27 Nisan 2010 Salı

Bilimsel Sosyalizm ve Bilimsellik - Halid Özkul

BİLİMSEL SOSYALİZMİN UNUTULAN BİLİMSELLİĞİ

“Bilimsel Sosyalizm /Komünizm” deyimi Marx-Engels tarafından özellikle seçilmiş, “ütopik sosyalizm”den karşıtlığı vurgulamak için, “gelecek” görüş açısına sahip bir ufuklaşmadır. “Bilimsellik” vurgulanınca bütün pozitif bilimlere açınımlar söz konusu olur. Ne ki Marx, “Kapital”leri yazarken matematik çalışmalarına özel önem vermiştir. Üslup için Fransız edebiyatının demirbaşlarını örnek almıştır. Kendisi bir hukukçu olarak, böylece sosyolojinin derinliklerine diferansiyel problemlerini çözümleyerek dalmış, sonuçta ekonomi-politiğin bir şaheserini ortaya çıkarmıştır. Ne yazık ki sağlığı düşlediği muazzam yapıtını tamamlamaya el vermemiştir. Keza Kapital’in III. cildi tamamlamakta Engels’e nasip olmuştur…

Marx’ın vefatı ardından ona karşı yapılan haksız ve küstah saldırılara, aziz yoldaşı Engels gereken cevapları vermiş ise de onun da vefatı sonrası Marx yaşarken, onu bile çileden çıkaran “Marxistler”e karşı meydan boş kalmıştır. Ancak yıllar sonra Lenin, kendi özgünlüğünde ülkesindeki sınıflar mücadelesinin yolunu çizebilmiştir. Ama Luxemburg- Troçki- Lenin üçgenindeki tartışmalar aslında Marx’ın bilimsellik ufkundaki tartışmalarının bir yansımasıdır. Hiç şüphesiz Lenin’in Parti örgütlenmesi ve mücadele tarzı tezleri, XXI. Yy.da da önemini özellikle koruyacaktır. Ama “ulusların kaderlerini tayin hakkı” tezi Luxemburg’un eleştirilerini haklı çıkarmıştır. Troçki’nin “sürekli devrim” tezi ise üzerinde özellikle durulması zorunlu bir görüş olarak gittikçe önem kazanacaktır. Ne ki o da, Lenin’in örgütlenme tarzını ve Sovyet(Komün)lerin iktidara muktedir olması önemini kabul etmiştir. Sonrasında pek çok sosyalist içerikli devrim olmuştur, fakat ardından karşı-devrim SSCB’de dâhil olmak üzere bunların çoğunu silip-süpürdü…

1990’da SSCB ve Doğu Avrupa’daki “Halk Cumhuriyetleri” tarihin sahnesinden çekilince ortada bir “boşluk” kaldı. Aslında bu boşluk Vietnam’ın zaferi ardından başlamıştı. Çin’in namussuzca kahraman Vietnam’a emperyalist amaçla saldırması ile. Ne ki aynı yıllarda Çin, ABD ile gizli bir ittifak yaparak, CIA’nın SSCB’ne karşı faaliyetleri için topraklarında üs veriyordu. Ondan yıllar önce İzrael (MOSSAD) ile ittifak belgeleri Soğuk Savaş’ın sona ermesinden on yıl sonra ortaya çıkmaya başlayacaktı. (ABD ile arası kızarınca!) Çin, geçmişte uzun yıllar “üç kıta”nın devrimci güçlerine; işçi sınıfı “ideoloji”si olarak “Marxizm-Leninizm” ve “Mao Zedong Düşüncesi”ni pazarladığı ünlü “Teori ve Pratik” kitabının “baş çelişki-tali çelişki” Konfüçist diyalektiğinin ürünü “Üç Dünya“ teorisini belletmişti. “Coşku”lu devrimci gençler olarak pek çoğumuz bu teorileri benimsemiştik…

Gün geldi, “takke düştü kel göründü!” Ortada yanlıştan da ötede hata vardı, hatta galatlar kümesi! Dönekler, biat ettiler. Ama bırakın onca ölen yoldaşımızı, yıllar-yıllar boyunca işçi sınıfının haklı davası için üç kıtada milyonlarca onurlu, dürüst, temiz, dik duran aydınlık yüzlü-yürekli ve akıllı-bilge insanlar hiç çekinmeden canlarını vermişlerdi. Aynaya her baktığımızda onların ruhları gözlerimizin içine bakmıyor muydu? Gökyüzündeki her bir yıldız onların simgesi değil miydi? Tek yol, “rahle-i tedrisat”a tekrar oturmaktı. Artık kulağımıza üflenen ‘mürit’ler değil, devrimci ‘maceracı’lar hiç değil; öncelikle Devrimci Biliminsanı olmak zorunda olduğumuza karar verdik. Sosyalizm/ Komünizm “BİLİMSEL” olmak zorundaydı. Onun için belki onuncu defa tekrar “Komünist Manifesto”yu okumakla başladım. Sanki daha önce ben okumamıştım gibi geldi, gariptir! ‘Şeyh’ime bağlılığımı değil, KENDİMİ sorguluyordum. Marx, boş yere “politik insan olmak bireyselleşmekle başlar” dememiş… (Ama şu kişisel deneyim farklarını eklemeliyim. Ustalar gibi ülkeler dolaştım, birkaç lisanı öğrenmeye çabaladım. Sadece ülkemin değil, uluslararası devrimci mücadelede de fiilen bulundum. Sadece Türk değil, pek çok yabancı ülke burjuva mahpushanelerinin de misafiri oldum!) Evet, bilimsel çalışmak için bilimin kurallarına uymak zorunluluğu vardır. O da YÖNTEM sorununu önünüze koyar. Onun için doğru bir yöntem kullanmazsanız bulduklarınız ileride sizi yanıltır. Bilimde “mutlak” doğru olmaz; ama “yanlışlanabilir” doğru da yoktur, çünkü doğru zaten “izafi”dir…

A,B,C’ye dönersek. Bir bilim dalında yapılan çalışmalar ister istemez, o bilim dalı için kim ilk adımı attı ise o kültürün izlerini taşır. Günümüzde nerede ise güncel pozitif bilimlerin vatanı Eski Kıta- Avrupa'dır. Çünkü yaşama yön veren determinist (iktisadi) kaynak orasıdır. Batı'daki bilim dallarında ise Latince lisanı simgeleyicidir-kodlayıcıdır. Bunun için Asyalılar terimleri kendi lisanlarına tercüme ederken kaynağa sadık kalmak zorundadırlar. Eğer bu kaynağa sadık kalınmazsa, düşüncenin başlangıcında yanlışlarla başlayıp, hatalara yol alınır sonuçta içinden çıkılmaz karmaşanın galatları doğar. Bunun içindir ki global hegemonyanın sahibi Amerikan kültür emperyalizmi (ve bu iş için uğraşan milyar dolarlık şebekeler) bunun gayet güzel farkındadır. Onun için (denenip-sınandığı için) oturmuş bilimsel terimleri deforme etmek yönünde yeni terimler icat ederler. Çeşitli yollardan ele geçirip kullandıkları entelektüel aydınlar aracılığıyla da bunları “serbest” piyasaya sürerler. Hele 475 bin kelime hazinesine sahip Almanca gibi sosyolojinin vatanı olan lisanı TDK'nun 1980 Eylul faşizmi etkisi ile 100binler civarına güdükleştirdiği "öz"(ne demekse) türkçe ile düşünüp yazmaya, anlatmaya çalıştığınızda farkında olmadan ters yönde- istenen yönde hareket edersiniz. Ama nesnel gerçek kendini bütün haşmeti ile ortaya koymaya başladığında –ki bu sınıflar mücadelesinin en açık biçimi olan burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşmaz çelişkisinin sahne almasıdır- birden yanlış tarafta olduğunuzu fark etmeye başlarsınız. Tabii akıl ve bilgi sahibiyseniz. Bir çıkmaza girildiğinde bilimsel ilk düstur en başa dönüp, adım-adım sınanmış doğru yolda yürümeye çalışmaktır…

“Bilimsel “Toplumsallaştırılmış Toplumcu” Entelegentsia” başlıklı yazımızda, terminolojik derinliklerine örnek olarak “kurtuluş”, “bağımsızlık” ve “özgürlük” kelimelerini gösterdik. Çünkü birçok devrimci yazar, “bilimsel sosyalizm”in bir disiplin, bir siyasal kültür okulu olarak terminolojisini büyük bir dikkatle kullanmak zorunda olduğunun önemini gözden kaçırıyor. Ya da lafız olarak kabul ediyor ama iki cümle sonra zurna “cart” ediyor. Bilinçli bir karşı-devrimci praxisle “günün modası” haline getirilmiş kelimeleri özüne ve amacına dikkat etmeden kullanmaktan sakınca görmüyor. Sözümüz “sol” ve “solcu”lara değil, çünkü bunların günümüzdeki misyonu zaten bu…

Örneklere girmeden önce Türkiye’nin sınıfsal konumu için önem arz eden bir istatistiği tekrar anımsatmak isterim. 1970’de Türkiye nüfusunun %71’i (belde ve köy) kırlarda, %28’i (il ve ilçe) kentlerde otururken; bu oran 2009 nüfus sayımına göre %75,5 İl ve İlçelerde; %24,5 Belde ve Köylerde oturur biçimde değişmiştir. Sadece İstanbul’da nüfusun %17,8’i (12.915.158 kişi) oturmaktadır. Nüfusun % 6,4 (4.650.802 kişi) Ankara; % 5,3 (3.868.308 kişi) İzmir; % 3,5 (2.550.645 kişi) Bursa; % 2,8 (2.062.226 kişi) Adana [3 kentte %29,5; 5 kentte %35,3]. Yani Türkiye’de çarpık bir Tekelci Kapitalizm hegemonyası vardır. Bu aynı zamanda işçi sınıfı ile burjuvazinin konumunu da belirlemektedir. 75 milyon nüfuslu Türkiye’yi sömüren azınlığın nüfusu 5 milyon civarındadır ve büyük çoğunluğu İstanbul’da oturmaktadır. Bu 5 milyonun “Türk-Kürt-Ermeni” gibi bir derdi yoktur. Çünkü bu nüfusun içindeki %85 merdiven altı” denen Vahşi Kapitalist usullerle köle-işçi sömürüsünden sermaye birikimi yapmaktadır. Türkiye’de başını bölgenin eski feodal, yeni büyük toprak patronları olan emek-rantçılarının çektiği Kürt mikro-milliyetçiliği tarafından yürütülen (açık ve daha çok dolaylı ABD, AB, İzrael desteğini almış) bir silahlı çatışma da sürdürülmektedir. Burada bir ara yüz verelim. 1980’li yılların başından itibaren Nikaragua’daki Marxist eğilimli hükümete karşı ABD- CIA/MOSSAD tarafından güdümlenen kontra gerilla harekâtı yürütüldü. Bu harekâtta ABD “özel savaş terimi” olarak kullanılan “yumuşak hedefler”e karşı terör uygulandı, aralarında devlet memurlarının yanı sıra, öğretmenler ve sivillerde bulunan pek çok masum insan katledildi. Neydi bu hedefler; devlet kurumları, kamu araç ve iş makineleri, karakol, köprü, okul, özel şirket araç ve iş makineleri, sağlık ocağı ve ulaşım araçları. İlginçtir ki Türkiye’de Marxist değil burjuva hükümetler olmasına karşın, 1983–2007 arasında mikro-milliyetçi PKK-kontra terör örgütü harfi harfine aynı hedeflere saldırmış bunların 1053’üne hasar verirken 831’ini yok etmiş. Ölen 35 bine yakın insan… Kısacası şudur; Türkiye ne Çarlık Rusyası şartlarındadır, ne de “Muz Cumhuriyeti”dir. XXI.yy.’ın ilk çeyreği içinde “global sosyal-emperyalist” yeni-düzen içine alınarak yeniden-mandaterleştirilmek için, yeniden-faşizmin “solcu” çığlıklar arasında uygulandığı özgün bir ülkedir. Burada neo-liberal faşistlerin neo-komprador bir iktisadi düzen için “sol” ve “solcu”ları yedek lastik olarak tuttukları aşikârdır…

Proleter Devrimci Bilimselliğin kurucusu Marx olduğuna göre onu en güzel açıklayanda kendisidir. Kapital’in I. Cildinin önsözünde Marx, Berlin 1859 baskılı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözünde kendi bilimsel yöntemini çok açıkça ortaya koyduğu için Yazarın anlatımını iktibas eder…

Ama Türkiye devrimci yazınının hala 1974–1980 Maocu popülist-solcu edebiyatından kurtulamadığı gözlemlenmektedir. Bunun en tipik örneği yine Marx-Engels’in en sinir olduğu deyimlerden biri olan “halkların kardeşliği” üzerine düzülen methiyelerdir. “Halk”ların yani bütün sınıfların kardeşliği(!) bize Mao Zedong düşüncesinden miras kalmış anti-marxist bir terimdir! Buna en bol “Türkiye Halkları”, “Kürt halkı, Türk halkı”, “halklarımızın kardeşliği” gibi romantik-solcu makalelerde, orientalist melankolizmin idealist mantığının düalist yansıması olarak şahit olmaktayız. Bunlar bilimsel açıdan cahilane ifadelerdir. Popülist bir kamuoyu yalakalığıdır, bu. Ta yüz küsür yıl önce Marx-Engels tarafından Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi adlı kitaplarında eleştirilmişlerdir. Örnek olarak, burjuvazi ve aristokrasinin işbirliğindeki meşruti bir parlamenter devlet biçimi ile idare olunan Britanya’ya bakalım. Britanya adasında İngiliz topluluğunun egemenliğinde Skoçya ve Galler milliyetleri toplulukları da yer almaktadır. Ama bunu ifade ederken bir Maocu “köylü” dışında hiçbir aklı başında Marxist kalkıp ta “Britanya halkları” deyimini kullanmaz. Çünkü bilir ki tek bir “Britanya Halkı/British Poeple” vardır. Bu Britanya Halkı içinde İngiliz, Skoç ve Galler toplulukları(comunities) yer alır. Keza Fransa Cumhuriyeti içinde Alsaz-Loren veya Bröton halkı ya da “Fransa halkları” diye bilim dışı deli-saçması tanımlamaları kullanmayı hiçbir Fransız daha akıl edememiştir! Bilimsel değerlendirmeler kimsenin duygularına göre adlandırılamazlar…

Onun için Türkiye’de “bir tek halk” vardır. Bu halk aynı zamanda “ulus”tur. Çünkü son tahlilde “Pazar”ı oluşturur. Bu halk “kimlik” olarak “Türk”tür. Ama demografi açısından “benlik” olarak Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Süryani, Laz, Çerkez, Türkmen, Tatar, Moğol, Arnavut, Pomak, Boşnak, Roman, Keldani, Zaza, vbgb. Etnik topluluklar olarak yaşamaktadırlar. Bazı kafatasçı-faşistlerin ve bunlara zemin hazırlayan TC devletinin resmi ideolojisi olarak benimsetilmiş “Türk- İslam(Suni)” tezinin iddia ettiği “Türklük” tarifi de bilim dışıdır. Sorun da burada yatmaktadır. Çünkü devletin resmi ideolojisi yurttaşları arasında özellikle Müslüman olmayanları azınlık olarak kabul edip, devlet işlevinden ayrı tutan bir faşist ideoloji yaptırımını sürdürmektedir. Hatta Sunni olmayanlara da psikolojik baskı (Sivas’taki gibi bazen terör) uygulamaktadır. Esas olan “Türkiye Halkı” içinde hangi etnik topluluk benliğinden veya inanç cemaatinden gelirlerse gelsinler sosyal sınıfların ulusun gerçek karakterini çizdiğidir. Çoğunluk işçi ve emekçidir, azınlık büyük burjuvadır. Bu geniş işçi ve emekçi kitlesi, işbirlikçi tekelci burjuvazi oligarşisi tarafından iliğine kemiğine kadar sömürülmektedir. İşçi sınıfının üretmiş olduğu artı-değer bu sınıfa sermaye olarak aktarılmaktadır. Aslında “ulusal” denilen bütün değerleri üreten ve yaratan işçi ve emekçi sınıflardır. Türkiye halkını ‘etnik topluluk benliği’ni esas alarak bölmek işçi sınıfına yapılan en büyük hıyanettir. Etnik toplulukların kendi demografik değerlerini korumaları ve aktarmaları onların en doğal hakkıdır. Bunu gerçek anlamda uygulayabilecek biricik iktidar proletaryanın fiili iktidarıdır. İşçi sınıfının “kendi kaderini tayin hakkı” devrimci bilimsel toplumsallaştırılmış toplumun yaşama geçirilmesi ile gerçekleşir. Onun için tek yol sürekli devrimdir…

Halid Özkul

(27.04.10)