BİLİM ve TARİH
Sait Kaya
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın ülkemizi nasıl siyasi çalkantıların içine yuvarladığını yadsıyabilir miyiz? Halk deyimi ile “at izinin it izine karıştığı” dönemlerde, zihinleri bulandırmak da bir o kadar kolay oluyor.
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemindeki ekonomik ve sosyal gelişmesini çeşitli yönleriyle ele alan kitap ve makalelerin sayısı oldukça fazladır. Ne var ki, belki de 1960’larda başlayan planlama deneyiminin araştırmacıya sağladığı kolaylıklar nedeniyle, yeni çalışmaların önemli bir bölümü planlı dönemden sonrasını ele almakta, az sayıdaki araştırmada 1950’ye kadar inilmektedir. Daha öncesini ele alan yeni araştırmaların sayısı daha da azdır. Zaman içinde geriye gidildikçe, sistematik bilgi yetersizliği, birincil kaynakların zor bulunması ve işlenmemiş oluşu araştırmacıların önüne büyük güçlükler çıkarmakta; bu da, Cumhuriyet’in ilk dönemleriyle ilgili iktisadî tarih çalışmalarının kesintili ve spekülatif olmasına yol açabilmektedir. Ortada sağlıklı ve yeterince kapsamlı bilimsel çalışmalar olmayınca da, bu alan herkesin özgürce kalem oynatabildiği bir “serbest bölge”ye dönüşmektedir.
Esasen “Tarih” biliminin “talihsizliği” de budur. Sözgelimi “Kuantum Teorisi” veya “Elektromanyetik Alan Teorisi” hakkında dilediği gibi atıp tutan bir köşe yazarı görmek mümkün değilken, hemen hemen bütün köşe yazarları, televizyoncular ve politikacılar, tarihle ilgili hüküm vermekte kendilerini son derece özgür hissetmektedirler. Ayrıca hiçbir bilimsel temele dayanmayan, eksik ve çoğu zaman da gerçek dışı olan bu hükümlere dayanarak çeşitli yorumlar yapmakta ve güncel bazı sonuçlara varabilmektedirler. Sonra da çıkıp, “Bu benim yorumum, benim bakış açım, olayları böyle yorumluyorum, bu benim en doğal hakkım” gibi ifadeler eşliğinde sözde bir düşünce özgürlüğü söylemiyle kendilerini haklı çıkarmaya çalışmaktadırlar. Kısacası çoğu kez olduğu gibi Tarih bilimi, güncel ideolojik konumlanmaların savunma aracına dönüşmekte ve bu tür yorumcular kendilerini haklı çıkarmak için adeta tarihten delil toplamaya girişmektedirler. Bunun doğal bir sonucu olarak da işlerine gelen verileri öne çıkarmakta, işlerine gelmeyen verileri de gizlemekte ya da çarpıtmaktadırlar. Bu sağlıksız yaklaşımlar yüzünden, Mustafa Kemal’in de büyük bir isabetle söylediği, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözünde olduğu gibi, gizlenen ve çarpıtılan gerçekler, halkımızı yanıltıp şaşırtacak bir mahiyet alabilmektedir.
Oysa bilimsel bir alanda yorum yapabilmek için, önce o alanda somut ve kapsamlı bilimsel “bilgi”nin öncelikle üretilmiş ve biliniyor olması gerekmektedir. Ki bu durumda bile bir bilim adamı yorum yaparken sözgelimi bir heykeltıraş veya bir ressam kadar özgür değildir. Bilimsel yöntem bellidir. Bütün bunlardan habersiz ve üstelik bazıları akademik unvan sahibi bir yığın insan, isimlerinin arkasında “Ortadoğu Uzmanı”, “Terör Uzmanı”, “Strateji Uzmanı” v.b. iddialı sıfatlarla TV kanallarını ve gazete köşelerini paylaşmış durumdadır. Bu kişiler, çoğu zaman kendi söylediklerine kendileri de inanarak hararetli tartışmalara girişmekte ve geniş bir izleyici kitlesi de bu yapay tartışmalarda taraf olmaktadır. Örnek olarak belli bir kesim (bu yazı dizisinin de konusunu teşkil eden) Cumhuriyet’in ilk yıllarını ve devletçilik deneyimini adeta (ve çoğu zaman da yeterince bilmeden ve anlamadan) kutsallaştırmakta, diğer bir kesim de devletçiliği (yine bilmeden ve anlamadan) yerden yere vurmakta ve bu bahaneyle “kamu yararı”, “kamusal ekonomi” gibi kavramları çiğneyip geçerek birkaç bin büyük sermaye sahibinin çıkarlarını geniş halk kesimlerinin çıkarıymış gibi göstermeye çalışmaktadır. Oysa ne yürütülen bu yapay tartışmaların ne de bu tartışmalar eksenindeki taraflaşmaların “hayatta bir karşılığı” bulunmaktadır. Yani bütün bu faaliyetlerin sonucunda Dünya ve Türkiye gerçeğini doğru dürüst anlamak, yaşadığımız sorunları gerçekçi olarak teşhis edip çözümler üretmek mümkün olmamaktadır. Böylelikle yazılı ve görsel medyanın büyük bir bölümü, kamplaşmaya ve bilgi kirliliğine sebep olan “psikolojik harekât” enstrümanlarına dönüşmektedir.
Körü körüne bazı konulara taraftar olmak ya da karşı çıkmak, bizim gibi az okuyup çok konuşan toplumlarda sık karşılaşılan bir durum. Tarihsel süreçleri analiz ederken, tarafsız, dönemin koşullarını bire bir yansıtan kaynaklara dayanmaktan başka çare yok.