21 Temmuz 2011 Perşembe

Yol, âşk ve sevgi - Murat Naroğlu

Yol, âşk ve sevgi

İnsan, sahip olduğu bilinç ve beyin yapısı, psikolojik özellikleri ile son derece ilgi çekici bir canlıdır. İçerisinde bulunduğu maddi dünyadan başlayarak yaşadıkları, karşılaştıkları, okudukları ve tartıştıkları aracılığıyla, birbirine karşıt gibi görünen noktalara bile adım atabilir. Kendisi, üzerinde çok düşünmese de, aslında sürekli bir değişimin içerisindedir ve etkisine maruz kaldığı faktörler, birbiriyle ilişkili ve çok çeşitlidir. Tüm bunlarla aslında her birimiz birer yol inşa ederiz hayatımızda. Büyük çoğunluk için bu süreç kendiliğinden yaşanır; ki bir sorundur bu, çünkü bilinçli müdahale eksiktir böyle yollarda ve tabi böyle âşklarda.

Yol, âşk ve sevgi dedik, başlığımızı böyle paylaştık. İnsanın, bir yürek taşıdıkça her an karşı karşıya kalabileceği duyguların en heyecan verici olanlarından biridir sözü edilen. Hâl böyleyken, mevcut toplumdaki birey, yaşadığı, daha doğrusu büyük oranda yaşamak mecburiyetinde olduğu hayat biçimini sorgulayıp kavrama çabasında değildir. Bu sağlıksız zemin üzerinde vuku bulduğu söylenen âşklar da ne yazık ki kalıplar ve kanıksanmış yargılar üzerinde temellenmektedir. Yukarıda, bilinçli müdahalenin eksikliğinden kastedilen ana fikir budur. Henüz kendi yalnızlığı ve karakteri, potansiyeli, hayat koşullarına ilişkin belirli bir dünya görüşü, düşünce ve hareket bütünlüğü oluştur(a)mamış veya oluşturma çabasına girmemiş kişi, âşk gibi tehlikeli sulara dalmaktadır. Sonrası ister klişeleşmiş (u)mutsuzluk tabloları, ister aile/evlilik gibi kavramlarla süslenmiş sahte/aldatıcı mutluluk tasvirleri olsun, aslolan bireyin ölümüdür. Kendi bireyselliğini oluşturup da yalnızlığıyla yüzleşememiş, toplumsallık içerisinde karakterini konumlandıramamış kahramanımız, bir yerlere bağlanma güdüsüyle hareket ettiği an, sürüleşir. Hayat, bu tip örneklerle doludur; futbol fanatizmi, örgütlere körü körüne bağlılık, güç tapınmacılığı, çoğunluğu takip etme, vb. En nihayetinde ise, yazımıza konu olan âşk ve sevgide rastlıyoruz böylesi bir soruna. Hayat yoluna akıl ve bilginin öncülüğünde, irade koyulmazsa, o yolun en göz alıcı duraklarından olan âşk, hem değerini yitiriyor hem de âşığı yok ediyor. Şimdi, yarayı biraz daha açalım.

Âşka bir tanım aramanın beyhude bir çaba olduğunu düşünenlerdenim1, sevgiye dair de aynı şeyleri söyleyebilirim. İkisinin bir arada olabileceği ilişkilerin varlığı, sanırım herkes için daha arzulanır durumdadır. Bir benzetme yapmayı deneyerek, âşkın zekâ ve yaratıcı tutku; sevginin ise emek ve disiplinle beslenen bir bilimsel çalışma olduğunu kabul edeceğim. Takdir edersiniz ki, hakiki bilim tarihinin sizi anması için emek ve zekânın birbirini kuvvetlendirici bağına ihtiyacınız vardır. Sürüleşmiş bireylerimiz ise, aşağıda açıklayacağımız gibi ne gerçek âşıktırlar ne de sevgi sahibidirler; benzetmemize dönersek onlar ne zeki ve yaratıcıdırlar ne de bilim için emek verirler.

21. yüzyılın ilk on yılını geride bırakmış kapitalist bir sosyo-ekonomik formasyonda yaşıyoruz, yaşamaya çalışıyoruz. Büyük çoğunluğumuz ücretli köleler olarak, hayatta kalmak için işgücünü satmaktan başka seçeneğe sahip değil. Dört bir yanımız haksızlık, emek sömürüsü, hukuksuzluk, yalan, ikiyüzlülük, savaşlarla çevrili. İçten bir gülümsemeye hasret yüzlerimize korku ve kaygılar egemen, güveni ve dostluğu yitirmiş durumdayız. Kendimize, topluma ve doğaya yabancılaşmış, bunun farkında bile olmadan yürüyoruz; omuzlar çökük, gözler solgun. Bu büyük tablonun içerisinde, birileri âşk iddiasında bulunuyorlar. W. Reich gibi “Dinle Küçük Adam” demeliyiz yeniden. Tutku ve yürek çarpıntısı sanılan o masalsı anlatımlar, bugünün bireyinde, bir yokluğu doldurma ve bağımlılık hâlini almıştır. Hangi dala konacağını bilemeyen bir kuş misali, ayakların altındaki boşluktan korkulmakta, kendi kanatlarına ve bünyesine güvenip uçabilmek hiç düşünülmemektedir. Yanında ıslık çalacak birilerinin varlığını biliyor olmanın rahatlığıdır insanları çeken. Yalnızlık ve sıkılganlık ihtimali, bağları kuvvetlendirmekte, üstelik bir de evliliğe yol açmaktadır. Bir süre sonra, ikili ev hayatına renk katmak düşüncesi, çocuk sahibi olma fikrini uygulamaya büründürür. Her şey olağandır mevcut algılara göre, okul-iş-aile herkes için tek doğru çözüm olarak sunulur. Sınıflı toplumun üzerine bir de kadın oluşuyla eziyet çeken, yetmezmiş gibi çalışma hayatından soyutlanmış kadın için, annelik kurtarıcı olur. Çocuk, kimi durumlarda babayı da kapsayacak şekilde, ailenin isteklerinin rotasına girer ve özellikle anne, tüm benliğini bu sevgiye bırakır. Bir kez daha düşünelim, zemini böylesine sığ ve korkunç süreçlerde tutkuyu veya coşkunluğu görebilen var mı? Yoksa Raif bey, “Yüzbaşının Kızı” sadece romanlarda mı kaldı?

Bir kolumuzu yitirdik, devam ediyoruz yürümeye; elimizde hiç olmazsa sevginin kaldığını düşünerek. Garip bir taşkala içinde koştururken üzerinde durup düşünmediğimiz nice kelimeden, cümleden biridir “Seni Seviyorum” demek. Şıklık ve karmaşa, böylesi kolay anlaşılır gibi görünen sadeliklerin arkasında olmalıdır aslında. Bunları anlamak ve “yapmak, en iyi söyleme tarzıdır”2 diyebilmek için güçlü, bireyselleşebilmiş bireyler gerekir. Tersi durumda yargılara varmak kolaylaşır, zamana dayanıklı yapılar inşa edilemez olur. Mevcut ilişkilere egemen olan genellikle böylesi bir özelliktir. Kendini tanımak ve aşmaktan uzak karakterler, iç dünyalarında mutsuz, huzursuzdurlar. Bu durum, emek verip sevgi örmelerine engel olmaktadır. Tahammülsüzlük ve güven sorunu yaşanır, suçlamalar artar, engeller aşılamaz, yapay bunalımlar oluşur. Ayrılıklar yıkıcılaşır ve yaşamın tüm güzelliklerini algılama yeteneğini yitirmiş zihinlere, her şey, içinden çıkılması imkânsız bir bataklığın parçası olarak görünür. Sevgi, birbirini anlamak ve karşılıklı katkı koymaktır; oysa potansiyelleri doğrultusunda “yüce-kendim”i geliştirmek kaygısı gütmeyenler, taş üstüne taş koyamaz hâldedirler ve sohbetler bayağılaşır. Kendini sürekli yenilemek ve dönüştürmek için gerekli heyecan bilim, sanat, teknikte aranmaz da birbirini yineleyen sürprizler, hediyeler beklenilir. Gündelik yaşamı paylaşmaktan birlikte üretmek ve hayatı dönüştürmek değil de alışverişlerde, kafe buluşmalarında, gece eğlencelerinde vakit geçirmek anlaşılır. Bugün, vazgeçmeyi bilen, kıskançlığı en azından kişisel zayıflıkların giderilmesi anlamında aşan sevdalılarımız çok düşük sayıdadır. Bitişlere olgunlukla yaklaşabilecek kadar zengin dünyaları olanlarımız ne kadar da azdır. Bir kez daha düşünelim; zemini böylesine sığ ve korkunç süreçlerde sevgiyi veya emeği görebilen var mı? Yoksa Kuyucaklı Yusuf, Lopuhov sadece romanlarda mı kaldı?

Âşk ve sevgi, bizden uzaklaşır; açık denizlere, okyanuslara doğru son sürat yol alırken her birimize, gerçekleri söyleyip düşüncelerimizi sarsacak bir Rahmetov gerekiyor. Hayatımız bir yol, sevda ise özel bir durak. Aslolan onu, yeni insanı yaratma mücadelesine bağlayabilmek. “Modern keşişler”, sözüm sizleredir; temel ilkeleri kuvvetli bir dünya görüşünün eylem kılavuzluğu ile yürümek, mücadele etmek, başlı başına mutluluk içeriyor. Çoğunluk için bu sıkıcı, durağan gibi görünse de müthiş devinimler barındırıyor özünde. Ayrılsak bile duraktan veya hiç uğrayamasak, yüreğimiz yangın yeri olmaya devam etsin; varsın gitmesin sevgilinin hayali menzilimizden… Geleceği kuracak olan ellerimiz, elbet devrimin zafer şarkılarını yârimizle beraber dökecektir kâğıda...

1: “Bence aşk, bir türlü uygun ölçülerde kıyafet bulamayacağımız bir beden gibidir, evrensel bir tanım, standart bir kıyafet dikme çabası beyhudedir.”

http://www.yilmazodabasi.com.tr/yazi-240-KAPiTALiZMiN-SARMALiNDA-AsK-EVLiLiK-VE-AiLE-MURAT-NAROgLU.html

2: José Martí

Murat Naroğlu

06/07/2011

12 Temmuz 2011 Salı

Bilim ve Tarih - Sait Kaya

BİLİM ve TARİH

Sait Kaya

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın ülkemizi nasıl siyasi çalkantıların içine yuvarladığını yadsıyabilir miyiz? Halk deyimi ile “at izinin it izine karıştığı” dönemlerde, zihinleri bulandırmak da bir o kadar kolay oluyor.

Türkiye’nin Cumhuriyet dönemindeki ekonomik ve sosyal gelişmesini çeşitli yönleriyle ele alan kitap ve makalelerin sayısı oldukça fazladır. Ne var ki, belki de 1960’larda başlayan planlama deneyiminin araştırmacıya sağladığı kolaylıklar nedeniyle, yeni çalışmaların önemli bir bölümü planlı dönemden sonrasını ele almakta, az sayıdaki araştırmada 1950’ye kadar inilmektedir. Daha öncesini ele alan yeni araştırmaların sayısı daha da azdır. Zaman içinde geriye gidildikçe, sistematik bilgi yetersizliği, birincil kaynakların zor bulunması ve işlenmemiş oluşu araştırmacıların önüne büyük güçlükler çıkarmakta; bu da, Cumhuriyet’in ilk dönemleriyle ilgili iktisadî tarih çalışmalarının kesintili ve spekülatif olmasına yol açabilmektedir. Ortada sağlıklı ve yeterince kapsamlı bilimsel çalışmalar olmayınca da, bu alan herkesin özgürce kalem oynatabildiği bir “serbest bölge”ye dönüşmektedir.


Esasen “Tarih” biliminin “talihsizliği” de budur. Sözgelimi “Kuantum Teorisi” veya “Elektromanyetik Alan Teorisi” hakkında dilediği gibi atıp tutan bir köşe yazarı görmek mümkün değilken, hemen hemen bütün köşe yazarları, televizyoncular ve politikacılar, tarihle ilgili hüküm vermekte kendilerini son derece özgür hissetmektedirler. Ayrıca hiçbir bilimsel temele dayanmayan, eksik ve çoğu zaman da gerçek dışı olan bu hükümlere dayanarak çeşitli yorumlar yapmakta ve güncel bazı sonuçlara varabilmektedirler. Sonra da çıkıp, “Bu benim yorumum, benim bakış açım, olayları böyle yorumluyorum, bu benim en doğal hakkım” gibi ifadeler eşliğinde sözde bir düşünce özgürlüğü söylemiyle kendilerini haklı çıkarmaya çalışmaktadırlar. Kısacası çoğu kez olduğu gibi Tarih bilimi, güncel ideolojik konumlanmaların savunma aracına dönüşmekte ve bu tür yorumcular kendilerini haklı çıkarmak için adeta tarihten delil toplamaya girişmektedirler. Bunun doğal bir sonucu olarak da işlerine gelen verileri öne çıkarmakta, işlerine gelmeyen verileri de gizlemekte ya da çarpıtmaktadırlar. Bu sağlıksız yaklaşımlar yüzünden, Mustafa Kemal’in de büyük bir isabetle söylediği, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözünde olduğu gibi, gizlenen ve çarpıtılan gerçekler, halkımızı yanıltıp şaşırtacak bir mahiyet alabilmektedir.

Oysa bilimsel bir alanda yorum yapabilmek için, önce o alanda somut ve kapsamlı bilimsel “bilgi”nin öncelikle üretilmiş ve biliniyor olması gerekmektedir. Ki bu durumda bile bir bilim adamı yorum yaparken sözgelimi bir heykeltıraş veya bir ressam kadar özgür değildir. Bilimsel yöntem bellidir. Bütün bunlardan habersiz ve üstelik bazıları akademik unvan sahibi bir yığın insan, isimlerinin arkasında “Ortadoğu Uzmanı”, “Terör Uzmanı”, “Strateji Uzmanı” v.b. iddialı sıfatlarla TV kanallarını ve gazete köşelerini paylaşmış durumdadır. Bu kişiler, çoğu zaman kendi söylediklerine kendileri de inanarak hararetli tartışmalara girişmekte ve geniş bir izleyici kitlesi de bu yapay tartışmalarda taraf olmaktadır. Örnek olarak belli bir kesim (bu yazı dizisinin de konusunu teşkil eden) Cumhuriyet’in ilk yıllarını ve devletçilik deneyimini adeta (ve çoğu zaman da yeterince bilmeden ve anlamadan) kutsallaştırmakta, diğer bir kesim de devletçiliği (yine bilmeden ve anlamadan) yerden yere vurmakta ve bu bahaneyle “kamu yararı”, “kamusal ekonomi” gibi kavramları çiğneyip geçerek birkaç bin büyük sermaye sahibinin çıkarlarını geniş halk kesimlerinin çıkarıymış gibi göstermeye çalışmaktadır. Oysa ne yürütülen bu yapay tartışmaların ne de bu tartışmalar eksenindeki taraflaşmaların “hayatta bir karşılığı” bulunmaktadır. Yani bütün bu faaliyetlerin sonucunda Dünya ve Türkiye gerçeğini doğru dürüst anlamak, yaşadığımız sorunları gerçekçi olarak teşhis edip çözümler üretmek mümkün olmamaktadır. Böylelikle yazılı ve görsel medyanın büyük bir bölümü, kamplaşmaya ve bilgi kirliliğine sebep olan “psikolojik harekât” enstrümanlarına dönüşmektedir.

Körü körüne bazı konulara taraftar olmak ya da karşı çıkmak, bizim gibi az okuyup çok konuşan toplumlarda sık karşılaşılan bir durum. Tarihsel süreçleri analiz ederken, tarafsız, dönemin koşullarını bire bir yansıtan kaynaklara dayanmaktan başka çare yok.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Marko Paşa - Diyar Saraçoğlu

Siyasi Mizah Gazetesi:Marko Paşa

Toplumsal muhalefetin sıklıkla basmakalıp yöntemler arasına sıkıştığı günümüzde, siyasi mizah dediğimizde aklımıza birkaç derginin sadece kapağı ya da üçüncü sayfası geliyor. Oysa 65 yıl önce çıkan “Haftalık Siyasi Mizah Gazetesi:Marko Paşa” bizim yakındığımız sorunların çoğunu aşmış, “Mizah ve muhalefet böyle yapılır!” dedirtecek kadar başarılı olmuştur.

Marko Paşa yolculuğuna 25 Kasım 1946 Pazartesi günü başlamış. Kendisindeki “potansiyeli” gören “büyükler” ilk sayıdan gazetenin dağıtımını engellemeye çalışmışlar. Gazeteleri dağıtacağını söyleyen bayiler gazeteleri almamışlar bile. Bu nedenle altı bin adet basılan ilk sayı elden dağıtılmış. (“Marko Paşa” kim diye sorarsanız. Gazeteye ismini veren Marko Paşa Osmanlı döneminde hekimlik yapmış. Marko Paşa özellikle hastalarını sabırla dinlemesiyle ve onlara bir nevi manevi huzur vermesiyle biliniyormuş.)

Dilerseniz gazetenin çıkış öyküsünü, ilk sayısında yer alan bir yazıyla Marko Paşa'dan dinleyelim.

“Bir mevsimi baharına geldik ki alemini bülbül dertli, havuz dertlii gülistan dertli. Kimden derdimize derman istesek, o bizden daha dertli çıkıyor. Bununla beraber derdini söylemeyen derman bulamazmış. Dertler öyle başımızdan aşkın ki ”Marko Paşa'dan” gayrı dinleyecek kimsemiz kalmadı.

Haftalık siyasi mizah gazetesi olarak sunduğumuz “Marko Paşa”'da okuyucularımız alışılmış olandan ayrı bir mizah bulacaklardır.

Maksadımız sadece gülmek için gülmek değildir. Gülerek düşünmek ve faydalı olmaktır. 'Marko Paşa' bu dileğini en mükemmel şekilde yaptığına kani değildir. Fakat her hafta daha güzel ve mükemmel olmaya gayret edecektir.”[1]

İlk sayıda “Hurda Muharrirler Satılacak” şeklinde bir ilan da yayınlanıyor. İlan gerçekten ilgi çekici:

“Hurda Muharrirler Satılacak

Partimizin gazeteleri veya partimizi tutan gazetelerin satışı sıfıra indiğinden bu gazetelerde çalışan muharrirlerin(yazarların) yalama ve laçka olduğu kanaatine varılmış olduğundan bu hurda muharrirler açık arttırma yoluyla satılacaktır.

Satış toptan veya parça halinde kilo üzerinden yapılacaktır.

Muharrirler her gün, mezkür gazete idarehanelerinde görülebilir. Ve şartnameler, iki buçuk lira mukabilinde, Ankara'dan her zaman alınabilir...”[1]

Gazete, ilk sayısıyla büyük yankılar uyandırmaya başlamıştır. Öyleki yankılar meclise kadar uzanmıştır. Marko Paşa'nın ikinci sayısından sonra meclisteki bir oturumda “İstanbul'da değil şu ve bu partiye mensup gazeteler hatta kökü dışarıda Markopaşa bile çıkıyor.” denilmiştir.

Sonraki sayılarında da “rahat durmayan” Marko Paşacılar üzerinde mevcut hükümetin baskısı gitgide artmıştır. Aslında hükümet baskı kurmak da çok da haksız sayılmaz. Toplumsal yapıdaki çürümüşlükle, hükümetin yabancı sermaye sevdası ile, ülkenin “saygıdeğer” burjuvazisiyle bu kadar uğraşan bir sesi bir an önce kısmaya çalışmak gayet anlaşılır bir şey!!! Egemenler bir yandan gazetenin yazarlarına (özellikle baş yazar Sabahattin Ali) davalar açarken bir yandan da gazete aleyhine mitingler düzenlenmesiyle uğraşmışlar. Davalar, mitingler sürerken Marko Paşa basım sayısını altmış binlere çıkarmayı başarmıştır. Bu da daha çok insana ulaşıyor olması, daha çok “rahatsızlık veriyor” olması demektir tabi ki.

5. sayısında, tutuklamaların ardından Marko Paşa şöyle diyor:

“Her zaman gazete kapatılmaz, bazan işte böyle gazeteci kapatılır. Eksik olmasınlar, ne kadar çalıştığımızı, yorulduğumuzu gören ve bizi alâka ile adım adım, nefes nefese takip eden büyüklerimiz, kapama yoluyla bizi bir müddet olsun mecburi istirahate tabi tuttular.”[2]

O günlerde Türkiye her zamanki gibi zor günlerden geçiyor. İkinci paylaşım savaşından sonraki dönemde zor koşullar altında yaşayan halka sürekli olarak “Savaşa girmedik, bu halinize şükredin!” direktifleri verilmektedir. Gündemde de sürekli olarak Amerikan yardımları yer alıyor. Mücadelesini antiemperyalist temele oturtan Marko Paşa, bu yardımlara şiddetle karşı çıkıyor, satırlarında bu yardımlar aleyhinde yazılar yazıyordu. Gazetenin 11. sayısında şöyle bir fıkra yer alıyor:

“1950 yılında, yine bugünkü gibi lapa lapa kar yağıyordu. Ağustos böceği aç ve perişan, soğuktan tir tir titreyerek, karıncanın pencereleri buğu tutmuş apartmanına yaklaştı. Kapıyı çaldı. Şişman ve göbekli karınca, pencereyi araladı.

Tir tir titreyen ağustos böceği:

-Perişanım bayım, bana bir lokma hürriyet, diye yalvardı.

Şişman karınca, altun dişlerini göstererek sırıttı:

'Ha ha hayy.. bayım, aklın nerede idi? Sen, demokrasi, hürriyet misakı, anayasa diye, bütün yaz, cır cır öterken, gönül eğlendirirken, ben çalışıyordum. 7 Eylül kararları alıyor; idare kongresi, parti divanı topluyordum. Şimdi ambarımda, dünya kadar, çuval çuval hürriyet var ama, onlar yalnız benim malım. Allah versin, haydi aşağı kapuya...

Ağustos böceği Anglosakson komşunun kapısını çaldı. İçerden bir ses duyuldu:

-Who are you? (kimsin)

-Ben hürriyet dilencisi, Ağustos böceği kulunuz.

-I do not know Turkish. (Türkçe bilmem)

-Zavallı Ağustos böceği, merdivenlerden yuvarlandı ve karlara gömüldü.

2950 yılında bu masalı dinleyen minicik Türk çocuğu:

-Zavallı Ağustos böceği diye ağlamaya başladı.”[1]

Her şeye rağmen 13. sayısında Makro Paşa'da ilginç bir “iyi niyet” yazısı yayınlanır:

“...Düz tabanda değilim ama, nedense, üstümde bir uğursuzluk var. Tan matbaasına girdim, yıkıldı. Karagöz'de çalışırdım, Ankara'ya aldılar. Tan gazetesinde muharrirdim, battı. 'Cumartesi' adlı bir magazin çıkardım, battı. 'Gerçek' gazetesinin sekreteri idim, battı. 'Yeni Dünya'da çalıştım battı. 'Görüşler'de yazı yazdım battı. 'Ses'de yazdım, battı.

Hani kayığa binmeye korkuyorum, batacak diye.

Her insan, dünya yüzünde, elbette müsbet bir iş yapmak ister. Şimdi benim de yeni bir niyetim var. Halk particiler sıkı dursunlar; zira niyetim Halk partisine girmektir. Alimallah, iki aya kalmaz, onu da batırır, hâk ile yeksan ederim.” [1]

Gazeteye (ve yazarlarına/çizerlerine) olan saldırıların şiddetinin ne dozda arttığını özellikle Sabahattin Ali'nin yazdığı başyazılarda görmek mümkün. Ali 14. sayıda “Lanet Olsun” başlıklı yazısının bir yerinde şöyle diyor:

“...Hiçbir fikre inanmadıkları için fikirlere, insanı insan eden duygulara yabancı oldukları için insanlık sevgisine, herhangi bir şeyi bilip öğrenemeyecek kadar beyinsiz ve tembel oldukları için bilgiye ve kitaba düşman olanlara lanet olsun... ”[3]

Gazetenin 16. sayısında gazeteyi basmak için matbaa bulunamaması ve bu nedenle gazetenin teksir makinesiyle tek tek yazılmasının öyküsü “Gütenberg Matbaası” isimli yazıda anlatılıyor.

“ Dünyaya karşı demokrasi göstermeliğimiz bir Demokrat Partimiz var. Amerikalılardan 150 milyon borç alacak kadar hürriyetimiz var. Ağaçlar bu yıl boy atmadı, otobüste kaba etime kıymık battı, bu nasıl hükümet, diye kokmaz bulaşmaz, tavşan tersi muhalefetleriyle apartman diken muhalif gazetecilerimiz var. Herkes dilediği gibi düşünmekte, düşündüğünü söylemekte serbesttir, diyen Başbakanımız var.

Evet, bütün bu bol hürriyet numaraları, demokrasi varyetesi, muhalefet cambazlığı arasında, şu küçücük mizah gazetesini çıkarmanın imkânı yok.

Markopaşa, meğer ne kadar büyük bir kuvvetmiş. Biz onlardan, onlar bizden korkuyor. Korku, dağları beklermiş, şimdi matbaaları bekliyor. Hiçbir matbaa Markopaşa'yı basmıyor.

Muharrirleri nezaret altına alınır, mahkemeye verilir, tehdit edilir, yer yer aleyhinde nümayişler tertip edilir. Sözümona rekabet maksadıyla sürülerle mizah gazeteleri çıkartılır...

Ey bir cılız kalemden dile gelen hakikat... Sen devleri korkutacak kadar mı korkunçsun?...”[3]

Gazetenin 18. sayısında dönemin Başbakanı Recep Peker'e gönderme yapan bir yazı var. “Recepkrasi” isimli yazıyı incelemek günümüz açısından da önemli sanırım.

“ Yalnız ve yalnız dil kurumu, terimce ve uydurca uyduracak değil a.. Bir de biz deneyelim dedik ve şu Demokrasi kelimesinin etimolojik kökeninin araştırdık. Ne çare ki, onun kökü de(Cemil Barlas'ın kulakları çınlasın) dışarıda imiş. Kelimenin aslı, halk manasına Demos ile, idare manasına kralos'tan yapılmış. Sözümona demokrasi demek, halk idaresi demekmiş.

Demokrasinin kökü dışarıda olmasına gönlüm razı olmadı. Kökünü içeriye almaya çalıştım. Şöyle ki: Türkiye Recepkrasi ile idare edilir. “Recepkrat” bir idare vardır. Recepkrasi'nin de aslı Recepos ve kralostan gelir.

Demokrat Parti ise “Celalkrasi” kurmak ve “Celalkratik” kanunlar yapmak istiyor. Bunun için de “Anti-Celalkratik” kanunlarla mücadele ediyor.

Türk dili uydurca kolu başkanı General Marko”[3]

Yazarlarının ardı ardına tutuklanmasıyla beraber gazetede ister istemez değişikler oluyor. 22.sayısının ardından Marko Paşa kapatılıyor. Bunun üzerine içerik ve biçim olarak Marko Paşa'nın birebir aynısı olan Merhum Paşa çıkıyor. Merhum Paşa'da ancak bir sayı çıkabiliyor. Gazete bu sefer de Malum Paşa olarak çıkmaya başlıyor.

Malum Paşa demişken, gazetenin ikinci sayısında şöyle bir ilan dikkat çekiyor:

“Ankara Üniversitesi Rektörlüğünden:

Üniversitemizin muhtelif Fakültelerine siyasi yazı yazmamak, siyasi laf etmemek, siyasi bakmamak, siyasi laf işitmemek ve hiç kitap okumamak şartiyle bir sürü profesör, doçent ve asistan alınacaktır. Taliplerden kanlarının katıksız olduğuna dair Reşat Şemseddin muayene kâğıdı aranır.

Not: Hükümet ve hükümetin iç ve dış icraatı lehinde yazılan her cins ve nevi yazı gayri siyasi sayılır.”[1]

5 sayı yayınlanan Malum Paşa ise bir provokasyona kurban gidiyor...

Provokasyon: Sahte Marko Paşa


Gazetede çalışan Orhan Erkip, bir akşam gazetedeki yazı, karikatür, basım araçları vs alarak gidiyor. Gazetenin tüm haklarının kendisine devredildiğine dair de kurmaca bir belge hazırlıyor. Bunun ardından gazetenin “Sahte”sini çıkarmaya başlıyor.

Mehmet Ergün bu provokasyonu detaylıca ele aldığı kitabında “Sahte” Marko Paşa ile ilgili şöyle diyor:

“ “Etki alanını” daraltarak “Gerçek” Marko Paşa'yı işlevsiz kılmak, giderek de kapanmasını sağlamak amacıya sahneye konan “provokasyonun” ürünü ve aracı olan “Sahte” Marko Paşa, öncelikle, “Gerçek”inin temel görüşlerine karşı/karşıt bir “yayın siyasası” izliyor.” [2]

Sahte Marko Paşa, “Gerçek”te savunulan düşünceleri tartışma gibi bir şey de yapmıyor. Gazete açıkça “Gerçek”e saldırıyor. “Sahte”nin ilk sayısındaki çıkış yazısında bunu görmek gayet mümkün. “İfşa ediyoruz” başlıklı yazıda şöyle diyor:

“Vatansızlar, soysuzlar, ne idüğü belirsiz sinsi sinsi; kâh bizlerden gözükerek kâh sureti haktan görünerek çeşitli kılıklara bürünerek memleketi içinden yıkmağa, milli birliği sarsmaya çalışıyorlar.

... Muayyen bir fikirleri, ideolojileri, kanaatleri, içtihatları mı var? ASLA. Gözleri bu tek cihete çevrilmiştir: PARA. Bunlara sosyalist, marksist, veya herhangi sol fikirlere intisap etmiş kimseler nazarile bakmağa bile değmez. Bunlar sadece Kızıl Rusyanın gayelerini tahakkuk ettirmek için kiralanmış kimselerdir...”[1]

Provokasyon'un ardından “Gerçek” gazete, Makro Paşa ve Merhum Paşa isimleriyle yine çıkıyor. Fakat “Paşa”'lı taklitler ve provokasyonun etkisiyle gazete tekrardan isim değiştiriyor. Sabahattin Ali bu günleri, eşine yazdığı mektupta şöyle anlatıyor:

“... bu hafta Merhum Paşa çıkmadı, çıkmayacak...iki haftaya kadar Ali Baba'yı çıkaracağım. Çünkü paşalar karıştıkça satış düştü, ziyan etmeğe başladık. Çok sıkıntılı vaziyetteyim. Yarın sana 100 lira göndereceğim. İdare et. Zaten sen, ben söylemeden de idare edersin ya, çünkü benim idareli, sevgili karıcığımsın. Bu fena günlerde yalnız seni ve Filiz'i düşünerek kuvvet buluyorum... ben bazen Mehmet Ali Aybar'larda, bazen Mehmet Ali Cimcozlar'da kalıyorum...”[1]

Bir de Ali Baba'dan bir yazıya göz atalım. Gazetenin üçüncü sayısında “Ayda insan var mı” diye bir yazı yayınlanıyor:

Hikaye bu ya... Hangi millet daha akıllı diye, milletleri imtihan edecek bir heyet kurulmuş. Her milletten rastgele ikişer adam seçip, imtihan heyeti huzuruna çıkarmışlar. Evvela imtihana giren Almanlara sormuşlar:

-Ayda insan var mı, yok mu?

-Katiyen yoktur.

-Neden?

Eğer ayda insan olsa idi, istilâ ederdik.

İngilizlere sormuşlar.

-Ayda insan var mı?

-Katiyen yoktur.

-Neden?

-Eğer Ayda insan olsa idi, bizim müstemlekemiz(sömürgemiz) olurdu.

Sıra Amerikalılara gelmiş. Onlar da:

-Ayda insan yoktur. Eğer olsa idi orada pazar kurardık, çürük malı satardık, atom patladırdık diye cevap vermişler.

Yunanlılara sormuşlar, onlar da:

-Hayır yoktur. Eğer olsaydı, borç para isterdik, demişler.

En nihayet bizim Halk Partililere sıra gelmiş, bizim akıllılara sormuşlar:

-Ayda insan var mı?

-Katiyen yoktur.

-Neden?

-Eğer insan olsaydı, sıkıyönetim ilan ederdik.”[1]

Gazetenin mutfağında Sabahattin Ali ve Aziz Nesin başta olmak üzere Haluk Yetiş, Mustafa Uykusuz ve Rıfat Ilgaz emeği geçenler arasında yer alıyor. Gazetede “ciddi” yazıları yazması nedeniyle Sabahattin Ali'nin yeri ayrı kuşkusuz. Bu arada gazetede yazılan yazılardan bahsetmişken karikatürleri de atlamayalım. Gazetede yer alan karikatürleri Mustafa Uykusuz çiziyor. (Gazetenin özgün sayıları elimde olmadığı için karikatürleri gösteremiyorum maalesef.) (Karikatürlerini “Mim Uykusuz” diye imzalıyor.) Onun karikatürleri de temel olarak demokrasi, yabancı sermaye, bağımsızlık temalarını içeriyor.

Makro Paşa neden önemli?

Peki Makro Paşa'yı önemli kılan neydi? Gazetenin başyazarı neden bir cinayete kurban gitmişti?

Gazete ikinci paylaşım savaşının hemen sonrasında çıkmaya başlıyor. (İnsanlar ekmekleri bile karnelerle alır duruma geldiği zamanlar.) Ülke savaşa girmemiş fakat halk adeta savaşa girmekten beter edilmiş. Ülkenin “refah”a kavuşabilmesinin yolunun dış yardım olduğunu düşünen mevcut iktidar halkın mevcut durumunu bahane göstererek sürekli bunun propagandasını yapıyor. Hal böyle olunca bu konuda aykırı düşünen Marko Paşa gibileri “Kızıl Ajan”, “Vatan Haini” ilan ediliyor.

Unutmadan ülkede bir de sözüm ona “demokrasi rüzgarı” esiyor. Gerçekte ise birçok parti, yayın organı kapatılmış, (özellikle sosyalist partiler) üyeleri veya çalışanları sürülmüş ya da tutuklanmış vaziyette. (Makro Paşa'dan önce Esat Adillerin Gerçek gazetesi de benzer bir şekilde kapatılmış hatta.)

Marko Paşa böyle bir süreçte doğuyor. Söylenmeyen gerçekleri söylemeyi kendine amaç ediniyor.

Mehmet Ergün'ün de belirttiği gibi “Sabahattin Ali Marko Paşa'daki yazılarında, sosyalizmi hedef olarak gözeten bir tutum sergilemiyor. Üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi konusunda söz almıyor.”[2] Gazete daha çok bağımsızlık, hürriyet, demokrasi, yabancı sermaye konularını işliyor, hükümetin icraatlarını “muzip” bir dille eleştiriyor.

O dönemde gündemde olan“çok partili hayat” da Marko Paşa'dan nasibini alıyor. Gazete muhalefetini sadece mevcut iktidara yapmıyor. Dönemin “alternatif partisi” Demokrat Parti de gazetenin dilinden kurtulamıyor...

Marko Paşa o güne kadar yapılamayanı başarıyor. İnsanlara ulaşma noktasında yaşanan tüm sorunları aşıyor. Üstelik “doğru bildiğini” söylemekten de çekinmeyerek yapıyor bunu. Ve her zamanki gibi doğru söyleyeni dokuz köyden kovmaya çalışıyorlar.

Gazetenin hikayesinin sonuna bir de kan bulaşıyor. Gazetenin başyazarı Sabahattin Ali (hala tam olarak aydınlatılamayan bir şekilde) 2 Nisan 1948'de öldürülüyor.

Son olarak Nazım Hikmet'in, “Mücahit ve Muharrir Sabahattin Ali” başlıklı yazısında, Marko Paşa ve Sabahattin Ali ile ilgili söylediklerine kulak vererek yazıyı noktalandıralım.

“İkinci Dünya Harbi biter bitmez Sabahattin Âli, ‘Marko Paşa’ gazetesini çıkarmaya başladı. Bu bir siyasi mizah gazeteydi. Türk mizahı o zamana kadar böyle bir gazete görmemişti. ‘Marko Paşa’ emperyalizm aleyhinde yazıyor, Türk burjuvazisi ve burjuva partileriyle öldüresiye alay ediyordu. Gazete haftada iki defa çıkıyordu ve tirajı 150 bini bulmuştu. Böyle büyük bir tiraj Türkiye’de henüz görülmemişti. Hükümet, çok geçmeden gazeteyi ve yazarlarını mahkemeye verdi. Basımevlerine gazeteyi basmamaları için polis tarafından emir verildi. Fakat gazete, bazen hektografta basılarak, bazen de başka isimler altında olarak çıkmaya devam etti. ‘Marko Paşa’nın demokrasi, millî bağımsızlık ve barış uğrunda ve emperyalizm aleyhinde yürütülen mücadeledeki rolü çok önemlidir. Sabahattin’i birkaç defa hapse attılar. Buna rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. O zamanki iç ve dış durum öyleydi ki, mürteci idareciler ‘Marko Paşa’ gazetesini doğrudan doğruya tasfiye etmeye cesaret edemediler. İrtica için, gazeteyi durdurmanın bir tek çaresi vardı: Herhangi bir provokasyon yardımıyla gazete sahibini yok etmek, yani Sabahattin Âli’yi öldürmek! Öyle de yaptılar. Türkiye gizli polisi, kiralanmış ajanlarından birinin eliyle, Sabahattin Âli’yi bir ormanda öldürdü.”

NOT: Marko Paşa'nın (ve devamında çıkan gazetelerin) çıkış serüvenini ikiye ayırmak gerekiyor. İlk dönem Sabahattin Ali'nin başyazar olduğu dönemdir. İkinci dönem ise Sabahattin Ali'nin öldürülmesinden sonra Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'ın gazeteyi çıkarmaya devam ettiği dönemdir. Yazıda bahsi geçenler gazetenin birinci dönemi ile ilgilidir.

Kaynaklar:

1- “Markopaşa Gerçeği”, Cüneyt Saydur, Çınar Yayınları

2- “Sahte Marko Paşa”, Mehmet Ergün, Papirüs Yayınları

3- “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler”, Sabahattin Ali, Derleyen Hikmet Altınkaynak, YKY

Diyar Saraçoğlu

22.06.2011, İzmir