1 Haziran 2007 Cuma

"Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir" - I - Halid Özkul

Gerçekler Ayrıntıda Gizlidir” - I


Türkiye’nin “hormonlu ekonomisi”ne paradox olarak gelişen olaylar ve bazı kitap çalışmaları –kafa eylemleri–, ezberlerimizi (paradigmaları-“değerler” dizisini) bozuyor. Ezberler bozuldukça “somut durumların, somut tahlili” olarak ifade edilmiş olan ilkeler zorunlu olarak belleğimizdeki yerini tekrar alıyor. Soru şu; Ne Yapmalı? Değil; Nasıl Yapılmalı?..


Bu; Neden-Niçin-Nasıl sorgulama-irdeleme sürecinin son aşaması. "Nasıl Yapılmalı?"ya yanlış cevaplar üretmiş olanlar, muhakkak "Neden?" ve "Niçin?"i cevaplarken de yanlış gözlemlerde bulunmuş “görme bozukluğu” içinde olanlardır. Bunun bireyin “görme kılavuzu”nun “yanlış bilinç” (ideoloji) haliyle ilgili olduğunu bilimsel olarak ilk vurgulayanlar şüphesiz, iki devrimci bilim insanı Marx ve Engels… XIX. yüzyılın yarısında kapitalizmin kritik dönemeç noktasının nesnel gerçekliğinin ürettiği insanlar içinde onlar neden-niçin-nasıl’larını doğru cevapladıkları için bilimsel komünizmin temelini attılar. Böylece, Marx’ın deyişi ile: “Görünen ve gerçek aynı şeyler olsaydı bilime de sanata da gerek kalır mıydı?” sorusunun ışığında cevap arayarak “görme kılavuzu”muzu inşa etmeye başladık.


Görüneni değil, gerçekleri arayanlardan yazar Hasip Akgün, Görme Kılavuzu (Akış yay.1999) adlı kitabında: “Görmek, farkını üretmektir ve insan olarak ayakta kalmanın yollarından biridir. Çünkü paketlenmiş 'enformasyon' bilme değildir. Günlük dilde 'haber alma' anlamındaki 'enformasyon' bilmeyle (episteme ya da düşünme) karıştırılmıştır. Bilme, 'enforme olmak' değildir. Bilme, aynı gibi görünenleri ayırt etme, farklı gibi görünenleri sınıflandırma sürecidir…” (agy.4) diyor. Burada eleştirel nokta, “gerçeklerin ayrıntılarda gizli” olduğu polyalektiğini kavrayabilmek…


2007 Nisanında piyasaya çıkmış olan araştırmacı-yazar Tayfun Er’in Erguvaniler-Türkiye’de İktidar Doğanlar (Duvar Yay. İzmir) kitabı görme kılavuzunu “gerçek ayrıntıda gizlidir” ilkesiyle yönlendirmiş bir kafa eylemi. Kolaycılığı, ezberleri zorluyor, bozuyor. Somutu, soyutlamalarla bulandıranları rahatsız ediyor, kızdırıyor. Ayrıntıların ne kadar “hassas” olduğunu kanıtlıyor. Söz arasında belirtelim; yazarın daha önce internette yayımlanmış olan çalışmaları kaynak göstermeksizin ve bilimsel üslubundan saptırılarak Soner Yalçın ve Yalçın Küçük tarafından kullanılmıştır. Yazarın deyimi ile “kurtlarla uluyan çakallar” tarafından ve “bu tiplerin ellerine en son Hrant Dink’in kanı bulaşmıştır”.

Helenceden “eupatrid” (iyi doğmuş) kelimesi ile ifade edilen “yerli” oligarşimizin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yürüyüşünün ayrıntılı resmigeçidinin ilk cildi bu çalışma (iki cilt daha sırada). Eupatridlerin oligarşisinin Türkiye’ye özgü “kast sistemi”ni belgeliyor. Çünkü vurgulanan iktisadi-siyasi-tarihsel-toplumsal-enerjik-uzaysallığı belirleyenin; sınıflar ve sınıflar mücadelesi olduğu. Bu tarihsel materyalist polyalektik görüş ufkundan bakışla tarihi kitleler yapıyor ama örgütlü kitleler…


Egemen sınıflar içinde hegemonya sahibi burjuvazi kendi sınıf bilincinde olan bir minör kitle olarak kendi ayrıntılarını koruyor. Türkiye eupatrid oligarşisi “erguvaniler”in MR’ını çeken yazar, ayrıntılar nerelerde, nasıl gizleniyor açıklıyor: 1- Aileden gelen güç; 2- Evlilikle kazanılan güç; 3- Okul; 4- İş ortaklığı; 5- Masonluk; 6- Mezarlık; 7- Tarikat, içinde…


Buradan 14-29 Nisan ve 1 Mayıs olgularına geçiş yaparsak, alışılmış “sosyalist” kahvehane-kafe gevezelikleri ile bir yere varamayız. Ama ayrıntıların ışığında baktığımızda “kelebek kanatları”nın vuruşunun nasıl bir fırtına “desen”i çizdiği ortaya çıkıyor…


Türkiye’de marxist sol ne zaman örgütsel bütünlük sağlamaya kalksa, başarıya ulaşamıyor. Bunu sağlamaya kalkanlar şu veya bu şekilde tasfiyeye uğruyorlar. Türkiye marxist solunun kitleselleşmesi 27 Mayıs darbesinin ardından gelen ve 27 Mayıs Anayasası’na dayanan burjuva demokratik ortamında sağlanmıştır. Her ne kadar devlet terörü özellikle İtalyan faşizmine dayalı yasalarla bu kitleselleşmeyi sürekli cezalandırdıysa da engelleyememiştir. Sonuç olarak, devlet terörü daha açık olarak kendi hukukunu da aşarak kanlı katliamlara girişmiştir. 1969’da başlayan, 1970 Haziranı ile şahlanan 1970 Devrimci Atılımı hem dıştan, hem içten vurularak çökertilmiş; 1978 hareketi kibernetik yönlendirmeyle tekrar kanla boğulmuştur.


Bugüne geldiğimizde dağılganlığın “kaos” teorilerini ispatlarcasına tepe noktaya ulaştığına 1 Mayıs “Devlet Terörü Gösterileri” sırasında şahit olduk. Hâlbuki 1 Mayıs İşçi Sınıfının Birlik-Beraberlik-Önderlik Güç Gösterisi olarak kutlanan enternasyonal (millîlerarasıbirlik) şenliğidir. Buradaki amaç, Paris Komününden bu yana kendisi için bir sınıf olmanın bilinçli eylem(praxis)ini verirken katledilen proleter devrimcilerinin anılarını tazelemek ve ruhlarını devrimci coşku-duygu-irade ile selâmlamaktır. Anarko-nihilist kendi tatmin etme(mastürbasyon)nin küçük-burjuva konspirasyonu ile provokasyonlara zemin hazırlamak hiç değildir… Ama asıl suçlu, görevlerini tarihsel olarak her zaman fiilen –de facto– yerine getirmiş olan bir avuç anarşist misyoner değildir. Asıl suçlu; bütün “marxist” sol örgütlerin liderleri konumunda olup kendilerini devrimci kadroları denetlemekle yükümlü kılmış olan “erguvaniler”in egemenliğine karşı ses çıkarmayan, susan bizleriz. Onlar sınıflarının gereklerini yerine getiriyorlar; ama bizler, tarih sınıflar mücadelesidir demeyi, yazmayı biliyoruz da, sınıfsallığın devrimci zorunluluğunu kullanmıyoruz!


Diğer taraftan karşı-devrimci pragmatik (faydacı eylem) karşısında en son gelinen nokta pratik (gerekir eylem), bir türlü praxis(bilinçli eylem)e gelemedik. Çünkü Marx-Engels ustaların altını özellikle çizdiği praxis, bilgi-bilimsel bir donanımı zorunlu kılıyor. “Maoist” Konfüçyüs pratiğini hâlâ son nokta sanan kır kökenli patriarkal feodal-komünizminin utangaç “devrimci”lerinin gelebildiği ve gelebileceği son nokta bu; pratik! Onun için bu noktadan “yanlış bilincin” güdümlediği “proleter devrimcilik” adına etnik nasyonal sosyalizmlere ya da egemen-ırk şovenizmine yuvarlanmak veya “Hz. Ali”yi keşfetmek doğanın diyalektiğinin “mukadderatı”!


Kafa ile kol, kent ile kır, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki kapitalist uzlaşmaz çelişkilerin küreselleştiği bir dünyada, “devekuşu” gibi kafaları kuma gömmenin hiçbir “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Çünkü “devrimci teori olmadan, devrimci praxis olamaz”!