI, devletlerin, kendi halklarının gelişme ihtiyaçları doğrultusunda ulusal kaynaklarını istedikle­ri gibi kullanmalarını önlüyor. Devletlerin iş yaratmasını, geri kalmış yörelerin, bazı kesimlerinin sosyal koşullarının düzel­tilmesi için kaynak ayırmasını imkânsızlaştırıyor. MAI'ye da­yanan uluslararası şirketlerin faaliyetleri sonucunda zarara uğ­rayan ülke vatandaşlarının haklarını aramaları engelleniyor. Uluslararası şirketler devletleri uluslararası mahkemelerin ka­rarlarına bağımlı hale getirebiliyor. Bir devletin uygulaması, bir uluslararası şirketin kârları ve geçmiş-gelecek yatırımlarının değeri üzerinde etki yaparsa, şirket bu devlete karşı tazminat davası açabiliyor. Ancak ne bir devletin ne de bir ülkenin yurt­taşlarının, bu anlaşma çerçevesinde uluslararası şirketlere dava açma yaptırım veya hak talep etme olanakları yok.

MAI, çocuk emeğini kullanan, kadınlara karşı haksız uygu­lamalar yapan, çevreyi tahrip eden ve ırk ayrımı temelinde faa­liyetlerde bulunan uluslararası şirketlere yaptırım uygulanma­sını zorlaştırıyor. Küreselleşmenin anayasası, demokrasi ve in­san haklarının kapitalist sistemle bir arada bulunmasının im­kânsızlığını kanıtlayan bir mezar taşı yazısıdır. Ortaya çıkan tablo, Roma Hukukunun mülkiyet ilişkilerini düzenleyen hü­kümlerinin bile gerisindedir. MAI'ye girilmeden önce anlaşma­ya taraf olan ülkede yapılmış olan tüm yabancı yatırımlar da, MAI ile birlikte belirlenen haklardan yararlanıyorlar. Makabline şamil tekeller "demokrasi"si böyle işliyor. Tüm 20. Yüzyıl boyunca tekellerin faaliyetlerini koruyan, kollayan yasa hü­kümleri katalogu serbest ticaret anlaşmalarıyla da pekiştirildi. Ancak MAI ile birlikte yatırımcılara "akit taraflar" denilerek OECD'nin "ulusal devletleri"yle uluslararası şirketler aynı ya­sal statüyü paylaşıyor. Bu dolaylı hükümranlık ev sahibi ülke­nin siyaseti ve mevzuatını uluslararası tekellerin nüfuz alanı haline getiriyor. Ulusal hükümetler halkına zarar verdiği gerek­çesiyle yabancı bir yatırımcıyı dava edemeyecek, onun aleyhine bir karar alamayacaktır. Yabancı bir yatırımın potansiyel geliri­ni azaltabilecek bir faaliyette bulunmanın bedeli ise ağırdır; ör­neğin sigaranın zararına ilişkin bir kampanya düzenlense, siga­ra tüketiminin azaltılması sonucunu doğuracağı için bizzat hü­kümet dava edilebilecektir. Yatırımcı, zararının tazminini ulu­sal değil uluslararası mahkemeden isteyecektir. Sovyetlerin çö­zülüşü, 3. Dünya halklarının siyasi, askerî, ideolojik açıdan geriletilmesi, emperyalist saldırganlıkla desteklenen uluslararası tekellerin önündeki engelleri 80'lerden itibaren kaldırdı. MAI, 21. yüzyılda sermayenin geldiği aşamada ekonomik ve siyasal yeni bir düzen oluşturma programının tezahürü oldu. Uluslara­rası şirketlerde cisimleşen dev tekelci sermaye grupları, politik ve ekonomik risklere karşı Dünya Ticaret Örgütü, GATT vb. ti­cari işlemleri ve yatırımları kısmen güvence altına alan kurum­laşmalarla yetinemeyecek duruma geldiler. MAI, tekelci kapita­lizmin tüm hukuki birikim ve uygulamalarının yarattığı muaz­zam güç yoğunlaşmasının tezahürü olarak ortaya konuldu. An­cak bu süreç emperyalist devletlerin ekonomik işlevlerinden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. 19. yüzyılın son çeyreğindeki ekonomide, çok küçük bir devletin yerini 20. yüzyılın son yarı­sında ekonomide giderek büyüyen bir devlet almıştır. Nitekim 18 zengin kapitalist ülkede kamu harcamalarının GSMH içindeki oranı, ortalama olarak, 1870'te sadece % 10,5'ken ve I. Dünya Savaşı arifesinde (1913) bu oranda pek az değişme ol­muşken (% 11,9), II. Dünya Savaşı'ndan hemen önce (1937) bu oran % 22,4'e çıkmış, 1996'da ise % 45,8'e fırlamıştır. Devasa bölgesel bloklar oluşturan emperyalist devletler, krizlerini ra­hatlıkla 3. Dünya'ya yayabiliyorlar ve bu ülkelere "daha az devlet" dayatmasında bulunuyorlar. (Suat Parlar, “Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO”, Livane Yay. 1. Basım, 2004, İstanbul)

6. BÖLÜM

ANAYASALI ŞİRKET KÖLECİLİĞİ

http://www.halksahnesi.org/guncel/anayasal_kusatma/sirket.htm


TÜSİAD'ın yeni anayasanın oluşumuna bir rapor ile yaptığı müdahalenin içeriğini değerlendirdiğimiz söyleşimizin son bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Türkiye'nin "hukukun üstünlüğü" söylemiyle içine sürüklendiği model, organik kapitalizmin küresel şirketlerinin neo-liberal diktatörlüğüdür. Neo-liberal diktatörlüğün "demokratik zor"u, bütünü parçalama esası üzerinden bir dünya tasarlamaktadır. Hatta bu parçalanmayı "kişi"nin bütünlüğüne bile yöneltmiştir. "Kişi"nin yaşadığı zihin yarılmasının bir yarısı "insan" olmayı felsefeye dönüştürürken, diğer yarısında da köle rekabetinin acımasız savaşçısı olmak durumunda kalacaktır. Tepeden tırnağa parçalanmaya maruz kalmış toplumun merkezinde ise, küresel şirketlerin hukukuna bağlı bir mekanizma yer alacaktır. Bu anlamda küreselleşme bir bütünleşme değil, parçalanma projesidir. Parçalanma kültürel, dinsel ve etnik farklılaşmaların farkındalığı üzerinden hareket ettirilmez. Buradaki parçalanma, insanın toplumsal örgütlenme ve büyük bütünleşme arayışlarının merkezlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Şirketler insanların bütünlüğünün varoluş kodlarını parçalarken, diğer taraftan da pazarın tekliğinde bir tıpkılaşma projesini yürütmektedir. Zihinde bile bütünlüğünü yitiren insan, organik kapitalizmin pazarında tıpkılaşmanın kölesi olmaktan kurtulamayacaktır. Artık insan anayasaların öznesi değil, nesnesi olacaktır. Çünkü "bireyin hakları" dedikleri, insanın hakları değil, şirketlerin haklarıdır. Tasarlanan anayasanın sloganı çok tanıdık bir cümleyi tekrar önümüze koymuştur: "Bırak yapsın, bırak geçsin". (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Kapitalizmin Rehinesi: Semavi Dinler

Dinî inancın her türlü sosyal görünümü yasaklamaya müsait olması nedeniyle, yeni anayasada yer almaması gereken hükümlere de yer veriliyor. Bunun anlamı; bir dinî inancın her türlü sosyal görünümü meşrudur. Bu öneri, insanlığın tüm akli kazanımlarının reddi anlamına geliyor. O zaman “her şey meşrudur” ve “her şey doğrudur”. Parçalı olan “her şey meşrudur”, “her şey birbirine göre görece”dir. “Hiç bir düzenleyici, akli, beşeri ilke, insanların inanacağı hiç bir evrensel değer yoktur. Parçalanmışlığı içerisinde kapitalizmin kontrol altına aldığı cemaatleşmiş dinlerden başka bir durum söz konusu da değildir”. Bu öneri, dinlerin, sermaye iktidarının meşru aracı olarak sadece piyasa görünürlüğüyle yetinmesini beraberinde getiriyor. Dinsel modaları da meşrulaştırıyorlar. Bu noktada, Hinduizm mantığıyla, eğer eşi de kabul etmişse, bir kadının yakılmasının da yasaklanamayacağının göstergesidir. Bu örnekleri çok uç noktalara taşımak da mümkündür. “İnançların sosyal görünümleri” adı altında piyasalaştırılmaları, bir “inanç endüstrisi”nin kabul görmesidir. Bu “inanç endüstrisi” üzerinden dinin formüle edilmesi önemlidir.

“Kollektif dinî aygıtlar” öneriliyor. “Kollektif dinî aygıtlar”, sermayenin dinler üzerindeki kontrolünü ebedileştirme anlamına geliyor. Metafizikler, ilâhiyat metafiziklerine dönüştürülüyor. Tıpkı etnik kimliklerin, gerçek zatiyetler olmaktan çıkıp neo-liberalizmin ideolojik payandasına dönüştürüldüğü gibi. Din temel örgütlenme biçimi haline geliyor. Amerikan cemaatçiliğinin yansıması oluyor. Eğitim denilince akla din eğitimi geliyor. Din eğitimine TÜSİAD’ın metininde pek çok vurgu yapılıyor ve dinî özel eğitim yüceltiliyor. Burada da dinin piyasalaşması söz konusudur. Dini içerikte özel okulların kurulması, “Protestan-Evanjelik” kalıbın Türkiye'ye yerleştirilmesi anlamına gelir. Evrensel akli birikimin tüm değerlerinin dışlanması projesi yürütülüyor. Ki bu akılcılık, özellikle, İslâm'ın kurtuluş ilâhiyatlarında da mevcuttur. Örneğin, İbn-i Rüşd tarzı bir akılcılığa da artık yer verilmemektedir. “Sivil toplum kuruluşları” adı altında, yeni din eğitimi veren unsurların ne idüğü belirsiz tariflerle ortaya konulması, tıpkı 40 bin İngilizce öğretmeninin ithali gibi, diğer ülkelerden, Hindistan'dan emperyalizme bağımlı Kadıyanilik(*) tarzı bir takım oluşumların da Türkiye'ye ithalini mümkün kılmaktadır. Türkiye'de Hristiyan misyonerlerden söz ettik ama, yakında İslâm misyonerleriyle de neredeyse tanışacak durumdayız.

Temel hak ve özgürlüklerin elbette ki, içeriği piyasa, teşebbüs, mülkiyet gibi kapitalist özgürlüklerle bağlantılıdır. Bunlara dokunulması imkân dışıdır.

Kent-Devleti ve Etnik Pazar

Kültürel haklar başlığı altında formüle edilenler bir etnik pazarın kurulmasını beraberinde getirecek. Etnik kimlik vurgusundan, kültürel hakların fazlasıyla ön plana çıkartılmasından anlaşılması gereken de budur. Amerika'da 1994 yılı itibariyle etnik Pazar 1 tirilyon dolardır. Ki bu Samuel Huntington’un tespitidir (“Biz Kimiz” adlı kitabında). Korkunç bir rakamdır. Etnik pazar üzerinden yaklaşım, işgücünün etnikleştirilmesi ve serbest bölgeler sarmalı içerisinde kuşatılarak, sadece kendisine kültürel haklar biçiminde sunulanlarla yetinmesini beraberinde getireceği gibi, bir kültürel aidiyet üzerinden insanların sömürülmesini de mümkün kılmaktadır. Emeğin parçalanması garanti altına alınıyor. Tüm grupları, farklı hayat tarzlarını kapsayacak tarzda ayrımcılığı yasaklamaktan söz ediyorlar. Burada bir ikiyüzlülük vardır. Kendi tercih ettikleri ırk, etnik köken veya inanç temelini bunun dışında tutuyorlar. Kendilerinin totaliter diktatörlüğünün dışında kalanları gayri-meşru kabul ediyorlar. Yarın İslâm içerisinde bir “bağımsızlıkçı kurtuluş teolojisi” boy verirse eğer, bunu hemen ezeceklerdir. Devrimci dinamiklerin, Kürt etnik bileşeninde ön plana geçmesi de gayri-meşru kabul edilecektir. Dolayısıyla, burada çok hınzırca bir değerlendirme biçimi vardır.

Sınıf mücadelesinin her türlüsü yasaklanırken, parçalama politikası üzerinden yapılan “sahte mücadele”nin hepsi serbest duruma getirilmektedir. Sahte “öz yönetim” anlayışları ön plana çıkartılıyor. Kent-devletler elbette ki, sahte “öz yönetim”ler devletidir. Burada “yönetimin özlüğü” yerel sermaye gruplarının özlüğüdür.

Otorite Fetişizmi

Hizmetin tüketicisi ile hizmeti sunan gibi hiç bir hukukî değer taşımayan kavramlar, bu anayasa metninde yer alabiliyor. Tüketicilik temel değer haline getirilebiliyor. Parçalanmada sınır tanınmıyor. Sadece bireysel parçalanma yeterli olmuyor, aynı zamanda tüketici birey olmak gerekiyor. Anayasal bir metine bu tip formülasyonların girmesi konusunda tartışmalar yapılabiliyor. Sonuç ne oluyor? Elbette ki, otoriter bir anayasa diyalektiğinin kabullenilmesine gelip oturuyor.

Gayri ahlâki olan liberalizm, beraberinde sonsuza kadar devam edecek bir otoriteryanizmin önünü açıyor. Partilerin tüm temsili organizasyonları, kendi iç iktidar ilişkilerinin sermayeye bağlanması anlamında otoriterleşiyor. Bu otoriterlik, aynı zamanda meclisin demokratik meşruiyeti denilen olguyu da ortadan kaldırıyor.

Yeni anayasanın oluşumuna öneriler getiren bu metin, 1982 Anayasası’nın kompleksini taşıyor. 1982 Anayasası’ndan kopuk olduğunu, ayrı olduğunu göstermeye çalışırken, beraberinde tarihsel, ekonomik, sınıfsal dinamiklerin inkârını getiriyor ve bilimsel hiç bir değer taşımıyor. Bu tarz bir anayasa önerisinin, bilimsel bir değer taşıyabilmesi için, ancak, tarihsel süreklilik vurgusuyla mümkün olabilir. Fakat bu sınıfsal dürüstlüğü sermayenin organik aydınlarından bekleyemeyiz tabi.

Donmuş Köleliğin Cilası: “Hukukun Üstünlüğü”

Yargı tahkim süreçleriyle küresel sermayenin kurumlarına, ideolojilerine ve mekanizmalarına emanet ediliyor. Yargı artık üniter bir çerçeve içerisinde değerlendirilemez. Yargı da parçalanmıştır. Liğme liğme edilmiş parçalar, uluslararası tahkimle küresel şirketlerin insafına bırakılmıştır.

Türkiye'de insan hakları diktatörlüğü söz konusudur. İnsan hakları diktatörlüğü, parçalanmış yargıyı meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılıyor. Özellikle sivil toplum örgütleri tarafından geliştirilen insan hakları politikası, neo-liberal kurumlar ve ideolojilerle bütünleşmişliği, kaynaşmışlığıyla toplumsal muhalefetin nefes almasını imkânsız hale getiriyor. İnsan hakları diktatörlüğü, küresel şirketlerin insafına terkedilmiş yargı meselelerinin tahkim sürecinden geçirilmesini, hiç bir biçimde kendisine sorun yapmıyor. Hiç bir biçimde devletle bu noktada karşı karşıya gelmiyor.

Şirketler bu anayasa tartışmalarında tümüyle denetim dışına çıkarılıyor. “Yönetişim ilkesi” devlet için geçerli oluyor, ancak, küresel şirket Türkiye içerisindeki faaliyetleriyle denetlenemiyor. Yerel şirketler de denetlenemiyor. Şirketler dünyası her türlü denetimden azade bir konumda.

Mülkiyet hariç, temel denilen bütün hak ve özgürlükler için bir takım sınırlamalar sistematize bir biçimde savunuluyor. Gene bizim bildiğimiz kamu güvenliği, genel sağlık, diğer sınırlandırma gerekçeleri hep var tabi. Bu gerekçeler hep sınıfsal anlamda ve devrimci hareketleri bastırmak için kullanılmıştır. Dolayısıyla, “özgürlükçülük” iddiası burada kof bir temele oturuyor. “Kişi” statüsüne hapsedilmiş olan insanlar, kişi kavramının sermaye tarafından tarifi ölçüsünde, aslında, donmuş bir köleliğin zincirleriyle bağlı hale getiriliyor. Belki de Türkiye anayasa tarihinde ilk kez “kişi” statüsüne hapsedilmiş insan olgusuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Şirket Sömürgeciliğine Anayasal Garanti

Jeo-kültürel küreselciliğin bütün söylemleri, moda terimleri, anayasa tartışmalarında ve formülasyonlarında yer almaktadır. “İyi yönetişim” hakkı ibaresi önemli bir vurgudur. Çünkü “yönetişim”, devletin şirketlere “hesap verilebilirliği” anlamına gelmektedir. Tabi ki, o şirketleri temsil edenler IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'dür. Bu “hesap verilebilirlik”, şirketler söz konusu olduğunda anlam taşımıyor ve bireyin “iyi yönetişim” hakkından söz ediliyor.

Ayrıca Türkiye'de vakıf arazileri üzerinde vakıf üniversiteleri kurarak, devasa orman yağmasına neden olmuş büyük sermayenin önde gelenleri, utanmadan çevre hakkından söz edebiliyorlar.

“Devlet dışı aktörler”in bir takım hak ihlallerinde bulunabileceğinden söz ediliyor. Ki “devlet dışı aktörler” denilirken, kastedilen işçi sınıfıdır. İşte burada bir tehdidin öngörüsünü değerlendiriyoruz ve anayasanın adı konmamış bir “karşı ayaklanma doktrini”ne (**) dayandığını farkediyoruz.

“Son yıllarda farklı Avrupa ülkelerinin vatandaşları, emeklilik hayatını ülkemizde geçirmek amacıyla Türkiye'ye yerleşmekte ve yaşamaktadır” deniliyor ve sayıları on binleri bulan bu kişilerin siyasi katılımından söz ediliyor. Bu Türkiye'de kolonyal bölgeler oluşumunun açıkça ilanıdır. Türkiye'de kolonyal, doğrudan yabancılaştırılmış bölgelerin oluşumu ve mülkiyet temelli serbest bölgeler, latifundia (***) tarzı üretimler, büyük çiftliklerde köleliği getirebilecek uygulamalar gündemdedir. Ki bunların siyasal katılımının bölgesel veya yerel kalmayacağı da açıktır. “Şirketler dünyası” denildiği zaman kastedilen, aynı zamanda yerleşen yabancıların devâsa gıda şirketleri, bio-teknoloji şirketleri ve enerji şirketleridir. Türkiye'de kendilerine koloniler kurabileceklerine dair anayasal garanti verilmek isteniyor.

Ülkeleşen Küresel Şirket Gerçeği

Yeni anayasa önerisinin en önemli özelliği “millileştirme” yasağı getirmesidir. “Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmemesi” gibi kaypak ifadelerle, Dünya Ticaret Örgütü'nden, Dünya Bankası'na kadar pek çok küresel sermaye temsilcisi gücün hukuk mekanizmalarına bağımlılığı teyid ediliyor. Diğer yandan da müthiş bir sınıf mücadelesi bilinci dışa taşıyor ve her türlü sol faaliyete izin vermeyeceği, anayasanın sosyalizme kapalı olduğu da teyid edilmiş oluyor. Böylelikle neo-liberal diktatörlüğün anayasası olduğu da netleşmiş oluyor. “Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmemesi” gibi bir öneriyle, Türkiye'de yabancılara teslim edilmiş şirketlere “millileştirme” yasağı getiriliyor. Eğer bu şirketler geri alınacaksa, Türkiye'de savaşı göze almak şart ve yeni anayasa önerisi de bu yolu kapatmaktadır.

Yabancıların temel hak ve özgürlükleri yeni anayasa önerisinde birkaç kez vurgulanıyor. Ki yeni anayasada bunun hüküm haline gelmemesi için hiç bir neden yoktur. Yabancı çıkarların korunması konusunda 1982 Anayasası”yla son derece uyum içerisinde olan önerilerdir bunlar. 1982 Anayasası da yabancı çıkarların korunmasına adanmış bir anayasaydı. Bu metin, Tanzimat'ı da aşıyor. Hatta 1856 Islahat Fermanı’nı da aşıyor. Onlar bu kadar cüretkâr olamamışlardır.

Küresel Şirketler Hukukçularını Arıyor

“Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar” denildikten sonra, “ulusal ve uluslararası hukuka uygun olarak vicdâni kanaatlerine göre hüküm verebileceklerinden” sözediliyor. Peki, ulusal ve uluslararası hukuk içerisinde kalan hakimler, yerelleşmiş ulusal çerçeveye bürünmüş küresel şirket çıkarlarına bağlı mı kalacaklar? Uluslararası hukuku kim temsil ediyor? MAI Anlaşması, Dünya Ticaret Örgütü Anlaşması, dünya ölçeğinde uluslararası kapitalist tahkim mekanizmaları, Dünya Bankası, IMF ve Wall Street bankerlerinin hükmettiği uluslararası kuruluşları değerlendirdiğimizde, vicdanların yerini uluslararası kapitalist hukukun aldığını görüyoruz.

TÜSİAD’ın Anayasa Raporu’nda defalarca “nefret” vurgusu var. Nedense “nefret”ten çok korkuluyor. Burada kastedilen sınıfsal nefrettir. Kapitalistler kendilerine yönelecek bir nefretin farkındalar. Bunu yasaklamanın peşindeler. Bunun yanı sıra; anti-siyonist dalganın kırılması için, siyonizmi reddeden her türlü akımın, anti-semitizm ile damgalanmasına anayasal güvence gerekiyor. Bu anayasa raporunda bu da öneriliyor.

Şirket Feodalitesi

Çok kültürlülük vurguları var. Çok kültürlülüğün kimin tarafından tayin edileceği belirsiz bırakılıyor. Burjuva fırsatçılığı, kimlik politikası üzerinden meşruluğunu yeniden tarif ediyor ve emekçileri sisteme zincirliyor.

Gericiliğe anayasal güvenceler getiriliyor. Kimlik sorunları hiç mevcut olmasaydı dahi, aşırı merkeziyetçi sistemin gerek “iyi yönetişim” ilkelerine, gerekse çağımızda giderek yükselen “yerel demokrasi” taleplerine ters düştüğü açıktır. Peki, o “yerel demokrasi” taleplerini kim temsil ediyor? Yerel güç odakları temsil ediyor tabi. Bölgeye bakıldığı zaman bu yerel güç odaklarının ilkel bir cinayet ekonomisinden tutun, alt-komprador taşeronluğa uzanan geniş bir yelpazede kendisini ortaya koyduğunu görüyoruz. Ki onların o bölgelerdeki en yakın silah arkadaşları da cemaatlar oluyor. Yeni anayasa önerisi, siyasi gericiliği meşru kalıp haline dönüştürüyor. Bunu sağlarken de, kendine yeni bir etnik Pazar açıyor. Etnik pazarı da, kimlikçilik siyaseti üzerinden garanti altına alıyor. Etnik kimlik serbest piyasası, Türkiye'de yeni kültür ürünlerinin, yeni fikrî mülkiyet haklarının gelişeceği bir piyasalaşmayı Kürtlere dayatmanın aracı haline geliyor.

Şiddetin özgül tezahürleri ve nefret cürümlerinin teşviki, savaş kışkırtıcılığı partiler açısından yasak kabul edilen faaliyetler arasında. Nefret cürümlerinin teşvikinin kapitalistlere ve sisteme yönelik nefreti kapsadığından hiç kuşku yoktur. Bunun yanı sıra “şiddetin özgül tezahürleri” gibi esnek bir tarifle yerleştirilen hüküm, sınıf mücadelesinin ebediyyen anayasa tarafından yasaklandığını ve kutsal ilke haline dönüştürüldüğünü gösteriyor. Bu anayasa önerisinin otoriter ve neo-liberal diktatörlüğün yasallaştırılması eğilimleri, neo-liberal faşizmin tüm kodlarını içermesi, 1982 Anayasası’ndan daha geri bir anayasa hazırlığının göstergesi oluyor.

Piyasa Sömürgeciliği Cephesi

Anayasa sözcüğünü bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü burada TÜSİAD ve TÜSİAD severler, dillerinin altındaki baklayı çıkarmışlardır. Bu kadar açık yakalanmanın verdiği telaş içindedirler. Bu telaşla elbette ki, bunun tartışılmasını fazla istemiyorlar. Bu öneri, tıpkı Yeni Forum’un, Tercüman Gazetesi'nin, 12 Eylül öncesinde de hazırlanıp içerilen TÜSİAD, TİSK görüşlerinin izlediği yol ve yöntemleri, sözde o akademik tarafsızlığın kendisine sağladığı ideolojik mazaret ve meşruiyeti taşıyor. “Hayır” demek gerekiyor. “Bu anayasa sizin anayasanız”. Bunu bir panel, forum, düşünce bileşkesi veya o görüşleri ileri sürenlere aitmiş gibi sunmuyorsunuz. Bu raporu bir tüzel kişilik olarak açıkladınız. Evet, “sizin anayasanız budur”. Bu anayasa çok önemli hükümleriyle Türkiye'de oluşturulacak yeni anayasanın temeli olacaktır. “Karşı ayaklanmacı” devlet yapılanmasının da temelini atacaktır.

“Karşı Ayaklanma Doktrini”ne dayalı devlet yapılanması, neo-liberal ideolojinin, kurumlaşmanın, küresel kapitalizmin sürekliliğinin olmazsa olmaz koşuludur. Böyle değerlendirildiğinde, tüm anayasalardaki en katı hükümler, “karşı ayaklanma doktrini” ideolojisinin felsefesini içerir. Amerikan “Karşı Ayaklanma Doktrini” belgeleri, emperyalist merkezlerdeki anayasal değişimlerin (Britanya, Fransa ve Amerika'dan örnek verilebilir), hem de Türkiye gibi ülkelerdeki değişimlerin köklerini anlamaya yardımcı olacaktır.

General David Petraeus'un imzasıyla yayınlanan “FM3-24” “Karşı Ayaklanma Doktrini” belgesinde şöyle bir ilkenin formüle edildiğini görüyoruz :

“Bugünün hareket ortamı aynı zamanda tüm dünyada devrim niteliğinde değişiklikler yapmaya çalışan yeni bir isyan türünü de içermektedir. Bu tür düşmanların yenilmesi küresel ve stratejik müdahale gerektirmektedir. Gerçek aşırı uçların istediklerinden başka bir sonuca razı edilmeleri pek muhtemel değildir. Bu nedenle de öldürülmeleri veya yakalanmaları gerekir.”

Gerçek neo-liberal hukuk budur. Piyasa köktenciliğinin “Karşı Ayaklanma Doktrini” ile bütünleştiği nokta burasıdır. Dolayısıyla, TÜSİAD'ın anayasa önerisinde “demokrasi” arayanlar ve bunu bulmaya çalışanlar, “Karşı Ayaklanma Doktrini”nin ortalığa saçılmış olan ilke ve formülasyonlarını kurallarıyla birlikte değerlendirirlerse, kendilerinin gelecekte nasıl konumlanacağını da daha net olarak görebilirler. Tarihin sürekliliğine işaret olabilecek yeni bir hükümle karşı karşıya kaldıklarını anlamaları için bunun farkına varmaları gerekiyor. Bir iç savaş aygıtı olarak kontrgerilla yapılanması, “Karşı Ayaklanma Doktrini”ne dayalı devlet, gayri-nizami harbe göre temellendirilmiş “düşük yoğunluklu demokrasi” devleti ve bunların hepsi içiçe geçmiş süreçlerdir. Bunlar yapısal bir şiddeti üretirler. Bu yapısal şiddetin yumuşak Pinoşeci halinden devrimcilerin, toplumsal anlamda kendini muhalif konumlandıranların elde edebilecekleri hiç bir nimet yoktur. Onları bekleyen tek nimet, kontrgerilla belgelerinde açıklandığı gibi “isyan ettiklerinde yakalanmak ve öldürülmektir”. Sadece “yaşam hakkını savunmak” adına bile, neo-liberal jakobenliği temsil eden ve sosyalist jakobenliği ezmeye yeminli olan piyasa köktenciliğinin karşısında yer almak ve bu hukuk entrikalarını reddetmek gerekiyor.

Notlar

(*) Kadıyanilik, diğer ismiyle Ahmedîlik, 19. yüzyılda Mirza Gulam Ahmed (1835-1908) tarafından Hindistan'da kurulmuş bir dinî akımdır. Mirza Gulam Ahmed tarafından 1889'da ortaya atılır. İnanç anlamında müslüman olarak tanımlanabilecek olan Kadıyanilik, kurucusu Gulam Ahmed'in 1908'deki ölümünden sonra Hekim Nuriddin'in başkanlığında devam etmiştir. Pakistan Parlementosu'nun teokratik bir yönetime sahip olması nedeniyle ve insanların yoğun bir şekilde bu cemaate katılmaları molla rejiminin müdahalesi ile karşılaşmış ve İslâm dışı bir inanç olarak kabul edildiği için azınlık olarak tanımlanmış, 1974'deki kararıyla, Kadıyaniliğin Pakistan'daki faaliyetlerini sınırlamış, diğer azınlık inançları ile aynı haklar ve özgürlükler verilmiş, aynı sınırlamalara tabii tutulmuştur. Bugün Hindistan, Pakistan, Afrika, Amerika ve İngiltere'nin de dahil olduğu 190 ülkede faaliyetlerini sürdüren Kadıyanilerin sayısının yaklaşık 250 milyon olduğu söylenmektedir. Kadıyaniliğin bugünkü temsilcisi, Gulam Ahmed'in torunu da olan, Mirza Masrur Ahmed'tir. İnanışlarına göre Mirza Masrur Ahmed 5. halifedir, Kadıyaniler ona "Mesih'in beşinci halifesi" diye adlandırırlar. Bir İslam hareketi olan Ahmediyye'nin şiarı "Herkesi sev, kimseden nefret etme"dir. Bu şiar, İspanya'daki Başarat Camii'nin temel taşının yerine oturtulması sırasında yaptığı konuşmada Mirza Nasır Ahmed tarafından dile getirilmiştir.

Kadıyani Beyaz Minaresi, Ahmediyye mezhebinin bir sembolü ve ayırt edici özelliği olmakla birlikte, bayraklarındaki sembollerden biridir. Kadıyaniliği tanımlamak gerekirse, Kadiyaniliğin kurucusu Gulam Ahmed kendini mehdi ve mesih olarak ilan etmiştir. Dünya çapında yayın yapan Müslim TV Ahmadiyya (MTA) adlı bir TV kanalları bulunmaktadır. Genellikle devletin yetersiz kaldığı Afrika ve Asya'nın birçok ülkesinde okulları hastaneleri vardır ve din dil ırk ayrımı yapmadan cemaat üyelerinin fedakarlıklarıyla hizmet üretirler. Bugün hâlâ yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulunabilmelerinin en büyük nedeni inançlarına göre her inananın vermesi gereken bir miktar zekât, bir tür vergi ve bir tür miras payıdır. İlk Nobel ödülü alan Bilim Adamı Prof. Abdüsselam bu cemaatin bir üyesidir. Yine Birleşmiş Milletler Adalet Divanı Başkanlığı yapmış Sir Zaferullah Han da bu cemaat üyesidir ve eski Pakistan Dışişleri Bakanlığı yapmıştır.

(**)

(***) Latifùndio kelimesi latinceden gelmektedir. Tek kişinin sahip olduğu büyük genişlikte toprak anlamına gelir. Roma imparatorluğu'nda tarım yapılan topraklar, seferberlik yüzünden savaşa gitmek zorunda kalan sahiplerinden, zenginler tarafından alınıp bu latifundia'ya katılmıştır. bu işletmelerde köleler ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor ve piyasaya yönelik kâr amaçlı üretim yapılıyordu. Günümüzde ise, Latin Amerika'da, ilkel yöntemlerle ve yarı-köle özellikte ırgatlık ve çobanlık yapılan, sahibi çoğu kez başka yerde oturan büyük çiftlikler anlamına geliyor.

Deşifrasyon: Hazal Kelleci