Skoçlar, Fransızlar, Kırım "Arap" Kanamalı Kenesi ve Marksizm
Türkiye’de bir yanda 250 bin YTL’yi birkaç saniyelik öpücükte kazanan, kapitalizmin tekelci (emperyalist) evresinin yeniden üretiminin yeni iş bölümünün ürünü olan, sınıflı toplumların “kadim” mesleğinin “manken” imajı verilmiş fahişeleri; diğer yanda aynı yaşlarda günde sadece 30 YTL’lik yevmiye için ortalama 16-18 saat çalışma ürünü, yarattıkları artı-değerlerin acımasızca sömürülerek patronların “kâr” hanesine yazılan, kaderleri patronlar ve onların düzeni tarafından tayin edilen 12 tonluk çelik levhalar altında ezilerek ölmek olan “özgür-köleler” proleterlerin görüntülenmeyen dramı; bir yanda alış-veriş için İtalya’ya seyahate gidip 500 ile 1500 Euro (asgari ücretin kaç katı siz hesaplayın) alış-veriş yaptıklarını gevrek-gevrek anlatan haramzade burjuvalar; bir başka yanda ise ipcambazı küçük-burjuvazinin lâz salataları yaşanıyor. (Ve düzenin merkezinde de her şeyi dinlemek için çırpınan “büyük birader” ve şurakası…)
Başta işçi sınıfı olmak üzere tabanda emekçi kitlelerin yaşam standardı hergün genişleyen yoksullaşmaya paralel olarak, yoksulluk sınırından açlık sınırına doğru gerilerken, Türkiye’yi TV kanalından kurtarmaya çalışan arkadaşlar, satışa geçince kıymeti kendinden menkûl “jakoben”lerimiz birdenbire çok köpürdüler. Bizler yaşama lâf salatalarının entel-dantel fantezilerinden değil, sınıflar mücadelesi nesnel gerçeğinden baktığımız için sonuç olarak, lastiğin şu ya da bu şekilde patlayacağını biliyorduk. Yanılmadık, haklı çıktık. İşçi sınıfı ile sadece kıymeti kendinden menkûl necip protokol sendikacıları aracılığıyla diyalog kuranlar, işçi sınıfının devrimci demokratik düşünce disiplini okulunu (ki bu bilimsel komünizmdir) görmemezlikten gelen ve böylece “resmi ideoloji”nin bir fraksiyonundan başka birşey olmadıklarını ortaya koyanların geldiği nokta doğrusu beni hiç şaşırtmadı…
Burjuva entelektüel ekonomist-gazeteciler arasında Hegelci diyalektiği bilerek kullandığı için bana göre özgün bir yeri olan Yiğit Bulut, sosyal-milliyetçi çıkışlı yazıları arasında ilginç bir çıkışta bulundu. Fakat “Kanaltürk” tragedyasından dolayı Yiğit Bulut-Tuncay Özkan-Mine Kırıkkanat geyik-dalaşması kıvraklığında bu “ifşaat” gargaraya geldi. Kendisinin her dem anti-emperyalist (ABD ve AB karşıtı) olduğunu (ama anti-kapitalist olmadan nasıl olacaksa) belirten ve BOP’a karşı olduğunu beyan ederken Türkiye’nin İzrael “stratejik”(!) müttefikliğini savunan (bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!) Bulut’un “Arap Emperyalizmi” keşfi…
Ekonomi tahlillerini dikkate değer bulduğum sayın Bulut, Tuncay Özkan ve şövalyelerinin icraatını “bizkacsafiz.com” olarak değerlendirirken, Özkan’ı Skoç köylülerini/serflerini aldatan Skoç feodal-aristokratlarına benzetiyordu. Bilindiği gibi Skoç aristokrasisi ne zaman İngiliz merkezi krallığından birşeyler kopartmaya kalksa, önce köylüleri gaza getirir sonra ayaklanma şantajı ile isteklerine nail olunca onları yüzüstü bırakırlar, zavallı köylülerin hakkına düşen ise öfkeli kralın onları kılıçtan geçirmesi olurdu. Skoçyalı Yiğit’in isabetli atışını ise karşılayan Özkan değil, ‘minnettine sual sorulmaz’ AB’liğinin Jeanne d’Arc’ı (azize) Kırıkkanat oldu. Ne de olsa Fransız burjuva “sosyalizm mektebi”nde tedrisat görmüş entelektüellerden olan, 2005 yılında “neo-barbarlar”ın taçizine maruz kaldığı için çok asabi fakat iyi bir gözlemci olduğunu bir kere daha ispat eden madam, “pırlantalı altın yüzük”ten işe girişince, ‘takke düştü piryantinli saçlar görüldü’; sonuçta herkes kendi limanına çekilmeyi uygun buldu. Küçük burjuvazi için her zaman ideal “modus vivendi”de bu olmuştur daima. Ama ben önemli siyasal noktanın üstünü kaşımaktan yanayım. Kırım “Arap” kanamalı kenesi tarafından ısırılmış…
Öncelikle en basit anlatımı ile “emperyalizm”in ne olduğuna bakalım. İlk öğrenim bilgileri düzeyinde “emperyalizm” nedir sorusuna şu cevap verilmektedir: “bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üstündeki iktisadi, askeri ve kültürel egemenliği” (Büyük Larousse). Siyaseti “es” geçen bunun için eksik bir anlatım olan bu anlatımı, bilimsel açıdan pek de doyurucu olmayan bu “resmî” cevabı, irdelemeye devam edelim…
Karl Marx’ın abidevi yapıtı Kapital’lerinin özellikle III. Cildi içinde tekelci kapitalizmin üretim güçleri, üretim ilişkileri, yeniden üretim ve yeni işbölümleri embriyonlarının özü ve açık anlatımları bulunmaktadır. (Diğer anlatımlar F.Engels’in Anti-Duhring’inde de yer almıştır.) Bunlara karşın “Emperyalizm” üzerine “ilk kitap İngiliz “sosyal-liberal” ekonomist J.A.Hobson’ın Emperyalizm, Bir İnceleme başlığıyla 1902’de, London’da yayımlanmış yapıtıdır” (N.Güvenç. Küreselleşme ve Türkiye. BDS yay.1998) Marx’ın cevherini iyi kavrayabilmiş, Hobson’un çalışmasını da göz önünde tutan Avusturyalı “Rudolf Hilferding’in 1905’te yazılmış ama yayımlanması 1910’u bulmuş Finans-Kapital:Kapitalist Gelişmenin En Yeni Aşaması Üstüne Bir İnceleme’si”(N.G.) ikinci yayımdır. Bilimsel komünist “emperyalizm” kuramı çalışmalarına kaynak sayılan, Gestapo tarafından katledilmiş olan Hilferding’in açıklayıcı sözü ile “malî-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar”. Bu söz kilitlerden biridir. İleride Türkiye-İzrael stratejik ortaklık palavrasını irdelerken “start” olacaktır. Konumuza dönersek, “Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi…(1913). Emperyalizmin Ekonomik Açıklamasına Yönelik Bir İnceleme… altbaşlığını taşıyan Luxemburg’un çalışması Marx’ın Kapital’de “eksik bıraktığı” dünya pazarları konusunu tamamlamak ve özellikle “kapitalist kriz” konusunu bir kurama bağlamak amacını güder… 1915’te Nikolay Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi incelemesi ile 1916’da yazılmış olan Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlığını taşıyan incelemesi yayımlanır(1917)… Karl Kautsky’nin 1914’de yayımlanmış Emperyalizm…başlıklı 14 sayfalık bir makalesi ile onun 1915’te yayımlanmış az bilinen Ulusal Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Topluluğu…”(N.G.) kitabı bulunmaktadır…
Genellikle burjuva (liberal, demokrat veya sosyalist) bilim çevreleri de dahil olmak üzere tartışmacılar Lenin’in Emperyalizm adlı kitabını bu konuda referans kabul ederler. Radikal bir kesim de haklı olarak Luxemburg’un günümüzde ciddi olarak gözönüne alınmasını önerdikleri Sermaye Birikimi adlı kitabını bu referansa eklerler. Bu arada görmemezlikten gelinerek haksızlığa uğrayan Buharin’dir. 1985 yılında Luxemburg’un Sermaye Birikimi (Alan Yay. 1986) adlı yapıtını türkçeye tercüme eden mütercim-yorumcu Tayfun Ertan, başarılı bir örnek çalışma olarak hazırladığı tanıtım yazısında konuyu broşür değerinde toparlamıştır. Onun da yazdığı üzere Buharin, Luxemburg’un hatasını yapıcı bir biçimde eleştirirken emperyalizmin tarihselliğini vurgulamasına katılmıştır. Ne ki günümüz gelişmeleri, Luxemburg’un (ve Buharin’in) öngörülerini doğrulamıştır…
Lenin ünlü Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Sol yay. Nisan 1977) kitabında şöyle yorumluyor: “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü eski kapitalizmin yerini, tekellerin egemen olduğu bir yenisinin alması, doğurduğu birçok sonuçlar arasında Borsanın önemini de azaltmıştır…(s.47)… Başka bir deyişle, eski kapitalizm, serbest rekabet kapitalizmi, mutlak ve vazgeçilmez düzenleyicisi Borsa ile birlikte, ortadan ebediyen kaybolmaktadır. Geçici bir dönemin belirtilerini taşıyan, serbest rekabet ve tekel karışımı yeni bir kapitalizm, onun yerini alıyor…(s.49)” [Lenin, Britanya emperyalist –MI6- ajanlarının ve onların “beyaz” işbirlikçileri zionistlerin -BUND ve SR- tezgâhladığı bir sûikast sonucu zehirlenmesi nedeniyle 21 Ocak 1924’de yaşama veda etmesinden beş yıl sonra, 29 Ekim 1929’da NewYork Borsası’nın iflâsı ile emperyalist tekelci kapitalist ekonomilerin nasıl allak-bullak olduğunu görseydi muhakkak yapıtını bir kere daha gözden geçirirdi. Hem de Buharin’in Emperyalizm kitabını esas alarak. Günümüzün yorumunu sonraya bırakıyorum.] Lenin’in kitabının özeti şu paragraftır: “Emperyalizm, tekellerin ve malî sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci plânda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”(s.108) Günümüzün son moda deyimle “konjonktürel” olarak doğrudur. Oysaki Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nin özellikle ‘Uluslararası Ödünçler’ ve ‘Himayeci Gümrük Vergileri ve Birikim’ bölümlerinde günümüzde dahi bizi derinden düşünmeye sevk edecek ekonomi-politik sonuçlar vardır. “Emperyalizm, sermaye birikiminin kendisine açık duran kapitalist-olmayan çevre için verdiği rekabetçi mücadelenin siyasal ifadesidir (s.342)… Emperyalizm, kapitalist-olmayan uygarlıklarının çöküşünü ne kadar şiddetli, acımasız ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirirse, kapitalist birikimin bindiği dalı da o kadar hızlı bir şekilde kesmektedir. Emperyalizm, kapitalizmin ömrünü uzatmanın tarihsel yöntemi olmakla birlikte, kapitalizmin çabuk bir şekilde sona erdirilmesinin de en emin yoludur.(s.343)” Lenin, Emperyalizm kitabında Hilferding, Hobson, Kautsky ve bazı Alman liberal ve demokrat ekonomistlerinden olumlu veya olumsuz uzun uzun bahsetmesine karşılık, Luxemburg’un kitabından bahsetmediği gibi, Buharin’in kitabını da kesinlikle görmemezlikten gelmiştir. Halbuki Buharin, Luxemburg’un yanlışını sergilediği gibi doğrularıda Kapital ufkundan Marx’ın yöntemselliğinde bakıldığında her iki yazardan daha doğru tanımlamaktadır. (Bugünden baktığımızda). Mütercim Tayfun Ertan, mükemmelen özetlediği yorumunda şöyle açıklamaktadır: “Bukharin, “emperyalizmin tarihsel gerekliliğinden” söz ederken, aynı Luxemburg gibi, kapitalizmin gerçekten de kapitalist-olmayan üretim biçimlerine gereksinme duyduğunu vurgulamaktadır. [bu vurgu Lenin’de yoktur.H.Ö] Ancak…Bukharin açısından emperyalizmin gerisindeki gerçek ekonomik neden, [Luxemburg’un iddia ettiği gibi.H.Ö.] pazar sorunu değil, sermayenin, kapitalizm dışı üretim biçimlerinin egemen olduğu ülkelerde daha fazla kâr elde etme olasılığı bulmasıdır. Emperyalizmin gerisindeki neden, artı-değerin, kapalı bir sistem içinde realize edilememesi[Luxemburg’un iddia ettiği gibi.H.Ö.] sorunu değil, kapitalist olmayan sistemlerde daha kârlı bir şekilde realize edilmesi olasılığının bulunmasıdır… Kâr haddini öne çıkartarak, eğer bir bunalım kuramı inşa edilecekse, bunun yeniden üretim kuramlarının varsayımlarla tıkalı mekanik yapısından değil, üretim sürecinin dinamik organik bütünlüğünden çıkartılması gerektiğine işaret etmektedir… Gerçekten de, üretim süreci, doğayla ilişkilerden tutun da, üst yapıya kadar uzanan, geniş bir analitik açıklama sahası açmaktadır önümüze. Ve emperyalizm gibi, ekonomik nitelikleri yanısıra kültürel-ideolojik ve siyasal boyutlar taşıyan bir konu, herhalde üretim süreci çerçevesinde daha akılcı bir şekilde ele alınabilir… (s.18-19)”
Bu kuramcıların ardından XX. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana tartışılan kapitalizmin sürekli buhranları kuramlarıdır. Sweezy, Lange ve Mandel, ‘ekonomi-politik’ açısından tekelci kapitalizmin emperyalizm dönemi üzerine ciddi çalışmalar vermiş batılı aydınlardır. Yoksa emperyalist ‘siyaset’ üzerine bende dahil eli kalem tutan herkes hipotezler ileriye sürmüşlerdir…
Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de İzrael bir “tabu”dur. İzrael’e yüklendiniz mi hemen “Holocaust Kültü” devreye sokulup, “6 milyon Yahudi masalı” anlatılmaya başlanıyor. Direnirseniz “anti-semit” damgası yersiniz. Ama İzrael’e muhabbet beslerseniz görünmeyen el size bütün kapıları açar. İstediğiniz kadar anti-ABD’ci ya da anti-ABci olun farketmez. Bunun için emperyalistleri sayanlar İzrael zionizminin emperyalizm olduğu atlamakta ihtimam gösterirler. Kendilerini kurtarmak için, hemen kaynağı Osmanlı İmparatorluğu’nun son günleri olan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın Yakın-Doğu cephesine olan Filistin’deki Briyanya-Arap-Osmanlı çatışmalarının ezberletilmiş “resmi” hikâyelerine götürürler. Türk burjuva laisist elitinin gizli “resmi ideoloji” olarak, kahvehane eğitimli “küçük adam”ın beynine nakşedilmiş “bizi arkadan vuran hain Araplar” edebiyatı devreye sokulur. Mürekkep yalamışının son keşfi “Arap Emperyalizmi” gibi. Bu “Kırım –Arap- kanamalı kene”si 1918’den beri yakamızı bırakmamaktadır…
Bu çok bilgiç “Arap Emperyalizmi” sözüne biraz iktisadi-siyasa, toplumsal-tarih bilgisi olan insanlar herhalde bir tarafları ile gülerler. Bu “Arap” Atlantik Okyanusu kıyıları Magrip’inden başlayıp Irak’a oradan Sudan’a kadar dağılmış, genelde Akdeniz halklarından müteşekkil bir Hami topluluğudur. Sami olan Tevrat’a bağlı Musevileri de Arap olarak saymak bence antropolojik olarak doğru olur. Yahudilik için aynı şey söz konusu değildir. Çünkü Talmud-Kabbala inançını Tevrat’a öncelleyen Yahudiler nerede ise bütün halkların arasına karışmışlardır. Bunların en militan kolu Kırım-Hazar-Karahitay/Çağatay-Türkik-Eşkenaz-zionistlerdir…
[Türkiye’de bilinçli olarak zionistler tarafından tezgâhlanan konspirasyonlardan biri de “Sabbataist”lik meselesidir. Özellikle emperyalist işbirlikçisi Emevi-İslâmın militan kolu olan Vahhabi çetesi içinden üfletilen kurgu ile “Sabbataist”ler Yahudi ve zionist olarak “kara propaganda”nın psikolojik baskısı altında bırakılmaktadır. Halbuki Sabbatay Cemaati Endülüs- Safarat Musevisidir. Ve Tevrat’ı öncellediği için özellikle anti-zionisttir. XVII. yüzyılda Sultan Mehmet “Avcı”nın itimatını kazanarak Müslüman olan Sabbatay Sevi efendinin yolunu devam ettirenler, bir cemaat mezhebi olarak örgütlenerek uzun bir süreç içinde Osmanlı Devlet-i-âli’si içinde itibar kazanmaya başlarlar. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Sabbatay Cemati’nden faydalanmak isteyen Osmanlı Kapıkulunun geleneksel “anti-Türk” siyaseti sonucu dıştalanmış Anadolu’ya göçmüş yahudi kökenli Türkik aristokratlar bazı tarikatlerin yanısıra Sabbatay Cemaati içine de sızmışlardır. XIX.yüzyıl sonlarında “zionizm”in teorize edilmesine paralel olarak özellikle Polonya-Romanya-Moldovya-Macaristan kanalı ile Osmanlı Devlet-i-âli’sine sızan Eşkenaziler –ki çoğu kendini Hıristiyan olarak tanıtmıştır- ile güç birliğine girişmişlerdir. Özellikle İttihat ve Terakki içinde güçlenen bu “birlik” ordu ve devlet bürokrasisi içinde kök salarak despot-aristokrat “derin devlet”in kurucuları haline gelmiştir. İlginçtir ki zionistler ilk olarak Filistinlileri değil, Anadolu’nun Ermeni çocuklarını “sözde” katletmişlerdir…]
Araplar içinde malî oligarşi oluşturup-oluşturmadığı tartışma götürür tek kolu Saûdi Arabia’nın Vahhabileridir. Bunlara “Müslüman”-zionu tarikatı demek daha doğrudur. Arapların içinde Marunîler gibi Hıristiyanlar, Şiiler ve Aleviler (özellikle Suriye) de bulunmaktadır. 1916-1918’de Vahhabiler ve Çerkez varlığından dolayı canciğer-kuzu sarması olduğumuz Ürdün’ün Haşimileri Britanya emperyalistleri ile işbirliği içinde Osmanlı Ordusunu arkadan vururken, Osmanlı Ordusu saflarındaki Arap askerlerin yüzdesekseni Filistinlilerden oluşmaktaydı. Filistinliler Osmanlı giderse başlarına ne geleceğini gayet iyi biliyorlardı. Zionistler de Britanya ordusu için casusluk faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu olayları Prof.M.Kemal Öke Türkiye’de Filistin üzerine ilk kapsamlı çalışma olan kitabı Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar’da belgeleriyle anlatmaktadır. Diğer taraftan Osmanlı hükümetleri Arap ülkelerinde hiçbir imar hareketinde bulunmadıkları gibi, Arap halklarının kendi feodalleri yanısıra pek çok Osmanlı paşası da sömürge valisi olarak ekstra haraç toplamış, zülum ve yağma yapmışlardı. Bu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir…
Türkiye-İzrael stratejik ortaklığını savunanlar sonuçta “artist” oluyorlar. Skoç Yiğitte artist olur umarım. Ama günümüzde Irak işgali hazırlayan, 1 milyon masum genç, ihtiyar, kadın, erkek, çocuk Iraklının katledilmesinden sorumlu olanların başında ABD’den sonra İzrael gelir. PKK gibi sosyal-faşist kontra terör örgütlerine lojistik eğitim sağlayanlar ardından da, anti-terör silâhları satarak ütopik küçük burjuvaları ahmak yerine koyan yine bu güçlerdir. Bu işbirlikçi halk-yurt-emek düşmanları istihbarat örgütlerine, medyaya, siyasal partilere, bürokrasiye, orduya, polise, sivil toplum örgütlerine, sendikalara, iş dünyasına, etnik ve dini yapılara kadar sızmayı başarmışlardır. Dünyanın neresinde olursa olsun uyuşturucu madde kaçakçılığının mafia çetelerinin bağlantılarının bir ucunun MOSSAD’a kadar uzanması benim “komplo teorim” değildir. Belgelenmiş gerçeklerdir. Görmek isteyenler için. Bugün bir şeriat –Talmud- devleti olan İzrael zionist devletinin Suriye ile pazarlığa oturması tamamen İzrael’in çevirdiği “kanlı ve iğrenç” provokasyon(kışkırtma) ve konspirasyon(fesat)ların artık son durağa gelmiş olmalarını bilmelerinden dolayıdır. Niçin?
Daha 1992’de yazmış olduğum Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda, yeni üretim güçlerinin inkişafı sonucu, yeni üretim ilişkileri ve yeniden üretimin doğurmuş olduğu yeni işbölümünden dolayı Dünyada küreselleşmeyi tamamlayan tekelci kapitalizmin emperyalist evresinin bir dönüşüm –bir anlamda yeniden yapılanma- noktasına geldiğini yazmıştım. Çünkü Avrupa –AB- bunun sinyallerini vermişti, buna er veya geç ABD’de uymak “zorundaydı”, şimdi ekonomik determinizmin siyasal perspektifinde o konuma geldi. 2009 yılbaşından sonra klasik ütopyaların raslantısal beyinleri sosyal-emperyalist prestroykayı Kautsky gibi “sosyalizm” olarak algılamayacağını umarım. Yeni emperyalist süreç “sosyal emperyalizm” olacak tezini ortaya atmıştım. Bunun da yeniden mandater- yeniden faşizm olarak uygulanacağını yıllardır yazıyorum. Küresel tekelci kapitalizm-emperyalizm; sosyal-emperyalizm olarak evrimleşirken ideolojik olarak piyasaya süreceği tek silâhı “milliyetçilik” güncelleşerek “sosyal-milliyetçilik” olarak tezgâha çıkacaktır. (Devlet Bahçeli ile bir prof. arasındaki MHP’deki iktidar kavgası aslında bunun işaretiydi, Bahçeli tepkisini yanlış olarak –çünkü tosuncuklarda entelektüel seviye nâkız- “türban”laşarak verdi. Sonra çark etti. Tornistanını tek silâhları olan demogojiyle kamufle etmeye çalıştı.) İşte bu değişim süreci içinde İzrael’in “kirli çamaşırları”nın ortaya çıkacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bunun için İzrael kendini sağlama almak zorunda. Bunun tek şartıda Arap burjuvazisiyle bir “Modus Vivendi” yaratmak. Irak’ta Baascı küçük-burjuvazinin direnişi hiç de umdukları gibi çıkmadı. İşler ters gidiyor, daha da gidecek 1967 sınırlarına çekilmeye bunun için gönüllüler. Koatik-kibernetik denetiminde tuttuğu Hamas’ında günleri sayılı. Çünkü daha Soğuk Savaş yıllarında CIA tezgâhı olan Dünya Anti-Komünist Ligi’nin faaliyetlerini incelediğimizde, İrangate skandalında, Afganistan, Bosna-Hersek, Kosova, Çeçenistan operasyonlarında MOSSAD’ın Saûdi Vahhabi işbirliği ortaya çıkıyor. Tam bir kontra-terör örgütlenmesi olan Hamas’ın liderlerinin bugün ABD’de dondurulmuş olan milyonlarca dolara varan ve “ne hikmet ise”, Allah’ın adını anıp dolara tapan Emevi-Vahhabi çetesinin işbirlikçilerinin sorgulanmayan bu serveti birden ilginç belgelerle sorgulanacak, benden söylemesi. “Para”ya ve “her türlü deliğe” tapan bu sapık Emevi-Vahhabiye çetelerinin yeni yapılanmada yeri yok. Çünkü yeni düşman “laik-komünistler” olacak!…
Yeni yapılanma kendini “Mayıs 68”de hazırladı, 1971’de denedi tezimi yineliyorum. Ben izlenimleri diyalektik-mantıkla “üç grub”a ayırmıyorum. Polyalektik yöntemle “dört grub”a ayırıyorum. Nedense, o hareketin içinden gelerek “Mayıs 68’in devrimci insanlarına ve onların devrimci ruhlarına saygı” göstermelerine karşın yenilgilerinin sebeplerini arayanlar hiç anılmamış. Ben bu gruptanım. Marx’ın Paris Komünü’ne desteği ve/fakat eleştirisi göz ardı ediliyor. Her siyasal hareketin en basit bakış açısı ile “tek” değil, “iki” yönü vardır: 1- Devrimci yönü ve onun karşı-devrimci yönü veya 2- Karşı-Devrimci yönü ve onun devrimci yönü. İşte bunu gözlemledikten sonra: a- düzenden yana muhazakârlar, b- “hakikat”(gerçek mi?) ahlakını benimseyenler, c- dönekler olarak ayırırsanız Aristocu kategorik mantık içinde batarsınız. Dikkat edilirse, “Mayıs’68” hikayesini yorumlayanların hiçbiri anarşist-öğrenci gençliği harekete geçiren ideolojik önderliğin “Marx-Mao-Marcuse” olarak sloganlaştırıldığına değinmiyor! Marx’ın yanında onun Komünist Manifesto’da “gerici komünizmler” bölümünde mahkûm ettiği “köylü komünizmi”nin ve bu tanıyı doğrulayan “anti-sovyetik, Rus sosyal emperyalizmi ve Sovyet İmparatorluğu” tezi ile 1974 sonrası ABD’nin bütün anti-komünist kontr-gerilla dökümanlarının gurusu olan “kadın düşmanı” Mao ve Marcuse. Pentagon-CIA’nın Soğuk Savaş’ın başında Orta Avrupa siyasal propaganda şefi olduğu kanıtlanmış adam. İpliği pazara çıkmış burjuva karşı-devrimci Frankfurt Okulu’nun gurusu. (Son kitabımda bu okulun üyelerinin ve ütopik küçük burjuvazimizin tapındığı çok ünlendirilmiş filozof bozuntularının CIA ve karşı-devrimci burjuva fesat yuvaları ile kaotik-kibernetik can-ciğer kuzu sarması ilişkileri Amerikalı demokrat ve –özellikle deşifre konularında başarılı çalışmaları olan Troçkist- devrimcilerin belgelerine dayanılarak teşhir edilmektedir. Ayrıca Yusuf Küpeli ağabeyimizin Mayıs’68’in bilinmeyen yüzünü açıklamak için kullandığı belgenin MI6 bağlantılarını anlatan tam tercümeside yapılmıştır.) Bu belgeler okunduğunda Fransız “Muhafazakâr”lar devrimci, devrim halisilasyonları gören anarşist Maocugillerin nasıl karşı-devrimci konuma düştüğünün hiç de “raslantısal” olmadığı görülmektedir. Evet, bunlar komplodur. Tam bir komplo. Burjuva azınlık diktatörlüğünün, çoğunluğu işçi sınıfından “özgür köle”liğin üzerinden artı-değerleri ilâlebet gasp etmesi için tezgâhlanmış sınıfsal tahakküm komplosu. Marx ve Marcuse, bu Marx’a yapılabilecek en büyük hakaretti. Hâlâ bu dangalaklığı sürdüren “avanak Avni”ler var. Bunları es geçin, İsveç’te bile 1980’lerde terk edilmiş burjuva yozlaştırması olan “serbest aşk”tan dem vurun, sizi gidi Freudik kasık ütopyacıları, sizi gidi raslantısal, duygusal entel-danteller…
Burada beni ne “saf” Skoçlar, ne de “romantik” Fransızlar ilgilendiriyor. Ben bir Türk olarak nesnel gerçeklik içinde çoğu Arap(Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Alevi, Yezidi, Asuri, vb.) kardeşlerim olan Yakın-Doğulular ile yaşıyorum. Onun için yazılarımda uzak diyarların “gurbet” melankolisinden uzak, yalın, hırçın ve kavgacı oluyor. Çünkü ben Paris-London (ya da İstanbul) asfaltlarının “yürümekle aşınmaz” ekolünden değil, sıcak (Türkiye ve Filistin) silâhlı mücadelenin (de facto) içinden geldim. Filistin halkının ekmeğini ve acılarını paylaştım. Bu kavgada düşmüş olan, siyasal perspektiflerine katılayım ya da katılmayayım yoldaşlarımızın sadece ahlâki değil, ilkesel sorumluluğunu da taşıyorum. Bu benim yaşamıma psiko-bio-enerji veren en büyük manevi güç. Her sabah aynaya baktığımda kendimle ve benim gibi olanlarla gurur duyuyorum. Etrafı kana boyadıktan ve 12 yıllar civarında mapusluktan sonra, hiçbir sorumluluk duyusu taşımadan özeleştiri yapmaksızın eleğini duvara asmışlara, pişman döneklere aynadaki suratlarına tükürmeyi öneriyorum…
Günümüzde burjuva medyasının birden Marx’ı (Engels’i yok sayarak) keşfetmesi ardından, pîrlerin dahiliklerini ispat eden bir üslupla “kitab-ı mukaddes” (Yeni Ahit-İncil’den sonra Dünyada en çok satan ve okunan) Komünist Manifesto’da belirttikleri gibi burjuva ideolojik çarpıtma taaruzuna geçerek (“Marx’ın ütopyası”-!- olarak) komünizmin bir “ütopya” olduğu kadim liberal karşı-devrimci tezlerini tekrar üflemeye başlamışlardır. Marx-Engels’in her türlü ütopya(hülya)ya savaş açmış olmasına karşılık, küçük burjuva romantiklerimizde aynı terennümü ağızlarına çoktandır dolamışlardı. Marx-Engels bize (işçi sınıfı ve yandaşlarına) asla “ütopya” öğütlemedi ama bize “hayal” kurmamızı, hayalsiz yaşamamamızı vasiyet ettiler. Bu devrimci ilkenin 1 numarasıdır! Hayal (imagine), insan aklının, faaliyetle başlayan bilgisinin ana kaynağıdır. Hayallerimiz bize otodinamik uzaysal-enerjiyi sağlar. Çünkü zaman ve mekândan insanın yabancılaşmaya karşı kendine dönük ilk ve doğal yüzüdürler. Buradan tasavvur(imagination)lar ortaya çıkar. Böylece fikir(idea)ler oluşur, olgunlaşır. Fikirlerin bileşkesi kavram(conception)ları türetmemiz için yaratıcılığımızı tetikler. Böylece kuram(theory) dediğimiz, eylemleri yönlendiren somut direktiflerin anahtarlarını elde ederiz. Hayallerimiz, somut durumların somut tahlillerinin izafi doğruluğunda beynimizi yöntemsel çalışmaya zorlar. Bütün bilimsel keşifler, hayal kaynağından doğmuş nesnel gerçeklerin bilim-teknik-sanat olgularıdır. Hayaller çağlar boyu entelegentsiaya kaynak olurken. Entelektüellere ise ütopya(hülya)lar kaynak olur. Ütopya, gerçekleştirilmesi “olanaksız”, zamandan ve mekandan soyutlanmış, egemen sınıf karakteri olan “ideal bir toplum” rüyasıdır. Aristo mantığının monoletik yüzeyselliğindeki bir “raslantısal” ufuk turudur. Köle sahiplerinin feylosofu Platon’un site-devleti, XVI.yüzyılda doğan mason spekülasyonundan ilham alan Katolik Kilisesi’nin imanlı kulu burjuva-mason Thomas More’un Ütopyası, biraderi Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi aynı burjuva “edebi” hülyalanmalarının ürünüdür. XIX.yüzyılda sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan burjuva ütopyacıları Saint-Simon, Owen, Fourier, Cabet burjuva sosyalizmlerinin sözcüleri olarak herbirinin sınıfsal yaklaşımı da farklıdır. Ama bunlar ütopyayı edebiyattan politik-ekonomiye doğru kaydırarak ayaklarını yere bastırmaya çalışmışlardır. Bunların arasına Augoste Comte’ta katılabilir. XX.yüzyılda Ernst Bloch, Karl Manheim gibi ütopyacı burjuva düşünürlerin yanısıra Aldous Huxley, George Orwell gibi karşı-ütopyacılarda ortaya çıkmıştır. Burjuvazi günümüzde ütopyacılığı futürizm adı altında okullaştırmıştır. “Think-tank”(Düşünce-deposu) adı verilen burjuva kurumlar gerçekte malî-oligarşinin çıkarları doğrultusunda “futurizm” ideolojisini işleyen sınıfsal yapılanmalardır. Bu nedenlerden dolayı, “Ütopya” ile Bilimsel Komünizm arasında uzlaşmaz çelişkiler vardır… İşçi sınıfının proletek devrimci demokrat mücadele silâhı Bilimsel Komünizmin ana insani kaynağı devrimci hayallerimizdir… Asla terk etmeyeceğiz. Kahrolsun ütopya, yaşasın hayal! “Tek Yol Devrim”…