2 Temmuz 2009 Perşembe

Marksist Siyaset ve Kürt Sorunu - İlhan Acar

Marksist Siyaset ve Kürt Sorunu

Kürt sorunu, içinde bulunduğumuz coğrafyada bir kez daha emperyalistlerin güç merkezleri oluşturma siyaseti bağlamında gündeme geldi ve Irak saldırısı ile doruk noktasına ulaştı. Bu durum, etnik kışkırtmanın emperyalist küresel hegemonya stratejisi içinde ne radar önemli bir araç olduğunu gözler önüne serdi. Artık, etnik sorunun her ele alınışında, bu nedenle çok tutarlı olmak ve bu tehlikeli kışkırtmayı sergilemek gerekiyor. Türkiye’de sol hareketi içinde bu soruna yaklaşım da o hareketin anti-emperyalist tavrı konusunda ayırt edici bir nitelik kazanıyor. Bu doğrultuda, bazı sol hareketlerin programı çerçevesinde Kürt sorunu için öne sürülen görüşler ve bunların kısa bir değerlendirmesinde yarar var. Ancak bunu yapmadan önce, işçi sınıfı bakış açısı onun mücadelesi açısından hala daha gündemden düşürülmeyen “ezilen halklar” olgusunun değerlendirilmesini Marksist açıdan bir kez daha ele almakta yarar var.

Marxizm, burjuvazinin eski düzene kıyasla çok daha yoğun, kapsamlı ve utanmaz bir sömürü düzenini içeriyor olmasına ve kökeni farklı olmasına karşın, yine de aynı “ulus” içinde yer alan halkların bir araya gelerek ulusal birlik oluşturmalarını destekledi. Bu durum, K. Marx ve F. Engels’in kendi döneminde karşılaştıkları Yahudi sorunu ve Slav ulusal hareketinde temel aldığı ilke oldu. K. Marx, Yahudilerin, Alman ulusundan, ayrıcalıklı bir kurtuluş istemelerini bencilce bir tavır olarak görüyor, Alman ulusunun, kendilerine takılan boyunduruğu layık görüp Yahudilerin kurtuluşuna sempati göstermeyeceğini söylüyordu.

1848 yılı başlarında Avrupa çapında büyük bir coşku ile karşılanan ve barış ve özgürlük dalgası estiren devrim, aynı şekilde Slav halklarını da içine alında, bu sefer, F. Engels, bunun ham bir hayal olduğunu, bir ulus niteliğini kazanacak bir halkın, bunu ancak bir tarihsel süreç içinde kanıtlanmış olmaları gerektiğini söyleyecek ve Slavların hiç bir zaman kendine özgü bir devletlerinin olamayacağını söyleyecekti. Aynı şekilde R. Luxemburg da, Lenin’in ulusların kaderini tayın hakkı ilkesinin tutarsız olduğunu söylerken, Ukrayna, Baltık ülke halklarının bağımsız ulus niteliğini kazanamayacağını, böyle bir ulus ortaya çıksa bile, bağımsız bir devlet niteliğini taşıyamayacağını ve eninde sonunda Alman militarizminin emrine girerek proletarya devletine potansiyel tehdit unsuru olacağını söylüyordu.

Aradan geçen uzun bir zaman içinde, K. Marx, F. Engels ve R. Luxemburg'un haklı çıktıkları görülüyor. Yahudiler, onca eziyet ve soykırıma tabi olmalarına karşın, ırkçı siyasetleri, onları siyonizmin batağından ve ABD’nin himayesinden kurtaramadı ve geleceği karanlık bir ülke olarak çözülme sürecine girmiş durumda. Polonya, Rusya ve Güney Slavları dışında Slav halkları veya Baltık ülkeleri, kimi yerde büyük devletlerin, kimi yerde sosyalist sistemin şemsiyesinde varlıklarını sürdürdükten sonra, şimdi Avrupa emperyalistlerinin kuyruğuna takılmış, NATO saldırganlığının kuyruğuna takılmış kraldan fazla kralcı niteliğinde, büyük devletlerin himayesi altında olmayı sürdürüyorlar.

Marxizm’in, ulus bağlamında karşı karşıya kaldıkları bir başka sorun, Doğu sorunu olarak bilinen ve gelişmiş ve devrimci sanayi proletaryasının yükselen sınıf hareketi döneminde, henüz feodal yapısını sürdürmekte olan Rusya, Osmanlılar, vs. gibi ülkelerdeki siyasi mücadele yöntemi ile ilgiliydi. Bu bağlamda, özellikle, Avrupa’ya yakın bir konumda olan ve buradaki sınıf hareketleri ile yakın ilişki içinde olan, öte yandan kendi içinde belirli bir sınıf hareketlerinin gözlenmekte olduğu Rusya ile ilgili olarak, her türlü olumlu duruma karşın K. Marx ve F. Engels, hiç bir zaman hayale kapılmamışlardı. Onlara göre, Rusya, kapitalizmi yaşamak zorundaydı ve bu kaçınılmaz bir durumdu. Ama Plehanov, buna daha pratik bir çözüm getirecekti: Rusya’da aşamalı bir devrim gerçekleştirilecekti. Proletarya, uyuşuk Rus burjuvazisinin feodaliteyi devirmesine yardım edebilirdi.

Lenin, Plehanov’un bu görüşünü daha da geliştirecekti. 20. Yüzyılın başında Rusya’da esas itibarı ile kapitalist üretim zaten hakim üretim niteliğini kazanmıştı. Ama yinede devrim, Plehanov’un dediği gibi, ilk önce feodalitenin yıkılmasını içeren demokratik devrim niteliğini taşıyacaktı.

Plehanov’un ortaya attığı, daha sonra da Lenin’in geliştirdiği demokratik devrim sloganı, bir daha gündemden düşmeyecek ve sürekli olarak sınıf hareketinin önüne bir engel niteliğinde sürülüp duracaktı. Burjuvazi devrim yapmış, kapitalist sistem kurulmuş da olsa burjuva demokrasisi tam olarak yerleşmemişti. Örneğin, Türkiye’nin doğusunda hala daha feodalite vardı. Gerilla mücadelesine katılan diğer örgütlerin yaptığı gibi, PKK da feodaliteye karşı mücadele bayrağı açtı. 1979 yılında yapılan PKK kongresinde alınan kararlar arasında silahlı mücadele ve silahlı eğitim için örgütlenme kararları alındı. Aynı yıl doğuda toprak ağası M. Celal Bucak’a saldırdı.

Aşamalı devrim ve demokratik devrime verilen öncelik, işçi sınıfının siyasi hareketine büyük bir zarar verirken, aynı zamanda onun ideolojik mücadelesi için de çok ciddi bir engel olarak ortaya çıkar. Demokrasi için mücadele, sosyalist demokrasi için değil, ama burjuva demokrasisi için yapılan mücadeledir. Bir kere demokrasi içim mücadele meşru kılındıktan sonra, bu zımnen burjuva demokrasisinin genişletilebilir, sınırları kaldırılabilir bir nitelik taşıdığı anlamına gelir. O halde, sosyalizm için mücadele etmeye, illa sosyalist demokrasiyi kurmak için proletarya diktatörlüğünü kurmaya gerek yoktur. Nasıl olsa, demokratik mücadele meşrulaştırılmıştır ve demokratik özgürlüklerin sağlanması ile amaç hasıl olacaktır.

Görüldüğü gibi, bu gerçekte demokratik mücadelenin meşrulaştırılması değil, ama burjuva demokrasisinin meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

Lenin, çok haklı olarak Rusya’da burjuva devrimini yapan ve burjuvazinin önünü açın Rus proletaryası için yeni hedefler belirlenmesi gerektiğini görüyordu. Şubat burjuva devriminden sonra, proletaryanın burjuvazinin projesine katılmasını bekleyemezdi. Bundan sonra, Nisan Tezleri ile proletaryaya sosyalist devrim hedefi gösterdi. Nisan Tezleri ile sosyalist devrim için proletaryanın önüne koyduğu sosyalist devrim tezi, çok geçmeden Devlet ve Devrim ile ana hatlarını ortaya koyduğu proletarya devleti modelini ortaya attı. Bu model, artık bir burjuva devleti niteliğini kazanmış Çarlık devletini olduğu gibi koruyup, onu ters yüz ederek çok kısa bir zaman aralığı sonrasında bu sefer proletarya devleti haline getirmek olacaktı. Tabii, çok kısa bir zaman aralığı içinde bir Çarlık devlet aygıtının ilk önce burjuva devlet aygıtı yapmak, hemen sonrasında da ona proletarya devleti gömleğini giydirmek mümkün olmayacaktı. Olmadığı da epey zaman sonra ortaya çıktı. Ama hiç kuşkusuz, bütün bunlar, K. Marx ve F. Engels’in bir zamanlar ileri sürdüğü gibi, Rusya’nın kapitalist gelişme sürecini tamamlayamamış olması ile, buna karşı Plehanov’un getirdiği getirilen aşamalı devrim ile bağlantılıydı.

Bütün bu söylenenler, enternasyonal sınıf hareketinin tıkandığı ve kendisine bir çıkış yolu arayan uluslararası emperyalizmin çok iyi değerlendirdiği ve politikalarını temellendirdiği bunalım noktalarını oluşturuyor.

Emperyalizm, günümüzde, dünya çapında egemenliğini sürdürmek için seferber ettiği tüm gücü ile, dünya devrimci hareketinin bunalımlarını işliyor ve değerlendiriyor.

Uluslararası sermayenin dünya çapında egemenliğini sürdürmek için önemli bir araç haline gelen etkin kışkırtma da, dünya devrimci hareketinin tıkandığı noktalarda hayat buluyor.

Kürt sorunu bağlamında etnik köken, ezilen halklar, vs. gibi nasıl tanımlanırsa tanımlansın, gündeme gelen sorunlar; özünde uluslararası sermayenin bu topyekün saldırısı koşullarında ele alınması gereken, oldukça hassas bir sorun.

Türk solunun kafasında alabildiğine bulanıklaşmış durumda. Bu sorunun bütünü ile ele alındığı bir tartışma içinde dile getirilenler bunun çok açık örneği niteliğinde: Hem Kürt halkının kurtuluşu için ulusal mücadelesi mümkün olabilir; hem ulusal mücadele, ancak bir sosyalist hareket içinde yapılabilir; ayrılıkçı PKK bir taraftan devrimci niteliğini kaybetmeksizin, aynı zamanda yakın dönemde izlediği siyaseti ile sağa kaymıştır yargısına varılırsa; Kürt halkının anti-feodal mücadelesi, her ne kadar Kürt feodalleri, iyi eğitim görmüş bir sonraki nesil aracılığı ile burjuva sınıfına dönüşmüş olsa bile meşru, kabul görmüş ve geçerli niteliğini koruyabilmektedir denilirse; ulusal sorunun kapitalist sistemde hem çözümsüz olduğu açıktır; ama buna karşın T. Özal gibi liberal burjuvazi ve onun tabanını oluşturan Tüsiad gibi burjuva kuruluşları, Kürt halkı için en ideal çözümleri sağlayabilmektedir denilirse; Türk burjuvazisinin (kendisini hedef alan Kürt Marksistlerin silahlı mücadeleyi seçmesine karşın) askeri çözümü seçmesi, onun ulusal soruna karşı çözümsüz tavrını sergilemektedir denilirse; emperyalistlerin küresel hegemonya doğrultusunda aralarında etnik sorunların da yer aldığı dünya çapında bu amaçları için olabilecek her fırsatı sonuna kadar değerlendirdiği bir ortamda Kürt sorunu ile adeta derin bir kararsızlık içindeydiler ve çözümün ne olacağını Türk burjuvazisine bırakmışlardı denilirse; Kürt halkının bugün tipik bir ulus sürecinde gözlemlenen yaygın bir dili, kültürü, kendi burjuvazisinin gelişmemesi ve bunun somut var oluş koşulları bir yana, esas olarak uzun süren baskı rejiminden kaynaklanmıştır, vs. vs. denilirse, işin içinden iyice çıkılmaz.

Yukarıda sayılanların tümü, sınıf mücadelesi ve sınıf partisi stratejileri için temel olan sorunlar ve bu bakımdan hepsi de çok önemli. Sol hareketin ulusal düzeyde yürüteceği sınıf konumunu özgün bir biçimde sergileyebilmesi ve hedef aldığı kitlelere bu sınıf tavrına ilişkin net ve kendi sınıf konumuna uygun tavrını net bir biçimde aktarabilmesi hayati öneme sahip. Öteden beri, azgelişmişlik sıkıntısı çeken Türkiye'de yoksulluk, fakirlik, ezilmişlik, horlanmışlık, vs. gibi söylemleri bir kenara bırakıp popülist yaklaşım tuzağına düşmeksizin emek sermaye çelişkisi doğrultusunda işçi sınıfı davasını sürdürebilmesi çok önemli.

Ulusal sorun bağlamında, yukarıda özetlenen çelişkili tavırlar ile yansıdığı gibi, gösterilecek en küçük bir tereddüt, bulanıklık ve çekince, Türkiye gibi sol söylemde çok yaygın kafa karışıklığının yaşandığı bir ortamda kitleleri yanlış yönlendirebilir, sol hareketin özgün Marksist konumunu zedeleyebilir. Hareket içinde işçi sınıfının sınıfsal mücadelesi yanı sıra, buna yakın gibi görünen, ama gerçekte onu yolundan saptıracak anlayışların filizlenmesine yol açabilir. İşçi sınıfının kendi kurtuluşu ile birlikte geniş emekçi kesimler, köylüler, yoksul halklar, vs. davası bu emekçi kesimlerin işçi sınıfı davasında olan inancını sarsabilir ve ona katılmalarını engelleyebilir.

Sosyalizm (komünizm), bizatihi işçi sınıfının davasıdır. İşçi sınıfının kurtuluşu, aynı zamanda diğer emekçi kesimlerin kurtuluşu olacaktır. Bunun bir başka şekilde düşünülmesi mümkün değildir. Hiç bir sınıfın bir başka sınıf yararına mücadele etmesi beklenemez. İşçi sınıfı, tam bir bencillikle tümüyle kendi sınıf çıkarları için mücadele eder. Ama, onun kurtuluşu, aynı zamanda burjuvazi dışında toplumdaki diğer sınıf ve tabakaların da kurtuluşu anlamına gelecektir.

Başta da söylendiği gibi, Marxizm, toplumsal ilişkilerde sınıflar arası ortaklığı değil zıtlığı esas alır. Marxizm, sınıflar arasında ortak çıkar tezini reddeder.

Sınıfsal tavır denildiğinde söylenmek istenen budur. İşçi sınıfının aynı zamanda kendisi dışındaki emekçi kesimlerin çıkarlarını da koruyacağı mesajının vermesi kadar yanlış bir tutum olamaz. Esnafa, zanaatkara, memura, köylülere, vs. işçi sınıfı partisinin kendi menfaatlerini koruyacağını söylemek kadar yanlış bir tutum olamaz. Proletarya devletinde işyeri sahibi esnaf, toprağı olan köylü, hakim sınıflara hizmet karşılığı kendisine imtiyazlar sağlanan memurlar olmayacaktır. Yeni toplumda kaçınılmaz olarak gerekecek bütün bu hizmetler, sanayi kesiminde çalışan bir işçiden hiçbir farklılığı olmayan hizmet, tarım ve devlet işçisi ile verilecektir. Bir başka deyişle, esnaflık, memurluk ve köylülük tasfiye edilecektir. Bir burjuva devletinde, burjuva egemenliğinin bekçisi niteliğindeki memurların bu statüsü tümüyle bir sanayi, hizmet veya tarım işçisine has statü kazandırılacaktır.

Benzer şekilde, toplumu oluşturan çeşitli ulus, halk ve etnik gruplara kendi sınıfsal geleceklerinin işçi sınıfının geleceğinde olduğu mesajının iletilmesi gerekiyor; ama yukarıda anlatılanlar, bunun yapılmadığını ortaya koyuyor.

Marksistler, ulusal kurtuluş hareketlerini destekler; ama bu desteğin zamanı ve zemini vardır. Ulusal mücadele, işçi sınıfı partisi programı içinde yer alıyor olabilir; bu durum tümüyle işçi sınıfının burjuvazi ile mücadelesinde temel olan emek sermaye çelişkisi yanı sıra, demokrasi ve insan hakları için, işçi sınıfının nihai hedefinde yönelik yürütülür ve bu herhangi bir özel durum yaratmaz. Mücadele, bizde olduğu gibi, farklı bir siyasi parti içinde yapılıyorsa, iki durum söz konusu olabilir; ulusal kurtuluş ve demokrasi için mücadelenin temel olduğu feodal yapıda, sınıf partisi, bu parti ile ittifak yapar; ama yok bizdeki gibi olduğunda bu harekete yakınlık gösterir; kimi zaman ortak davranır; ama her iki durumda da ona karşı siyasi tavrını koyar. Tek farkla ki, faşizm döneminde – bu yakınlık demokrasi için mücadele doğrultusunda yukarıda belirtilen ittifak durumundan farklı olarak bir ortak cephe içinde işbirliğine dönüşür.

Yukarıda belirtilen ayrımların ortaya konması açısından, Kürt hareketinin başlangıçta devrimci nitelik taşıdığı, ama zamanla bu niteliğini kaybederek sağa kaydığı değerlendirmesi, en başta sınıfsal tavır olarak yanlıştır. Başlangıçta, 1960'lara varan süreçte harekete kaynaklık eden görüş, Türkiye'de hakim yapının feodal-mütegalibe olduğu ve buna karşı ulusal kurtuluş mücadelesi yapılması gerektiği idi. Bu çizgi, işçi sınıfı hareketi dışında olan ve bir zamanlar çok geniş bir taraftar kitlesine sahip Mao'culuğa kadar uzanan geniş bir kesimin küçük ayrıntılarla ortak paydasını oluşturmaktaydı. Bu görüş, her ne kadar mevcut düzene aykırı görünüyor ve bu görüş doğrultusunda en "sol" nitelenebilecek uç mücadele biçimleri öneriliyor idiyse de, sonuçta hakim ideolojini karşısına almaması açısından, o günün koşullarına göre devrimci nitelik taşımıyordu. 1980 yıllarına kadar yasal düzeyde sürdürülen ve kaçınılmaz olarak gerileyen bu hareketin bundan sonra alacağı biçim de var olmak ve ayakta kalabilmek için gideceği son uğrak olacaktı. Bu uğrağın yenilgisini öteden beri var olan ve artık kendinden öncekilere göre daha somut bir temeli olan Kürt hareketinin yükselişi izledi. Ama bu somut özelliği, onun izlediği siyasetlerin doğruluğu anlamına gelmez; çünkü 1960'lı yıllardan itibaren feodalite, Türkiye'de hızla çözülme sürecine girdi ve bu nedenle ulusal mücadele perspektifi o ölçüde zayıfladı. Marksistler için ulusal mücadele, ancak feodal ilişkilerin hakim olduğu koşullarda devrimci nitelik taşır. Bu bağlamda, Kürt hareketi – benim bildiğim kadarı ile çizgisinden hiç sapma göstermedi. Çünkü artık silahlı mücadeleye kalkışmaya başladığı andan itibaren dönüşümü gerçekleştirecek dinamikleri kaybetmişti zaten. Bu cephede değişen bir şey yok gerçekte, asıl değişen, atık Tüsiad'ın programını yürürlüğe sokabilen burjuvazide ve böyle oldukça da Kürt silahlı hareketi daha öncekine kıyasla iyice temelsiz kaldı.

Osmanlı, Kürt bölgesini tümüyle feodal ağaların hakimiyetine bırakarak yönetmeyi seçmişti. Kuşkusuz, bu açıdan Kürtler, kendisi gibi çok sayıdaki bir başka etnik grup veya halktan farklı değildi Osmanlı için. Ama ne kadar ceberut yönetim olsa bile, feodal ilişkiler içinde de zamanla kendi bağımsız sınıfsal çıkarlarını merkezi egemen sınıfa karşı koruyacak feodal Kürt beylikler oluşmuş olmalı ki, M. Kemal, bu feodal beylerle el ele kurtuluş savaşını yapmıştı. Burada, feodalitenin dağılış sürecinin Osmanlı'da başlamış olduğunu görüyoruz. Kurulan cumhuriyet meclisindeki çok sayıda üyeleri ile burjuva devrimine katıldılar. Ama bu dağılış süreci, ancak sanayi burjuvazisinin kendisini tek başına iktidarda bulduğu 1965 sonrasında kadar tamamlanamamıştı. Liberal olarak nitelenen CHP sonrası DP parti taraftarları içinde de feodal beyler yer almaktaydı.

M. Kemal'in Doğu bölgesi için otonom bir yapı düşündüğü söylenir. Ama, daha önce de belirttiği gibi, Türkiye cumhuriyetinin kuruluşu, bir tarafta yüz yıllar boyu süregelen bir feodal imparatorluğunun yerini alacak bir cumhuriyet örgütlenmesi yanı sıra, aynı zamanda emperyalizmin tüm İslam dünyasını hedef alan çok yönlü sömürgeci stratejiler çerçevesinde belirlenecekti. Bu stratejiler arasında, uzunca bir dönemdir süregelen Balkanlaştırma stratejisi doğrultusuna ülkenin Batı sınırlarının oluşturulması, doğuda proletarya devletinin ortaya çıkması ile birlikte, tüm kapitalist sistem için belirleyici nitelik taşıyacak bir güvenilir bir sınır oluşturulması, öte yandan zengin petrol yataklarının yer aldığı güney sınırlarının çizilmesi, bu bağlamda Osmanlı ideolojisi ve İslam birliğinin çözülmesi için hilafetin kaldırılması gibi çok temel hususlar yer almaktaydı.

Öyle anlaşılıyor ki, böylesine karmaşık bir labirent içinde çözüm bir anda ortaya çıkartılamamıştı ve Lozan Anlaşması, önemli ölçüde çözüm getirmesine karşın, tam bir sonuç niteliğini taşıyamıyordu. “Şeyh Sait İsyanı” ile sonlandırılan süreç ile, doğuda otonomi, Musul sorunu, Ermenistan Sorunu, Kürt Sorunu (hatta Hatay sorunu) konularında ancak sonuç elde edilebilmiş görünüyor 1925 yılı Şeyh Sait isyanı bu süreci sonrası getirilen Takrir_i Sükun ile tamamlıyor. Sınırlar çiziliyor, Musul Misak_ı Milli sınırları dışında kalıyor, üniter devlet modeli oluşturuluyor, ülkenin batısında tüm demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırılıyor ve tek parti despot rejimi ile her şey bir oldu bittiye getirilerek üzeri örtülüyor. Musul petrolleri karşılığı verilen bir güvence! Kuşkusuz, bu yavan bir yaklaşım; bunu söylemek ancak Türkiye Cumhuriyetini yeniden yazacak bir tarihi araştırma sürecini gerektiriyor.

Cumhuriyetin kurulması ve sonrasındaki gelişmeler, Cumhuriyet tarihi ile ilgili pek çok konuda olduğu gibi, 1960 öncesi Kürt sorunu tam bir tabular arasında. Şeyh Sait isyanı sonrasında, Kürt halkı arasında bir-iki kıpırdanış dışında süreç, feodal ağaların burjuvalaşması ile çözümlendi ve bir bakıma sorun ulus, yada halk değil ama etnik düzeye indirgendi. Çünkü feodaliteye karşı Kürt halkının öncülüğünü yapan Kürt burjuvazisi, Türk burjuvazisi ile çıkar birliği yaptı. Bunu engelleyen hiç bir şey yoktu. Kürt ve Türk halkları, en azından altı yüz yıllık Osmanlı altında tam bir beraberlik ve iç içelik içinde yaşamıştı. Aynı din ve mezhep ilişkisinin yanı sıra, Osmanlı hanedanlığının sui generis kozmopolit yapısından kaynaklanan bir anlayış gereği, her iki halk da bir arada yaşamıştı. Denebilir ki, hanedan gözünde Türk halkı ne denli gözde yada gözden çıkartılmış ise, Kürtler için de aynı durum söz konusu olmuştu. Osmanlı, Batılılardan farklı olarak merkezi feodalite niteliği taşıyordu. Asya tipi üretim tarzı görüşlerine kaynaklık eden bu durum, Türk uluslaşma sürecini çok kolaylaştırmıştı. Zira Osmanlı’da, Batıda olduğundan farklı olarak, aynı veya yakın ulustan olan halkların ayrı ayrı kent derebeylikleri biçiminde oluşmuş dağınık bir yapı yoktu. Asya tipi üretim tarzına özgü olduğu ileri sürülen bu tür feodalite, Asyatik feodal üretim tarzına karşılık geliyordu. Bu tür üretim tarzında, doğal kaynaklar ve iklim koşullarının yeterli olmayışı nedeniyle, bu olanakların merkezi bir yapı içinde sağlandığı güçlü bir merkezin varlığını gerektiriyordu. Bu merkezi ve aynı zamanda kendine yeterli yapı, bir bakıma kapitalist gelişmeye yol açacak dinamikleri içermiyordu. Asyatik üretim tarzına uygun oluşumlar içinde yer alan Osmanlı gibi, Çin, Japon, Kore, Vietnam, vs. hanedanlıkları da çağlar boyunca bu merkezi feodal yapıyı korumuşlar, bu yapı içine yer alan farklı halklar uzun bir tarihsel süreç içinde ortak bir geçmişi paylaşmış oluyorlardı.

Bu durum, günümüze kadar Kürt halkı için ayırt edici unsurların kendine özgü tarihi, coğrafi ve etnik etkilerle oluşmamasını da açıklamaktadır. Ne var ki, Cumhuriyet döneminde kapitalizmin eşitsiz gelişme yasaları, Kürt halkının yoğun bir biçimde yaşadığı doğu bölgelerinin, batıya kıyasla geri kalmasına, fakirlik ve yoksulluğun bu bölgelerde daha yoğun bir biçimde yaşanmasına yol açar. Bu durum, geleneksel aşiret yapısından kaynaklanan etkilerle bir araya geldiğinde, ülkenin batısı ile doğusu arasında yaşayanlar arasında belirgin bir gelir farklılığına yol açar. Merkezi hükümet, bu eşitsiz gelişmeyi bir ölçüde giderecek toprak reformu gibi radikal önlemler almaya sevk edecek basiret sahibi olmadığı gibi, bunun kapitalist işleyiş içinde hayata geçirilmesi de pek olası değildir. Çünkü bölgeye özgü geleneksel feodal yapı, çoktan kapitalist gelişme sürecine uyum göstermiştir. Doğu ve güneydoğu bölgelerinde çok geniş tarımsal alanlara sahip olan feodaller, gerçekte uzun bir zamandan beri kapitalist dönüşümü gerçekleştirmiş, hatta bölgeden ayrılmışlar ve metropollere yerleşerek Türk burjuvazisi ile kader birliği yapmışlardır. Osmanlı döneminde padişah ile işbirliği içinde olan feodal ağalar, yeni dönemde de Türk burjuvazisi ile birlikte hakim sınıfı oluşturmaktadırlar.

Kürt halkının feodaliteye karşı mücadelesinin olabilirliği ve meşruiyeti ileri sürüldüğünde, bunun haklılığı sırf iyi niyetli bir mücadele olduğuna bakılarak değil, ama somut temelinin olup olmaması ile bağlantılıdır. Feodal ağalar burjuvalaşmış olduğu için, anti-feodal mücadele, burjuvalaşmış feodaliteye yönlendirilemiyor olduğu söyleniyor. Bu pek açık bir anlatım olmasa da, bundan eğer feodaliteye karşı mücadele burjuvaziye yönetilemez anlamı çıkıyorsa, o zaman mesaj yerine ulaşmış demektir. Feodal mücadele içinde burjuvaziye verilen mesaj dışında, bu mesajın tersten okunduğunda bu sefer mesajı verenler için bir ders olduğunu görmek gerek. Bu ders de, açıkça feodalite yoksa, anti-feodal mücadelenin söz konusu olamayacağıdır.

Feodalite bağlamında aynı ölçüde şaşkınlık yaratan bir başka endişe kaynağı da, burjuvazinin Türkiye’nin doğu bölgelerinde feodal ilişkilerin tasfiye edilmesine yönelik önlemler almaya başladığı, bunun Kürt halkının radikal dönüşüm için anti-feodal mücadelesine engel oluşturacağı kaygılarıdır. Belli ki, anti-feodal mücadele

Dördüncüsü, T. Özal ve Tüsiad'ın Kürt halkı ve demokrasi konusunda projesi ve çarşaf çarşaf verdiği ilanlar, ulusal sorunun konuşmacının dediği gibi, "sosyalist devlet örgütlenmesine" ertelenmeyebileceği, gerçekte de sosyalizm için mücadelede bir ara durak olarak, yani toplumsal devrimci güçlerin sınıf mücadelesinde vardığı bir aşamada burjuvaziyi bu tür bir önlem almaya zorlayabilecektir ve nitekim, son zamanlarda bütün olup bitenler de bundan başka bir şey değildir. Burjuvazi, Kürt devricilerinin elindeki silahları tek tek alıyor. Alabilir de. Şimdi yapılanların çok ötesine giderek burjuvaziye Kürt gerçeğinden korkmamaları, T. Özal veya Tüsiad'ın önerdiklerinden çok daha radikal önlemler alınabileceğini söyleyenler çok sıklıkla görülmeye başlandı.

Kuşkusuz, feodalite üzerinde bu denli körü-körüne durmak ve bu mücadeleyi hala daha gündemde tutmaya çalışmanın belki de akla yatan tek bir nedeni var. Feodalite, eğer varsa, günümüz koşullarında kesinlikle kabul edilemez bir olgu. Böyle olduğu için de, ona karşı silahlı mücadele dahil, her türlü mücadele biçimi meşru kabul edilebilir. Bu durum, silahlı mücadelenin radikal kesimler için içerdiği sakıncalara karşı bir mazeret görüntüsü sağlayabilir ve silahlı mücadele veren PKK’nın dışlanmaması sağlanabilir.

Kuşkusuz, proletarya diktatörlüğünün bile iyice tartışıldığı günümüzde, silahlı mücadele veren, kır ve kent gerilla taktiklerini uygulayan hiç bir örgütün meşru kabul edilemeyeceği açık. Ancak, PKK söz konusu edildiğinde, silahlı mücadelenin kaçınılmazlığı iki nedenden kaynaklanıyor. Birincisi, PKK örgütlenmesinin ve varlığını sürdürmesinin temel aracı silahlı mücadele. Bunun dışında ideolojik veya siyasi mücadele yürütmesi olanağı yok. Bu şimdi imkansız değil, ama başından beri goşizm kaynaklı hareketlerin böyle bir şansı olmadı. Kendilerine hiç bir zaman bu yolu seçmediler. Çünkü, özü itibarı ile, böyle bir ideolojik silahla kuşanmalarına imkan verecek ideoloji yok ortada. Siyasi mücadele ise, hiç onların harcı değil. Siyasi mücadele olarak bütün yaptıkları, işçi sınıfı siyasi partilerini basmak, onların siyasetine her türlü engel çıkartmak.

İkinci neden, daha temel bir durum ile ilgili. Günümüzde, ezilen halkların mücadelesi, vs. ile ilgili özgün bir diyalektik süreç yok. Böyle bir sürecin olmayışı, onunla bağlantılı ideolojik bir tavır almayı mümkün kılmıyor. Ezilen halklar var, ama bu kapitalist sömürünün bir parçası. Bugün Kürt halkına takılan boyunduruk, bir başka biçimde, kendini aynı şekilde Türkiye’nin doğusunda yaşayan Türk kökenli haklara da uygulanıyor. Karadeniz’de Orta Anadolu’da ve Türkiye’nin daha bir çok yöresinde yaşayan insanların boynuna takılıyor. Türkiye’de Kürt halkına baskı yapıldı, yerinden yurtlarından edildi. Irak’ta Halepçe’de soykırıma uğradı. Bunlar doğru. Ama, Türk halkı da başta işçi sınıfı ve onun ideolojik ve siyasi mücadelesini sürdürenler, daha Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana baskı, zülüm ve yıldırmaya tabi tutuldular. Cumhuriyetin kuruluşuna katılmak için yola çıkan 15’ler Karadeniz’in sularına gömüldü. Takrir_i Sükun kanunu ile bütün hak ve özgürlükler yok edildi. İşçi sınıfı, çok uzun yıllar boyunca sendikal haklarından yoksun bırakıldı. Yüzlerce, binlerce genç, işçi, aydın öldürüldü. Cumhuriyetin derin devleti, masum insanları kılını kıpırdatmadan işkence yaparak ölüme gönderdi. Zonguldak’ta yerin yedi kat altında havasız ortamda çalışan maden işçileri haklarını istediğinde, tabur tabur asker gönderildi, işçilerin üzerine asker kurşunu sıkıldı.

Türkiye’de alevi yurttaşlar, uzun yıllar farklı mezhepten oldukları için yıllar boyu toplum dışı tutuldular. Cumhuriyet hükümeti, aynı uygulamayı sürdürdü. Sırf inançları ve radikal düşünceleri nedeniyle Adıyaman’a faşistler kitlesel katliama varan saldırılar yaptılar. Gericiler, Sivas’ta onlarca aydını diri diri yaktılar.

Kürtlerin boynuna feodalitenin değil, burjuvazinin taktığı boyunduruk, aynı şekilde tüm işçiler ve emekçi halkların boynuna takılmış. Irkçılık, baskı rejimi ve faşizm; bunlar burjuvazinin dini. Farklı ulustan, farklı dinden olan insanlar arasında ayrım: bunlar da burjuvazinin egemenliğinin birer araçları. Ezilen halkların mücadelesi, bu nedenle anti-kapitalist süreçten özgün ve ayrı değil.

Ama ne yazık ki, çağdaş ve özgün bir sürecin parçası haline getirilmiş durumda: Emperyalizm, artık uluslararası düzeyde her bir köşesine hakim olmak istediği dünyanın dört bir yanında etnik kışkırtmayı bir araç olarak kullanıyor. K. Marx’ın sesine kulak verilirse, Kürtlerin yoldaşları Türklerin boynuna takılan boyunduruğu görmeyip, sadece kendilerine takılan boyunduruğu görmeleri hiç de sevimli değil.

Çok kısa özetle bir kez daha tarihsel sürece dönmek gerekiyor: Burjuvazi esas olarak dünyada hızlı bir ekonomik bunalımın da yarattığı endişeden hareket ederek ülke içindeki radikal gelişmeler nedeniyle önlem almaya yöneldi ve tümüyle kendi istihbaratı ve denetimi altında genç kesim içinde ırkçı ve şovenist dürtülerle kışkırtılmış kesimleri daha önceleri de olduğu gibi, bir kere daha demokrat ve sosyalistlerin üzerine sürdü. Bu kuşkusuz burjuvazi için yanlış bir tercihti, ama onun asıl korkusu içteki değil, dıştaki gelişmeler ve özellikle de soğuk savaşın sona ermesi idi. Soğuk savaş siyaseti kolaydı, ama yumuşama dönemi Türk burjuvazisi için adeta kabus gibiydi.

Şovenist söylem ve uygulamalar, Özal siyasetleri ile birlikte bir anda bıçak gibi kesilmedi, bir önceki döneme özgü siyasetleri yürütenler, Özal siyasetine karşı üstün gelmeyi becerdiler. Uzun yıllar sol harekette anarşist eğilimleri besleyen unsur olarak var olagelen ırkçı ve şovenist siyasetler, Özal gibi burjuvazi adına gerçekten tutarlı bir anlayışın bile üstesinden gelemeyecek derecede kök salmıştı.[1] Ama bunda, Gladio tipi, soğuk savaş dönemine özgü örgütlenmelerin büyük bir etkisi olduğunu söylemek gerekiyor. Ama bunun geçici döneme özgü olduğunu görmek gerekti. Neden mi? Çünkü, F. Engels'in dediği gibi Bonapartizm (19. yüzyıl faşizmi) burjuvazinin dinidir; ne zaman içine bir korku düşse, aklına bu Allahına sığınmak gelir. Şoven ve ırkçı siyasetler, aynı şekilde sınıf partisi siyasetinde bir erteleme veya geciktirmeyi gerektirmez. Çünkü bu, kesintisiz olarak burjuvazinin gündemindedir.

PKK’nın silahlı mücadelesine karşı Türkiye'nin askeri çözüme başvurması ile çözümsüzlüğü seçmiş olduğu ileri sürülmektedir. Bu kuşkusuz, onun dini ile çelişkili olmayan bir tutumdur. Mücadelede, burjuvazinin faşizmi barındırıyor olması nedeniyle böyle uygulamalara karşılaşılması doğaldır dişe düşünülmelidir.

Geriye dönüp bakıldığında, sol hareket içinde büyük acıların, bu yanlış tercih ile bağlantılı olduğu görülür. Burjuvazi ve gericiler, sol hareketi bu tür bir çılgınlığa çekmek için elinden geleni yaptı. Hepsi için sonuç hüsran oldu.

Buraya kadar anlatılanlar, Kürt halkının salt etnoloji acısından mütecanis, homojen bir kesim oluşturduğu varsayımına dayanıyor. Oysa durum hiç de böyle değil. Yukarıda belirtildiği gibi, Kürtlerin bir ulusal hareketi, kendisine Kürt denilen, ama diğer unsurların yanı sıra, kullandıkları dil itibarı ile Kürt’lerden tümüyle ayrılan diğer halklar var.

Kimi zaman Kürtlerin homojen olmayan etnik yapıları, karşı karşıya kaldıkları siyasi şovenist baskılar olduğu söylenir. Bu belki Kürt dilinin gelişememesi, zenginleşememesi, dil ve edebiyata dayalı Kürt kültürünün ortaya çıkamaması için geçerli olabilir. Ama, işte bir halk veya ulusun tarihi ile kastedilen de budur. Bu tarih, halkların ve ulusların emekle, çaba ile, meşakkatle ve kanla yazdığı bir tarihtir. Bu tarih kimi uluslar için zafer, kimi uluslar için de acılarla dolu olabilir. Ama bütün tarihi olan uluslar için acıda olsa, zaferle dolu olsa tarih tarihtir.

Tarihi olmayan halklar ne demek? Bu kuşkusuz, göreceli bir tanımdır. Kürt ulusu, tarihini Türk ulusu ile paylaştı. Aynı Ukraynalıların Slavlarla aynı kaderi paylaşmış olmaları gibi. Türk ve Kürt ulusları, ortak bir tarihe sahip. Ama, örneğin, Polonya ve Rusya, her ikisi de Slav kökenli ve kardeş uluslar. Üstelik dinleri de yakın. Ama, Polonya ulusu, kendine Rusya’dan farklı bir tarih çizme fırsatını bildi. Bunu Polonyalı yurtseverleri ile burjuvazisi ile yaptı.

Türk ve Kürt halkları aynı kaderi paylaşmadılar mı? Farklı halktan geldikleri açık. Ama, kader birliği yaptılar. Aynı şekilde kader birliği yapan haklar yok mu?

Peki, aynı kaderi paylaşıyor olsalar bile, farklı devlet içinde olabilirler mi? Buna kapitalist Türkiye ve sosyalist Türkiye için ayrı ayrı yanıt vermek gerek. Sosyalist Türkiye’de ne olacağını bugünden söylemek yersiz. Ama kapitalist Türkiye koşullarında Türk ve Kürt devletlerinin ortaya çıkışının Kürt ve Türk proletaryası için yararlı olduğunu söylemek güçtür. Bunu K. Marx, şu şekilde yanıtlar: Belli ki, işçi sınıfı, mücadele edebilmek için sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve her ülke, ayrı mücadelesinin sahasıdır. İşte, işçi sınıfının mücadelesi, bu anlamda ulusal nitelik taşır; “içerik” bakımından değil, ama Komünist Manifesto’da da belirtildiği gibi, “biçimi” bakımından ulusal.[2]

Türk ve Kürt proletaryası, böyle bir ayrılığı kabul etmez. Kederde ve tasada kader birliği yapmış halkların proleterleri de olsalar, Kürt ve Türk proleterleri gerçekte, enternasyonal hareketin içinde yer alan proletarya yoldaşlarıdır.

Unutulmaması gereken temel bir husus var. Ezilen haklar düşüncesi, sınıfsal bir yaklaşımdan çok popülist bir bakış açısı olması ve bunun Marksistler için çok fazla bir anlam taşımaması bir yana, asıl amacın proletarya kavramı yerine halk kavramının yerleştirilmeye çalışılması olduğunu görmek gerekiyor. İşçi sınıfına olan inancın yeteri ölçüde aşındırıldığında da bunun başarıldığı Kürt halkı sorunu ile ilgili tartışmalar ve yaratılan suni günden ile de açıkça anlaşılmaktadır.

Oysa Marxizm, halk kavramını, bugün olduğundan farklı anlamda kullanır. K. Marx’a göre, halk, bir etnik veya ulusal kimlik değil, ama proletarya, köylülük, vs. ayrımını gösterir.[3] Burada ayrımın bizatihi sınıfsal bazda olduğuna deyinmek gerek.

Marksist karşılığı ile halk kavramı içinde bir ulusu oluşturan bütün sınıfların tanımı yer alıyor. Proleter, köylü, küçük burjuva ve burjuva. M. Dobb’un belirttiği gibi, bu sınıflar arasında ortaklık değil, zıtlık var. Her birinin diğere ile zıtlıkları var. Ama temel zıtlık, proletarya ile burjuvazi arasında. K. Marx’a göre, bu zıtlıklar arasında bir temel zıtlığın çözülmesi ile, halkın değer kesimleri arasında yer alan zıtlıklar da buna bağlı olarak çözümlenecektir. Çünkü, proletarya, sınıfsız bir toplum amaçlamaktadır.

Belirtildiği gibi, halkı oluşturan sınıflar arasında çelişkiler olabilir. Etnolojik anlamı ile halklar arasında – hakim halk ile ezilen halk biçiminde – çelişkiler olabilir. Kürtler (veya bir başka ulus) Türklerin (veya bir başka ulusun) kendilerine baskı yaptığını ileri sürebilir, buna kimse karşı çıkamaz.

Ama örneğin, sınıf mücadelesi içinde yer alanların yapacağı şey, her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizliğe son verilmesi için mücadele etmek değildir.[4]

Kürt proletaryası ne yapacak? Sınıf mücadelesi mi verecek, yoksa etnolojik anlamı ile halkların kurtuluşu için mi mücadele edecek?

Hiç kuşku yok ki, birinden diğerine geçiş mümkün değil ve birinden birinin tercih edilmesi gerekiyor. Çünkü birinde müttefiki olan burjuvaziyi ikincisinde düşman belleyemez. Belli ki, Kürt proletaryasının önüne ezilen halklar kavramı ve halk kurtuluş mücadelesi konduğunda, onun burjuvazi ile olan çelişkisini unutması isteniyor. Bu mümkün olamaz.

Lenin, 20. yüzyılın başında kapitalizmin Rusya'da hakim üretim biçimi olduğunu belirlemiş, ama "Yine de, devrimimizin niteliği, burjuva demokratik devrim olacak" demekten kendini alamamıştı. Koşulların böyle gerektirdiğini hepimiz biliyoruz. Ama, günümüzde, burjuva devrimleri çağının çoktan kapanmış olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor.[5]

Günümüzde, yeniden ve bir şekilde öne sürülen bütün uluslardan emekçilerin tarihsel birlik projesi[6] nasıl değerlendirilmelidir? Sosyalist devrim projesinin, demokratik devrim projesinden (yani içinde farklı ulusların kendi ulusal kurtuluş ve özgürlüklerini de ima eden projeden) sonraki aşamayı anlattığı düşünülürse, çeşitli uluslardan emekçilerin birliği biraz tarihi geriye doğru çevirmek anlamına gelmez mi? Türkiye’ye özgü koşullarda ezilen halklar (farklı sınıflar arası çelişkiler) olsa bile, bu "tarihsel birlik" nasıl sağlanacak? Bu tarihsel birliğin sağlanması kime ne yarar sağlayacak?

Marxizm'in, hiç de halklar, birlik, vs. gibi süslü ama miladını doldurmuş kavramlara itibar etmediğini, tam tersine, kimi zaman bunları reddettiğini bilmek gerek. Marxizm, ulus projesinin bittiği yerde başlıyor. Dahası, Marxizm birlik değil ayrışma, ortak çıkar değil, çıkar çelişkisini ön plana çıkartıyor. Marxizm, birliğin değil, ayrışmanın, çelişkinin bilimi.

Bu tür “katkı” niteliğini taşıyan değerlendirmelerin yüzeyselliği, ister istemez kavramların içinin boşaltılmasına, sözlerin ve varılan sonuçların havada kalmasına yol açıyor. Yapılan siyasetin ciddiyeti ve tutarlılığı üzerinde kuşku uyandırıyor ve bir kez daha, karşılaşılan tarihi fırsatlar heba edilmiş oluyor: "Ezilen ulus milliyetçiliğine sempati ile bakılacak dönemin geçtiği söylenebilir...Önyargılardan arınmak gerekir; yoksa, küreselleşmeciliğin, AB'ciliğin, ABD işbirlikçiliğinin yolu açılmış olur."[7]

Bu değerlendirmede, sığlık iki türlü. İlki, günümüzde ulusçu hareketlerin olamayacağını ima ediyor. Tam tersine, ayrılıkçı hareketlerin dünyanın dört bir yanında mantar gibi bittiğini, ama bunların arasında diğerlerinin yanı sıra, hiç de mazlum halklar olmayan-burjuvazinin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan ayrılıkçı- hareketlerin de olduğunu görüyoruz. Kürt ulusal hareketi neden olmasın? Bu hareket olacak, ama her hareketin illa da ilerici, devrimci olması gerekmez. "Halkların kardeşliği" sloganı altında, kelimelerin güzelliği ile, onların üstlendikleri işlevsel hassaları birbirinden ayrılamıyor.


[1] Kuşkusuz, burada burjuvazi adına tutarlılıktan söz ediliyor. Bu bakımda, ABD’nin Irak’a saldırması, kendi açısından tutarlıdır, zira bu kendi gerçekleri açısından kaçınılmazdır. Yoksa, T. Özel istikrarsız ve hesapsız adımlar atan biriydi. Emperyalistler, bu planlar çerçevesinde 1991 körfez bunalımı hemen öncesinde, Türkiye'yi Özal aracılığı ile tam bir maceranın içine çekmek üzereyken, aklı selim sahibi kişilerin sayesinde bunun önüne geçilebildi. Cebinde tezkereyi ile ve Musul ve Kerkük'ü işgal etme için ABD'ye uçmuş, bu cüreti büyük bir hayranlık uyandırmıştı. Neyse ki, arka arkaya N. Torumtay ve A. Bozer'in istifası ve siyasi kriz sonucunda Türkiye bu macerayı atlatmıştı.

[2] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay. Kasım 1969, s. 34.

[3] “Emekçi halk, çoğunlukla proleterlerden değil, köylülerden oluşur”. K. Marx, F. Engels, a.g.e. s. 38.

[4] K. Marx, F. Engels, a.g.e., s. 37.

[5] Marx ve Engels, self-determinasyonu tümüyle reddetmemişti, ama Marxizm, özünde ayrılıkçı değil, ulusçu (ulusalcılıktan farklı olarak, üniter anlamında) bir projedir. Bu nedenle, Avrupa'da çoğu zaman ulusal birlik hareketlerini desteklediler, ulusal ayrılıkçı hareketlere pirim vermediler. Polonya, gerçekte bir uluslar topluluğu niteliğindeydi, ama Polonya devletini sonuna kadar desteklediler; 1871 Prusya-Fransa savaşını ise Alman birliğini sağlaması açısından bir fırsat görüyorlardı; bu şekilde proletarya çok daha güçlenecekti. Oysa, Almanca konuşan halklar, etkin kökenleri, lehçeleri, siyasal ve kültürel mirasları ile büyük farklılıklar gösterir. Bu farklılaşma, Protestan ve Katolik ayrımı daha da güçlenir. Slav uluslarının birliğini öngören pan-slavizm ise, gerici Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarına yarayacak olması nedeniyle reddedeceklerdi.

[6] SoL, Eylül 2003.

[7] A.g.e.

http://www.iscidavasi.com/Ulus_7.htm

İlhan Acar