27 Ekim 2009 Salı

"Komplo"nun yeni adı "Gündem Mühendisliği" - Halid Özkul

KOMPLO”NUN YENİ ADI “GÜNDEM MÜHENDİSLİĞİ” FESATLA “KORKU İMPARATORLUĞU” YARATMAK


Batı siyasal edebiyatında, “fesat”ın karşılığı olabilecek kavram “konspirasyon”dur. Türkçe tam karşılığı olmadığı için “komplo” olarak kullandığımız, siyasal amaca araç olan operasyonal eylemin ‘oluşturulan’ kaynaklarından biridir. Bu kurumsal-kurgunun Orta Çağ Avrupası’ndaki üstadlarından biri Machiavelli’dir. Ama onun en iyi müridlerinin yaşadığı birkaç ülkeden biri olan Türkiye’de son yıllarda olanlar onun ruhuna fazlaca rahmet okutmuştur…


Özellikle gazeteci Hırant Dink’in katlettirilmesi (19 Ocak 2007- Nisan, Malatya ‘Zirve Kitapevi’ cinayeti) ile başlayan süreç [ki aslında Aralık 2002’de Necip Hablemitoğlu’nun (emniyetteki “F Tipi”ni kurcaladı) öldürülmesi ile başlatılmıştır – Haziran-Temmuz 2003, Ercan Arıklı (‘Nokta’- medya piri) ve Recep Yazıcıoğlu (yurtsever vali) trafik kazalarında öldüler! Ocak 2006, ilk organize ‘Glock’ tabanca kaçakçılığı (Denizli). Şubat, Rahip Santaro; Mayıs, ‘Danıştay’ cinayetleri. Temmuz, ülke çapında ‘Glock’ tabanca kaçakçılığı); 17 Haziran 2007 ile başlayan sera malı “Ergenekon” davası, TSK’ne önce havan toplu, sonra doğrudan medyatik saldırılar, Hakkâri bölgesinde “asimetrik” pusular, “bombalamalar”, “Devrimci Karargâh”, (Muhsin Yazıcıoğlu helikopteri kazası!), “Kürt Açılımı”, “Ermeni Açılımı”, “TİB(TİT)” gibi içinde her türlü entrika, desise, fesatı barındıran senaryolar; ABD’nin kesin emrindeki iktidar partisi AKP’nin, Türkiye halkının kitlesel olarak gittikçe daha da yoksullaşmasına karşın, bir avuç badem bıyıklı/sıkma-başlı karılı yeni-zenginlerin türemesi –eski oligarkların dolar milyonerliğinden milyarderliğine terfi etmesi- olarak yaşama damgasını vuran iktisadi başarı/sızlığı/nın açıkça tartışılmaması; toplum içindeki her türlü muhalefetin bastırılması dolayısıyla iktidarın süreğenliğini sağlayacak “korku imparatorluğu”nun yaratılmasını hedefleyen “komplo”nun parçalarıdır. Çünkü “komplo”nun başarısı “elektronik seçim hileleri” ile kazanılan seçimlerin süreğenliğinin de ön koşutudur. Klasik siyasi bir kavram olan “komplo”; Amerikan siyasi edebiyatında, global hegemonyayı hedefleyen Amerikan pragmatiği(faydacı eylemcili)ne uygun olarak önce “senaryo”, sonra “gündem mühendisliği” adı almıştır…


ABD’nin global hegemonyasını yaşama geçirmeyi amaçlayan “senaryo”yu üreten ve uygulayan bu “gündem mühendisliği” tamamen kaos kuramının bir ürünüdür. 1980’li yıllarda ABD’de ortaya atılan ve bir bilim dalı olarak kabul edilen kaos kuram ve eylemi oluşumları, başlangıçlarını kendi tayin ettiği fraktaller dizini bifürkasyon(dallanma) içinde türbülans edilmektedir. Bu zamanında TSK Genelkurmay Başkanı tarafından espri ile karışık açıklanmıştı. Kibernetik ise ABD’de 1950’lerin başında bilim dalı olarak kabul edilmiştir. Bu bilim dalının anti-militarist yaratıcısının 1960’ların ortalarında özel bir operasyonla ortadan kaldırılması ile CIA’nın denetimine geçmiştir. Bu iki bilim dalını bir araya getiren Amerikan istihbarat örgütlerinin “think-tank” kurumları olmuştur. Piyasaya “New American Democracy Project”(Yeni Amerikan Demokrasisi Projesi) olarak 1980’lerin ortalarında sürülmüştür. Ama bunun tam Türkçesinin; ileride iktisadi determinist zorunluluktan dolayı sosyal-emperyalistleşme sürecine girmek zorunda olan ABD’nin, Dünyanın mazlum emekçileri üzerinde “Yeniden Mandaterizm- Yeniden Faşizm”i uygulatacağı olduğunu, 1992’de yayımlanan “Yeni Dünya Düzeni” (Anahtar Yay.) adlı kitabımda açıklamıştım. Süreklilik esasına dayanan bu karşı-devrimci tezgâhı teşhir etmenin öneminin egemen burjuva unsurlar tarafından hafife alınması doğaldır. Çünkü sonuçta iktidar tahterevallisi üzerindeki mali oligarşinin taraflarının pazarlık payı vardır! Ama bu süreci sadece “yorumlamak” değil, “değiştirmek” zorunda olan (proleter ve burjuva olarak) demokratların devrimci duruşları bu “komplo”nun parçaları olan “fesat”(konspirasyon)larını da açıklamak-teşhir etmek görevini önlerine koyar. Ama sadece ülkemizde değil, nerede ise küresel tabanda bilimsel konularda tam bir cahil olan sözüm ona [kendini tanımlamada ‘devrimci’den çok muğlâk ‘solcu’luğu layık gören] “öncü” kadroların, yaşam savaşı içinde her türlü kültürel gereksinmeden uzaklaştırılarak sürüleştirilen işçi ve emekçi kitlelerini, mali-oligarşinin önderliğindeki burjuvazinin bu modern sınıf savaşı tarzına karşı nasıl bilinçlendirecekleri ise tam bir muammadır…


Rastlantı metafizik tutsağı “küçük adamlar” için “tanrısal” bir ceza veya sürprizdir! Bilim açısından ise; Rastlantı / Olabilirliklerin, zorunluluğu ortaya çıkaran dallanmaların ve fraktal dizini nesneleri olduğunu “kaos” bilimi tartışma ve eleştirileri ispatlamaktadır. “Suni” Denge’nin bilimsel açıklaması da burada yatmaktadır. (Bu ayrı bir yazı konusudur.) Burada genellikle sosyolojinin konusu olanlar; “olabilirlik” açınımında aydın kadronun militan unsurlarıdır. Genç deneyimsiz işçi ve emekçiler veya o sınıfların çocuklarıdırlar. Onun için olabilirlik ve zorunluluk sınıflararası uzlaşmaz çelişkinin hassas bir parçası olarak karşımızda dururlar. Burjuvazi açısından bu militan kadro; önceden tanımlanmalı, tanınmalı ve sonuçta aktif veya pasif ‘olay’larda etkisiz hale getirilmelidir. Ki bunu zaten ustaca burjuva –devlet terörü- “bilimsel”likleri içinde uygulamaktadırlar. Onun için olabilirlikle sınırlanan algılamak, anlamak yetmez; aşmak için kavramak zorunluluktur diyoruz ve bu oluşumu devrimci akıl-bilgi-bilinç eylemi (praxis) olarak görüyoruz. İlle de “ütopik” palavralara karşın bilim-bilimsellik diye boş yere diretmemiş, ustalar…


Burada Türkiye kamuoyuna açmak istediğim olgu; pek çok örneklerini 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi öncesi yaşamış olduğumuz “fesat”(konspirasyon) ve “kışkırtma”(provokasyon) tezgâhıdır. Gerçekten de söz konusu olan olgu ve olaylar oluşumu, daha önceden üzerinde düşünülmüş, planlanmış ve uygulamaya geçilmiş olduğu için karşı-devrimci bir “praxis”tir, tastamam! Ne ki artık 1995 yılı sonrası Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı Pentagon’a bağlı ulusal Ordusunun “FM” olarak anılan “Sahra Talimnameleri”ne resmen geçmiş kuram ve eylem standart talimatlarından bahsediyoruz. (NATO’ya bağlı “müttefik” ordularda bunların ne kadarının tercüme edilerek uygulamaya konduğu ayrı bir ciddi araştırma konusudur!) 1980 yılında yeni doğmuş ya da daha sonra doğmuş gençler bu konu hakkında tam bir bilgisizlik içindedirler. Bu örneklerin yeni modelleri Kürt mikro-milliyetçi/ sosyal-şoven ayrılıkçı hareketinin asimetrik “kontra terör” gelişimi paralelinde önce “Kürt Özgürlük Fedaileri” ardından “Kürt Özgürlük Şahinleri” gibi emperyal-ziona bağlı “müteahhit para militer şirketler”ce yönlendirilen yuvalarla karşımıza çıkmıştır. Ki Soğuk Savaş döneminde bu yönlendirme NATO’ya bağlı ev sahibi ülkelerin istihbarat örgütlerinin genellikle “kontr- terör” merkezlerine kadar uzanmıştır. Ama benim üzerinde duracağım, son olarak piyasaya sürülmüş olan aynı “PKK kontra” okulunun “Türkiye” vizyonu olarak yutturulmak üzere hazırlanan “Devrimci Karargâh” tezgâhıdır. “PKK” kır çatışmaları dizaynıydı “son kullanma tarihi” doldu, “DK” gibi kontra imalatlar kent çatışmaları dizaynıdır…


Bu tür örgütler; “El Ka’ide” tipi internet-örgütleridir. İnternet bilimsel olarak bir tür “fraktal kibernetik” işlevidir- dallanmalı sürekli dizinsel şebekesidir. Kibernetik-kaos kuramının yaşama geçirilmesinde en önemli aracı-aracıdır. Bu tür çalışmalar kibernetik-kaos kuramının sosyolojik uygulamalarına paralel olarak 1990’lar sonrası başlatılmıştır. 1950’li yıllarda “beyin yıkama” faaliyetlerine ağırlık veren Pentagon ve CIA, bu çalışmalarını kimyasal düzeyde bırakarak –daha doğrusu bu yolla kitleye ulaşamayacağını fark ederek, hedefe yönelik operasyonun unsuru olarak bireysel düzeye indirmiştir, böylece Mançurya Candidate(Adayı) operasyonu doğmuştur-, kitlesel hedefli kibernetik psiko-manyetik çalışmalara ağırlık vermeye başladığı yıllara da denk düşer. Elektronik monitörde aradığını bulan emperyalist-zion istihbarat örgütlerinin en büyük başarısı “11 Eylül 2001”dir. Küçük-burjuvazinin metafizik/ idealist/ romantik/ melankolik-şizofren saplantılı unsurları bu örgütlerin daima en aranılır “Mançurya Adayları” olmuşlardır. Çok zeki mürekkep yalamış, üniversite diplomalı insanlar sürüsü, bu ordu-dışı dolaylı savaş-psikolojik savaşım-asimetrik çatışma senaryo-operasyonlarına, “komplo teorisi” demeye devam etsinler…


Devrimci Karargâh” (o nasıl oluyor ise) adlı meçhul örgüt adını, 6 Ağustos 2008 tarihinde TSK 1. Ordu, İstanbul-Selimiye Kışlasını hedef alan sözüm ona havan topu saldırısı ile duyurmuştur. Kendi internet sitesindeki ana sayfada “1 No”lu olarak açıklanan ama ilgili dosyada “4 Nolu Bülten” adı altında yayımlanan bildiri ile saldırı üstlenilmiştir. Örgütün internet sitesinde ilginç bir biçimde kendi tarihçesi de deşifre edilmektedir. (Güya propaganda yapılıyor!) Bu bilgilerden kaynaklanan medya ise derhal dolaylı kitlesel propaganda işlevini tamamlar. Örgütün temeli 1990’da Sarp Kuray’ın lideri olup feshettiği ’16 Haziran’ adlı örgüte dayandırılıyor. (Sarp Kuray’ın kişiliği de devrimci camiada çok tartışılmıştır. Cezaevine girmeden önce Aksiyon dergisine verdiği röportajda daha önce gelip önyargılı ve hatalı söylevlerinden dolayı “özür dilediği” Talat Turhan hakkında dezenformasyon yapmakta sakınca görmemesi, etik olarak kendini ele verdirmiştir!) Üyelerinin çoğunun Avrupa’da olduğu ve K.Irak’ta “PKK” kamplarında 20 üyesinin eğitildiği iddia ediliyor. Kaynak. 13.08.08. Milliyet Ferit Demir –Tunceli DHA. Ne hikmet ise ‘Tunceli’! 18.08.08. Aksiyon. Sayı:715. Gamze Polat. Bütün verinin bu örgütün internet sitesinden ‘kotarılmış bilgi’leri (kibernetikte ‘information’ diyoruz) okuyucusuna kendi bulmuş gibi sunuyor. Örgütün kendi bildirimi ise tam tipik bir “kaos” örneği. Nazilere ırkçı “üstün insan” (superman) ilhamını vermiş, akıl hastanesinde ölen aynı zamanda anarşist nihilizmin ilham perilerinden olan şizofren Nietzsche’nin hayranı olan örgüt “9 No”lu bildirisinde kendini deşifre ediyor, ‘16 Haziran’, ‘Bedrettin Hareketi’, ‘Dev Sol’, -bilumum marjinal küçük burjuva anarşist tayfası sıralanıyor-, örgüt teşekkül ettiriliyor. Doğal olarak ilham Nietzsche olunca küçük burjuva anarko-nihilist “intihar kültü” geliştirilmektedir. Oysaki insanlık tarihinin en kanlı ve en onurlu mücadelesini vermiş Vietnam Komünist Partisi, hapishanelerde görülen bu tür (açlık grevi ve intihar) konspiratör sızmalarına karşı kesin şu emri vermiştir: ’Vietnamlı devrimciler-yurtseverler-komünistler her ne şart altında olursa olsun yaşayarak direnmek zorundadırlar. İntihar eylemleri bu direnişe ihanettir. Partinin kararına karşı gelenler ajan muamelesi görecektir’. Açıktır, nettir. Keza “örgüt”ün bildirilerinde “Leninci Marksizm”, “Leninci Marksist bilim” gibi abuk-sabuk terimler, İBDA-C tarzı jargonla “Yahudi devleti” gibi nasyonalist sözcükler, kötü gramerli Türkçe cümleler açıkça Kürt mikro-milliyetçisi, sosyal şoven kontra terör örgütü ‘PKK’ (üstelik lider kadrosu anti-marxist olduğunu açıkça ilan etmiştir) ve liderinin propagandasının yapılması örgütün gerçek yüzünü sergilemektedir. Zaten “HPG Anakarargâh” deyimi bu örgütün “kontra” niteliğini açıkça ele vermektedir. Ama biz ipuçlarından nerelere varıldığını sergilemeye çalışalım…


Bu tezgâhla devrimci veya solcu eğilimli insanlardan (ki genellikle genç olmaları olasılıktır) 226 bin kişi tıklamıştır siteyi. Arzu edilen de budur. Niçin? 27 Nisan 2009 tarihinde kendisinin bu örgütün lideri olduğu iddia edilen Orhan Yılmazkaya(39) İstanbul-Bostancı’da kalmış olduğu apartman dairesinde “çatışma sonucu”(!) ölü ele geçirilmiştir. Aynı günün sabahı hükümete muhalefet eden iki büyük medya kurumundan Vatan grubunun “Gazetevatan.com” Yayın Yönetmeni Aylin Duruoğlu örgüt üyeliği iddiası ile gözaltına alınmış ardından tutuklanmıştır. “Türk Hamamı” (Çitlembik Yayınları. Aralık 2003) üzerine bir kitabı yayımlanmış olan Yılmazkaya’nın, Duruoğlu ile bir zamanlar bu nedenle kurmuş olduğu kısa kontak Duruoğlu’nu fraktal-komplonun kurbanlarından biri haline sokmuştur. Gözaltına alınıp üç gün sonra serbest bırakılanlardan biri de Ulaş Erdoğan’dır!


Çanakkaleli bir işçi ailenin çocuğu olarak 1970’de Almanya’da doğmuştur Orhan Yılmazkaya. 1994’te İstanbul SBF bitirmiş bu yıllarda Sosyalist İşçi Partisi-SİP üyesi olmuştur. Ama ardından kurulan TKP’ye katılmamıştır. 1999’da A.Öcalan’ın “büyük ağabeyler”i tarafından Kenya’da paketlenip Türkiye’ye teslim edilmesi üzerine ‘PKK’ bildirisini Radyo Umut’ta canlı yayında okumuş, böylece devletin sesini kısmak için uğraştığı radyonun bir yıl kapanmasını “gönüllü”(!) konspiratör olarak sağlamıştır. (Radyo ardından başkalarınca satın alınarak tamamen susturulmuştur.) Anlatıya göre, böylece bu romantik-nihilist 1999’da “Bedrettin Hareketi” örgütleyicisi olmuştur. Bu örgüt 2005’ten itibaren; 12 Mart 1970 döneminin gençliğini kışkırtmakta “9 Martçı” cuntacıların önemli adamlarından biri olan -Dr. H. Kıvılcımlı’ını deyimi ile “başımızın belası iki Mahir”lerden (Doktora her hal malum olmuştu ötekisi Mahir Kaynak’tı!)- Mahir Sayın’ın kurucuları arasında bulunduğu Sosyalist Demokrasi Partisi içinde de faaliyet yürütmeye başlamıştır…


Buradan tekrar çatışmaya dönersek, resmi ilama göre ‘çatışma’ sabah 5.30’da başlıyor. Sonuçta eylemci, başkomiser Semih Balaban (kaldırıldığı hastanede) ve izleyici bir genç ölmüştür, yedi kişi (kimlikleri meçhuldür) yaralanmıştır. Başkomiserin Yılmazkaya tarafından vurulduğu önce gerek İstanbul Valisi gerekse de İstanbul Emniyet Müdürü tarafından bizzat TV kameraları önünde canlı yayında açıklanmasına karşın ardından aynı zevat tarafından yanlışlıkla yanındaki arkadaşı tarafından vurulduğu açıklanmıştır. Nasıl olmuşsa polisler birbirini vurmuştur! Soruşturmanın sürdüğü belirtilmiş, ama gerisini getirmek medyaya nasip olmamıştır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın açıklamasına göre; gece 60 yere operasyon yapılmıştır ve eylemci “önceden izlenen önemli 3 kişiden biridir” de neden sağ yakalanmamıştır! Bu olay yıllar önce Dursun Karataş’ın “ajan provokatör” olduğunu açıklayan ‘Dev-Sol’ örgütünün devrimci yöneticisi Bedri Yağan ve arkadaşlarının katledilmesine benzemektedir. İlginçtir ki, ‘olay’ aynı semtte benzer şekilde gelişmiştir. Olayın bir ‘çatışma’ olduğuna gerek örgütün saf militanlarının gerekse de kamuoyunun inandırılması için, kurbanlardan biri olan Karataş’ın eşinin ağzından örgütün legal dergisine bir telefon konuşması yaptırılmış, ardından dairenin penceresinden örgüt bayrağı sallattırılmıştır. Gazetecilerin çekmiş olduğu fotoğraflar tarafımızdan incelendiğinde ve foto muhabirlerinin doğrulamaları ile cesetlerde görülmüş olan renk değişimi farklılıklarından bu devrimci genç insanların ayrı ayrı yerlerde infaz edilerek olay mahalline ‘monte’ edildiği anlaşılmıştır. Ayrıca %100 benzeri ses taklidi üretmek, günümüzde sadece 1000 dolarlık Bond çantası büyüklüğünde bir apareyin işlevidir. Diğer taraftan “bayrak gösterme” bandını çeken tek TV kanalı olan Star’dan çekim bandı istendiğinde, çekim bantlarına MİT tarafından el konulduğu açıklanmıştır! Katliama uğrayan gençlerin ailelerinin uyarılar üzerine açmış olduğu dava da sürüncemede bırakılmıştır. (Zaten olay mahallindeki komşular da gece-sabaha karşı bir silahlı çatışma olmadığını, polislerin doluşması sonrası kısa tarama sesleri duyduklarını açıklamışlardır!) Kısacası gençler katledilmişler ve bir mizansen ile mali-oligarşinin “korku imparatorluğu”nun bir kanlı sahnesi perdeye konmuştu… Burada benzer biçimde Yılmazkaya’nın sanki o anda yaşıyormuş gibi bir telsiz konuşması vardır. Çok sakin, sanki yıllardır bu apareye aşina biridir. Monoton konuşması eğer ilaç almadıysa şaşırtıcı derecede düzgündür! Eğitilmiş Papağan gibidir! Oysaki “örgüt”ün internet sitesindeki silahlar arasında “kelle” devşirmek için propaganda amaçlı verdiği pozlar vardır. Ama otururken sakin olarak kamera karşısındaki sesi ve anlatımı; çok doğal bir biçimde hiçbir heyecanlandırıcı yan etken olmadığı halde sık-sık Mehmet Ali Birand tarzı “e…”ler takıntısı içinde kesikli bir konuşmadır. Herhalde merhum, ölüme giderken özel “ses ve diksiyon” dersi almış değildir! Ayrıca elinde kalaşnikof gibi vurucu ve seri atış yapan bir makineli tüfek bulunan kimsenin neden dışarıya hedef gözeterek tabanca ile tek el ateş ettiği ayrıca bir muammadır. Aslında bunun senaryoyu sahneye koyanların “turkish repliği”dir desek daha doğru olur. Tabii bu insanı kurban verenler ne kadar “keskin devrimci” olduklarını ispat etmek için “9.Nolu” bildirilerine taa Latin Amerika’dan ama nedense şaibeli Kolombiya’dan “komutanın taziye defteri”ne mesaj atmayı da ihmal etmemişlerdir: FARC-La Coordinadora Continental Bolivariana’dan! Ama güya Filistin’de omuz omuza dövüştüklerini iddia ettikleri örgütlerden neden değil? Filistin neresi- Kolombiya neresi? Nedir bu ilgi? “Abu Nidal” usulü saf militan tavlama dümeni mi? Üstelik bu adresi sıkı takip ettiğinizde ilgili örgütün boş bir sitesi çıkıyor karşınıza adı var, kendi yok (NGO olarak kayıtlı site 14 Ağustos 2006’da yaratılmış, 36 kere tıklanmış, görünüşte aktif: www.conbolivar.com)!!!!! Araştırdığınızda gerçekten FARC’a bağlı bir örgüt var; ama aynı adla internette dolaşan ikinci bir sanal örgüt de var! Gerçek örgüt nerede ise bütün dünya ile ilgileniyor ama ilgilenmediği tek ülke: “Türkiye”! Sahtekârlığı ortaya çıkaran bir başka kanıt “Devrimci Karargâh” sitesinde sanki kendilerine iletilmiş havasında verilen 18/20.07.09 tarihli bildiri ise orijinal olarak Latin örgütü tarafından tam bir yıl önce 22 Temmuz 2008 tarihinde yayımlanmış bildiridir. Belli ki tercüme sitelerinden İspanyolcadan Türkçeye çevrilerek düzenlenmiştir. Bknz:

(http://www.abpnoticias.com/index.php?option=com_content&task=view&id=579&Itemid=209)


Tabii tezgâhı ele verenler hep “F Tipi” örgütün medya ayağı olmaktadır, acemi çaylaklar! Yazar kadrosunda, NATO-Staybehind’ın gerçek “Er-Gün/Ergenekon” kadrosundan olduğu aşikar olan ABD’de ‘MKULTRA- psikolojik hafıza denetimi ve yönlendirmesi’ üzerine eğitim görmüş uzman bir Em.Kur.Albay’ın “handler”lığında şizoid-şizofreni mahsulü kitaplar yazan, raporlu şizofrenlikten Harp Okulu’ndan atılma, ne hikmet ise, uzun zamandır ABD’de bulunan Aydoğan Vatandaş’ın bulunduğu Gasteci adlı internet sitesi “İşte yakalanan Devrimci Karargâh Örgütünün beyin takımı”(27.09.09) başlıklı haberinde aralarında Aylin Duruoğlu’nun da bulunduğu bir düzine insanı terörist olarak ilan etme yetkisini kendilerinde görmüşlerdir. Ama Asıl amaç haberin içeriğinde gizlenmiştir. Tezgâh imalatı “Karargâh Evleri” (ne hikmet ise bunların bir “karargâh” takıntısı olsa gerektir) krokisi yayımlanarak, Doğan Grubu ve Vatan gazetesi bu örgütlenme içinde gibi hedef gösterilmiştir. Aslında “komplo” senaristlerinin işbirlikçileri kendilerini ahmakça ifşa etmektedirler…


Devrimci Karargâh” iddianamesinin savcılık tarafından hazırlandığının açıklandığı, “Ermeni Açılımı” ve “Kürt Açılımı”nın gündeme oturacağı günlerde “örgüt” tekrar piyasaya sürüldü. 17 kişinin gözaltına alındığı açıklandı, 8 kişi tutuklandı. 10 Ekim 2009 tarihinde basına yansıyan bilgilere göre; Yılmazkaya’nın öldürülmesinden sonra örgüt liderliğine Ulaş Erdoğan getirilmişti. 1995’te MLKP’den ayrılmış, 1998’de ülkücülerle (burada yine hedefleme var; doğrusu BBP Nizam-ı Âlem Ocakçıları olacak. Çünkü Rus istihbarat örgütü FSB ülkücüleri değil, Saudi muhaberatı, CIA, MOSSAD, MI.6 ve Çeçen uyuşturucu mafiası ile bağlantılar kuran MİT’i suçladı. Suçlanan taşeron Türk örgüt ise adı geçen oluşumdu, MHP ve Ülkü Ocakları takımı değil) beraber Çeçenistan’a giderek burada eğitim almış ve Ruslara karşı savaşmıştı. İddiaya göre “örgüt”; Uçak kaçırıp 11 Eylül benzeri eylem yapacaktı, Zaman gazetesine saldıracaktı, Mehmet Ağar’a suikast yapacaktı, Tuzla’da bazı tersanelere saldırılar düzenleyecekti, İstanbul’un bazı semtlerinde lüks araçları benzinle yakacaktı. Erdoğan: “Ben bir eylem yapmadım. Oyaladım. Yapsaydım çok can yanacaktı. Bunu da ‘demokratik açılım’ı gerçekleştirmeyi engellemek için yapmamı istediler” diyordu. Erdoğan'ın Adliye’ye, ne hikmet ise, gözaltına alınanların getirildiği kapıdan değil, savcı ve yargıçların giriş yaptığı kapıdan sokulması da ilginçtir. Böylece foto-muhabirlerinden kaçırılmıştır. Yine basına sızan bilgiye göre: Kendisi gözaltına alınanlarla örgütsel değil insani ilişkiler kurduğunu, polisin üç-beş aydır kendisini takip ettiğini bildiğini ve polisin onun konuştuğu insanları gözaltına aldığını; ama asıl konuştuğu baş adamın gözaltına alınmadığını, Yunanistan’a gittiğini ve örgüt üyeleri ile orada görüştüğünü, talimatları yurtdışından Serdar Kaya’nın verdiğini, açıklamıştır. Bu bilgileri dışarıya taşıyan avukatı Rasim Öz’dür. Avukatı, müvekkilinin bu “örgüte üye olmaktan çok pişman olduğunu” ifade ettiğini de açıklamıştır. Buraya kadar olan enformasyon Türkiye kamuoyunun yaşamın gerçeklerini magazin haberi olarak algılayan sürünün dışında kalan insanlar tarafından elde edilebilendir. Bir de medyaya yansımamış, yansıtacak kapasitedeki gazete muhabirlerinin pek kalmadığı bir ülkedeki bilgidir. Enformasyon değil…


Erdoğan’ın avukatı Rasim Öz aynı zamanda DİSK’in avukatlarından biridir. Hem de ajan-provokatör ve provokasyon terimlerine hassas olan bir kişi olarak bilinir. Bu konularda keskin beyanatları vardır. Kendisi aynı zamanda İlerici Gençler Derneği-İGD’nin kurucu üyelerindendir. İlginçtir ki, bu davaya bulaştırılıp haksız yere tutuklanan gençlerden bazıları da İGD üyesidir. Üstelik Ulaş Erdoğan adlı “meçhul” şâhısı gençlere tanıştırarak, bu masum gençleri yakan kişi de aynı avukattır. İfadesine göre; ‘Bostancı olayında gözaltına alınıp, serbest bırakılan bu şahıs (U.Erdoğan) kendine sığınmış, o da acıyarak onu derneğe sokup gençlerle temas sağlamasına neden olmuştur’. Üstelik dernek yasal bir dernektir, illegal değildir. Buraya gelen gençlerin çoğu tarihi TKP fraksiyonları eğilimli gençlerdir. Siyasal konumları gereği anarşist ve terörist küçük burjuva ‘şiddet eğilimli’ romantik-nihilist görüşlere “kesinlikle” karşı olan gençlerdir. Çoğu işçi çocuğu veya bizzat işçidirler. Ailelerine yardım eden konumdadırlar. Ama avukat bey, bu konuda nedense basına hiçbir açıklama yapmamıştır. Anti-ajan provokatör, anti-konspiratör keskin demeçler vermiş olan avukat bey! Böylece bu tezgâhta kendisi de detaylarını açıklamak zorunda olduğu bir “gönüllü” rolü üstlenmiştir! Bu şahıs, aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının en büyük sendikalarından birinin hukuk avukatı olduğu için de ayrıca çok vahimdir!


Kendisini aklamak, kamuyu uyutmak için düzenlenmiş, emniyet istihbarat örgütünün ‘komedi türü’ kısa metrajlı “lider yakalama” videosu hakkında yorumumu atlıyorum. Buradan ben son şüpheliye dönüyorum. Ulaş Erdoğan adlı konspiratöre Elenistan’dan talimat veren kişiye, Serdar Kaya’ya. Bu ad büyük olasılıkla bir “kod” addır. Çünkü aynı adla Kürtçü edebiyatçılar vardır. Ama izi sürdüğümde karşıma www.derinsular.com adlı ilginç bir site çıktı. “Serdar Kaya”nın kendi deyimi ile sadece kendisinin yazarı olduğu site. Konumlandığı ülke Amerika Birleşik Devletleri Minneapolis’te oturan bu zat nedense fotoğraf ve kimlik olarak kendini gizlemeyi tercih etmektedir. Şunlara hayrandır: ABD, Huntington, neo-con’lar, Kürtler, Taraf gazetesi, Cengiz Çandar ve onun gibiler. Nefret ettikleri: Kemal Atatürk, resmi ideoloji, laiklik… CFR yayın organlarını kaçırmadan okuduğu bellidir. “Derin sular” tüm derinliklere düşmandır, özellikle ‘Türk derin devleti’ne ama nedense ABD derinlikleri hakkında hiç söz etmemektedir. Hakkını teslim etmek gerekirse çok iyi düzeyde bir entelektüel birikim sahibi olduğu belli olmaktadır. Türkiye’deki solcuların çoğunu cebinden çıkaracağından hiçbir şüphem yoktur. İdeolojisi ustaca Amerikan pragmatizminin ben-teki üzerinden liberalizme oturturken açık bir anti-komünizm yapmamaya gayret etmektedir. Tabii sık-sık yurtdışı ve yurtiçi (ABD) seyahat ettiği de anlaşılmaktadır. İletişimini profesyonelce iz bırakmadan formlar aracılığıyla yapmaktadır. Sitenin Google reklâmlarında casusluğa meraklı olanları tatmin edecek ilanlar da bulunmakta. İnternet üzerinde istihbarat servislerinin gözdeleri olan facebook, twitter, youtube, myspace üzerinden iletişim ağı kurulması tavsiye edilmektedir. Müslümanlara ustaca göz kırpılmaktadır, “F Tipi” unsurları “dereye götürüp su içirmeden geriye döndürecek” adam olduğuna iddiaya girerim. ["derinsular.com" sitesinin sahibi Sayın Serdar Kaya bana göndermiş olduğu e-postasında adın kendi gerçek adı olduğunu, hiçbir gizli servis veya yabancı örgütle ilgisinin bulunmadığını açıklayıp kendisi ile ilgili bölümün kaldırılmasını istediyse de; ben meçhul "Serdar Kaya"yı -ki yazıda adın "sahte" olduğu zaten belirtilmektedir- aramayı sürdürmekten yanayım. Fakat gerçek adın sahibi Sayın Serdar Kaya'nın siyasal görüşlerine katılmasam da neo-liberal yazıların düşün-kalite değerini Straus'unkinden (hatta Huntington'dan) yüksek bulduğum için tüm okuyucularımızın bu yazıları okuyarak, kendilerini sınamalarını arzu ettiğim için sitenin özetini veren paragrafı kaldırmayacağım. Sayın Kaya'nın fikir emeğine hürmetimizden dolayı bu eklemeyi uygun bulduk. Devrimci demokrat olmak budur. 22.12.09]


Sonuca gelirsek; artık kimse klasik Hollywood filmlerindeki gibi “Bond” tiplerle mücadele edileceği halisülasyonu görmesin. Artık Birleşik Devletler Ordusu Sahra Talimnamelerinde, Mao’dan Stalin’den alıntılar, diyalektik analizler yer almaktadır. Üstelik bu talimatlar materyalist ve deterministtir. Savaşı artık işçi ve emekçilerin çoğul olarak yaşadığı kentlerde kabul etmektedirler. Ona göre strateji ve taktikler önermektedirler. Çalışan sınıfların birliğini bozmak için etnik parçalanmayı hassasiyetle kurcalamaktadırlar. “Suni Denge”nin korunmasının ordu-dışı dolaylı savaş dedikleri psikolojik savaşımın en önemli ayracı olduğunu kavramışlardır. “Savaş” yerine, “çatışmalar” paradigması geliştirmişlerdir. Onun için asimetrik örgütleri bizzat kendileri kurmaktadırlar. Kibernetik-kaos üzerinden senaryolar ile bilimsel “gündem mühendisliği” ihtisas etmektedirler…


Bu durumda “mevcut olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”a takılırsanız, çakılırsınız, bir zaman sonra ağlayanınız bile kalmaz. Çünkü artık sınıflar mücadelesi kızışmıştır. Hem de görünmezlik pelerinine sımsıkı sarılmıştır. Coşku-duygu-iradeyi sadece ve sadece akıl-bilgi-bilinçle yönetmek zorundayız. Bunun da kaynağı bilimdir, bilimselliktir. Teoriler üretmektir, bunları pratiğe uygulamaktır, aşma için praxis(bilinçli eylem)i egemen kılmaktır. Zaman içi boş tabuları yıkma zamanıdır. Tek yol sürekli devrimdir!


Halid Özkul - 23. 10. 09

*************************************

Erkin ÖZALP'in aşağıda adresleri yer alan yazıları okunabilir...

http://devrimcidinamik.blogspot.com/2009/10/marx-ve-tarihsel-ilerleme-erkin-ozalp.html


http://devrimcidinamik.blogspot.com/2009/10/vatikan-ve-marx-erkin-ozalp.html


http://devrimcidinamik.blogspot.com/2009/10/marx-ve-felsefe-erkin-ozalp.html


http://devrimcidinamik.blogspot.com/2009/10/marx-ve-ben-marksist-degilim-erkin.html


26 Ekim 2009 Pazartesi

Marx ve tarihsel ilerleme - Erkin Özalp

Marx tarihsel ilerlemeyi şemalaştırış mıydı?


İçinde barındırabildiği tüm üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz ve yeni ve daha ileri üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi var oluş koşulları eski toplumun kucağında büyümeden, asla ortaya çıkmaz.” (http://www.mlwerke.de/me/me13/me13_003.htm)

Adı Türkçeye yanlış (“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” diye) çevrilen “Siyasal İktisadın (ya da “Politik Ekonominin”) Eleştirisine Katkı”nın önsözünde yer alan bu cümle, Marx’ın en fazla yanlış anlaşılan ve yanlış yorumlanan cümlelerinden biri olsa gerek...


Özellikle de, yine önsözde yer alan şu cümleyle birlikte değerlendirildiğinde: “Kabaca ele alınırsa, Asyatik, antik, feodal ve modern burjuva üretim biçimlerinin, iktisadi toplumsal formasyonun birbirini izleyen aşamaları oldukları söylenebilir.” (a.g.y.)


Marx, bunları yazarken, ne demek istemişti?


Bugünkü savunucularının pek de iyi niyetli olmadığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir yoruma göre, “Marx’ın da dediği gibi, öncelikle, üretici güçlerin kapitalizm koşulları altında gelişmesi, bir başka deyişle kapitalizmin gelişmesi için çaba harcamamız gerekiyor”.


Bir zamanlar, bu tez, kendilerini Marksist kabul eden bazıları tarafından da, ciddi ciddi savunulabiliyordu. Örneğin, 20. yüzyılın başlarında, Rusya’daki “legal Marksistler”, sosyalizme ulaşabilmek için, kendi ülkelerinde burjuvazinin iktidara gelmesi ve kapitalizmi geliştirmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. Türkiye’de de, yakın geçmişe kadar, Marksizm adına konuşanların büyük bir bölümü, kapitalizmin henüz “yeterince” gelişmemiş olmasını gerekçe gösterip demokratik devrim savunuculuğu yaparken, “milli burjuvazi” ile ittifak hayalleri kuruyordu.


Diğer yandan, bugün bile, yine kendilerini Marksist kabul eden bazıları, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü, Marx’ın “tarihsel ilerleme şeması”yla açıklıyor. Buna göre, Rusya’daki devrim “erken” bir tarihte yapılmış... Kapitalizmin gelişip olgunlaşmasını beklemek gerekiyorduymuş...


Marx’ın şeması” diye bir şey var mı?


Tartışmaya ikinci cümleden başlayalım...


Marx, bir tarihçi olmadığı gibi, kapitalizm öncesi dönemlerin üretim biçimlerinin kapsamlı bir çözümlemesini de yapmamıştı.


“Yapamamıştı” değil, “yapmamıştı”...


Marx’ın temel derdi, insanlığın tarihini yazmak (ya da 19. yüzyıl dünyasının tüm coğrafyalarındaki tüm toplumsal dinamikleri veya döneminin tüm üstyapı kurumlarını çözümlemek) değil, kapitalizmin yıkılmasını ve sınıfsız toplumun kurulmasını sağlayacak çelişki ve dinamikleri tarif etmekti. Çünkü, o bir devrimciydi.


Marx’ı, falanca konuyu “ihmal ettiği” ya da “yeterince derinlikli bir şekilde ele almadığı” için eleştirenlerin sayısı, bu konuların uzmanları kadar çok. Diğer tarafta da, ne yazık ki, bazı Marksistlerin, bu eleştirileri haklı gösterebilecek olan zorlamaları var.


Marksizme dair el kitaplarının önemli bir bölümünde, ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum biçimlerinin birbirlerini izlediklerine ve tarihsel gelişmenin bu sırayı izlemek zorunda olduğuna ilişkin katı vurgular bulunur. Kimileri de, Marx’ın farklı metinlerde değinmekle birlikte teorisinin bir parçası haline getirmediği “Asya tipi üretim tarzı”na merkezi bir yer açmaya çalışır.


Oysa Marx’ın kendisi, Siyasal İktisadın Eleştirisine Katkı’nın önsözünde ve Kapital de dahil olmak üzere başka çalışmalarında, kapitalizm öncesi dönemi hep “kabaca” ele almıştı. Sınıfsız toplum ile sınıflı toplumların en ileri biçimi olan kapitalizm arasında “tam olarak” ne tür bir gelişim çizgisinin izlendiğini tarif etmeye kalkışmamıştı.


Asıl önemlisi, Marx, tek tek her bir ülkenin aynı gelişim çizgisini izlemek zorunda olduklarına ilişkin katı bir vurgu yapmaz. Örneğin, Kapital’de, kapitalizm sürecine sonradan giren ülkelerin manüfaktür aşamasını atladıklarını söyler.


Kapitalizmin ayırt edici yanı, bir “dünya tarihi” yaratmasıdır. Bir başka deyişle, kapitalizm öncesi dönemde, insanlık, ortak bir gelişim çizgisine sahip değildi. Farklı coğrafyalarda şu ya da bu ölçüde farklı üretim biçimleri yan yana var olabiliyordu.


Kesin olan, sadece, kapitalizmin, önceki tüm sınıflı toplum biçimlerine göre daha ileri bir aşamayı temsil ettiğidir.


İnsanlık, kapitalizm aşamasını yaşamadan, sosyalizme ve sınıfsız topluma ulaşamazdı. Buna karşın, Marx, tek tek ülkeler söz konusu olduğunda, sosyalizme geçiş için, kapitalizmin gelişip olgunlaşmasının bir zorunluluk olduğunu tezini savunmaz.


Komünist Manifesto’nun 1882 tarihli Rusça baskısına önsözde, Marx ile Engels, Rusya’daki köy topluluklarının, “Batının tarihsel gelişmesini oluşturan çözülme sürecinin aynısını” yaşamak zorunda olmadıklarını söylerler: “Rus devrimi, birbirlerini tamamlamalarını sağlayacak şekilde, Batıdaki bir proleter devrimin işareti olursa, bu durumda bugünkü Rus ortak toprak mülkiyeti bir komünist gelişmenin başlangıç noktası olma işlevini görebilir.” (Komünist Parti Manifestosu, NK Yayınları, 4. Baskı, Ocak 2005, s. 54)


Sorun, biraz da, Marx’ın dünya ölçeğindeki süreçler hakkındaki çözümlemelerini tek tek ülkelere olduğu gibi yansıtma girişimlerinin yanlışlığından kaynaklanıyor. Örneğin, kapitalist sistem, düzenli olarak, kâr oranlarının azalması eğiliminin ürünü olan bunalım dönemleri yaşar. Ama tek tek kapitalist ülkelerin karşılaştıkları iktisadi bunalımlar, bu ülkelerdeki kâr oranlarının azalması eğilimiyle doğrudan bağlantılı olmak zorunda değildir ve çoğu kez de böyle olmazlar. Tek tek ülkelerin iktisadi bunalımları, ancak bu ülkelerin kendilerine özgü iç ve dış dinamiklerinden hareketle çözümlenebilir.


Üretici güçlerin gelişmesi meselesi...


İçinde barındırabildiği tüm üretici güçler gelişmeden önce” ifadesi, ne anlama geliyor?Kimilerinin iddia ettiği gibi, kapitalizm koşullarında üretici güçler gelişmeye devam ettiği sürece, sosyalizme geçilemeyeceği anlamına mı?


Bu ifadeyi tartışırken, bir noktayı unutmamak gerekiyor: Marx için, sosyalizm, uzak geleceğin bir konusu değildi. Daha Komünist Manifesto’da, yani 1848’de, proletaryanın iktidara geldiğinde öncelikli olarak alması gereken önlemler tarif edilir. Yine Manifesto’da, kapitalizmin temel çelişkisinin derinleştiği vurgulanır: “(...) modern işçi, sanayinin gelişmesiyle birlikte yükseleceği yerde, giderek kendi sınıfının varolma koşullarının daha altına düşüyor. İşçi yoksullaşıyor ve yoksulluk nüfustan ve zenginlikten daha hızlı artıyor. Böylece, burjuvazinin daha uzun süre toplumun egemen sınıfı olarak kalma ve kendi sınıfının varolma koşullarını düzenleyici yasa olarak topluma dayatma olanağının bulunmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Kölesinin kölelik koşullarındaki varoluşunu bile güvence altına alamadığı ve onun tarafından beslenecek yerde, onu beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşmesine engel olamadığı için, yönetme olanağından yoksundur. Toplum artık onun egemenliği altında yaşayamaz; yani, onun varoluşu artık toplumla bağdaşmıyor.” (a.g.y., s. 20)


1882 tarihli önsözde de belirtildiği üzere, Manifesto’nun görevi, “modern burjuva mülkiyetin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çözülüşünü ilan etmekti”. (a.g.y., s. 54)


Yine 1882 yılında, Batı’daki proleter devrimi, yakın bir geleceğin konusu olarak görülür.


Son olarak, çok daha “teorik” bir metin olan Kapital’de, hisse senetli sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte yönetsel işlevler ile sermaye sahipliğinin birbirlerinden ayrılmalarının, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine giden yolda bir geçiş aşaması olduğu saptanır. Kabaca ifade edilirse, sermaye sahipleri artık gereksizleşmiştir.


Dolayısıyla, Marx, tartışma konusu ifadeyi, kapitalizmin daha uzun süre yıkılamayacağını ileri sürmek için kullanmamıştı.


“Üretici güçlerin gelişmesi” ile kastettiği de, kapitalizmin içinde barındırabildiği her türden üretici gücü “sonuna kadar” geliştirmesi değildi. Hele tek tek her bir ülkede üretici güçlerin belirli gelişme aşamalarına ulaşması gerektiği türünden bir vurgu, yukarıda da tartışıldığı üzere, Marx’ta bulunmuyor.


Tam tersine, Marx’a göre, kapitalizm, daha kendi yaşadığı dönemde, yıkılmasının maddi koşullarını da yaratmıştı.


Bir kez daha Kapital’e başvurursak: “(...) kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda, kredi, (...) -bunalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak öğeleri oluşturur.” (Kapital-III, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Şubat 1990, s. 390)


Yani, kapitalizm, içinde barındırabildiği üretici güçleri geliştirmekle kalmamış, daha ileri üretim ilişkilerinin maddi var oluş koşullarını da yaratmıştır.


Gerisi ise, teorinin değil, mücadelenin (daha açığı, işçi sınıfı devrimi için mücadelenin) konusudur.


Kuşku duyanlara, Marx’ın diğer siyasal çalışmalarının yanı sıra, 1871 Paris Komünü deneyiminin ele alındığı Fransa’da İç Savaş tavsiye edilebilir...


Bugüne gelirsek...


Üretici güçler, bugün de, gelişmeye devam ediyor. Kapitalizm, yıkılana kadar, “içinde barındırabildiği” üretici güçleri şu ya da bu hızla geliştirmeye devam edecek.


Ama bugün, kapitalizmin “içinde barındırabildiği” üretici güçlerden çok daha fazlasının maddi var oluş koşulları olgunlaşmış durumda.


Tüm insanların zihinsel üretim potansiyelini toplumsal ilerlemenin hizmetine sunmanın bilimsel ve teknik olanaklarının bulunduğu bugün, kapitalizm, insanlığın büyük çoğunluğunu ya üretim süreçlerinin tümüyle dışında bırakıyor, ya da toplumsal ilerlemeye zerre kadar katkıda bulunmayan alanlarda istihdam ediyor. Bir başka deyişle, kapitalizm, bugün, insanlığın üretici güçlerinin büyük bir bölümünü “dışlıyor”.


Feodalizm de, “içinde barındırabildiği” üretici güçlerin gelişimini mutlak olarak durdurduğu için değil, “içinde barındıramayacağı” üretici güçlerin maddi var oluş koşullarının olgunlaşması (makine üreten makinelerle birlikte büyük ölçekli sınai üretimin ortaya çıkışı) ve asıl önemlisi yeni üretim ilişkilerini temsil eden toplumsal sınıfın belirli bir güce ulaşması sayesinde yıkılabilmişti.


Marx’ın yaşadığı dönemden bugüne değişmeyen gerçek şu: Kapitalizm, insanlığın başına ne kadar büyük belalar açarsa açsın, “kendiliğinden” yıkılmaz.


Onu yıkmak gerekir.


(Daha önce nerede yayımlandığını hatırlayamadığım bir yazıyı gözden geçirerek -ve epeyce düzeltme/değişiklik yaparak- paylaşmış oldum.)


26.10.09

Erkin Özalp


http://www.haberveriyorum.net/haber/erkin-ozalp-marx-tarihsel-ilerlemeyi-semalastirmis-miydi

Vatikan ve Marx - Erkin Özalp

Vatikan da Marx'ı 'yola getirmeye' çalışıyor!


Dünya kapitalizminin bunalıma girmesiyle birlikte yeniden popülerlik kazanan Karl Marx’ı “düzen açısından zararsız bir düşünür” haline getirme çabaları sürüyor. Son olarak, Vatikan gazetesi L’Osservatore Romano’da, Marx’tan olumlu ifadelerle söz edilen bir yazıya yer verilmiş. “Vatikan’ın Marx açılımı” türü başlıklar taşıyan haberlere bakılırsa, Vatikan, Marx’a itibarını iade etmiş. Oysa gerçekte, “Vatikan’a uygun” bir Marx imal etme girişimi söz konusu...

İngiliz Times gazetesinin haberine göre, papalığa bağlı Gregorian Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan George Sans, yine papalık tarafından çıkarılan gazetede, Marx’ın kapitalizm hakkındaki erken dönem eleştirilerinin (yani özellikle 1845 öncesinde yazdıklarının), bugün bile iktisadi ve siyasal karar alma süreçlerinden dışlanmaya devam eden “insanlığın büyük bölümü” tarafından hissedilen “toplumsal yabancılaşma”ya ışık tuttuğunu yazmış. Özellikle de insanlığın kendi gereksinimleri ile doğal çevre arasında “yeni bir uyum” arayışı içinde olduğu bugün, Marx’ın çalışmaları daha bir geçerlilik kazanmış.


Marx, erken dönem çalışmalarında, “insanın kendi özüne yabancılaştığını” da söylemişti. Bu haliyle, “insanlık ahlakını yitirdi”, “insanlık yoldan çıktı” türü tezleri pek bir seven dinci gericilerin de hoşuna gidebilecek bir tezdi bu. Ama daha sonra “insanın tarih dışı bir özünün” bulunmadığını saptayan Marx, “insanın kendi özüne yabancılaşması” tezini de terk etmişti. Marx’a göre, insanın “öz”ü ya da “doğa”sı, toplumsal ilişkilerinin bir ürünüdür; dolayısıyla, çağlar boyunca değişmeden kalan bir “öz”den ya da “doğa”dan ve dolayısıyla da bu tür bir “öz” ya da “doğa”ya yabancılaşmaktan söz etmek anlamsızdır.


Tarih boyunca değişmeyen bir “insan doğası”nın var olduğu iddiası, Marx’a değil, “insan, doğası gereği bencildir” türü tezlerle toplumsal eşitsizlikleri haklı göstermeye çalışan idealist düşünürlere aittir.


Diğer taraftan, Marx, insanın gereksinimleri ile doğal çevre arasında “uyum” yaratmaya çalışan, bir başka deyişle doğanın korunması adı altında insanların daha azla yetinmesi gerektiğini savunan bir düşünür de değildi.


Ama bu türden tartışmaları uzatmaya gerek yok. Vatikan’ın ne tür bir Marx istediği, Profesör Sans’ın 20. yüzyıldaki sosyalizm deneyimleri hakkındaki değerlendirmesinden anlaşılabiliyor. Marx’ın entelektüel mirası, 20. yüzyılda onun çalışmalarını “haksız yere” sahiplenen “komünist rejimler” tarafından lekelenmiş. Sans, şunu da eklemiş: “Filozof Marx’ın çıkarlarına başka hiçbir şeyin Marksizm kadar zarar vermediğini söylemek abartı olmayacaktır.”


Marx’a evet, ama Marx’ın tezlerini hayata geçirme girişimlerine hayır... Toplumsal eşitsizliklerden şikayet etmeye evet, ama eşitlikçi bir düzen kurma girişimlerine hayır... “Filozof” Marx’a evet, ama “devrimci” mücadeleye hayır... Kısacası, bugünkü düzenin korunmasına yardımcı olacak bir Marx’a evet, bu düzenin karşısına dikilecek bir Marksizme hayır!


Vatikan profesörü, Marx’ın her söylediğine katılmadığını da yazmış... Onun “materyalist” tarih görüşü, insanı yalnızca maddi, iktisadi ve fiziksel koşulların bir ürününe indirgediği için, yanlışmış... Dahası (ve herhalde en önemlisi), “komünizm”in 1989 yılındaki çöküşünün ardından, özel mülkiyetin yanlış ya da haksız bir şey olduğuna inananların sayısı çok azalmış ve “son yarım yüzyılın deneyimleri ışığında”, hiç kimse, mülkiyetin toplumsallaştırılmasının bir çözüm olduğuna inanmıyormuş.


Kısacası, heyecana kapılmak gereksiz... Vatikan’da değişen bir şey yok...


Kaynak: http://www.timesonline.co.uk/tol/news/world/europe/article6884704.ece


23.10.09

Erkin Özalp

http://www.haberveriyorum.net/haber/vatikan-da-marxi-yola-getirmeye-calisiyor

Marx ve felsefe - Erkin Özalp

Marx, felsefeyi mastürbasyona benzetmişti


Karl Marx, “Alman İdeolojisi” adlı çalışmasında, felsefe hakkında ne düşündüğünü yeterince açık bir şekilde ifade etmişti:

“Felsefe ile gerçek dünyanın incelenmesi arasındaki ilişki, mastürbasyon ile cinsel aşk arasındaki ilişki gibidir.” (*)


Bu ifadeyi beğenirsiniz, beğenmezsiniz, size kalmış...


Dilerseniz, bu cümlesine rağmen, Marx’ı bir “filozof” olarak da anabilirsiniz. “Felsefe hakkında böyle yazmış olsa bile, aslında kendisi de felsefe yapmıştı ve hatta dünyanın önemli filozoflarından biriydi” gibi şeyler de söyleyebilirsiniz. Ne de olsa, Marx hakkında konuşmak için Marksist olmak diye bir şart yok...


Ama Marksist olduklarını iddia edenlerin kalkıp da “Marx çok büyük bir filozoftu” türü laflar edebilmesi, en hafif deyimle, üzücüdür.


Marx’ın gençlik döneminde felsefeyle yakından ilgilenmiş ve bolca “felsefe yapmış” olduğu doğru. Ama özellikle Alman İdeolojisi ile birlikte bu alandan uzaklaşmış ve bir daha da geri dönmemişti.


Kesin bir tarih belirlemeye çalışmak saçma olur; ama Marx, “insanın kendi özüne yabancılaşması” türü kavramları bir kenara attıktan sonra, artık bir filozof (ya da iktisatçı veya tarihçi vb.) değil, işçi sınıfının iktidara gelmesi için mücadele eden bir devrimciydi. Bu açıdan bakıldığında, Lenin’in derdi ile Marx’ın derdi arasında herhangi bir ayrım bulunmaz.


“Akademik Marksizm” denen şeyin çok fazla Marksist olamamasının en önemli nedeni budur. Kapital’i yazarken bile, Marx’ın derdi, birtakım iktisadi kavramlar hakkında onlarca, hatta yüzlerce yıl sürecek tartışmaları başlatmak ya da kapitalist ekonomilerin işleyişleri hakkında pek incelikli “teknik analiz” çalışmalarının yapılmasını sağlamak değil, kapitalizmin iç çelişkilerini açığa çıkarmak ve kapitalist düzenin eleştirisini yapmaktı.


Nitekim, kapitalist düzenle mücadele etmek konusunda eline daha fazla olanak geçtiği anda, Kapital’i yazma işini bir yana bırakan birinden söz ediyoruz. Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltleri, Marx’ın ölümünden sonra, onun elyazmalarından yararlanan Engels tarafından yayına hazırlanmıştı.


Marksizmin burjuvazi tarafından daha başından itibaren ciddi bir tehdit olarak algılanmasının nedeni de buydu. Sorun, Marx’ın “yıkıcı fikirler”e sahip olması değil, dünyayı devrimci bir şekilde dönüştürme hedefini başka her şeyin önüne koymasıydı. Örneğin, “fikirlerinin yıkıcılığı” açısından bakıldığında, Nietzsche, Marx’ın ciddi bir rakibi sayılabilir. Ama Nietzsche’nin fikirlerinin uzun uzadıya tartışılması, hiçbir burjuvayı rahatsız etmez.


Akademinin üstlendiği en önemli rollerden biri, Marx’ı Nietzsche’ye benzetmek...


Peki, akademik olmayan Marksizmin durumu ne?


Ali Mert, son yazılarından birine, (öz)eleştirel bir değerlendirmeyle başlamıştı:


“Çok güzel, çok uzun, çok açıklayıcı… bazen de derinlere inmeyi başarabilen analizler yapıyoruz değil mi? Analiz yapmayı çok seviyoruz da analiz yapacağız derken çok vakit kaybediyoruz sanki. Zaman zaman da, özellikle ‘sular durulduğunda’ da, aynı analizi kim daha güzel formüle edecek oyunu oynuyoruz belki.” (http://www.haberveriyorum.net/yorum/ali-mert-a-gerici-b-dinci-c-murteci-d-yobaz-e-istifa)


Marx, bu yazının başındaki cümlede, felsefe ile “gerçek dünyanın incelenmesi” arasındaki ilişkiden söz ediyordu.


Aynı Marx, “gerçek dünyanın analiz edilmesi” ile “gerçek dünyanın devrimci bir şekilde dönüştürülmesi” arasındaki ilişkiyi neye benzetebilirdi?


Yine Alman İdeolojisi’nden (kalınlaştırmalar bana ait):


“Feuerbach’ın, insanların birbirleriyle ilişkileri hakkındaki tüm çıkarımı, insanların birbirlerine ihtiyaç duyduklarını ve birbirlerine her zaman ihtiyaç duymuş olduklarını kanıtlamakla sınırlı kalıyor. Söz konusu olgunun bilincini oluşturmak, yani, diğer teorisyenler gibi, yalnızca, mevcut olgulardan biri hakkında doğru bir bilinç üretmek istiyor; oysa gerçek komünistler açısından önemli olan, var olanların yıkılmasıdır. Ayrıca, Feuerbach’ın, tam da söz konusu olgunun bilincini yaratmaya çalışırken, yalnızca, teorisyen ve filozof olmaktan vazgeçmeyen bir teorisyenin ulaşabileceği noktaya kadar gittiğini tam olarak biliyoruz.” (**)



(*) “Philosophie und Studium der wirklichen Welt verhalten sich zueinander wie Onanie und Geschlechtsliebe.” (http://www.ml-werke.de/marxengels/me03_168.htm)


Philosophy and the study of the actual world have the same relation to one another as onanism and sexual love.” (http://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch03e.htm)


(**) “Feuerbachs ganze Deduktion in Beziehung auf das Verhältnis der Menschen zueinander geht nur dahin, zu beweisen, daß die Menschen einander nötig haben und immer gehabt haben. Er will das Bewußtsein über diese Tatsache etablieren, er will also, wie die übrigen Theoretiker, nur ein richtiges Bewußtsein über ein bestehendes Faktum hervorbringen, während es dem wirklichen Kommunisten darauf ankommt, dies Bestehende umzustürzen. Wir erkennen es übrigens vollständig an, daß Feuerbach, indem er das Bewußtsein gerade dieser Tatsache zu erzeugen strebt, so weit geht, wie ein Theoretiker überhaupt gehen kann, ohne aufzuhören, Theoretiker und Philosoph zu sein.”

(http://mlwerke.de/me/me03/me03_017.htm#I_I)


Feuerbach’s whole deduction with regard to the relation of men to one another goes only so far as to prove that men need and always have needed each other. He wants to establish consciousness of this fact, that is to say, like the other theorists, merely to produce a correct consciousness about an existing fact; whereas for the real communist it is a question of overthrowing the existing state of things. We thoroughly appreciate, moreover, that Feuerbach, in endeavouring to produce consciousness of just this fact, is going as far as a theorist possibly can, without ceasing to be a theorist and philosopher...”

(http://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch01b.htm)


16.09.09

Erkin Özalp


http://www.haberveriyorum.net/yorum/erkin-ozalp-marx-felsefeyi-masturbasyona-benzetmisti

Marx ve 'Ben Marksist Değilim' - Erkin Özalp

Marx neden 'Ben Marksist değilim' demişti?


Kimilerine göre, Marksizmden uzak durmak isteyenlere bahane sunmak için... Kimilerine göre, Marksizm adına bugüne kadar yapılmış ne varsa, yerin dibine batırılması için... Kimilerine göre, “Ben her tür ideolojik yaklaşımın üzerindeyim” diyenlerin (ve bunu diyerek en sığ ideolojilerin esiri olduklarını gösterenlerin) eline bir oyuncak vermek için...

Karl Marx, gerçekten de böyle bir söz söylemiş miydi?


Evet. Bunu, Friedrich Engels’in 1882 tarihli bir mektubundan öğrenebiliyoruz. Engels, 2-3 Kasım günlerinde Eduard Bernstein’a yazdığı mektupta, şöyle aktarıyor:


“... Marx, bir keresinde, Lafargue’a şunu söylemişti: ‘Ce qu'il y a de certain c'est que moi, je ne suis pas Marxiste’ [Kesin olan bir şey varsa, o da benim bir Marksist olmadığım].” [1]


İşte bitti! Demiş işte. Bağlamını sorgulamaya gerek yok. Marx’ın sözünü her niyete kullanmaya devam etmek isteyenler, yazının bundan sonrasını okumayıversin...


Engels, yukarıdaki sözü, Bernstein’ın bir değerlendirmesi üzerine yazmış. Bernstein, “Marksizm”in Fransa’da hiçbir itibarının bulunmadığını iddia etmiş. Engels de, Fransa’da “Marksizm” diye bilinen şeyin, “baştan sona tuhaf bir ürün” (an altogether peculiar product) olduğunu vurguladıktan sonra, Marx’ın ilgili sözünü hatırlatmış.


Hatırlatmanın nedeni, Fransa’daki “baştan sona tuhaf ürün”ü Marksizm diye sunan kişilerden birinin, Paul Lafargue olması. Marx, “Ben Marksist değilim” sözünü genel bir bağlam içinde değil, görüşlerinin Lafargue tarafından çarpıtılması üzerine söylemiş. Engels de, Marx’ın sözünü aktardıktan sonra, Marksizmin Fransa’da hiçbir itibarının bulunmadığı iddiasını çürütüyor!


“Marksizm” meselesi, Engels’in 1889’da Paul Lafargue’a yazdığı bir mektupta da anılıyor. Aynen şu şekilde:


“Sevgili Lafargue,


Bugüne kadar sizi yalnızca ‘the so-called Marxists’ [sözde Marksistler] diye andık ve sizi başka ne şekilde anabileceğimi bilemiyorum.” [2]


Dahası da var. Friedrich Engels, yukarıdaki mektubunu gönderdikten bir ay sonra, bu kez Marx’ın kızı ve Paul Lafargue’ın eşi Laura Lafargue’a şunları yazıyor:


“Ama biz kazandık, Avrupa’daki neredeyse tüm sosyalistlerin ‘Marksist’ olduğunu dünyaya kanıtladık (bize bu adı verdikleri için deli olacaklar!) ...” [3]


“Marksizm” teriminin bizzat Marx tarafından ortaya atılmış olamayacağı açık. Bu terimi, Marx’la mücadele edenler, onun görüşlerini küçümsemek için kullanıyor, ilk olarak. Marx’ın en yakın mücadele arkadaşı Engels de, Marx’ın ölümünden (1883) sonra, bu kavramı açıkça kullanabilir duruma geliyor.


Peki, Marx’ın Fransa’daki “sözde Marksist”lerle derdi neydi?


Bunu da Marx’ın bir mektubundan öğrenebiliyoruz. Marx, Fransız İşçi Partisi’nin 1880 yılındaki kuruluş kongresinde benimsenen programına önemli katkılarda bulunmuştu. Ancak bu programın bir sonraki genel seçimlerle bağlantılı güncel hedefler bölümünün yazılması sırasında, Marx ile partinin liderlerinden Jules Guesde (ve Lafargue) arasında anlaşmazlık çıkmış. Marx, tartışmalar sırasında, Guesde’yi “devrimci lafazanlık”la suçlamış. Guesde, Fransız işçi sınıfını daha radikal bir çizgiye çekmek üzere “yem” olarak “asgari ücretin yasayla belirlenmesi” türü taleplerin eklenmesini istemiş. Marx da, “Eğer Fransız proletaryası henüz bu tür yemlere ihtiyaç duyacak kadar çocuksuysa, o zaman onun için program falan yazmaya da değmez” demiş [4].


Tüm bunları aktardıktan sonra, Fransız İşçi Partisi’nin programının Karl Marx tarafından yazılmış olan giriş bölümünü aktaralım. “Marksizm”in ne olup olmadığını gerçekten de güzel özetleyen bir metin:


“Üretici sınıfın kurtuluşunun, cins ya da ırk ayrımı olmaksızın tüm insanların kurtuluşu anlamına geldiğini;


Üreticilerin, yalnızca üretim araçlarının sahipleri olmaları durumunda özgür olabileceklerini;


Üretim araçlarının onlara ait olmasının yalnızca şu iki biçim altında gerçekleşebileceğini:


1. Genel bir durum olarak hiçbir zaman var olmamış olan ve sınai ilerleme tarafından giderek tümüyle ortadan kaldırılan bireysel biçim;


2. Maddi ve zihinsel unsurları tam da kapitalist toplumun gelişimi tarafından oluşturulan kolektif biçim;


Göz önünde bulunduran,


Bu kolektif mülk edinme fiilinin, yalnızca, ayrı bir siyasal partide örgütlenmiş üretici sınıfın - proletaryanın- devrimci eyleminin ürünü olabileceğini;


Bu tür bir örgütün, proletaryanın elinde bulunan bütün araçlarla mücadele etmek zorunda olduğunu ve bu araçların arasında, bugüne kadar bir aldatmaca aracı olarak kullanılmış, ama söz konusu mücadele sayesinde kurtuluşun bir aracına dönüştürülecek olan genel oy hakkının da bulunduğunu;


Göz önünde bulunduran,


ve tüm üretim araçlarının kolektif mülkiyetinin yeniden sağlanmasını iktisadi alandaki çalışmalarının hedefi olarak belirlemiş bulunan Fransız sosyalist işçileri, örgütlenme ve mücadele aracı olarak gördükleri seçimlere şu asgari programla girmeye karar vermiştir:” [5]


Peki, “Ben Marksist değilim” sözünü pek bir beğenenler, konuyla yakından ilgili bu satırların altına da imza atmayı düşünür mü?


NOTLAR


[1] Engels’in Bernstein’a mektubunun Almancasını bulamadığım için, İngilizce çevirisini kullanmak zorunda kaldım: http://www.marxists.org/archive/marx/works/1882/letters/82_11_02.htm


[2] http://www.marxists.org/archive/marx/works/1889/letters/89_05_11.htm

http://books.google.com/books?id=hhCHuq6Tm5YC&pg=PA82&lpg=PA82&dq="Wir+haben+euch"+lafargue+engels+1889&source=bl&ots=-55d-eS2EK&sig=vefBg0Mp5pL-dqUfogUJy35H2jw&hl=tr&ei=wP9FSpS6FY-OjAfzmc1i&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1


[3] http://www.marxists.org/archive/marx/works/1889/letters/89_06_11.htm

http://books.google.com/books?id=hhCHuq6Tm5YC&pg=PA82&lpg=PA82&dq="Wir+haben+euch"+lafargue+engels+1889&source=bl&ots=-55d-eS2EK&sig=vefBg0Mp5pL-dqUfogUJy35H2jw&hl=tr&ei=wP9FSpS6FY-OjAfzmc1i&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1


[4] http://www.marxists.org/archive/marx/works/1880/letters/80_11_05.htm


[5] http://mlwerke.de/me/me19/me19_238.htm

http://marxists.org/archive/marx/works/1880/05/parti-ouvrier.htm



27.06.09

Erkin Özalp


http://www.haberveriyorum.net/icerik/erkin-ozalp-marx-neden-ben-marksist-degilim-demisti



19 Ekim 2009 Pazartesi

Devrimci bilim insanı Marks - Che Guevera

Bundan sonra devrimci Marks, tarihin bir parçası olarak savaşa katılacaktır.
Ernesto Che Guevara

Bize, siz marksist misiniz, evet mi, hayır mı? diye sorulsa, tutumumuz, Newton'cu olup olmadığı sorulan bir fizikçinin, ya da Pasteur'cü olup olmadığı öğrenilmek istenen bir biyologun göstereceği tutuma benzer. Artık üzerinde tartışmayı gereksiz kılan apaçık gerçekler vardır. Yeni olayların yeni görüşler getirmesinin yanı sıra, eski görüşlerin de gerçek payını koruduğu unutulmayarak, fizikte "Newton'cu", biyolojide "Pasteur'cü" olunduğu gibi doğal biçimde "Marksist" olunmalıdır. Örneğin, Einstein'ın görelilik kuramının, Planck'ın quantum teorisinin yanında Newton'un buluşlarının durumu böyledir, yeni kuramlar, İngiliz bilginine büyüklüğünden kesinlikle hiçbir şey kaybettirmez. Newton sayesinde fizik ilerleyebilmiş, yeni uzay görüşleri geliştirilmiştir. İngiliz bilgini bu gelişmenin gerektirdiği basamaklardan biridir.

İnsan, elbette ki, düşünür olarak, toplumsal doktrinler araştırıcısı olarak, ya da içinde yaşadığı kapitalist sistemi bilen biri olarak Marks'a bazı yanlışlarını gösterebilir. Örneğin biz Latin Amerikalılar, onun Bolivar'la ilgili yorumuna, Engels ile birlikte Meksika konusunda yaptığı incelemesine katılmayabiliriz. Marks, bu yazılarında, günümüzde geçerliliğini yitiren bazı ırk ve ulus teorilerini kabul ettiğini belirtiyordu. Fakat büyük adamların bulduğu parlak gerçekler, küçük yanlışlara karşın yaşar, küçük yanlışlar, insan düşüncesinin bu devlerinin eriştiği yüce dorukların tam anlamıyla bilincinde olsak bile, onların da insan olduğunu, yanılabileceklerini gösterir yalnızca. Bu nedenle, marksizmin başlıca doğrularını, halkların kültürel varlıklarının ve bilimsel bilgilerinin bir parçası sayıyor, artık tartışılmasına gerek kalmayan tüm değerler gibi doğal olarak kabul ediyoruz.

Toplumsal ve politik bilimlerdeki ilerlemeler, başka alanlarda da olduğu gibi, ilmikleri zincir oluşturan, biriken, birbirine bağlanan ve sürekli mükemmelleşen uzun bir tarihsel evriminin parçasıdır. İnsanlık tarihinin ilk çağlarında, Çin, Arap ve Hint matematik bilimleri vardı. Bugün, matematiğin sınırı yoktur. Bilim tarihinde, bir Yunanlı Pitagoras, bir İtalyan Galilei, bir İngiliz Newton, bir Alman Gauss, bir Rus Lobaçevski ve bir Einstein vs. vardır. Aynı şekilde, toplumsal ve politik bilimler alanında, Demokrit'ten başlayarak Marks'a kadar uzun bir düşünürler zinciri orijinal araştırmalarını biriktirmiş, deney ve doktrinlerini dağ gibi yığmışlardır.

Marks'ın değeri, toplumsal düşüncede birdenbire niteliksel bir değişme meydana getirmiş olmasından ileri gelir. Tarihi yorumlar, dinamiğini anlar, geleceği önceden görür, böylece bilimsel görevini yerine getirmekle de kalmayıp, ayrıca devrimci bir düşünce de ortaya atar: Dünyayı yorumlamak yetmez, değiştirmek de gereklidir. Ancak o zaman, insan kölelikten, çevresinin aleti olmaktan kurtulup kaderinin mimarı haline gelir. O gün bu gündür, Marks eski düzeni korumaktan çıkar sağlayanların boy hedefi oldu. Tıpkı köleci Atina aristokrasisinin ideologları olan Platon ve çömezleri tarafından eserleri yakılan Demokritus gibi.

Devrimci Marks'tan başlayarak, Marks ve Engels adlı devlere dayanan, Lenin, Stalin, Mao Tse-tung gibi, yeni Sovyet ve Çin yöneticileri gibi büyük kişilikler sayesinde gelişim aşamalarını aşarak, izlenecek doktrinlerin ve örneklerin tümü oluştu. Marks'ın devrimci silahı eline almak üzere bilimi terkettiği noktada Küba Devrimi ona sahip çıkar. Düşüncelerini revizyondan geçirmek, Marks'tan sonra gelenlere karşı çıkmak ya da "saf" Marks'ı yaşatmak için değil, bilim adamı Marks orada tarihin dışına çıktığı, geleceği incelediği ve önceden gördüğü için Küba Devrimi bu noktada Marks'a sahip çıkar.

Bundan sonra devrimci Marks, tarihin bir parçası olarak savaşa katılacaktır. Biz pratik devrimciler, mücadeleye girişirken bilim adamı Marks'ın önceden gördüğü yasalara uyarız. Ayaklanma yolunda, eski iktidar yapısına karşı mücadele ederken, bu yapıyı yıkmak için halktan dayanak alırken mücadelemizin temelini bu halkın refah ve mutluluğu üzerine kurarken bilim adamı Marks'ın öngörüşlerini doğrulamaktan başka bir şey yapmayız.

http://www.kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc111_8.html