XX. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE “ÇAĞDAŞ (MODERN)” TÜRK ASKERİ OLGUSU ÜZERİNE “PARADOX” NOTLAR
Çağdaş Türk askeri olgusu üzerine “paradox” düşüncelerimizi belirtmeye başlamadan önce belirli kavramları açıklamak gerekmektedir. Bunun nedeni Batı tarafından bize dayatılan “Kürt Sorunu (Affair)” nedeni ile “Türk Meselesi (Problem)”ni hala halledemediğimiz için bir türlü bilimsel görüş açınımlarında görüş birliği sağlayamamış olmamızdır. Bunun kaynak nedenlerinden biri de 265 bin kelimelik “Eski Türkçe”nin 97500 kelimeye indirilip “Öz Türkçe” kavramı yaratma komedisidir; maalesef bununla “inkılâp”çılık adına övünmemizdir. Daha başlıktan başladım, bu yazıda Aristotales formel “mantık”sallığına dayalı idealist “paralel” görüşler değil (bir başka anlatımla çağdaş/ modern değil, diyalektik değil) çağcıl bilimin polyalektik paradoxal, “aşma” amaçlı devrimci (inkılâpçı) düşünceleri tezlenecektir. Çünkü asıl amacımız “paradigma” yaratma değil, bilimsel sürekliliği inkişaf ettirmektir. Çünkü her paradigma sonuçta enigma haline getirilir, bu ideolojinin kültleşme, dogmalaşma süreci olarak ütopiktir, bilim dışıdır…
Diğer taraftan günümüz ufkundan Kemal Atatürk’ün siyasal ufki konumu ile XX. Yüzyıldan itibaren oluşan çağdaş Türk Askeri olgusunun gelişimi birbirini bütünlemektedir. Bu Türkiye’nin iktisadi-siyasi-tarihsel-toplumsal nesnel gerçekliğidir. Kavramlarda görüş birliği sağlamadan yola çıkmak ve hedefe varmak imkânsızdır. Çünkü 7,62 çaplı namludan 7,68 çaplı mermi ile atış yapamazsınız!
“İhtilal” mi “devrim”dir; yoksa “inkılâp” mı? Türkiye’de daha bu bile karıştırılmaktadır. Hal böyle iken kalkıp daha Türkçeyi öğrenememiş millete Kürtçe öğretmek için mabadını yırtanlar var! “İhtilal” başka bir olgu; “inkılap”(devrim) başka bir olgudur. Tıpkı “coup d’etat” ile “putch” gibi ikisi de “darbe”dir ama olguları farklıdır ve maalesef 475 bin kelimelik Almancanın dışında Türkçe karşılığı yoktur. Bunu kavradığımız zaman 1908’in Türkiye Milli Demokratik Devriminin başlangıcı olduğu konusunda daha gerçekçi olacağımız kanaatindeyim. Oysa ki İttihat Terakki Cemiyeti (sonradan “fırka”-ki “parti” ile karıştırılmaktadır- olacaktır) ve onun mason localarına kayıtlı kadroları önderliğinde 1908 komitacı “isyan(başkaldırı)”larıyla başladı öyle sürdü ve Hürriyet (Liberation- yani Serbestilik/Özgürlük/Freedom değil) ilanı sonrasında da “ıslahat”(re-form) hareketleri de başarılı olamadı- sadece bir padişah gitti, bir başkası geldi! Rafa kaldırılan I. Meşrutiyet’in II. Meşrutiyet olarak geri dönmesi oldu. Ama asıl Milli Demokratik Devrim özgün “inkılâpçı/devrimci” düşünceleri olan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde fiilen 23 Nisan 1920’de TBMM açılması ile başladı, 29 Ekim 1923’de “Cumhuriyet”in ilanı ile perçinlendi ve onun yanlış teşhislerle sinsice suikasta uğrayıp Dolmabahçe’ye çekilmesine kadar sürdü. Ne ki “devrimin nasıl sürekliliği sağlanacağı” konusunu resmi tarihte olmayan “vasiyeti” ile belirtmiştir. Bizzat İsmet İnönü’nün “Atatürk inkılâpçıydı biz (İttihatçı şebekeyi kast ediyor) ise ıslahatçı” demesinin ardındaki gerçek budur. Tarihi böylece tahrif ederek 1908 hareketine hak etmediği bir payeyi verenler aslında reel-politik hesaplarla askerleri kendi taraflarına çekmek isteyen küçük burjuva jakoben aydınların tarihsel yanılsatmasıydı. Bu “tuzak” emperyalist çevrelerce görüldü ve kullanıldı. Çünkü ordu tuzağa düşürüldüğünde içindeki Kemalist Devrimci Geleneğe sadık genç subaylar ve önderleri temizlenebilecekti. Ne ki öyle de oldu. Bütün askeri darbelerde bir yandan ordu kullanılırken, diğer taraftan sessiz (bazen kanlı) temizlikler sürdürüldü. Günümüzde bu en üst seviyede icra edilmektedir…
Kemal Atatürk’ün ünlü sofra toplantılarından 04 Haziran 1933 tarihinde yapılan “güvendiği ve yakınından hiç uzaklaştırmadığı birkaç şahsiyetten biri olan Prof. Afet İnan tarafından aktarılan Atatürk’ün tespiti: “1) İnkılâp mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir.2) Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır” şeklindeydi, bilimsel olarak da doğru tanımlamaydı. Yani Mustafa Kemal’in ön gördüğü Lenin’in uyguladığı “İhtilal” hareketi değildi, çünkü o olgunun özgül nesnel gerçekliği bambaşkadır. Tamamen Atatürk’ün nev-i şahsına münhasır-suigeneris olan bu inkılâplar (özellikle “Harf Devrimi” ki Laikleşmenin temelidir, Kadınlara oy hakkı tanınması gb.) Jakoben Radikal/köktenciliğine karşın kentsoylu halkın büyük desteğini sağlamıştı. Sadece gerici-feodal unsurlar var güçleri ile direndiler, karşı-koydular…
24 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Barış Anlaşması “tasarısı” (bu kelime “kürdofil çevrelerce malum dezenformasyon icabı tahrif edilmektedir. Diplomaside her imzalanmayan belge hukuki olarak doğru biçimde “tasarı” olarak adlandırılır. Çünkü fiilen imzalanmamıştır!) 11 Mayıs 1920’de Osmanlı hükümetine verilmiş ve 10 Ağustos1920’de Osmanlı murahhasları tarafından imzalanmıştır. 113 sayfalık anlaşma bir önsöz ve 433 maddeden oluşmaktaydı. Emperyalist ülkelerce Anadolu’nun fiilen parçalanarak işgalinin kabulleniş belgesiydi…
Bu noktadan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın anti-emperyalist duruşu Anadolu’nun tarihsel ve toplumsal nedenlerinden dolayı Lenin’in ünlü kitabında açıkladığı “emperyalizm, kapitalizmin en üst aşaması” tanımlamasına denk düşmemekteydi. Onun önündeki sorun “Reddi-İlhak” temelinden kaynaklanmış ve “İstiklal-i Tamlık”la bütünleşmişti. Sanayinin ve ürünü olan proletaryanın olmadığı bir ülkede sınıflar mücadelesinin tanımlanması kendi özgüllüğüne bağlıydı. Ne ki bu duruş sonradan III. Enternasyonal’in Komüntern’i tarafından bütün sömürge ülkelere “örnek” olarak tavsiye edilecekti. Bu açınımdan Kemal Atatürk kendini “misak-i milli”ci sebeplerden dolayı sonuç olarak “millici” kabul etmekteydi. Pan-İslamizme olduğu kadar Pan-Türkçülüğe de karşı çıkması onun hedeflediği Çoğulcu-Cumhuriyetçi anlayışından kaynaklanıyordu. Bu görüşünü benimsediği Fransız geleneğinin temsilcilerinden olan E.Renan’ın “millet/ulus” tarifinde “ırkçı” esasları reddeden görüşlerinden etkilendiği içindir. Ama 1930–1945 yılları arası Arthur de Gobieau’nun “millet”i “kan” ve “ırka” dayandıran görüşlerinin Nazi propagandasına paralel olarak komitacı-İttihatçı derin devletçi klik tarafından ülkede yaygınlaştırılmaya çalışmasına 1945 sonrası anti-komünizm propagandası eklenince 1947’de Atatürk’ün “millici”liği resmen “milliyetçi” ok halinde pekiştirildi. Kore, NATO derken “milliyetçi”lik ABD’nin yılmaz bekçisi olarak görevini ifa etmeye başladı…
Bu noktadan Türk Askeri Olgusuna dönersek, 1699 Karlofça Anlaşması sonucu artık parçalanma dönemine giren Osmanlı İmparatorluğu doğal olarak çıkış noktaları ararken Islahatçı-Tanzimatçı-Meşrutiyetçi konaklardan geçti. Yeniçeri ordusu adeta bir kırım ile lağvedildi. Siyasi yapılanmaya ayak uydurulmaya çalışıldı. Ama iktisadi temeli olmayan bütün bu hareketler geriye gidişatı durduramadı. Aydınlatmacı fikirler doğal olarak modernleşmeye ilk açılan kapı olan Osmanlı Ordusu içindeki subayların ve iktisadi olarak gelişmiş kentlerdeki aydınların arasında yayıldı. Özellikle Avrupa’da eğitim alanlar yeni inkılâpçı fikirleri ülkeye taşıdılar. Ama bunlar ihtilalci değildi. Örneğin Namık Kemal gibi mali durumları sıkıştığı zaman padişahtan yardım talebinde bulunuyorlardı. Onun için “Jön Türk” hareketi kitle tarafından değil belli bir orta sınıf sivil aydın tarafından desteklendi- destekçi yabancılar içinde Marx ve Engels’te sayılabilir… Ama “İttihat ve Terakki Cemiyeti” örgütlenmesi askeriyeyi kucaklayan bir örgütlenmeydi. Sivil İhtilalci ve Asker İnkılâpçı nüveleri içinde barındırıyordu. Ama hepsini tasfiye eden sivil-asker “komitacı-darbeci” isyancılar oldu, çünkü Saray’a (o günkü derin-devlete) göbek bağı kurmuşlardı…
İstiklal Savaşı içinde bir bakıma iç çatışmalar da sürdürüldü ki uzak gelecekteki yenilgilerin sebeplerinin kaynağı burasıdır. İlk önce bu üç militan güç ittifak yaptı. Ama ardından Kuvva-ı Millicilerin oluşturduğu çetelerdeki sivil (işçi-köylü ve aydın) komünist İhtilalciler tasfiye edildi. Sonra Komitacılar (ki İttihatçı Enverciler kanadı) ile İnkılapçıların kavgası başladı. Görünüşte 1929 İzmir Suikastı davası ile sonuçlandırıldı. Ama komitacıların pes etmediği, başka başka yollarla mücadeleye devam ettiği açık ve seçik. Sonunda “Yalnız Adam” (Talat Turhan’ın deyimi) Atatürk vefat edince bu unsurun şefi İnönü (Başvekil Bayar) iktidara oturdu. Bayar, sonradan Adalet Partililere, “biz (DPyi kastediyor) CHP’nin B Takımıydık” diyecekti. İşte Türkiye’ye özgün olan bu üç grubun Türk Askeri olgusu içinde güçlerini bilmeden, bunların iktisadi-siyasi-tarihsel-toplumsal çözümlemelerini yapmadan ne geçmişin doğru analizini ne de geleceğin programını asla yapamayız…
Bu kavga sırası ile 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997’deki askeri balanslı darbelerin veya komplo-muhtıraların içinde de gizlidir. Bu ABD çıkarlarını savunan darbelerde sivil halk arasından hep darbeyi yiyenler olan devrimci, aktif, militan, yurtsever, yiğit unsurlar tarafından haklı olarak orduya karşı muhalefeti güçlendirmiştir. Devrimci kıyımlarından dolayı Ordu adına hiç kimsenin “halktan özür dileme”ye yanaşmaması da sonradan orduya karşı kullanılan emperyalist psikolojik savaşı kolaylaştıran bir başka etkendir. Hâlbuki bütün Latin Amerika ülkelerinde Simon Bolivar geleneğine sahip çıkan ordular bu ABD tuzağından dolayı kendi halklarından özür dilemiştir. Çünkü dilemek zorundaydılar! 1990 yılında SSCB ve Halk Cumhuriyetleri Bloğunun yıkılması ve NATO-kontra terörü güdümlü kukla ayrılıkçı PKK terörünün asimetrik yoğunluktaki çatışmaları içinde TSK’nın özellikle kurmay sınıfı içinde nesnel gerçekler görülmeye başlanmış; ABD dayatması dışında, bağımsız bilgi birikimine aydın olarak yoğun olarak başvurulması sonucu oluşan şok ile beyinlerdeki uyuşturulmuş bellek ciplerinin devreye girmesi sonucu Kemalist Devrimci Gelenek anımsanmaya başlanmıştır. Sarkaç ters çalışmıştır! Yani, 1961-62’den bu yana Ordudaki Devrimci Kemalist geleneği sürdürmekte inat eden Genç Subaylar, sivil devrimci ve ihtilalci güçlerle ittifak sonucu, 50 yıldır kırıldıklarından dolayı bugün bu geleneği sürdürenlerin olup olmadığını ancak tarih gösterecektir! Diğer taraftan ABD ordusu ve istihbarat güçlerinin 1952’den 1992’ye yapmış olduğu bilgi depolama ve tanımlama think-tanklarının işbirlikçi yerli liberal ve muhafazakâr gerici unsurlarla yapmış olduğu çalışmalar sonucu kıyasıya komplolar uygulanarak TSK kurmayı gafil avlanmıştır…
Sonuç olarak devrimci askerler, devrimci sivillerle ve onların siyasal irade ve programları ile ittifak yapmadığı sürece, sivillere de devrimci disiplinin zorunlu bir araç olduğunu öğretmedikçe –ki sivillerde ‘kitap okumama’ liberalliğinden vazgeçmedikçe-; Türkiye halkının, başta ABD-AB-İzrael olmak üzere emperyalist-zionun tezgâhı neo-mandater faşist işbirlikçilerden kurtulup, Kemalist Devrimi aşmak için akıl-bilimle güdülen Çağcıl(contemporary) Sosyal Devrimler sürekliliğinde XXI. Yüzyılın derinliklerine doğru yürümelerine imkân yoktur…
Halid Özkul
15 Ağustos 2011