24 Haziran 2012 Pazar

MÜZİK KLİŞELERİNİ KAZIRSAK... "Bana ne, gelecekse dünyanın sonu bitecekse bitsin bu hayat yolu" (Ferhat Göçer) Müzikle ilgili ağıza sakız olmuş lafları ayıklamak gibi bir görev edindim bugünlerde. Hemen lafa gireceğim. Klişelerle uğraşıp, komik hale düşürüp, beraberinde de aşmak gibi bir niyetim var. Bu yazıda iki cümleyi, daha doğrusu iki klişeyi hedef tahtasına koydum. 1."MÜZİK EVRENSELDİR" 2."KULAĞIMA HOŞ GELEN HER TÜRLÜ MÜZİĞİ DİNLERİM" Sen neymişsin be müzik! “Müzik evrenseldir” lafı, bugün için burjuva ideolojisine aittir. Evet, müzik olgusal olarak evrenseldir; “Müziği olmayan bir toplum yoktur”. Ancak 'evrensellik' yakıştırması asıl olarak müziğin toplumsal sınıflar üstü olduğu alt metnine dayanır. Oysa insanlık sömüren-sömürülen olarak bölünüp de sınıflar mücadelesi başladığından beri, kabaca söylemek gerekirse; sömürenlerin kültürü ile sömürülenlerin kültürü farklılaşmıştır. Eğer "müzik evrenseldir" söylemini kullanırsak müziğin toplumsal durum, ideoloji ve sınıf ilişkileri ile alakasının üzerini örtmüş, dolayısıyla bugünkü egemenlerin sömürücü sistemlerini bir anlamda 'normal'leştirmiş oluruz. Müziğin sınıfsallığı Bir ezginin hangi sınıfı savunduğunu tespit etmek güçtür. Tamam, eserin ismi, bestecisinin kimliği, kullanım alanları, kompozisyon üslubu ve hatta çalgı tercihleri dahi bunun hakkında bilgi verebilir ama anlamı taşıyan asıl olarak sözdür. Dolayısıyla -biraz da yanlış olmakla birlikte- müziği sözler üzerinden değerlendiririz. Genel olarak da "müzik" denilince akla çağrışımsal olarak 'şarkı'nın gelmesi şaşırtıcı değildir. Şarkı tehlikeli bir kavga alanıdır. Sözler, çoğu kez dikkatlice döşenmiş mayınlar ya da çatılara yerleştirilmiş keskin nişancılardır. Şarkı ideolojiktir Eğer sözlerde "Hayat ne güzel, her şey çok güzel" diyorsa mevcut sömürü sisteminin devamını savunan bir şarkı olduğu çıkarılabilir. "Bir tek sen varsın benim için, gerisi hikaye" gibi bir ileti varsa, bu şarkı 'idealizm'in propagandasıdır. Yine örneğin, "Başkasına yar etmem seni ya benimsin ya kara toprağın" mesajı varsa burada faşizan karakterini açığa vurmuş bir özel mülkiyet anlayışının aktarımının yapıldığı söylenebilir. Dolayısıyla ağızlardaki tüm şarkılar söylenirken sözler ve dolayısıyla ileti, bilince çıkarılmalıdır. Müzik dinlerken 'ayık olmak' budur işte. Yoksa kadınların özgürleşmesini savunurken, kendimizi "Güzeli oynatırlar aman çirkini söyletirler" derken bulabiliriz ya da dünyanın gidişatını değiştirmek gibi bir niyetle dolaşırken sokaklarda, "Böyle gelmiş böyle geçer dünya"yı ıslıklarımıza dolayabiliriz. Müziğin 'etnik'liği "Müzik evrenseldir" lafına bir başka itiraz da 'kültür fetişistleri'nden gelir. Burada da eskimonun, Afrika tam tamlarından hiç de hoşlanmayabileceği ortaya konarak, müziğin 'etnik' karakterine vurgu yapılır. Eksiltilmiş bir eleştiri -dolayısıyla bir saptırma- olmasına rağmen haklı bir karşı çıkış olduğunu söylemek lazım. Çünkü coğrafi koşullar, dilsel yapı, iklim, din, özgün-tarihsel durum gibi değişkenler elbette o topluluğun müziği üzerinde belirleyicidir. Fakat temelde aynı etnik grubun üyeleri olan toplumsal anlamda sömüren ve sömürülen sınıflarda olanların müziğinin temel belirleyicisi sınıf ilişkileridir. Bugün bir işçiyle patronun ikisinin de -atıyorum- Ferhat Göçer dinlemesi bu söylediğimizi yıkmaz, aksine örneklem teşkil eder. Çünkü patron, yarattığı kültür endüstrisiyle işçiyi ideolojik olarak güdümlemiş ve kendi çıkarlarını, işçinin çıkarlarıyla aynıymış gibi göstermeyi becermiştir. İşçi, kendisini tutsaklaştıran sistemin sözünü söyler, bununla duygulanır, dans eder olmuştur. "Her türlü..." Bir başka ayıklanması gereken söz de, en az, çekirdek muhabbetlerindeki "Ayy bu da hastalık valla" kadar klişe olan "Ben her türlü müziği dinlerim, kulağıma hoş gelsin yeter" sözü. Sözü söyleyen kendisinin, 'açık' birisi olduğunu, müzik tarzlarına önyargısının bulunmadığını anlatmaya çalışıyor. Burnunuza, "Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler" kıvamında kokuların gelmesi olası. Buradaki sorun, müziğin 'salt biçim'e indirgenmesidir. Bunun en komik örneklerini 'yabancı pop'ta duyuyoruz. Arabesk müzik ya da Türkçe 'piyasa' parçalar çalmaktan 'entelektüel' zorunluluklar çerçevesinde imtina eden bazı mekanlarda, hiç de Yıldız Tilbe'yi, Serdar Ortaç'ı, Emre Aydın'ı aratmayacak sözlere sahip 'yabancı' şarkılar çalınıyor ve 'entelektüel' damar kabarabiliyor. Salt biçimin kandırıcılığı Egemenler 'biçim'e vurgu yapar. Biçimin kendi başına oldukça kandırıcı olduğunu, ağzımıza pelesenk olan şarkıların mesajlarındaki bize uymazlıktan anlayabiliriz. Yani 'ilgi çekici' biçim sayesinde zihnmizin kapıları aralanmış ve ileti gönderilmiştir. Dolayısıyla tek başına biçimi ele almak, en iyi ihtimalle saflıktır. Müzik, tehlikeli olacak kadar insanidir ve dolayısıyla kulaklar çeşitli zaafiyetlere gebedir. Dinleme süzgeçlerine aklı eklemek asli görevlerden biri olmalıdır. Egemenler, en geri özü, en ileri tekniklerle aktarır. Bu, reklam tekniklerinden, şarkı bestelemeye kadar bir çok özel alanda uygulanır. Pop müzikte 'çengel' diye tanımlanan bir kavram vardır. 'Çengel', kişinin ağzına pelesenk olabilecek basitlikte ve çekicilikte olan sözler ya da melodidir. Dinleyen çengele takılır, böylece oltaya takılmış olur. Sabah programlarındaki ünlü doktorlar söylemez, gazetelerin ilgili sayfalarındaki "Şu meyvede 58 tane vitamin var, şu bitkiyi biliyor musunuz, bütün dünya onu konuşuyor" tipi metinlerde geçmez ama müzik dinlerken 'ayık' olmanın sayısız faydası var gerçekten de. serdaryturkmen@gmail.com 11 Haziran 2012, İzmir

24 Mayıs 2012 Perşembe

Evrim kuramı, yaratılışçılık ve akıllı tasarım

“Evrim, genetiğin işleyiş biçimidir ya da biyolojinin grameridir.
Evrim, bilimin bütün alanlarına belli bir mantık ve bakış getirir.
Gramer olmadan nasıl bir dili öğrenemezseniz, evrim olmadan da
biyolojiyi öğrenip uygulayamaz, bilim yapamazsınız.”

Steve Jones

Yeryüzünün elbiselerini değiştirecek güce gelemedik henüz. 2011 yılının son çeyreğinde, paçavralara dönmüş kıyafetlerimize yamalar yapmaya devam ediyoruz. Petrol devlerinin, silah tüccarlarının, uyuşturucu baronlarının, ekonomi ve siyaset teröristlerinin; hadi adını koyalım, kapitalist sınıfın ve temsilcilerinin egemenliği son bulmadı. Ortadoğu kan gölü, Avrupa’da geçmişin kazanımları birer birer geri alınıyor, güzelim Anadolu doğasını savunuyor ve yaralarını sarıyor; yer yer sesini yükselterek. Peki tüm bunların öznesi kim?

İnsan.

İşte yazımız buradan hareket edecek ve “hayvan” kelimesinin önüne getirilmiş türlü özelliklerle tanımlanmış bir canlının, insanın varlığını ele alan çalışmalara yönelik kimi açıklamalarda bulunacak. Biyoloji bilimini ve evrim kuramını -ki aslında bu aşama geçilmiş ve bir gerçeklik, olgu niteliğine ulaşılmıştır- esas alarak, daha önceki yazılarımızda pek çok konuya değinmiştik.1 Süreç, amaç, ilerleme, gen-çevre-organizmanın rolü, vb. başlıklara dair görüşlerimizi paylaşmış, tartışmalarda bulunmuştuk. Yukarıda da belirttiğimiz gibi şimdi insanın var oluşu meselesine eğilecek ve buradan hareketle doğa, tasarım, yaratılış araştırmalarına kendi tarafımızdan katkı koymaya çalışacağız.

İnsanın, iki ayağı üzerinde durmayı, alet yapmayı ve ellerini kullanmayı öğrendiği günden beri nasıl büyük değişimler geçirdiğini bugün rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Doğayı dönüştüren -katleden de denebilir-, robotları yaratan, uzayın derinliklerine yolculuklar yapan insan, sahip olduğu zekâ ve düşünsel gücüyle çok özel bir canlı olarak değerlendiriliyor, yine kendisi tarafından. Beyin, göz, hücre, protein yapısına hayranlık duyuluyor, tüm bunları yaratan bir güç olması gerektiği düşünülüyor. Sadece insanla sınırla kalmayan bu görüş, biraz daha doğaya açılınca, bakteri kamçısı ve yarasa kulağını fark ediyor ve bunları da bir yaratıcının delili olarak algılıyor. Doğa bilimlerinin bulguları, bir tanrının (y)etkinliği olarak kabul ediliyor. Yani sevgili okuyucu, diyorlar ki, “yaratıldık, tasarlandık”. Şimdi, çalışmamız boyunca yaratılışçılık ve akıllı tasarım olarak adlandıracağımız2 bu hareketi, daha yakından tanıyacak, iddialarını sizlerle paylaşacağız. Sonrasında ise bilim dünyasının, bu saldırı dalgasına yönelik cevaplarını ele alacağız.

1.    Yaratılışçılık ve Akıllı Tasarım

Fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve jeoloji bilimlerinin gelişimi, hepimizin bildiği gibi, doğa üzerine yerleşik pek çok fikir ve kalıbı sarstı. Bilgi dünyamızdaki büyük boşlukları hızla doldurur olduk, değiştik ve dönüştürdük. Yeryüzünün ve canlıların, özellikle insanın evrimi meselesi, her geçen gün daha bir açıklığa kavuştukça; geçmişin duvarının çatırdadığı duyuldu ve bu, beraberinde karşı bir hareket doğurdu. Kutsal kitaplar, kilise ve din adamlarına dayalı anlayışların yeni bulgular karşısında geçersizleştiği görüldükçe; bir öfke dalgasına bağlı olarak bilim ve bilim insanları bedeller ödemeye başladılar. Bu süreç, başta İngiltere ve ABD olmak üzere farklı ülkelerde evrim kuramının hedef tahtasına oturtulmasına sebep oldu.

C. Darwin’in eserleriyle beraber, biyolojinin daha disipline olması ve çok daha önceleri de var olan evrim düşüncesinin bilimsel temellere oturtulması gibi, ABD’deki köktendinci yaratılışçı güç de, kendi kaynak eserlerini ve görüşlerini bir senteze kavuşturdu. Kutsal kitaplara kadar inip, buradaki anlatıları, son bilimsel gelişmelerle süsleyerek kamuoyuna sunmaya başladılar. Başta Avrupa ve Türkiye’deki hareketler, siyasal ve ekonomik alanlarda olduğu gibi, burada da ABD üzerinden beslendiği içindir ki, öncelikle kıtalar ötesine uzanıp tarihsel bir özette bulunmak önem taşıyor.

1.1 ABD ve yaratılışçılığın kısa tarihi

Birleşik Devletler bilim dünyasının önemli isimlerinden Eugenie C. Scott’a göre ABD’deki evrim karşıtlığının temelini, “1910-1915’te İncil’in yanılmazlığını vurgulayan Protestan görüş olan kökten dinciliğin kuruluşu”4 (s. 222) oluşturuyor. Scott, bu temele ek olarak, 20. yy ile örgütlü ve aktif bir nitelik kazanan evrim karşıtlığının, eğitimin yaygınlaşması ve sosyal-Darwinizm’in “toplumsal ve siyasal fikirlerinin evrimle ilişkilendirilmesi” olduğunu5 belirtiyor.6 (s. 223) Köktendincilik (Fundamentalizm), “kısmen 1880’lerde Almanya’da ortaya çıkan Modernizm adlı teolojik harekete karşı gelişen bir tepkidir.”6 (s. 224) Bu iki hareketin karşı karşıya gelişi, Modernizmin “Yüksek Eleştiri (Higher Criticism)” adı verilen yorumları, Yaratılış ve Tufan hikâyeleri üzerinden, İncil’in insan ürünü olabileceğini, eksik ve hatalı bilgiler içerdiğini, çelişkiler barındırdığını gündeme taşıyordu. Scott aracılığıyla Armstrong’tan aktarıldığı kadarıyla köktendinciler “(1) Kitab-ı Mukaddes’in yanılmazlığını, (2) İsa’nın Bakire Meryem’den doğduğunu, (3) çarmıhta bizim günahlarımızın bedelini ödediğini, (4) fiziksel olarak yeniden dirileceğini ve (5) Mucizelerinin nesnel gerçekliğini savunuyorlardı.”6 (s. 224) Yüzyılın başındaki kültürel yozlaşma ve savaşlar, insanlığı, sığınılacak bir güce ihtiyaç duyar hâle getirmişti. Rekabet ve hırsın, Darwin’in düşünceleriyle eşleştirilmesine bağlı olarak, yaygınlaşan lise eğitimine müdahale edildi ve 23 Mart 1925’te Butler Yasası’nın kabulü sağlandı. Scott, Tennessee eyalet meclisinden geçen Butler Yasası’nı, Larson aracılığıyla şöyle aktarıyor: “Bir öğretmenin, Kitab-ı Mukaddes’te öğretildiği hâliyle insanın Kutsal Yaratılış Hikâyesini inkâr eden ve onun daha aşağı bir hayvan soyundan geldiğini iddia eden herhangi bir teoriyi kutsal yaratılışın yerine geçirerek öğretmesi yasaya aykırıdır” 6 (s. 226) Bu yasanın destekçileri kuşkusuz köktendincilerdi, liberaller ise bir dini grubun kayırılmasını doğru bulmuyorlardı. “Yüzyılın Duruşması” veya Scopes davası, bu yasa üzerindeki tartışmalarla doğmuştu.7 Geriye dönüp bakıldığında, davanın bilimsel yönden şöyle bir önemi vardır; evrim kuramını reddeden bilim insanı bulmakta zorluk çekildiğinden, davalı grup, en azından Hıristiyanlık ile evrim kuramının birbirine ters düşmediğini kanıtlamaya meyletmiştir. Scopes suçlu bulunmuş olsa da, duruşmanın sonuçları ve etkileri bariz bir netlik taşımaz. Farklı eyaletlerde evrim karşıtı yasaların teklifi gerçekleşir; ancak önemsiz bir kısmı kabul edilir. 1960’lara kadar ABD’de köktendinciliğin ve diğer grupların evrim karşıtlığını yükseltmesine sebep olacak olaylar yaşanmamıştır; ama evrim, “fen bilimleri öğretimine fiilen dahil değil”dir, ülke genelinde büyük oranda işlenmemektedir.6 (s. 230)

ABD’deki evrim karşıtlığının ülke genelinde sürdürdüğü hakimiyet, 1957 yılının Ekim ayında, Sovyetler Birliği tarafından uzaya gönderilen yapay uydu Sputnik’in başarısıyla sarsılır. Anti-komünist propagandada gedik açılmıştır ve “iç hesaplaşmalar” başlar. Bilim dünyası içinde bir çıkış bulmaya çalışan Birleşik Devletler’de, genç bir kurum olan Ulusal Bilim Vakfı (Natural Science Foundation - NSF) önemli roller üstlenir ve maddi destek sağlanarak, bilim eğitimi ve kurumlarının mevcut durumunun araştırılması ve sonrasında geliştirilmesi yönünde adımlar atılır. Dine ve ideolojiye kurban gitmiş evrim kuramının yokluğunda, ders kitaplarının kalitesizliğini gören bilimcilerin şaşkınlıklarını tahmin ediyorsunuzdur. 1963’te yayımlanan üç yeni kitapta belirgin tema evrim kuramı olur. Şimdi tarihin ironilerden biri karşımıza çıkıyor: Türlerin Kökeni ile beraber, Scopes Davası’na kadar, evrim kuramı karşıtlığı dini temellere ve söylemlere, Kitab-ı Mukaddes’e dayanırken; naturalizm ve sonrasında doğa bilimlerinin kazandığı yetkinlik ve NSF’nin yaklaşımı, yaratılışçıların yaklaşımlarının da evrim geçirmesine sebep olmuştur. 1925’ler ile 60’lar arasında çok fazla yorulmamış olan güruh, BSCS8 kitapları ile beraber kendini günceller ve bilimi sos olarak kullanmaya başlar. Yaratılış Bilimi denilen yeni hareketin merkezindeki isim ise Dr. Henry M. Morris olacaktır.

Altı günde yaratılış ve tufan inanışı, Morris tarafından, bilimsel olgularla harmanlanarak açıklanıyordu. İlahiyatçı ve İncil uzmanı John C. Whitcomb ile beraber yazılan The Genesis Flood (Yaratılış Tufanı, 1961) bu yeni hareketin ve Morris’in görüşlerinin net ifadesini içeriyordu. “Yeryüzünün on bin yaşından daha genç olduğuna ilişkin bilimsel kanıtlar”6 (s. 233) öne sürülüyor, buna dayanarak çok uzun zaman dilimlerini kapsayan evrimsel bir sürecin mümkün olmadığı iddia ediliyordu. Morris’in, “bir grup muhafazakâr Hıristiyan” kişiyle9 beraber yürüttüğü çalışmalar neticesinde, 1963 yılında, Yaratılış Araştırmaları Kurumu (Creation Research Society) kuruldu. Dergiler çıkarıldı, evrim kuramı karşıtı kitaplar (lise biyoloji ders kitabı dahil) yayımlandı. 1974’te, Morris’e ait olan, Scientific Creationism (Bilimsel Yaratılışçılık) basıldı. Morris ve arkadaşları tarafından, 1972’de kurulan Yaratılış Araştırmaları Enstitüsü (Institute for Creation Research - ICR), 1980 yılında bağımsız bir enstitüye dönüştü ve gün geçtikçe, evrim karşıtı hareketlerin merkezi olmaya başladı.10 Atölyeler, konuşmalar, film gösterimleri, farklı biçimlerde yayın dağıtımlarından (CD’ler, kitaplar, videolar, vb.) yararlanılarak propaganda yapılır oldu. Creation-Life Publishers yayınevi kuruldu ve evrim karşıtı kitaplar çıkarıldı, “Yaratılış ve Yeryüzü Tarihi” müzesi açıldı. Burslar dağıtıldı.

Yaratılışçı hareketin tüm bu çalışmalarına rağmen NSF’nin hamlesiyle yaygınlaşan evrim eğitimi, önemli bir hak daha kazandı: ABD Yargıtayı’nın hükmüyle, “Scopes davasından 43 yıl sonra, 1968’de evrimin öğretilmesini yasaklamak yasaya karşı gelmek sayıldı.”6 (s. 239) Bu kararla beraber, evrimin yasaklanamayacağını anlayan yaratılışçılar, başka bir yöntem izlemeye karar verdiler: evrimle beraber dini görüşlerin de okutulması talebinde bulunacaklardı. Bilim dünyasından aradığı desteği bulamayan ICR, daha genel bir politika izlemeye karar vererek yöntem değişikliğine gitti. Vatandaşlardan daha fazla aktif mücadele talep edildi ve önergeler oluşturulmaya başlandı. “1980’lerin başında evrim teorisine ve yaratılış teorisine eşit muamele yapılması tasarısı … en az 27 eyalette teklif edilmişti. Arkansas ve Louisiana’dakiler hariç hepsi komisyona takıldı.”6 (s. 241) 1987’de Yargıtay’a kadar çıkan davaların sonucunda yaratılışçıların bilimsellik ile süsleyerek hazırladıkları önergelerin dini içerikli olduklarına ve dolayısıyla eğitim müfredatlarında yer almaması gerektiğine karar verildi. Evrim kuramının hukuksal alanda da kazandığı bu zaferler, farklı bir karşı saldırıyı başlatacaktı. Yaratılışçı avukat Wendell Bird, ICR için, yeni yol haritasını oluşturdu. Bir kez daha, kabuk değiştirilecekti.
    
1.2 Akıllı tasarım, M. Behe ve W. Dembski

Yaratılışçılık ile aynı özü taşımasına rağmen, farklı bir teori oluşturulmuş gibi davranılıyordu. “Birdenbire Ortaya Çıkış Teorisi”nde, Bird, dini olduğu gerekçesiyle reddedilebilecek tüm noktaları ayıklamıştı ve evrenin, mevcut hâliyle bir anda ortaya çıktığını yazıyordu. Bu görüşe göre, bitkiler, hayvanlar, yıldızlar, galaksiler aniden, bir süreç dahilinde bulunmadan oluşmuştu. Daha sonra farklı alt görüşler ve alternatifler öne sürüldü. Bu ve sonraki dönemin en popüler ürünü “Akıllı Tasarım” düşüncesinin temelleri 1984 tarihli, üç yazarı olan Hayatın Kökeninin Sırrı eserine dayandırılıyordu. Terim ilk kez, 1989’da yazılan Pandalar ve İnsanlar kitabında kullanılmıştır.11  (s. 251) Adem-Havva-Tufan-genç dünya gibi, yaratılışçılığın alışılmış söylemlerine göndermeler yapılmaz. Yeni bilimsel açıklamalarla akademi ve bilim dünyası içerisinden de destek sağlanır. Evrim kuramı karşıtlarının her fırsatta sarıldıkları o iki fikir; biyokimyacı Michael Behe -meşhur isim- ve felsefeci/matematikçi William Dembski tarafından öne sürülür:

a)    bozulamaz karmaşıklık: “indirgenemez karmaşıklık”, “indirgenemez mükemmelik”  olarak da bilinir. Kimi yapıların, daha basite indirgenemeyecek durumda oldukları, aksi takdirde işlevlerini yitirecekleri iddia edilir. Behe, bu tür örneklerin, doğal seçilim mekanizması ile açıklanamayacaklarını belirtir. Dembski ile beraber en sık kullandıkları örnek bakteriyel kamçıdır.12 (s. 124)

b)    özellikli karmaşık bilgi: tasarım çıkarsaması: Dembski’nin olasılık hesabı üzerinden hareket edilir ve tasarımla oluşmuş bir şey, doğal sebepler veya tesadüfle oluşanlardan ayrılır. Kendisi tarafından hazırlanan “Açıklayıcı Filtre”de; yüksek olasılık-düzenlilik; orta dereceli olasılık-şans ve belirli düşük olasılık (yani özellikli karmaşık bilgi)-tasarım ile eşleştirilir. Yaratılışçılar için karmaşık bir yapı (Paley’in saat ve Fred Hoyle’nin Boeing 707 örneği, omurgalıların gözü) bir tasarımcı gerektirir ve baştan bir amaçla oluşturulmuş olmalıdır. Doğada şans eseri, kendiliğinden böyle bir şey gerçekleşemez, mutlaka bir “üstün güç” bulunmalıdır. Yarasa kulağının yapısı açığa çıkarıldıkça, yaratılışçıların hayranlığı ve mükemmelik övgüleri artar; doğanın, bu kusursuzluğu açıklayamayacağı söylenir.

Behe ve Dembski’nin görüşleri aracılığıyla akıllı tasarımcılar iddialarının esaslarını oluşturmuşlardı. 1991 yılında kurumsal anlamda bir değişikliğe gidildi. Hayatın Kökeninin Sırrı eserinin yazılmasını teşvik eden kişi olan John Buell’in başkanlığını yaptığı Düşünce ve Etik Kurumu’nun (Foundation for Thought and Ethics - FTE) yerini Keşif Enstitüsü (Discovery Institute – DI, Seattle, akıllı tasarımcıların merkezi) aldı. Kendi internet sitelerinde14 amaçları şöyle tanımlanmıştı: “temsilci hükümetin, serbest piyasanın ve bireysel özgürlüğün sağduyulu geleneğindeki fikirleri desteklemek”11 (s. 260) Enstitü, aldığı milyon dolarlık bağışlarla, akıllı tasarımcıların çalışmalarını da destekler olmuştu.15 Programlarında açıkça bilimsel maddeciliğin yerine Tanrı anlayışını geçirmek olduğunu yazıyorlardı. 11 (s. 260) CRSC, 2002’de Bilim ve Kültür Merkezi (Center for Science and Culture - CSC) adını aldı.
Evet, yukarıdaki genel açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, yaratılışçıların kurumları ve görüşleri de sürekli evrim geçiriyor, kendini güncelliyor; ama hep aynı kökenden hareket ediyor. Her yenilgiden sonra yeniden mahkeme kapılarına gidiyorlar, yeniden kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Müslümanlar arasındaki evrim kuramı karşıtı propagandanın kaynağı bile yine ABD’deki atalarıdır: Steve Jones, “İslam propagandasının neredeyse hepsi sağcı Hıristiyan kökenlidir.” der.16 (s. 270) Tabi ki İslam’ın ve kutsal kitap olarak kabul edilen Kuran’ın farklı yönleri var; ancak yine de belirgin olarak benzerlikler öne çıkıyor. Bununla beraber, aşağıda açıklayacağımız Türkiye örneğinin dışında, Avrupa’da evrim kuramı karşıtlığıyla hareket eden akımların ABD ile finansal/teorik ilişkileri başlı başına bir araştırma konusudur.17

2.    Türkiye’de evrim kuramı ve karşıtlığı

Üzerinde yaşadığımız topraklarda, biyoloji eğitiminin tarihi 1900 yılına kadar gidiyor. 12 Eylül dönemi başlamadan önce, genel olarak evrim kuramının kendine belirli bir yer edinmiş olduğu görülse de, darbeyi takiben önemli değişiklikler yaşanıyor. Ders saatlerinde oynanması, derslerin zorunlu/seçmeli şekilde ayrılması, ezberci anlatım, ders içeriklerinin niteliksizleşmesi, biyoloji öğretmenlerinin evrim kuramına bakışındaki soğukluk ve çekince, üniversite sınavları, laboratuvarların yetersizliği, eğitim malzemeleri eksikliği gibi faktörler düşünüldüğünde; lise mezunu öğrenciler açısından, Lamarck, Darwin, Mendel, evrim kuramı, vb. başlıklar pek bir anlam ifade etmez hâle geliyor. Bir öğretmenin, biyoloji derslerinde evrimin önemini vurgulaması ise, hakkında dava ve soruşturma açılması için yeterli sayılıyor (Ocak 2009, Bergama; Temmuz 2004, Mamak, Zeliha Avcı’nın şikâyet edilmesi) Üniversitelerde de durum (** K. Ateş, s.348) pek parlak görünmüyor; çünkü sadece biyoloji ve diğer disiplinler için değil, felsefe ve onun aşılması noktasında da böylesine önemli bir kuram, yeterince işlenmeden geçiliyor. Biyoloji, moleküler biyoloji ve genetik, biyomühendislik ve ilgili diğer alanlarda bile, bu konunun kavranması için özel bir çaba gösterilmediği anlaşılıyor. Üniversite mezunu bireylerin, yaşam içerisindeki tutumlarını da bilim ve eğitim dünyasının içerisinde bulunduğu sefalet üzerinden ayırt edebiliyoruz. Neyse ki toplumsal mücadelede olduğu gibi, üniversiteler içerisinde de kimi değerli isimler var da, geleceğe umutla bakıyoruz. 18

Türkiye’deki evrim karşıtlığına geçmeden önce, tarihte sıçrayarak bir yolculuk yapmakta fayda var. Arap dünyasının bilime öncülük ettiği dönemlerde, İslam coğrafyasında da evrim düşüncesi yer edinmişti. El-Cahiz, Al-hazen, İbni Haldun, evrimci bakışın geliştirilmesinde rol alan isimlerden ilk akla gelenler. Bilimin bir ibadet türü olarak ele alınması, burada önemli bir etkendi. Avrupa’daki aydınlanmacı ve pozitivist hareketin bu topraklara yansımaları, Jön Türkler, İttihat-Terakki ve Kemalizm ile oldu. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, evrim kuramı ve Darwin, daha tanınır hâle gelmeye başladı. Yurt dışına eğitim almaya gönderilenler, M. Kemal’in çabaları, Almanya’dan Türkiye’ye sığınan bilim ve sanat dünyasının isimleri kuşkusuz önemliydi; ama tabana yayılmış bir kitlesel devrim yaşanmadığı için, popüler ve kolay olanlarla günü öldüren bir anlayış aşılamadı. Ülkenin siyasal dönüşümleri, doğal olarak eğitim ve öğretim sistemini, bilim anlayışını da değiştirdi ve Fethullah Gülen hareketi + 12 Eylül darbesi ile beraber, örgütlü bir yaratılışçılık hareketi oluşmaya başladı. Kenan Ateş, “Türkiye’de Yaratılışçılık” isimli makalesinde, bu süreci 25-30 yıllık diye ele alıyor hâliyle. Somut bir adım olarak bence her şeyi özetleyen bir olay var: ANAP hükümeti Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler tarafından Amerika kökenli yaratılışçılığın Türkiye’ye sokulması adımı; 1985’te, bakan, “lise ve orta okullara gönderdiği genelgede evrim öğretilmemesini isteyerek evrimi öğreten ve savunan öğretmenleri komünist olmakla suçladı ve sonra da bakanın isteğiyle Yaratılış görüşü lise biyoloji kitaplarına girmeye başladı.”19 (s. 281) Aynı sayfalarda şöyle yazıyor Ateş: “Amerikalı Evangelist köktendinci Yaratılışçıların, ABD’de, İncil’de anlatılan Yaratılış konusunu orta öğretim kurumlarına sokma çabası içindeki “Yaratılış Araştırma Enstitüsü”nün yayınladığı kitaplar 1985 yılında MEB tarafından Türkçeye çevrilip yayınlanarak öğretmenlere dağıtılmaya başlandı.” Her şey açık ve net. Henry Morris ve bazı başka eserler de yine MEB tarafından basıldı. Bu kadarla da yetinilmeyerek, ICR’den, Türkiye’ye konferans vermeye gelmesi için, masrafları karşılanacak şekilde isimler davet edildi.19 (s. 282) Bu sürecin meyvesi ise hepimizin tanıdığı bir kurum ve isim oldu: Bilim Araştırma Vakfı (BAV) ve Harun Yahya (Adnan Oktar, Harun Yahya dışında Cavit Yalçın müstear ismini de kullanıyor). ICR ve Keşif Enstitüsü kitapları çevrildi, ücretsiz dağıtımlar yapıldı, her türlü kaynak desteği sağlandı ve örgütlü bir karşı hareket yürütülür oldu. Yani ABD’dekiler ile benzer ve yer yer aynı işlemler uygulamaya alındı; mesela Yaratılış Atlasları hazırlandı.20 Bugünkü siyaset dünyasında olduğu gibi, Türkiye’deki Harun Yahya hareketi de, efendisinin taşeronluğunu yaparak, öğrendiklerini İslam dünyasını dönüştürmekte kullandı ve kullanmaya da devam ediyor.21 Ateş’in tespitine göre, “Gülenci BAV-Harun Yahya ekibi, ABD’deki hem kendilerine Bilimsel Yaratılışçılık diyen yaratılışçılığı, hem de Akıllı Tasarımcılığı, Türkiye’de aynı adla, İslami Yaratılışçılık adıyla tek başına sürdürmeye çalışıyor.”19 (s.284) Harun Yahya’ya ek olarak, memleketin yıldızlarından Taha Akyol’un oğlu Mustafa Akyol da Akıllı Tasarım sekreterliğini bir süre yürüttü, buraya dikkat: Keşif Enstitüsü bursiyerlerindendi, “medeniyetler uzlaşması” tezini savundu22; fakat Harun Yahya kadar tutulmadı. Yahya, işi öyle ilerletmiş ki, Yaratılış-Atlası 2’de, tarihsel-kültürel birikimleri de inkâr ediyor, taş-maden işlenen, ateşin ve basit tarımın-hayvancılığın olduğu dönemleri unutup, insanı, hep yüksek kültür sahibi olarak ele alıyor. (** S. Gülçur, s. 250-1) Bir taraftan dünyanın birkaç bin yıl önce yaratıldığını iddia edin; bir yandan da, kültürel evrimi reddetme hakkı elde etmek adına, insansıların, hayvanların bile alet yapımında ve maden işlemede uzman canlılar oldukları sonucunu verecek iddialarda bulunun.23 H. Yahya, kendi iddialarını desteklemek için öyle olur olmaz kaynaklara sığınıyor ki, günün birinde Kapital’e referans vermesinden korkuyoruz. 

Türkiye’deki siyasetçilerden kimileri, evrim kuramına yönelik açıklamalarında da efendilerini örnek alıyorlar. George Bush, 2005 Ağustos ayında, “demokratik olunmalı” diyerek, yaratılışçılığın da evrim kuramı ile beraber okullarda okutulması gerektiğini söylemişti. (** aktaran H. Ertan, s. 286) AKP’li “Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik, Charles Darwin’in Türkler hakkında “Gelişimini tamamlamamış, adi bir ırk” dediğini iddia etmiştir.” (** H. Ertan, s.244) Darwin’e dair böyle bir iddianın bilinçli bir yanlış çeviriden kaynaklandığını Ertan kanıtlıyor neyse ki. Fakat AKP’lilerin boş duracağı yok. Ne diyordu Enerji Bakanı Taner Yıldız, “Evrim teorisine inanmıyorum”24 Tabi evrim kuramını bilimsel bir gerçeklik olarak ele almayıp da inanç alanına koyarsanız, kimse sizi inancınızdan dolayı yargılamaz, eleştirilerden de kurtulmuş olursunuz. Evrim kuramına kimse inanmanızı beklemiyor zaten, o bilimsel bir tartışmanın konusu olabilir ancak, üstelik doğru/yanlışlığı anlaşılsın diye değil; zaten kabul edilmiş olup daha da geliştirilsin diye.

3.    Bilim ve kısa cevaplar

ABD ve Türkiye üzerinden tarihsel sürecini ele aldığımız yaratılışçılar, aynı şeyleri tekrar ederek yeniden yeniden, farklı paketlerle insanların huzuruna çıkarırlar. Hitler’in propaganda uzmanlarını örnek alırcasına, aynı yalanı defalarca söylerler ve bir süre sonra şüphe uyandırarak, kendi haklılıklarına kapı aralamaya çalışırlar. Yazılı ve görsel tüm imkânları kullanarak, arkalarındaki maddi güç aracılığıyla kitlelere ulaşırlar. İnsanın, binlerce yıldır taşıdığı düşünce sakatlıklarına ve bilinç düzeyinin düşüklüğüne sarılarak, manevi yönlerini okşarlar. Bilimsel bilgi ve yöntemler açısından hiçbir geçerliliği olmayan iddialarda bulunurlar: evrim kuramı çöktü, Darwin yalanlandı, fosil kayıtları bilimcileri yanılttı, vb.25 K. Ateş, somut bir kanıt aktarıyor: “Biyoloji ve tıp alanında bilimsel makalelerin yayınlandığı PubMed’de, kısa bir araştırma yapılıp evrim (evolution) sözcüğü yazıldığında 236 bin 194, moleküler evrim (molecular evolution) yazıldığında ise 63 bin 420 makale çıkıyor. Oysa bilimsel yaratılışçılık (scientific creationism) yazıldığında sadece 4 makale beliriyor. Daha da ilginci, yakından bakıldığında bu dört makalenin de yaratılışçılığı savunan değil eleştiren makaleler olduğu görülüyor.”26 (s. 286) hâlâ, aynı pervasızlıkla, yalan yanlış iddialarda bulunabiliyorlar. Bilim dünyasının kendi içerisinde yürüttüğü tartışmaları, ki bunlar sürekli olarak daha güçlü bir bilim demektir, sanki bilimciler arasında evrim kuramına dair şüpheler varmış gibi gösteriyorlar. Oysa nasıl “Newton yasalarının ışık hızına yakın hızlarda açıklayamadığı bazı olgularla karşılaşıldığında Batlamyus’un Tanrısal Dünya-merkezi evren modeline geri dönül”müyorsa (** E. Helvacıoğlu, s. 408), evrim kuramına dair bir bilim içi tartışma oluşması, bilgi eksikliği sebebiyle henüz bazı soruların tam veya yeterince cevaplanamamış olması, yaratılışçılığın haklılığını göstermez. (Dembski’nin “Açıklayıcı Filtre” şeması da aynı çarpıtmayı kullanır; düzenlilik ve şans ile açıklanmayan bir ‘şey’in tasarım ürünü olduğu sonucuna varılması.) Tam tersine zaman, evrim kuramını ve diğer disiplinleri geliştirecektir. Ne yazık ki, evrim kuramının geçerliliğine kanıt olan deneyler ve projeler (örneğin Genom projesi) bile çarpıtılarak, evrim kuramı karşıtlarının lehlerinde kullanılıyor. Devam edelim, “yaratılışçıların bir” diğer “ yöntemi gerçekleri ters yüz ederek insanları yanıltmaksa, bir diğer yöntemi de bitmez tükenmez sorular sormaktır.”26 (s. 287) Böylece hem sorgulayıcı görünmektedirler hem de bilimcilerin bu soruları cevaplayamadığı yalanını yaymaya zemin hazırlamaktadırlar. Verilen kitaplar dolusu yanıt onlar için rahatlıkla görmezden gelinebilir. Eğer çok sıkışırlarsa bazı kanıtları kabul eder; ama hemen doğrultu değiştirerek yeniden bir “hücum” emri doğrultusunda harekete geçerler. Gel gelelim; asıl soru sorması gereken biziz; şöyle ki, madem her şeyin bir yararı ve yaratılış amacı vardı, pek çok körelmiş ve körelmeye yüz tutmuş organ da neyin nesi? Türlerin %99’undan fazlası neden yok oldular? Kambriyen Patlaması tanrının bir anlık yaratılışının kanıtıysa, ondan önceki canlılar da ne oluyor?... Örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir. Yaratılışçılığın, bilimsel tespitleri kabul etmekten başka hiçbir şey yapamayacakları denli güçlü sorularımız mevcuttur. Tıpkı, egemen sınıf gibi, onlar da ancak kaçak dövüşerek yaşayabiliyorlar. Evrim kuramına karşı durmak için kendi görüşlerini bile (örneğin dünyanın yaratıldığı ve birkaç bin yıllık yaşı olduğu iddiası) unutuyorlar. Düşünsenize, 1976’da bulunan fosille, 3,7 milyon yıl geriye gitmeyi bile öğrendiler (** M. Doğan, s. 178-9) Evrenin altı günde, kimilerine göre ise M.Ö. 04.10.4004, saat 11:30’da  yaratıldığı görüşünün savunulduğu dönemleri düşünürsek bunlar önemli gelişmeler. O fikirler bugün nasıl kendilerine de anlamsız ve gülünç görünüyorsa, şimdiki konumları da gelecekte öyle olacaktır; ki gerçek bilimciler için daha bugünden öyledir. Umarız en kısa zamanda, bilime daha fazla zarar vermeden, Bolshoi süperbilgisayarı ile yapılan simülasyona da gereken ilgiyi gösterirler.27

Yaratılışçılar tarafından, yukarılarda da belirttiğimiz gibi, canlıların tek seferde yaratıldığı, değişmeden veya çok küçük farklılıklarla bugüne geldiği, “indirgenemez karmaşık” yapıların ancak tasarımla yaratılmış olup asla doğal süreçlerle oluşmuş olamayacağı iddia edilir. İlk olarak şunu vurgulayalım: “Eğer araştırmacılar, genlerin, protein sentezinin, indirgenemez bir karmaşıklıkta olduğunu düşünmüş olsalardı, moleküler biyolojide bugün gözlemlediğimiz gelişmelerin hiçbiri yaşanmazdı.” (** A. Kence, s. 324) Doğaya böyle yaklaşılamayacağı çok açık. İkinci nokta, yaratılışçıların sürekli olarak geçiş fosilleri istiyor olmalarıdır. Bugün tiktaalik roseae, proterogyrinus, protoclepsydrops, archeopteryx, ardipithecus başta olmak üzere pek çok geçiş fosili bulunmuştur. Bununla beraber fosillerin oluşum süreçleri (** M. Sakınç, s.54, fosiller üzerine bilgi edinmek için), tür geçiş döneminin kısalığı, dolayısıyla geçiş fosilleri sayısının normalden az olması, fosillerin günümüze kadar korunarak gelmiş olmalarının ve bilim insanlarınca bulunmalarının zorluğu konularında bilgisi olmayanlar veya tüm bunları görmezden gelenler, televizyonlardaki canlı yayın programlarına fosil getirilmesini talep edebilecek kadar gülünç olabiliyorlar. Fosillerdir ki, evrim tarihinin kayıtlarını tutarlar; iyi veya kötü. Ortaklığını sürdüren, değişen özellikleri gösterirler. Tabi bir de işin metodolojik boyutu var. Doğa bilimleri ve polyalektik (diyalektik, Engels’in de öngördüğü gibi aşılmalıdır) materyalizm, bu safsataları çok defa bir kenara atmış olsa da, bazı olgunluk durumlarını kazanmak çok zaman alabiliyor. Bilinmelidir ki, gece ile gündüz her ne kadar birbirlerinden kolayca ayırt edilebiliyor olsa da, hiç kimse, hangi anda gece-gündüz dönüşümü olduğunu belirtemez. Burada söz konusu olan, çok geçişli (mezoskopik) süreçtir. Doğada, düzen ve düzensizlik, denge ve sarsıntı, durgunluk ve devinim iç içedir. Aynı şekilde, evrim kuramını reddedenler, cansız maddelerden (süreçlerden) canlıların oluşamayacağı iddiasında bulunurlar. Yüzeysel bir bakışla, canlılar ile cansızlar arasındaki gözle görülür farklar, bu grubun haklı olduğuna dair bir kanaat oluşturabilir. Oysa organik ve inorganik maddelerin canlı ve cansız varlıklardaki dağılımları incelendiğinde, canlı-cansız, inorganik-organik madde geçişi daha rahat kavranabilecektir. Miller-Urey deneyi, göksicimlerinde tespit edilen organik bileşikler, uzay araştırmaları bugün tüm bu konuların daha rahat açıklanabilmesine olanak tanımaktadır. Her geçen gün, mevcut cevaplar detaylandırılmakta ve kuvvetlenmektedir. (** Ş. Mert, s. 71-79)

Kambriyen Patlaması olarak bilinen ve günümüzden yaklaşık “542-488 milyon yıl öncesi arası dönemi kapsayan 60 milyon yıllık bir zaman diliminin, özellikle de günümüzden 542 ile 530 milyon yıl öncesine denk gelen 12 milyon yıllık dönemde” tür çeşitliliği büyük oranda artmıştır. Burada bir sıçrama, ani yükseliş söz konusudur ve bu durum, kuşkusuz uzun bir dinginlik dönemine bağlı ortaya çıkan değişikliğe işarettir. (Gould-Eldredge, “Punctuated Equilibrium” - “Kesintili Denge” kuramı, 1972) Milyon yıllarla ifade edilen bu dönem, bir yaratıcının eseri değil, maddenin hareketinin ürünüdür. Cansızlardan canlılara, inorganik yaşamdan organik yaşama geçiş de yine böylesi bir birikim (evrim) ve sıçrama (devrim) ile açıklanabilir. Yaklaşık 4.6 milyar yıl yaşındaki dünyamızda, ilk canlılar ancak 3.5 milyar yıl önce ortaya çıkabilmişti. Memeliler 210 milyon yıl, Homo Sapiens ise sadece 200 bin yıl yaşındaydı. Nasıl oluyor da, birileri, tüm bu milyar yıllık zaman dilimleri boyunca, kendi bilinçlerinin ürünü olan bir tanrının, doğayı, insan için hazırladığını iddia edebiliyor? Bu soru, söz konusu çevrelerin bir türlü aşamayacağı çelişkilere işaret eder. Kendi türünü, yaşamın amacı sayanlar için, insanın doğanın bir parçası olduğu gerçeği, kabul edilemezdi kuşkusuz. Darwin’e ve evrim teorisine karşı duyulan öfkenin temel sebeplerinden biri, onun, insanı, oturmakta olduğunu düşündüğü yüksek plazalardan, sokağa indirmesi değil midir?28
Yaratılışçılar, Kambriyen Dönemi’ne ilişkin tespitlerinde sınıfta kalınca, bu kez de, yeni bir türün ortaya çıkmadığını söyleyerek propaganda yapmaya çalışıyorlar. Evrimleşmemizin bir sonucu olarak, beynimizin, geniş zaman aralıklarını düşünmemizi zorlaştırdığını, bir başka çalışmamızda açıklamıştık. (1 no’lu dipnot, ilk yazı) Yine de, bilim insanları, çok daha kısa sürelerde de türleşme olabileceğini gösteren kanıtları sundular: ABD’deki serçe örneği, SARS’a sebep olan virüs ve HIV. Tür değişimini kavramak için eşi bulunmaz bir örnek HIV: bugün artık HIV-1 ve HIV-2 olmak üzere iki ayrı tür var (HIV ortak ataları olmasına rağmen birbirleriyle birleşip döllenemiyorlar ki bu da ayrı türler olduklarının kanıtıdır) ve yaşam ağacında yerlerini çoktan aldılar bile. Bu örnek, mevcut tür yaşamını sürdürürken türleşme/yeni tür oluşumunun da gerçekleşebileceğinin kanıtıdır. Yani aynı anda tek bir tür yaşamaz, yaratılışçıların sandığı gibi kronolojik bir sıralama yoktur.

Evrim karşıtlığının sığındığı bir başka noktayı ele alalım: mükemmellik-şans-tasarım. Karmaşık bir yapının açıklanmasının içine yaratılışçılarca ‘şans’ kavramının koyulmuş olması ve insanların düşünme yöntemlerindeki gediklerin kullanılarak, olayların olasılıklarının düşüklüğüne vurgu yapılması ilk bakışta evrim kuramına karşı bir zafer havası estirir. Bilimin her yeni keşfi ve açıklaması, aslında hiç olmayan bir kusursuzluk ve mükemmellik kanıtı olarak ele alınır. Hele bir de söz konusu insan beyni ve düşünce olursa, artık büyük çoğunluk kolaylıkla yaratılışa inanır. Mükemmellik iddiasına yönelik Darwin öncesi ilk çatlakların oluşması için, doğa bilimlerinin yetkinleşmesi gerekiyordu. Naturalistler olarak adlandırılan çevrelerin doğaya ve canlılara yönelik araştırmalarının derinleşmesi, bilim dallarının ele aldığı olguların ve verinin artması, yüzeysel bakıldığında hayranlık uyandıran yapıların, aslında kapsamlı incelendiğinde pek çok eksik, zayıflık, kusur barındırdığını gösterdi. Her organın ve vücut parçasının mutlaka bir yararı olduğu görüşü sarsılmaya başladı; çünkü kivi kuşlarının kanatları, kimi dil balıklarındaki gözlerin konumu, insanın omuriliği-burun yapısı ve daha pek çok örnek incelendikçe görüldü ki, bu mükemmel olmayan ve kimi kısımları açık bir avantaj sağlamayan yapılar var olmaya, hem de çeşitlilik göstererek, devam ediyordu. Tüm bunların açıklanabilmesi, kuşkusuz Darwin’in kuramıyla beraber bilimsel bir temele oturdu. Örneğin insanın henüz tuzdan zarar görüyor olması, omurilik yapısından kaynaklı bel-sırt, burun yapısından kaynaklı nefes alma problemleri, çene kemiklerinin duyma fonksiyonunda işlev gören parçalara dönüşmesi, 20’lik diş ağrıları, bağışıklık sistemimizin açıkları; ancak evrimsel bir süreç ile açığa kavuşuyordu. Bugün memeli türlerinin 1/5’ini oluşturan yarasaların önce uçma sonra ekolokasyon yeteneğini kazanmış olmaları; ilk yarasaların sonarsız uçabilmeleri ancak evrimle anlaşılabilir. Mükemmel olmadığımız ve doğal seçilim (kuşkusuz tek değil; ama ana faktördür) mekanizması baskın olduğu içindir ki, hâlâ bazı körelmiş organlar ve parçalar (kuyruk sokumu kemiği, apandis, vb.) taşıyoruz.29 Sonuç olarak diyebiliriz ki doğal seçilim için mükemmellik, ideallik gerekmez; yaşanabilecek ve rakibe göre daha iyi uyum sağlanabilecek noktaya gelinmesi yeterlidir. Şahsen ben, yarasa kadar iyi kulağa sahip olmadığı için yaşam mücadelesini yitiren bir insan tanımıyorum. Hayatta kalmak bir gün böylesi bir kulağa sahip olmayı gerektirirse, o dönemin insanı ya bir çaresini bulacaktır ya da doğadan silinecektir. Gelecekteki yavrularınızı bu kadar düşünmeyin derim.30

Evrim kuramı, yaşamı, rastlantılardan ibaretmiş gibi açıklamaz. “Doğal seçilimi her sonuca aynı olasılıkta ulaşabilen bir süreç olarak görmek büyük bir hatadır.”31 Tesadüfler, rastlantılar, mutasyonlar elbetteki etkilidir; fakat tüm bunlar belirli zorunluluklarla beraber ele alınmalıdır. Koşullar nasıl gerektiriyorsa öyle olmuştur. Örneğin kimyasal tepkimelerin elbette kendilerine göre yasaları vardır; ama atomlar ve moleküllerin birbirilerini arayıp da, su oluşturmak gibi kendi içlerinde bir amaçları yoktur. Maddi dünyayı (insan, dağlar, kuş kanadı, vs.) bir amaç ekseninde açıklamak, verili bir sonucu, o sonuca yol açan sürecin amacı olarak değerlendirmek Panglossçuluk’tur, Aristocu felsefenin bilim üzerindeki olumsuz kalıntılarından biridir. Alâeddin Şenel’in belirttiği gibi, “bunların arasında bir amaç, bir tasarım arayan kimse, yumurtayla buluşamayan milyonlarca spermi, döllenmeyle sonuçlanmayan binlerce çiftleşmeyi de açıklamak zorundadır” (** A. Şenel, s.35) Sonuç olarak, rastlantının bir sonuç vermesi için bazı şartlar, kurallar vardır ve mühim olan bunların kavranmasıdır. Şenel’in formülleştirmesiyle aslolan “Zorunluluk-Rastlantı-Zorunluluk (Z-R-Z)”tur; doğada gerçekleşen ve olan, nedensel rastlantıdır, erekli düzen değil.

Son olarak, doğadaki küçük değişimlerin dayandığı mutasyonlarla ilgili bir noktaya dikkat çekmeliyiz. Mutasyonların zararlı olduğu ve evrimsel çeşitliliğe yol açamayacağı iddiası vardır. Yaratılışçıların görmezden gelmelerine rağmen, kimi mutasyonlar yararlı olurken, kimileri de başlangıçta zararlı gibi görünse veya olsa da, sonra yararlı hâle gelebilirler. Burada önemli olan, bir mutasyonun yarar/zarar dengesinin, canlının yapısı, çevresi, genleri ve organizmasıyla ilişkileri bakımından ele alınması ve uzun zaman dilimlerindeki birikimsel sürecin ve doğal seçilimin unutulmamasıdır ve bilinmelidir ki “doğal seçilim, faydalı mutasyonların popülasyon içerisinde hızla yayılmasını sağlar. (** Marc Vuletic, s. 204-5) Bir kez daha haklı çıkan Darwin’dir.
 
Evet, tüm bu değerlendirmeler gösteriyor ki, doğayı açıklamak bilimle değil de din ve inançlarla yapılırsa, semender fosili “Büyük tufanın tanığı olan insan” sanılabilir (** M. Sakınç, s. 56), “sivri ok şekilli belemnit fosilinin şimşek çakmasından sonra yaratıldığı ve şeytan tarafından yere atıldığı … bazı hastalıklara iyi geldiği” (** M. Sakınç, s. 69), kabul edilebilir tabi. “Avrupalı denizaşırı gezginler Avrupa kıtasına, Nuh’un gemisinde bulunmayan hayvanlarla ve de İncil’de sözü edilen “at”ın Amerika kıtasında bulunmadığı bilgisiyle döndüğünde, Sir Thomas Brown, “Nasıl olur? Tüm canlılar dünyaya Ararat Dağı’na oturan Nuh’un gemisinden inerek yayılmadılar mı? İncil’de sözü edilmeyen bu hayvanlar nereden çıktı?” diyerek” (** R. Pekünlü, s. 298) şoka girebilir. Tercih sizin!!!  
   
4.    Sonuç

Bilim dünyasının içinde olanlar bilirler ki evrim kuramı, artık bir olgudur. Bu kuram, sadece biyoloji ve canlılar ile ilgili değildir; sahip olduğu yöntem bakımından, yer ve gök bilimleri (gezegenler, dağlar, okyanuslar, kıtalar) araştırmalarıyla aynı hat üzerinde yürür. Günümüze bakıldığında, kuantum fiziği ve yapay zekâ matematiği ile sahip olunan yöntem ortaklığı hemen fark edilecektir. Dolayısıyla evrim kuramına karşı olmak, sadece biyolojiye değil, doğa bilimlerine ve bilimsel yönteme, bir bütün olarak ise bilime karşı olmaktır.
Yaratılışçıların ise ne deneyleri ne de gözlemleri vardır. Sürekli yeni bulgularla sınanan ve zenginleşen bir kuramları yoktur, ki olamaz da. Uzun yıllara dayanan kapsamlı çalışmalar yapmazlar, bir tutarlılık taşımazlar. Sürekli hareket hâlinde bulunan bir süreç, onlar için değişmez ve sabittir; bugünkü nitelikleri neyse, öncesi de onlara göre az çok aynıdır. Milyarlarca yıllık bir evrim sürecini ve gökbilimlerince kanıtlanmış olguları görmezler de, dünyanın aniden ve şimdiki hâliyle oluşmuş olduğunu öne sürerler. “Bilincimizin ve düşüncemizin, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey olmadıkları kavrayışı, karşı durulmaz bir güçle”32 kendisini dayatırken, onların iddialarının gülünçlüğü, görüş ve eylemlerini yok saymamıza sebep olamaz. Lise ve üniversitelerde evrim kuramının kaldırılması, aksi hâlde yaratılışçılığa da eşit derecede yer verilmesi taleplerini, bu doğrultuda yürüttükleri mücadeleleri boşa çıkarmak zorundayız. Evet, zamanla değişmek ve evrim kuramını tamamen kabul etmek zorunda kalacakları bir gerçek; bu anlamda, iktisadi dönüşüme siyasal zor ile direnen, bir dönemin feodal egemenleri gibiler ve fakat burjuvaziye yenilmekten kurtulamayacaklar. Bununla beraber, nasıl ki kapitalizmin kendiliğinden yok olup sosyalizme yol vereceği yanılgısına kapılmıyorsak, bilimsel gelişmelerin bu tür yaratılışçı hareketleri bir çırpıda yok edeceği hatasına da düşemeyiz. Çünkü esas mesele, binlerce yıllık bir iktisadi-sosyal sürecin ürünü olarak karşımızda duran dini kalıntıların bilim ile çatışmasıdır. Biliyoruz ki bilimde sorgulama, dinde kabul; bilimde aşma, dinde ise durağanlık vardır. Tabi ki açık ve radikal bir din karşıtı mücadele yürütmek, doğru bir yöntem değildir. İnsanların inançlarına saldırmak gibi bir derdimiz de yok. Mutlak bir din karşıtlığı, metafiziğe davettir. Mühim olan, dini, tarihsel gelişimi ve dönüşümü ile beraber ele almak; onu ve yaratılışçı-akıllı tasarımcı hareket(ler)i sosyo-ekonomik formasyonun, toplumun değişimi ile beraber aşmaktır.
Sözün özü, evrim kuramını savunmak; dünü, bugünü ve geleceği savunmak, sosyalizmin bilimsel temellerine katkı koymaktır.

1: http://devrimcidinamik.blogspot.com/2011/01/bilim-evrim-ve-yontem-murat-naroglu.html

   http://devrimcidinamik.blogspot.com/2011/05/bir-dalda-iki-kiraz-murat-naroglu.html

2: Yaratılışçı-tasarımcılar, doğal seçilimin gücü ve yapabilecekleri konularında farklı görüşlere sahiptirler, bu mekanizmaya dair farklı kabullerle hareket ederler ve bilimden farklı seviyelerde yararlanırlar.3 Aralarında evrim kuramına tamamen karşı olma, doğal seçilimi kabullenmeme, ortak ata fikrine sıcak bakıp dar bir zaman aralığında insanın ve dünyanın oluşumunu düşünme gibi çeşitlilikler mevcuttur. Kimi durumlarda ise akıllı tasarımcıları yaratılışçılar başlığı altında değerlendirdik. “Evrim kuramı” derken de, bir bütün olarak Darwin ve kuramını, sonradan bu kurama yapılan katkıları, bilim içi tartışmaları, vb. kastettik. Kuşkusuz ki evrimci biyologlar, genetikçiler ve diğer disiplinler, çok daha detaylı tabirler kullanacaklardır; ancak yaratılışçılar ve akıllı tasarımcılara karşı, yazı boyunca “evrim kuramı” demek daha kullanışlı olacaktı.
 
3: Haluk Ertan, Bilim ve Gelecek, Eylül 2005, s. 4-9

4: Darwin Öncesinden 20. Yüzyıla, Eugenie C. Scott*

5: Kültürel yozlaşmanın sebebi olarak evrim kuramı gösteriliyor, materyalizm sebebiyle insanların hırs, rekabet ve doymak bilmezlik içerisinde bulunduğu propaganda ediliyordu. Alman militarizmi ve ırkçılığı, kâr maksimizasyonuna dayalı düzenin, kapitalizmin yol açtığı savaşların kökeninde evrim teorisinin olduğu dile getiriliyor; evrim kuramının, tıpkı komünizm gibi bir oyun olduğu iddia ediliyordu. Tüm bunların, kitleyi maneviyattan uzaklaştırmak derdinde olanların eseri olduğu, savunucularının ise materyalist (paracı anlamında) ve komünist oldukları söylenerek, anti-komünist propagandanın zemini ve saldırı senaryosu hazırlanıyordu.

6: Evrimi Yok Etmek, Yaratılış Bilimini İcat Etmek, Eugenie C. Scott* (ABD’deki evrim karşıtlığının, davaların ve yaratılışçıların tarihsel anlatımları için değerli bir kaynak)

7: Genç bir fen bilimleri öğretmeni John T. Scopes, derslerde evrimi öğretmiş ve davanın açılmasında rol almıştı.

8: Biyoloji Bilimleri Müfredatı Araştırmaları (Biological Sciences Curriculum Study - BSCS)

9: Kurumun web sayfası girişinde, “on kafa dengi bilimci” olarak tanıtılıyorlar: http://www.creationresearch.org/

10: ICR ve Morris’in eğitim ve bilim dünyası üzerinde etki yaratmak amacını güden çalışmaları yeni pek çok destekçi birey ve yapı ile temasa geçilmesini sağladı. Bunlardan biri de “Genç Dünya” yaratılışçılarıydı. Konuyu daha fazla detaylandırmayacağım; ama şu bilgiyi paylaşarak, kapitalist tekeller ile evrim karşıtı hareketler arasındaki bağlantıyı daha somut olarak göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Arizona kökenli bir örgüt, başkanı “ICR’de yarı zamanlı biyoloji profesörü John R. Meyer”; adı: Van Andel Araştırma Merkezi. İsim, Amway şirketi kurucusu Jay Van Andel’den alınmış. O Amway ki, zincirleme pazarlama ağıyla, kapitalizmin ağlarında çırpınan bireylere bir umut ışığı oluyor. İşleme mekanizması ise şu: evrim ağacı tarzı bir yapılanmaya, Amway üyesi kazandırdıkça ve bu üyeler kimi sektörlerdeki tüketim mallarını Amway bağlantılı yerlerden aldıkça, siz de gelirden belirli oranlarda pay alıyorsunuz ve “kurtuluş”unuz sağlanıyor.

11: Yeni Yaratılışçılık, Eugenie C. Scott*

12: “Aslında bu tez, Michael Behe tarafından değil, 250 yıl önce, 1750’de, Barbados’taki St. Lucy Papazı Griffith Hughes tarafından, Barbados’un Doğal Tarihi adlı kitapta ortaya atılmıştır. Behe’nin yaptığı sadece, bu eski tezi biraz süsledikten sonra yeni isim vererek piyasaya sürmek oldu.”13

13: Kenan Ateş ve Marc Vuletic çalışmalarından derleme**

14: www.discovery.org

15: Bilimde ve Kültürde Yenilenme Merkezi (Center for Renewal of Science and Culture - CRSC), 1996

16: Evrim Teorisi Bir Bilimdir, Steve Jones*

17: Örneğin İngiltere’deki “Bilimde Gerçek” (Truth in Science) hareketi, Keşif Enstitüsü’nün hazırladığı materyalleri paylaşır, derslerde yaratılışçı görüşlerin öğretilmesi için faaliyetlerde bulunur. (Kenan Ateş, s. 361-6, ** notundaki eser) Günel bir haber için: http://www.ntvmsnbc.com/id/25251723/ Tony Blair de İngiltere’deki yaratılışçıları hoşgörüyle karşılardı. (Kenan Ateş, s. 363, ** notundaki eser)

18: http://www.evrimsempozyumu.org/node/76

19:  Türkiye’de Yaratılışçılık, Kenan Ateş*

20: Bilim dünyasının bu atlaslardaki her türlü yalan ve çarpıtmaya cevabı için ** notundaki eser mutlaka incelenmelidir.

21: Science dergisinde yayınlanan (11/08/2006), ABD ve Japonya ile beraber 32 Avrupa ülkesinde yapılmış anket sonuçlarını aktaran makalede, insan evriminin reddiye oranının en yüksek olduğu ülkenin Türkiye (%51) olduğu, ABD’nin ise %39 ile Türkiye’yi izlediği belirtiliyor. (detaylı analiz için bknz: ** K. Ateş, s. 340)

22: ** Baha Okar’ın -Ergenekon davasından tutuklu kafa emekçisi- çeviri haberi, s. 360)

23: ** Mizahi bir değerlendirme için bknz: Ender Helvacıoğlu, Dünya böyle bir âlim görmedi!

24: http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/07/20/evrim.teorisine.inanmiyorum.ama.burasi.baska/623515.0/ 

1960’larda artan yaratılışçılık çalışmalarının arkasında, evrim kuramının etkisinin artmasının yanında, Vietnam saldırısı ile beraber ülke içerisinde güçlenen ve radikalleşen savaş karşıtı hareketin etkisini kırma amacını da görmek gerekiyor. K. Ateş’in vurguladığı gibi, SSCB’yi çevreleme programı kapsamında uygulamaya alınan “Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam” ve kimi diğer programların desteklenmesi için “akıllı tasarım” yürürlüğe konuluyordu. Keşif Enstitüsü, Bilim Araştırma Vakfı kuruluşu, ICR üyelerinin Türkiye’ye gelişi hep aynı dönemlerin ürünü. Egemen sınıfın global ölçekte yürüttüğü yeniden yapılandırma programının Türkiye ayağını şu an için yürüten AKP’nin, bu hareketlerle ilişkisini unutmamakta fayda var.

25: Dikkat edin, aynı şekilde sosyalizme de sürekli olarak saldırıyorlar: komünizm çöktü, tarih sosyalistleri yalanladı, Marx öngörülerinde yanıldı, vb.

26: Yaratılışçılara Bazı Yanıtlar, Kenan Ateş*

27: http://www.sciencedaily.com/releases/2011/09/110929144645.htm

28: 21 no’lu dipnotta bahsi geçen anket sonuçlarında dikkatimi çeken bir nokta var; bitki ve hayvanların evriminin kabul oranı, insanın evriminin kabul oranına göre çok daha yüksek. Kendimizi, doğanın diğer bileşenlerinden ayrı tutma hastalığından vazgeçmeliyiz.

29: Homolog özelliklerin evrimsel kanıt olmaları üzerine, ** D. Şahin, s. 108-112

30: Mükemmelik üzerine daha detaylı açıklamalar için bknz: 1 no’lu dipnottaki ilk yazı.

31: Osman Gürel ve Elliott Sober çalışmalarından derleme**

32: Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu


*Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi isimli kitaptan bir makale, Şubat 2009, Evrensel Basım Yayın
** Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, Şubat 2009, Bilim ve Gelecek Kitaplığı

Murat Naroğlu
15.10.2011
M.köy/İstanbul

****************

Bilim ve Gelecek Dergisi'nin Aralık 2011 sayısında yayımlanmıştır:

http://www.bilimvegelecek.com.tr/?goster=1551