25 Ocak 2010 Pazartesi

İnsancıllık ve Dersim - Kurtuluş Cephesi

Şiddet, Terör, Katliam, İnsancıllık ve Dersim


"Değerli arkadaşlarım ‘Analar ağlamasın’ diyorlar. Maalesef, bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim.’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Kimse çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz şu Yunanlılarla anlaşalım.’ dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da ‘Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım.’ dedi mi? Dünyada diyen var mı? Amerika’da bir saat içinde 3 bin kişiyi öldürdü teröristler. Bir Amerikalı devlet adamı çıkıp da ‘Aman, analar ağlamasın. Şu teröristlerle bir uzlaşalım.’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Niçin? Çünkü, terörle mücadele cesaretiniz yok. Sizden önceki bütün hükümetlerin gösterdiği cesareti siz gösteremiyorsunuz." (Onur Öymen)

Onur Öymen’in 10 Kasım günü TBMM’de yapılan "açılım" görüşmelerinde söylediği bu sözler üzerine ortalık karıştı, hassas, duygusal ve en zorlu konulardan birisi, "Dersim dosyası" yeniden açıldı. Yazılı ve görüntülü "medya", günlerce Dersim isyanını konuştu, tartıştı. AKP’nin "yandaş medyası", CHP’yi yıpratmak ve alevilerle olan geleneksel ittifakını bozmak için bu fırsatı kaçırmadı, tüm olanaklarını seferber etti. Hemen her saat, bir "Dersim uzmanı" "medya"nın karşısına geçip, 1937-1938 Dersim isyanında yapılan katliamları, katliamların yapılış tarzını ve ölenlerin (50 bin ile 100 bin arasında değişen) sayısını vererek, "kemalist cumhuriyet"in Dersimlileri ve alevileri nasıl katlettiğini anlattı. Ortaya çıkan sonuç ise, Dersim isyanının diğer Kürt isyanlarından farklı olduğundan başka bir şey olmadı.

Oysa Onur Öymen’in konuşmasıyla başlayan Dersim "isyanı", "1935 Tunceli yasası"ndan 1938 "zorunlu iskan yasası"na, zehirli gaz kullanımına kadar uzanan geniş bir "olgular" dizisini gözler önüne serdi. Tarih, artık tarihçilere bırakılamayacak kadar "popüler bir iş" haline geldiği için, sözü edilen "olgular" da, tarihsel olgular olup olmadığına bakılmaksızın önsel olarak kabul gördü.

Bu önsel kabulün en vurucu ifadesi ise, Seyit Rıza’nın idam edilmeden önce söylediği sözlerdi: "Evladı Kerbelayık, bihatayık, ayıptır, zulümdür, günahtır!"

Bu "insancıl", duygusal sözler üzerinden yürütülen "Dersim savaşı", bir kez daha "laik-kemalist cumhuriyet" ile "şeriatçılar"ın hesaplaşmasına sahne olurken, Dersim isyanının insanları, basit bir "duygusal piyon"muşcasına bu hesaplaşmada kullanılmaya çalışıldı. Böylece Dersim isyanının oluşumu, gelişimi ve sonuçları, özellikle de tüm tenkil ve zorunlu iskan politikalarına rağmen Dersimlilerin "T.C." ve "kemalizm"le olan altmış yıllık ittifakı hiç araştırılmadan, sorgulanmadan, tahlil edilmeden bu hesaplaşmanın tozu dumanı arasında bir yana bırakıldı.

Dersim isyanı ve bastırılması, 1919-1922 ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, sözcüğün tam anlamıyla dönüşümünün kesinleştiği, Stalin’in sözleriyle, "burjuva demokratik devrimin birinci aşamasına çakılıp kaldığı" bir dönemin doruk noktasıydı. Küçük-burjuva devrimci-milliyetçilerinin "merkezi devlet otoritesi"ni ülkenin her yerine yaydıkları ve yerleştirdikleri bu doruk noktasında, Dersim isyanı, Dersim’in Cumhuriyet dönemindeki özerkliğinin de sonuydu.

Ancak Seyit Rıza’nın son sözlerinde ifadesini bulan duygusal bir ortamda, merkezi devlet ile yerel feodal özerkliğin ne ölçüde bağdaşıp bağdaşmadığı elbette konuşulamaz ve tartışılamazdı. "T.C."nin Dersim’den istediği "üç şey", "askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız", açıktı ki Dersim’in fiili feodal özerkliğinin sona erdirilmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Üstelik "birbirinizin malına göz koymayacaksınız" sözüyle, Dersimlilerin silahsızlandırılacağı da açıkça beyan edilmiş oluyordu.

Böylesine duygusal bir ortamda, ister istemez, yerel feodal otoritelerin merkezi devlet tarafından ortadan kaldırılışının kapitalizmin gelişimi önündeki engellerin kaldırılması demek olduğunu da konuşmak olanaksızdı. Napoléon Bonaparte’nin ünlü sözüyle, "top, feodaliteyi yıktı". Top, açıktı ki, yerel feodal devletçiklerin kan dökülmeksizin ortadan kaldırılmasının aracı değildi. Ve açıktı ki, yerel feodal otoriteler, kendi egemenliklerinden kendiliğinden vazgeçmediler, vazgeçirtildiler. Daha yetkin zor araçlarına sahip olanlar, daha yetkin zor araçlarına sahip olmayanları altettiler. Ve tarih, feodalizmden kapitalizme böyle evrildi.

Ama baştan beri belirttiğimiz gibi, böylesi duygusal bir ortamda, tarihte zorun rolünden, yerel feodal otoritelerin tarihsel olarak ortadan kalkmasının kaçınılmazlığından söz etmek, açıktır ki, bu tarihsel süreçte kullanılan zorun "meşru" olmasının ötesinde, "insancıl" açıdan katliamların "meşrulaştırılması" olarak görülecektir. Bu durumda, susmak, sessiz kalmak, ortalığın durulmasını beklemek ve bu beklemeyi "meşrulaştırmak" için yapılan katliamların "insanlık dışı" olduğuna ilişkin hamasi bir kaç söz söylemek "akıllı bir siyasal tutum" olarak kabul görecektir.

Böylesine "akıllı siyasal tutum", yine açıktır ki, tarihin şöyle ya da böyle ele alınmasına, "sözel tarihçiliğe" ve "tarihin tanıklarına" başvurulması karşısında da bu tutumunu sürdürecektir. Marks ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde söylediği şu sözler bile, onu bu "akıllı" tutumundan vazgeçirtemez: "Gündelik yaşamda, herhangi bir shopkeeper [dükkancı], bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır."

Atılım, Dersim isyanına ilişkin "en kapsamlı araştırma" olarak tanımladığı bir kitabın (Hüseyin Aygün, "Dersim 1938 ve Zorunlu İskan") tanıtım yazısından şu alıntıyı yaparak, bu "akıllı siyasal tutum"u belirgin biçimde ortaya koyar:

"1937-38 Dersim İsyanı, Cumhuriyet dönemi Kürt ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine sahne olmuş gibidir. İsyan açıkça kışkırtılmış, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenler eziyete ve kıyıma maruz kalmıştır. Binlerce isyancı ve sivil vatandaş öldürülmüş, kalan on binlercesi sürgün edilmiştir... Dersim İsyanı esnasında 17 günde yapılan tarama harekatında ölü ve diri 7954 kişinin ele geçirildiğini ve 1019 silahın toplandığını rapor etmektedir. Topu topu birkaç on bin kişinin yaşadığı bir havaliden 7954 kişinin ölü ve diri ele geçirilmiş olması kadar, ele geçirilen kişilerle yakalanan silahların sayısı arasındaki bariz örtüşmezlik, isyan esnasında vuku bulan eziyetin derecesi hakkında yeterince şey söylüyor olsa gerek."

Görüldüğü gibi, sorun ve tarih, "eziyet", "baskı", "zulüm", "katliam" ve bunların düzeyi ve niceliğiyle ele alınmaktadır. Oysa marksist-leninistler tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak ele alırlar. Ve bilirler ki, bu sınıf mücadeleleri tarihinde, her zaman, ezilenler ve ezenler, sömürenler ve sömürülenler arasındaki savaş yüzyıllardır süregitmiştir. Her savaş gibi, bu sınıf savaşında, ezenler, sömürenler, ezilenlerin ve sömürülenlerin, baskıya ve sömürüye karşı başkaldırılarını zorla, cebirle, tenkille, katliamla bastırmaya çalışmışlar ve çoğu durumda da bunu başarmışlardır. Ama marksist-leninistler bu tarihsel süreçte, bu zor, cebir, tenkil uygulamalarını kınamakla yetinmezler, aynı zamanda zorun tarihteki rolünü bilerek, zora dayanan devrimin, tüm bu ezenlerin ve sömürenlerin zorunu, cebrini, tenkilini ortadan kaldıracak tek tarihsel-insani eylem olduğunu da bilirler.

Marksist-leninistlerin savaş karşısındaki tutumu, her savaşın mutlak olarak kötü ve yanlış olduğundan yola çıkmaz. Haklı ve haksız savaşları birbirinden ayırmak gerektiğini söylerler ve bu ayrımı yaparlar.

Bu bakış açısından Dersim isyanı ele alındığında, "mazlum tarafın", yerel-feodal ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak isteyen küçük-burjuva diktatörlüğe karşı direnişi olarak tanımlamak olanaklıdır. Ama bu, yerel-feodal ayrıcalıkların tarihsel olarak haklı ve "meşru" olduğu anlamına hiç gelmez. İster yerel, ister merkezi olsun, her türlü feodal ayrıcalık, tarihin aşılmış ve geçilmiş çağlarına aittir. Bunları, bu ayrıcalıkları savunmak, devrimcilerin işi değildir. Böylesi "duygusal" bir ortamda ve duyguların düşünceyi baskı altına aldığı bir zamanda söylenmesi çok kolay olmasa da, söylemek zorundayız ki, böyle bir tutum, 1789 Fransız Devrimi’nde, özellikle 1792-93 "terör dönemi"nde Jakobenler tarafından giyotine gönderilen aristokratların arkasından ağlamaya benzer.

Evet, Seyit Rıza’nın son sözleri bizi duygulandırabilir, etkileyebilir. Ama tarihsel gerçekler sadece duygusal nedenlerle bir kez bir yana bırakıldı mıydı, artık insanlık tarihinden, insanlık tarihinin geleceğinden söz etmek çok zor olacaktır.

"Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz marksistler, hem pasifistlerden, hem anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (Türkiye ve Rusya’da olduğu gibi) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır." (Lenin, Sosyalizm ve Savaş.)

Diğer bir ifadeyle, "savaşın, düşüncenizi baskı altına almasına izin vermek, onun yarattığı korkunç izlenimlerin ve azap verici ağırlığın altında düşünmekten ve tahlil etmekten vazgeçmek başka bir şeydir." (Lenin)

Sorunu, duygusal düzeyde ele almak isteyenler, bu duygusal düzeyden yararlanarak insanların içgüdüsel tepkilerinden yararlanmak isteyenler, elbette, bu sözlerden hoşnut olmayacaklardır. Böyleleri, yalın ve sıradan bir "hümanizm" bağlamında, her türlü şiddete karşı olduklarını en yüksek sesle ilan etmeyi sürdüreceklerdir. Hatta, "sicil amiri" edasıyla marksist-leninistlerin "sicili"nin pek parlak olmadığını söyleyerek, bizlerin bu konuda söz söylemeye hakkımızın olmadığını bile ulu orta söyleyebileceklerdir.

Biz, hiç kimseyi aldatmak, kandırmak durumunda değiliz. İnsanları hoşnut etmek için tarihsel gerçekleri çarpıtmak ya da görmezlikten gelmek durumunda değiliz.

Biz diyoruz ki, insanlık tarihi, bugüne kadar insanın insanlıktan çıkışının, barbarlığın da tarihidir. Ve bu tarihin sonu, ancak insanlığın gerçek ve kalıcı kurtuluşu için proletarya devrimiyle olanaklıdır. Bu devrim, her devrim gibi, zor eylemidir, ama çoğunluğun, sömürülenlerin, ezilenlerin, azınlık üzerinde egemenliğini sağlayan zor eylemidir. Her zor eylemi gibi, proletaryanın zoru da kan dökücüdür. "Kansız" devrimden söz ederek insanları aldatmak, onlara "güleryüzlü sosyalizm"den söz ederek kandırmak devrimcilerin işi değildir.

Her devrim, güçlü ve birleşik karşı-devrim yaratarak ilerler. Güçlü ve birleşik karşı-devrim, her zaman devrim mücadelesini durdurmak ve yok etmek için, elindeki tüm zor güçlerini sonuna kadar, hiç bir kurala bağlı olmaksızın kullanır.

Anti-emperyalist bir kurtuluş mücadelesinden, bağımsız ve demokratik bir ülkenin yaratılmasından söz ediyoruz. Bunun, barışçıl olacağını asla iddia etmiyoruz. Emperyalizmin, başta Amerikan emperyalizminin kendi sömürgesinden kendiliğinden ve istemsel olarak vazgeçeceği umutlarını da taşımıyoruz. Tarihte görüldüğü ve Irak, Afganistan savaşlarında da görülmeye devam edildiği gibi, bağımsızlık ve demokrasi bile on binlerin, yüz binlerin, milyonların yaşamlarını yok etmeyi göze almış emperyalizme karşı bir savaştan başka bir yolla gerçekleştirilemez.

Yıllardır söyledik ve söylüyoruz: "Kemalist cumhuriyet", hiç tartışmasız, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışının sonucunda kurulmuştur. Bu cumhuriyetin anti-emperyalizmi yurtseverliğe ve enternasyonalizme değil, milliyetçiliğe dayanır. Bu milliyetçi küçük-burjuvazinin ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin uluslaşma sürecinin tamamlanmasına yönelik bir büyük adımdır. Ama bu cumhuriyetin yöneticileri, 1930’lardan itibaren giderek artan oranda emperyalizmle ilişkileri geliştirmişler ve ülkeyi tümüyle emperyalizme bağımlı hale getirmişlerdir. Sözcüğün marksist-leninist anlamında, burjuva demokratik devrimi, küçük-burjuvazinin öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılmış, ancak bu başarılamamıştır, burjuva demokratik devrim tamamlanamamıştır.

Her tamamlanamamış burjuva demokratik devrim gibi, "kemalist devrim" de, geriye dönmüş, feodal sınıflarla uzlaşmaya yönelmiştir. 1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti, bu küçük-burjuva milliyetçilerin bir bölümü ile gerici-feodal sınıfların ittifakını temsil eder. Bu ittifak, demokratik devrimin tümüyle sona erişinin gerçekliği olduğu gibi, cumhuriyetin laik ve ulusal temelinden ödünler verilmesini beraberinde getirmiştir.

Hep söyledik ve söylüyoruz, çağımızda, tamamlanmamış burjuva demokratik devrimleri sonuna kadar götürebilecek tek sınıf proletaryadır ve proletarya devrimidir. Proletaryanın öncülüğü olmaksızın gidilebilecek yer, bugün Türkiye Cumhuriyetinin gelmiş olduğu yerden daha farklı olamaz. Bu nedenle, sorun, Dersim isyanında "kemalist cumhuriyet"in nasıl bir vahşet uyguladığı, nasıl tenkil politikaları yürüttüğü sorunu değildir. Bu şiddet ve tenkil uygulamalarından birisini alıp, bir başkasını bir yana itmek, belki bazı duygusal etkiler yaratabilirse de, gerçeğin çarpıtılmasından başka sonuç vermeyecektir.

Herkes bilmelidir ki, Onur Öymen’in meclis konuşmasından yararlanarak Dersim isyanı konusunda ortaya konulan "protestolar", 1990’lardan itibaren, özellikle Sivas katliamından sonra, "başımıza gelen tüm katliamların nedeni solda görülmemizdir" diyerek soldan kopartılmaya çalışılan alevi kitlesinin yönsüzleştirilmesinin ve örgütsüzleştirilmesinin son adımları haline getirilmiştir.

Şüphesiz Türkiye ve Türkiye halkı, tarihi ile "yüzleşmelidir". Ama bu tarihle yüzleşme, yüzsüzleştirilmiş bir tarihle değil, gerçek, nesnel tarihle yüzleşme, onu kavrama ve sonuçlar çıkarma biçiminde olmalıdır.

Anlatılan ve yaşanılan herkesin hikayesidir. Yarın bir başka ulusun kendi kaderini tayin hakkını elde ettiğinde uygulayacakları, dün "kemalist cumhuriyet"in, kendi ulusal devletini yaratmak için giriştiği zor uygulamalarından çok farklı olmayacaktır.

Devrimler kitlelerin eseridir, ama bilinçli kitlelerin eseridir. Hümanist söylemlerle yanıltılmış, ütopyalarla kandırılmış, birbirinden yalıtık, her biri asıl olarak kendi grupsal çıkarlarını gerçekleştirme peşinde koşan insan toplulukları devrim yapma yeteneğine sahip değildir.

Unutulmamalıdır ki, tüm bu propaganda ve manipülasyon ortamında, alevi kitlesi, gerçek sınıfsal konumunun farkına varmadıkça, zulme karşı gösterdikleri insani ve duygusal tepkilerinin başka amaçlar için (örneğin ABD büyükelçiliğinden icazet alan Ufuk Uras’lı, "belden aşağı vur"ulan Süleyman Çelebi’li "neo-liberal sol" parti kurma çalışmalarına zemin oluşturmak için) kullanılmasına karşı çıkmakta zorlanacaklardır. Ve bu "neo-liberal solcular"ın, yarın, çıkarlarına geldiğinde çok kolaylıkla Hz. Ali’nin hariciler üzerine yaptığı seferi de Dersim’in yanına yerleştireceklerinden şüphe edilemez.

KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 2009


http://www.kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc112_3.html