Necip Türk Milleti Adam Kesmeyi mi; Yoksa Kitap Okumayı mı Sever?
1970’lerde MHP’nin kılavuzu Hergün gazetesi baş ideologu Turancı Taha Akyol efendi, 1980 sonrası “takdir-i İlâhi”den birden liberal (bunların nasıl böyle olduğunu son kitabımda belgeliyorum) olup entel-dantel vecizeler yumurtlamaya başlamıştı. 2001 yılında Milliyet’teki köşesinde güya Osmanlıyı eleştirmek babından, liberallik gereği; “Matbaa neden gecikti?”nin cevabını verirken -taze liberal ya- eski solculardan Niyazi Berkes hocanın eklektiği ile birleştirme becerisini(!) göstermişti. Güya teknoloji yokmuş! Ertesi gün aynı gazetenin bir başka köşesindeki Ayşegül Sönmez’in hazırladığı “Çapraz Ateş” köşesinde iki üstad-ı muhterem Çetin Altan “Dalkavukluk Yapmayalım” ve Prof. İlber Ortaylı “İhtiyaç Duyulmadı” –ki çok doğru olarak Berkes’in analizinin hâtâlı olduğunu kanıtlıyordu- kısa makaleleri ile cevap vermişlerdi. Her ikisi de bir doğru da birleşmişlerdi. “Kitap oku, u…, kitap oku!”, “Adam gibi oku!” Turancı eskisi uyanık, sonradan “liberal görevli”, aslında ilhamı sayın Cüneyt Ülsever’in Hürriyet’teki köşesinde iki ay önceki “Kitapsız Türk Milleti” adlı bilimsel makalesinden almıştı. Ne de olsa gizli Turancılığına çok dokunmuştu muhterem, taze “görevli liberal”in!
Yaklaşık bir-iki yıl önce açılan “İkea” markalı mobilyacılık üzerine ihtisas kazanmış İsveçli bir firma Türkiye’ye gelince “Necip Türk Milleti”(Onat Kutlar) mobilyadan çok İsveç’in ünlü “kuru köfteleri”ne itibar gösteriyor. Haber olan buydu. Fakat Milliyet Pazar ekinde bir muhabir uyanır gibi oluyordu: “Yahu ne bu ‘etrak-ı bi idrak’, bu bildiğimiz kuru köfte” diyor. Muhabir doğru algılıyordu, çünkü aynı gazetenin 12 Aralık 1991 tarihli, üstad Melih Âşık’ın ünlü köşesinde “Demirbaş Şarl bir Türk’tü!” adlı bilgilendirici kısa makale yer alıyordu. Aşırı sağcıların bu kralı idol yapmalarına çok kızan Tarih Profesörü Alf Abergs, sosyal demokrat eğilimli Aftonbladet gazetesinin kendisi ile yaptığı bir röportajda “7. Şarl hakiki (gerçek demiyor. TDK’nın kulakları çınlasın!.y.n.) bir Türk’tü” dedikten sonra açıklıyor: “Kral Şarl, Poltava Savaşı’nda Ruslara yenildikten sonra Türkiye’ye geçip orada 5 yıl üç ay oturdu. Dönüşte onunla birlikte Türkiye’de yaşamış olan askerleri karılarına bugün “kaldolmar” dediğimiz yaprak dolmasını yapmasını öğrettiler. Kötbullar dediğimiz kuru köfte de Türkiye’den geldi. İstanbul o dönemde çok büyüleyici bir dünya kentiydi. Bizimkiler orada köyden şehre inmiş yeğenler gibi kaldılar. Banyo ve hamam bize oradan gelmiştir. İsveçliler yatmadan önce ayaklarını yıkamayı camie giden Türklerden öğrendiler. Yemekten önce ellerini yıkamasını da… Birçok İsveçli o dönemde gemi yapımını Türklerden öğrendi ve bu teknikleri İsveç’e getirdi…” Gazetede İsveç Araştırma Enstitüsü Genel Sekreteri Doçent Ulla Ehrensvard ekliyor: “Bizim körfez gemilerimiz aynen 18. yüzyılda Türkiye’de kullanılan gemilerden kopya edilmiştir. Ayrıca bize marangozluk zevki de Türkiye’den geldi. Yazlık tahta evler, köşkler de…” İmdi, beni meraklandıran o günkü İstanbul’un etnik mozağinin yüzdesi, o gemileri yapanların hangi marangozlar olduğu? Sakın bunlar 1915’lerde, 1955’lerde boğazladığımız insanların ataları olmasın! Bu her türlü “kitap -yani düşünce- düşmanlığı” ideolojisinin acı sorgusudur, adamı apansız bastırır, -Çetin Altan ustanın veciz sözü ile “ensesini kızartır”!
Nereden nereye, işte kitap okuyan muhabir arkadaşta bana şunu soracaktı: “Kitabınızda bir tabu olan pasifist M. Gandi’nin RoundTable bağlantılı olduğunu ortaya koymaya çalışmışınız açıklar mısınız?” Evet, RoundTable emperyalizm çağının “derin devleti”nin kökenidir. Ama bunu işkembeden ya da ille de Batılı bir araştırmacıdan aparlamıyorum. Ortaya bu işi organize eden mason locasının tarihçesini ve kahramanlarını ko yuyorum. Orientalizm şebekesinin en önemli saç ayağını açıklıyorum. Ayrıca notlarda diyorum ki, bu locanın temsili şu locasının bir üyesi de Bülent Ecevit’ti. Rahmetli Ecevit, evrak-ı metrukesinde neden “derin devlet” kanıtlarını saklamıştır. (Sakın onu burslu Kanada’ya gönderip maaşlı gazeteci olarak eğiten NATO’ya yani Anglo-Saksonizme minnet borcundan dolayı olmasın.) Ayrıca her daim Kıbrıs çıkartmasının “tam gizlilik” içinde yürütüldüğünü beyan etmiştir. Hâlbuki 1974 Temmuz’unda ben, Arap pasaportlu olarak Lefkoşa’daydım. Kaldığımız motelde –Kıbrıs Hıristiyanlarının İngiliz ajanı dediği- Britanyalı yaşlı bir emekli resim öğretmeni, daha çıkartmadan dört gün önce kendi büyükelçiliklerini ziyaret ettikten sonra, bize: “üç gün sonra Türkler adaya çıkartma ve indirme yapacaklar, burayı terk etmezseniz zor durumda kalırsınız” dedikten sonra, motelden ayrılmıştı. Britanya birlikleri havaalanı civarında mevzilenmişler, ardından da Kissinger önermeli CIA destekli EOKA-Bci Sampson faşist darbesi gerçekleşmişti. Bu nasıl gizliliktir? Buna serinin ilk kitabı “Gizli Ordular-CIA”da değindiğim halde kimse kurcalamadı!
Boğazımıza kadar resmi tarihe batmışız, “kitapsız Türk milleti” olduğumuz için. 27 Mayıs gençlik hareketi liderlerinden, 9 Martçılıktan ünlü Ziverbey köşkünde işkenceden geçirilmiş psikiyatr Dr. Memduh Eren’i şahsen tanımasaydım, daha birçok gerçek onun vefatı ile gömülecekti. Deniz Gezmiş’in onun yeğeni olduğunu, 1980’lerde Almanya’da Türk solunu birleştirmeye çalışırken, PKK kontraları tarafından (DDKO’cu Kürtlerle beraber ki önemli liderlerdi) katledilen Dev-Yol liderlerinden balet Erol Akın’ında onun yeğeni olduğunu “necip Türk basını” bilmez. Ne Belçikalı Mehmet Ali Birand’ın, ne de Sabbatay cemaatinin “iyi aile” çocuklarından uyanık “solcu” entelektüel araştırmacı-gazeteci-yazar-yapımcı… Can Dündar’ın “27 Mayıs” belgesel çekimlerinde ondan tek kelime bile söz edilmez. Yaşarken onunla kimse röportaj yapmadı. Yapmaya kalkan tek dergide bir ay sonra kapattırıldı! Anı kitabını kimse basmadı, Kadıköy’de bir kitapevinden başka kimse dağıtmadı. Kimse tanıtmadı ama kitap tükendi. Benim daha önceki ve son iki kitabımın başına gelenler gibi. Dağıtımcılar alıyorlar, aylarca ellerinde tutuyorlar sonra kimse istemiyor diye geri veriyorlar. Bir gün biri istiyor ve hepsi tükeniveriyor. “İyi saatte olsunlar!”
Bu durumda bir takım ajan-provokatörlerin liderliğinde bir kısım sol katledilirken, “taş taş üstüne koymak” için uğraşanlar biraraya gelemediği için süreç içinde pasivize olup ya düzene katılıyorlar, ya da eriyip yok oluyorlar.
Latin Amerika çıkış yolunu buldu. Ama “kitapsız”lıkla değil. Orada bir rahip çıktı, Bolivya’da Camilo Torres. Bu aynı zamanda Vatikan’a meydan okumaydı. Gerilla oldu ve katledildi. Kilise onu aforoz etti. Ama mensubu olduğu Fransiskanlar onu yeraltı direnişinin “aziz”i yaptılar. Öyle ki, gericiliğin kalesi Domenikanlar arasından bile şehir gerillasına katılan rahiplerin türemesine neden oldu. CIA ve Vatikan rahiplerin kitle içinde komünistler ve diğer demokratlarla beraber devrimci muhalefetini önleyemedi. Kitle “kitap” okudu, ama ilginçtir orada kitleye solcular “kitap” okutamadılar, çünkü kendileri kitap okumuyorlardı! Bizim çokbilmiş, bilgiçler bilmedikleri bir gerçek var orada. Keşişler-rahipler “kitap” yazma ve okuma geleneklerini bilimsel komünist düşünce disiplinine kadar geliştirdiler. Kitlenin içindeki bu ‘din’ adamları kitleye kitap okuma sevgisini aşıladılar. Devrimci ruh tekrardan aziz şehitlerinin küllerinden böyle doğuyor Latin Amerika’da. Bu gün bakıyorum, bizim “çok devrim yapmış”(!) solcularımızdan bir takım zevat, “kedi ulaşamadığı ciğere mundar” dermiş misali kitle hareketlerine dil uzatma pervasızlığını gösteriyorlar…
Hadi bakalım, “necip ehl-i Müslim” soru bir? Var mı bir Müslüman Camilo Torres, yok? Burada “Hacı Usame bin Ladin, vs.” sesleri duyar gibiyim, onlara bekleyin; kitabımda onun belgelerini sunuyorum, büyük ütopya-hülya (hayal değil) kırıklığına uğrayacaksınız, diyorum! Ya da var mı, bir Fransiskanlar benzeri mezhebiniz? Ben sizi fazla zorlamayayım. Benzerleri var. Acaba kaç Müslüman, ya da solcunun Hasan Benna’dan ya da Ali Şeriati’den haberi var? İşte yukarıdaki “Hacı” gibileri, bu tür insanları öğrenmeyin diye “aziz” haline getiriliyor. Ama “necip ehl-i Müslim” anti-komünizm bayrağı açıldıkça şahlanıyor, eski “kurt”ları depreşiyor! İşte “1969 Kanlı Pazar”, işte “Afganistan”, işte “Çeçenistan", işte “Bosna”, işte “Sivas”! Resmi tarih gözü ile bakanlar ya da baktırılanlar için ne kadar ters şeyler söylüyorum…“Ehl-i Müslim”, emperyal-zionun gazına gelme alışkanlığına bilimsel olarak karşı çıkmadıkça, asla solcularla biraraya gelemez, mastürbasyonun gereği yok! Nasıl mı aşmalı? İşte önemli olan bu aşabilmek! Bunun için ilkin, 1950’lerdeki Mısır ve İran deneyimlerini “rahle-i tedrisat” etmelidirler. Sonra şıhlara, tarikatlara değil, madem inanç sahipleri o halde sadece kitabına ve kitapların imanına yönelmelidirler. Biz akıl, bilgi-bilim ve bilinçten, bilinçli eylem(praxis)den bahsediyoruz…
Tartışılmayan ama sola pek çok yeni öneri getirdiğim “Yeni Dünya Düzeni” (Anahtar yay.1995) adlı kitabımın ön sözünü şöyle bitirmiştim. Bu bitiriş içinde, onlara da seslendiğim, devrimci olmaya çalışan Müslümanlar içindi:
“En yüce değer emektir. Emek Hak’tır. Hakkı var eden halktır!”
Eğer insan, sosyal-manevi bir varlık ise; bu da sınıflar mücadelesine tekabül eder…
“İnsan-ı Kamil”(Tastamam Yeni İnsan) olmanın Yeni İnsanlığın yolu budur, kimse birbirini aldatmaya kalkmasın, gerisi boştur!..