Patronlar işçi sınıfını mı besliyormuş?
1 Mayıs’tan başlamak üzere Mayıs ayları bereketli olur. Martta yaratıcı rahmine ışık düşen Kutsal Toprak Ana’nın doğum ayıdır Mayıs. Yaratan-üretenler olarak onun kızlı-erkekli çocukları onu kutsarlar bu ayın başında, ateş(ışık)ler yakarak. Yüce-kendim-lerden Marx’ın doğum günü de bu günlere rastlar- 5 Mayıstır. Ama konumuz bu değil…
Mayıs ayının son günlerinde “Anadolu Kaplanları” diye üflenmiş lümpen-burjuvazinin ‘nezih’ patronlarından da olan Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan efendi (antik İon/Rumcada “köle sahibi” demektir), Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kurulu’nun 6. Olağanüstü Genel Kurulu’nda “veciz” bir cümle kurmuştur. Bakan’ullah, “18-29 yaş arasındaki gençlerin yeni istihdamına getirilen teşvikler sonrasında 30 yaş üstü çalışanların işten çıkarılma riskiyle karşı karşıya” kalınacağı eleştirilerine yanıt olarak buyurmuştur. “Bu düzenleme ile birlikte zorunlu istihdam kaldırılmış”tır. (Efendi, iktisadi nesnel-gerçeklik olarak sadece işsizler ordusunun büyümesine yönelik bu kararın, işçi sınıfına nasıl bir “yarar” sağlayacağını açıklamamıştır.) “18-29 yaş arasındaki gençlerin yeni istihdamına da 5 yıl süreli teşvik verilmiş”tir. (Yani, efendinin bütün telcanbazlığına karşın, 30 yaş üstü işçilere her an kapıyı gösterilebilme imkanına yasal kılıf hazırlanmıştır.) “SSK işveren payıda 5 puan indirilmiştir”. (Türkiye’de SSK’nın patronlar-hükümetleri tarafından nasıl batırıldığı sürecinin en yeni kanıtı.) Türkiye’nin (“patronlarının” kelimesi unutulmuştur) ihtiyaçı olan bu paket özel sektör tarafından “gerektiği gibi algılanmamış”. (“Dinime küfür eden benden daha Müslüman olsa bari” dedikleri bu olsa gerektir.) Ve işte yüzyılın keşifi: “Yıllardır beslediğim, baktığım, randıman aldığım adamları çıkartacağım yerine yenisini alacağım. Bunu niye yapayım?””Bunu yapan ancak uzaylıdır.”(Vatan. 30.05.08) Pinokyolar ülkesi, pinokyo hükümetinin, pinokyo…
“Anadolu Kaplanı” uzaysal kaşif büyük efendi-patronun son cümlesi iktisadi-siyasadan bihaberliğinin en güzel kanıtı. Ama aynı zamanda, kapitalist üretim ilişkilerinin meyvesi olan işçi sınıfını, ücretli “özgür-köle” bile değil, feodal bilincinde genetik olarak yerleşmiş olan “serf” bile değil, mimetik şuurunda kalan “efendi”lik içgüdüleri ile resmen “köle” olarak gördüğünün en açık kanıtı. Batıda bu tür tartışmalar XIX. yüzyılda yapılıyordu. Ama kapitalizm varolduğu müddetçede yapılacak. Ekonomi politiğin burjuva babaları Adam Smith ve Ricardo kimin kime baktığını açıklayamadılar. Onlara göre patronlar işçi sınıfına bakıyordu. Çünkü cevheri keşfedememişlerdi. Bunu bulup bilimsel olarak ispatlayan, bugün artık “bükemedikleri eli öpmek” zorunda kalan burjuva ekonomi okullarının da kabul ettiği gibi Karl Marx oldu. Tarihsel Materyalizm ışığında bu kârın kaynağını açıklayan artı-değer (kâr) kuramıdır. Yani kimin kime baktığının bilimsel açıklamasıdır…
Komünistler Birliği adı altındaki enternasyonal işçi örgütü, Kasım 1847’de Marx-Engels’i halkoyuna sunulmak üzere teorik ve pratik parti programını hazırlamak için görevlendirmişti. Böylece Komünist Manifesto ortaya çıkmasının ardından Marx, Kapital’lere temel olacak yapıtlarından Ücretli Emek ve Sermaye’yi yazdı. Grundrisse (Bu ad Marx’ın değil, Moskva Marxizm-Leninizm Enstitüsü’nün verdiği addır. Aslı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” için ön çalışmalar-notları olarak toplarlanmıştır); Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Daha sonra Kapital’in IV. cildi olarak sunulan Artı-Değer Teorileri); Ücret, Fiyat ve Kâr; Kapital-I ve ardından Engels tarafından toparlanıp basılan yapıtlar bir bütün halindeki onun iktisadi kuramının yazımlarıydı. “Kendisi için” yaşamını işçi sınıfına adamasına karşın; uzun yıllar çok kısa süreli editörlükler dışında, sadece ailesinin ve fehim “birlikteliğin” özgün veçhesini oluşturdukları Engels’in maddî desteğine karşın, yaşamını genellikle yoksul bir biçimde geçirmesinden doğan müzmin hastalıklar ve bu sebeplerden çok küçük yaşlarında yitirdiği çocuklarının manevi açısı ki buna en son yaşam yoldaşı sevgili eşinin ölümü eklenmiştir; evet, bütün bu gerçekler içinde notlarını aldığı, dostlarına mektupları ile ilettiği hedeflediği “bazı” tasarımlarını tamamlayamadan fiziksel yaşama veda etmişti. Ama geride bıraktığı yepyeni bir devrimci bilimdalının sağlam temelleriydi. Bu yüce-kendi pîrin yapıtlarını kavrayabilenler için kapitalizmin ve bilimsel toplumsallaştırılmış toplumun(komünist) bütün kaynakları açık seçik yazılmıştır. Hatta Marx bilimsel dürüstlüğünü kavrayamamış olanları, “kapitalisti ve toprakbeyini hiçbir şekilde pempeye[italik Marx’a ait] boyamadım” diyerek uyarır. (Bu bakımdan “efendim, şunu unutmuştur, bu yanlıştır, falan yoktur” türünden bilimsel bakış açısı yoksunu Marx’ı eleştirme dangalaklığına kapılan bazı “artist” olma heveslisi küçük burjuvalar ham hülya-ütopya-lar peşindedirler. Bunlar yeri geldiğinde bilimsel verilerle teşhir edilirler, “artist” yapılırlar! Hiç meraklanmasınlar…)
Evet konumuza dönersek; mesele işçilerin beslendiği mi, yoksa beslediği midir? Bunun cevabına en basit anlatımları ile Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye (Sol yay. 1987) kitabından başlayalım. Kitabın sunuşunda Engels şöyle açıklamakta: İşçinin “…kapitalistin emrine… kiraya verdiği ya da sattığı, emek-gücüdür.(s.22)… işçi, oniki saatte altı marklık bir değer yaratıyorsa, altı saatte de üç marklık bir değer yaratır. Demek ki, kapitalist için altı saat çalışmakla, işçi, ücret olarak aldığı üç markın eşdeğerini kapitaliste zaten geri ödemiş oluyor. Altı saatlik bir çalışmadan sonra ikisi de ödeşmiş olmaktadırlar, birbirlerine tek fenik bile borçlu değillerdir.(s.23)” Marx da şöyle devam eder: “ücret, kapitalistin belirli bir iş-zamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır. Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlarda, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa, gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları emek-gücüdür. Kapitalist, bu emek-gücünü, bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır…İşçiler, metalarını, yani emek-güçlerini kapitalistin metaı ile, yani para ile değişirler ve bu değişim, belirli bir oranda olur…emek-gücünün öteki metalarla değişebilme oranını…değişim değerini ifade eder…onun fiyatı denen şeydir. (s.30)…işçinin, gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı, bu yaşamsal faaliyetidir…(s.31) Kendisi için ürettiği şey, ücrettir…onun için yaşam, bu işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar…Emek-gücü, her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani özgür emek olmamıştır…Köle…kendisi bir metadır, ama emek-gücü onun kendi metası değildir. Serf, emek-gücünün yalnız bir bölümünü satar. Toprak sahibinden ücret almaz; daha çok o, kendisi, toprak sahibine bir haraç öder. Serf toprağa aittir ve topraktan elde edilenleri toprağın sahibine teslim eder. Özgür işçi, tersine kendisini satar ve hem de parça parça…İşçi, ne bir köle sahibine, ne de toprağa aittir, ama günlük yaşamının 8, 10, 12, 15 saati, bunu satın alana aittir. İşçi, kensisini kiralayan kapitalisti istediği an terkeder ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yolverir. Ama yaşamının biricik kaynağı, kendi emek-gücünün satımı olan işçi kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terkedemez. İşçi, şu ya da bu patrona değil, kapitalist sınıfa aittir ve dahası, kendisini satmak, yani bu burjuva sınıf içinde bir alıcı bulmak ona düşer. ” (s.32-33) “Yalın emek-gücünün üretim maliyeti, … işçinin varoluş ve üreme giderlerinden oluşur. Bu varoluş ve üreme giderlerinin fiyatı, ücreti meydana getirir. Bu biçimde belirlenen ücrete, asgari ücret denir…Sermayeyi oluşturan bütün bu kısımlar [hammaddeler, emek aletleri, geçim araçları.H.Ö], emeğin yarattığı şeylerdir, birikmiş emektir.”(s.39-40) “Bir pamuk fabrikası işçisi, yalnızca pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir…Sermaye, ancak emek-gücü karşılığında değişebilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli-işçinin emek-gücü, sermaye ile, ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişebilir.” (s.44) “…İşçinin ürettiği metaın satış fiyatı, kapitaliste göre, üç bölüme ayrılır: birincisi, önceden ödediği hammaddelerin fiyatı ile gene önceden ödediği emek aletlerinin, makinelerin ve öteki emek araçlarının yıpranma payını karşılayan, onu yerine koyan bölüm; ikincisi, önceden ödediği ücreti karşılayan bölüm; üçüncüsü ise, geriye kalan artı, kapitalistin kârı…Ücret ve kâr birbirleriyle ters orantılıdır. Emeğin payı, yani ücret düştüğü ölçüde, sermayenin payı, yani kâr yükselir ve tersi…”(s.48-49) “…kapitalistin kârı, emek aletlerinin yetkinleşmesi, doğal güçlerin yeni bir kullanımı vb. sayesinde de yükselir.”(s.50) “…her yeni bilimsel bulguyla her yeni teknik buluşla, günlük üretimin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılmak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. (Engels.s.24)” “…işlerin iyi gittiği dönemlerde, eğer ücret yüzde-beş, öte yandan kâr da yüzde otuz yükselse, orantılı ücret, yani göreli ücret yükselmiş değil, düşmüş olur…İşçinin, sermayenin hızla büyümesinde çıkarı var demek, işçi başkalarının zenginliğini ne denli büyük bir hızla çoğaltırsa, kendi payına düşen kırıntılar o denli bol olacak; işçiler o denli çok istihdam edilebilecek ve onlar o denli daha çok çoğalabilecek; sermayeye bağımlı köleler yığını o denli artırılabilecek demektir ancak.”(s. 51) “Daha büyük bir işbölümü bir işçiye 5, 10, 20 kişinin işini yapma olanağı verir; demek oluyor ki, işbölümü, işçiler arasındaki rekabeti, 5, 10, 20 kat artırır…işbölümü artığı ölçüde, iş yalınlaşır…rekabet çoğalır, ücret azalır…”(s.57) Marx, Ücret Fiyat ve Kâr yapıtında da tahlillerine devam eder: “Artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimleşmiş bulunduğu bölümüne kâr adını veriyorum…Rant, faiz ve sınaî kâr, metanın artı değerinin, yani metaın içerdiği ödenmemiş emeğin çeşitli bölümlerine verilen farklı adlardan başka bir şey değildir ve bunların hepsi de bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilirler…(s.132)” “…işçi de, bir ücret artışı isteminde bulunmakla yalnız kendi emeğinin artan değerini istemiş olur…”(s.139) “Kapitalistlerin elinden alınmak istenen onikinci saatin, tam da kapitalistlerin kârlarını onunla sağladıkları saat olduğunu iddia ettiler. Sermaye birikiminin azalacağı, fiyatların artacağı, pazarların kaybedileceği, üretimin düşeceği ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak, ücretlerin azalacağı ve sonunda da yıkımın geleceği tehdidini savurdular…Peki sonuç ne oldu? İşgününün azalmasına karşın, fabrika işçilerinin parasal ücretlerinde bir yükselme, fabrikalarda çalışan işçilerin sayılarında önemli bir artış, ürünlerinin fiyatlarında kesintisiz bir düşüş, emeklerinin üretici gücünde şaşılacak bir gelişme, ürettikleri metaların pazarlarında, duyulmadık, sürekli bir genişleme…”(s.97)
Konunun özü şudur; iktisat bilimi ışığında ispatlandığı gibi “işçi sınıfı patronlarını beslemektedir”, daha doğrusu kapitalist-burjuva patronlar işçi sınıfının “kanını emmekte”dir. Buradan günümüz Türkiyesi’ne ve Tuzla tersanelerinde yaşanan işçi kırımına dönersek. Özellikle Doğu Anadolu’da gerek iktisadi altyapıda, gerekse de düşünsel-siyasal üstyapıda yüzyıllardan beri egemen olan feodal üretim ilişkileri içinde bir üretim gücü olarak serf konumunda bulunmuş Doğulu emekçilerin, Batı’da işçi sınıfına katılarak sömürülmesinde; “vahşi kapitalizm”in tarihsel kronolojisinden fırlayarak ete-kemiğe-kana bürünerek nesnel gerçeğe dönüştüğü gözlemlenmektedir…
* * *
Yaşanmış (yaşanan ve kapitalist sistem içinde daha çok yaşanacak) bir olayın hikâyesi ile olgunun neticelerini görelim. 199O’lı yılların başı, 28 Nisan 1960 gençlik hareketi liderlerinden, “9 Martçı”lıktan ünlü Ziverbey Köşkü’nde işkence görmüş devrimci Kemalistlerden psikiyatr Dr. Memduh Eren Kadıköy’deki evindeki sohbetlerinin birinde anlatıyor. Kendisi zamanında Fenerbahçe’de futbol oynadığı için, bu “spor” kulübünün idare heyetlerini yakından tanıyor. O günlerde Aziz Yıldırım kulübün başkanlığını ele geçirmeye çalışıyor. Tabii kulüp yönetici kadrosu burjuva kodomanlardan oluşturuluyor. Genç biri onu ziyarete gelip kulüpteki son durumu anlattı, doktor kısa zamanda onu yolcu etti. Sonra bana: “Bak bu (X) [adı bende saklı] çocuğun -35 yaş üstü- Tuzla’da bir tersanesi var. Yabancılardan iş alıyorlar. Yakında dolar milyoneri olur. Bu adam çok güzel bir kadınla evli, iki kız çocuğu var. Ama bu adamın 16 yaşında liseye giden iki “sevgili”(!)si var. Caddebostan semtinde iki ayrı adreste, iki apartman dairesi kiralamış, kızlar buralarda oturuyor. Bu da sık sık onları ziyaret ediyor. Bu heriflerin hepsi böyle, neden bu böyle, anlat bakalım bana…” Şimdi ben de bunu niçin anlatıyorum. Fantezi olsun diye değil. Burada sermayenin ne olduğunu yukarıda bilimsel olarak anlattık. Artık-emek/ödenmemiş-emek/artı-değer/kâr, bu birikim burjuva patronların nesine gidiyor? Sadece sabit sermayenin yenilenmesine mi? Onlar öyle anlatırlar hep masallarını! Rahmetli Doktor, tersaneye gidip işçilerin durumunu görmüş, onun deyimi ile “Victor Hugo’nun Sefiller”i diyor; gözleri “devrim şehidi” Talât Aydemir’in ona ‘en son emanet’i kara kalem “Ana” portresine kayıyor; tepesi atmış, o “hasta olmuş” ben psikiyatrist! Doktor, hakiki jakobendi, “ulan diyor, bu şerefsizler dururken, asker-polisle ne işiniz var”! Bana kızıyor… (1970’deki devrimci eylemler sırasında THKP-C’nin ilk eylemi malî-oligarklardan Has ailesinin oğlunu kaçırarak fidye istemek olmuştu. İstenen fidye sadece 400 bin TL.’ydi ve Has ailesinin işçi sınıfının sırtından elde ettiği sadece bir günlük “kâr”ıydı. –Bunu tarihi bir örnek olarak aktarıyorum. Sonra yapılanlarla karşılaştırılsın diye. Methiye ya da hedef gösterme olarak değil!–)
Yıl 2008, 4 Haziran gazete haberi; her yıl yeni bir “koca” değiştirmesi magazin sayfalarını süsleyen namlı bir burjuva “sosyetik-parazit” Bodrum’daki bu yaz kreasyonu için Nişantaşı’ndan 40 bin dolarlık (50 000 YTL, 111 işçinin net asgari ücreti) alış veriş yapmış, bir o kadar da sipariş vermiş. Bu at suratlı-sefih parazitin bu yaz ki kreasyonu 222 işçinin asgari ücretini karşılıyor. Bu bayan bir fabrikatörün kızı olurmuş. Anlaşılan babası pek-çok işçinin ödenmemiş emeğini gasp etmiş. Benim merak ettiğim bu bayanın nerede, hangi “ücret”le “çalıştığı”(!) Şimdi kim kimi besliyor sorusu daha anlam kazanıyor…
Burjuvazi sorunu yaşamın bu gerçeği ile sorguladığınız zaman hemen feryat eder. Bozguncular, kışkırtıcılar, isyana teşvik ediciler gibi klişeleşmiş lâflar salyalı ağızlardan köpükler saçarak yayılır. Gerçek şudur ki, ücretlerden, rant-faiz-vergi sarmalına kadar ödenen bütün değerler, işçi sınıfının şu ya da bu şekilde zaman içinde ödenmemiş toplumsal emek-gücünün bilûrlaşmışmış ifadelerinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfı sadece patronları değil, ara sınıf denen bütün asalakları da besler. Asalaklardan kurtulmanın tek yolu “yeni bir dünya” kurmaktır…
Devrimci praxisin önünde duran en önemli görevlerden biri, bunu bilimsel olarak işçi ve emekçi kitlelerine yaşamın içindeki örneklerle anlatmaktır. Bunu başarabilmenin tek ve biricik yolu ise işçi sınıfının siyasal öncülüğünü yapacak proleter devrimci örgütünün inşa edilmesidir. Tek yol sürekli devrimdir!