Gelişen Siyasal Olaylar ve Egemen Sınıflar
2010’un Mayıs ayı değişim, dönüşüm ve "ilkler" söylemiyle başlayıp rüzgar, fırtına, kırılma vb. söylemlerle gelişen bir dizi iç siyasal olaylara sahne oldu.
1 Mayıs, konfederasyonların AKP iktidarının icazetiyle, "32 yıl sonra ilk kez", bir bayram, bir festival, bir eğlence ve renk cümbüşü içinde Taksim Meydanı’nda kutlandı. Solun her rengi ve her çeşidine göre Taksim Meydanı "söke söke" alınmıştı. Ama Tayyip Erdoğan, "Neyi söke söke aldınız. Yanınızda dolaşanlar, kolunuza girenlerle 30 yıldır bunları niye alamadınız? Emek ve Dayanışma Günü olarak ilan eden iktidara hangi yüzle kalkıp da bunu söylüyorsun? Bugünü tatil ilan eden bu iktidara hangi yüzle bunu söylüyorsun" diyerek icazetin kendilerinden geldiğini ilan etti.[1*]
1 Mayıs rüzgarının ve icazet atışmalarının tam yok olmaya başladığı anda birden "kaset" olayı patlak verdi. Deniz Baykal’ın "özel hayatı"nı görüntüleyen "kaset", birden yeni bir "komplo" söylemini başlattı. Kimine göre (ki Deniz Baykal’ın istifa konuşmasında açıkça ifade edildi) bu "komplo", AKP hükümetinin bilgi ve onayı ile gerçekleştirilmiş bir "CHP operasyonu" olarak yorumlanırken, "yandaş medya"ya göre ise, "CHP içindeki Baykal karşıtlarının komplosu"ydu. Ve "CHP’nin değişmez genel başkanı" olarak kabule edilen Deniz Baykal istifa etti.
Baykal’ın istifasıyla birlikte "muhteşem geri dönüş" teorileri "medya"da geniş yer tuttu. Bu "teori"ye göre, Baykal, "kaset" olayını kullanarak kendisini "mağdur" gösterecek ve CHP 33. Olağan Kurultayı’nda bu "mağduriyet"le "muhteşem" bir dönüş yapacaktı.
"Medya", Baykal’ın istifasını açıkladığı basın toplantısındaki "duygusal" görüntüler ve CHP "örgütünün" il başkanları düzeyinde "Baykal geri dönsün" açıklamaları eşliğinde Deniz Baykal’ın "muhteşem dönüşü" üzerine yayınlarını yoğunlaştırdı.
Ve birden "hava" değişti. Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanlığına aday olduğunu ilan etti.
Ve bir günde Baykal, "kaset", "muhteşem dönüş" unutuldu. Her şey Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa seçilmesine "endekslendi".
"Recep bey"in sözüyle "candaş ve yoldaş medya", yıllarca devrilmeye çalışılıp devrilememiş Deniz Baykal’ın yerine yeni ve yepyeni bir genel başkanın, "halk adamı" Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını büyük coşkuyla karşıladı. Ama coşkuyla birlikte "akıl" vermeler de aynı hızda ortalığa saçıldı.
Dedikoduları dedikodular, spekülasyonları spekülasyonlar takip etti. Önder Sav’dan Gürsel Tekin’e, Sezar’dan Brütüs’e kadar herşey yazıldı, çizildi.
Daha düne kadar "ne olacak bu memleketin hali"nden söz edenler, Ergenekon operasyonlarıyla korkuya kapılanlar, CHP’liler, Baykalcılar, anti-Baykalcılar, "sol"cular "oybirliği"yle Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında saf tuttular.
Gün, "birlik ve beraberlik günü" ilan edildi. Her türlü "muhalif" ses ve eleştiri bir yana itildi. Ve tarihinde belki de ilk kez CHP "birlik ve beraberlik" görüntüsü vermeye başladı.
Son Ergenekon operasyonunda "aktif görevdeki generaller"in üçte birinin gözaltına alınmaya kalkışılmasıyla AKP’nin pervasızlığından yılgınlığa düşenler, ilk kez "merak etmeyin ordu yok"un ne olduğunu anlamaya başladılar.
Ve 22 Mayıs günü Kemal Kılıçdaroğlu, "coşku, sevinç ve gözyaşları" içinde CHP genel başkanlığına seçildi. Konuşmasında, "halk"tan, "halkçılık"tan, "devrimcilik"ten, "faşizm"den söz eden Kemal Kılıçdaroğlu "sosyal-demokrasi"nin yeni bir yükselişini simgeler hale geldi.
Kimilerine göre Ecevit’in 1973’deki "yükselişi"ne benziyordu, kimilerine göre, CHP’nin 1977 genel seçimlerinde gerçekleştirdiği "oy patlaması"nın öngününe benziyordu.
AKP ve "yandaş medya", tüm planlarını Deniz Baykal’ın "muhteşem dönüşü"ne göre hazırladıklarından bu gelişme karşısında ne yapacağını bilemez hale gelirken, Tayyip Erdoğan’ın Zonguldak grizu patlamasına ilişkin "kader" açıklamasıyla da köşeye sıkıştı. Yiğit Bulut gibi "dönek yiğit"ten başka pek "yandaş" ortalıkta görünmedi.
Ortalıkta Kemal Kılıçdaroğlu "rüzgarı" eserken, dünün "ezber bozanları", "çağdaş sosyal-demokrasi" yandaşları, "sol liberalleri" "akıl hocası" olma hazırlığı içine girdiler.
Düne kadar geleceğin nasıl şekilleneceğine ilişkin komplo teorileri inşa edenler, olayları ve olguları kurgulayarak dış görünüşlerden "çıkarsamalar" yapanlar, şimdi "akıl hocası" olmaya soyunurken, kurgusalcılığın yerine "olasılıkçılık" geçti.
Yine de huylu huyundan vazgeçmedi. Spekülasyona, kurguculuğa alıştırılmış "kitle"ye hitap eden çevreler "kaset komplosu"nu CHP’ye, özellikle de CHP içindeki Baykal karşıtlarına yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Otuz yıllık "medya" söylemiyle ve eğitim sistemiyle kurgusalcı düşünmeye alıştırılmış "kitleler" için "Baykal’a bu komployu kim yaptı?" sorusunu ortaya atıp, yine otuz yıllık söylemle ve alışkanlıkla yerleştirilmiş "şablon"la, "Bundan en çok kim yararlanıyorsa o yapmıştır" yanıtı kabul ettirilmeye çalışıldı.
Böylece eski yılların "ne zararı var" söyleminde ifadesini bulan pasifizm ve kadercilik, "en çok kim yararlanmışsa" söyleminde ifadesini bulan kuşkuculukla yer değiştirdi.
Şimdi artık "yeni" bir CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu "olay"ı var. Otuz yıl önce terk edilmiş söylemler yeniden anımsanırken, SSCB’nin dağıtılmışlığıyla ortaya çıkan "psikolojik" hava, "kişisel bozgun havası" sanki dağılacakmış gibi görünmeye başlandı. CHP Kurultayı’ndaki "coşku, heyecan ve gözyaşı" ne kadar somutsa, bu havanın dağılacağına ilişkin beklenti ve kuşkuculuk da o kadar somuttu. Bu konuda SİP-TKP’si, eski alışkanlıkla başı çekti. Yayınladıkları "mektup"ta, bir yandan kendilerinin ne kadar "sol" olduklarını yere-göğe koyamazken, diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun yarattığı "heyecandan rahatsızlık duyma"dıklarından dem vurdular. Ama genel "kanı"ları, "60’larda 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan siyasal alana giren solun, belki de yeni bir yükseliş dalgasını bu kutuplaşmanın açacağı kapıdan girerek gerçekleştireceği" şeklinde oldu.
Öte yandan icazetli 1 Mayıs’ın havası içinde "yeni CHP"nin "solun önünü kesebileceği" "endişesi"nden de söz edilmeye başlandı.
Ve yine SİP-TKP, bu "endişe"nin başını çekerek ileri atıldı:
"‘Yeni CHP’ solun önünü kesebilir mi, kesemez mi?
Bu sorunun yanıtını düşünürken, bir noktanın hiç akıldan çıkarılmaması gerekir: Türkiye’de solun açılım alanı, 2007 yılında ‘bu kez son’ diyerek oyunu CHP’ye veren, tam ‘gerçek yerine’ gidecekken bu kez Kılıçdaroğlu dalgasıyla yeniden umutlanan emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanımdan ibaret değildir, olmamalıdır.
Türkiye’de, öğrencisiyle, çalışanıyla, işsiziyle 15-24 yaş aralığında 13 milyon insan vardır
Bunlar, ‘geçmişin ölü elini’ üzerlerinde fazla hissetmeyen, zihnen bakir insanlardır. ‘Tüh, tam bunlara uzanacakken başımıza Kılıçdaroğlu çıktı’ diyen bir sol, en baştaki ‘tüh’ sözünün kendisine döneceğini idrak etmelidir."[2*]
Ancak otuz yıllık pasifikasyon ve depolitizasyonla beslenmiş, yirmi yıllık "kişisel bozgun havası" içinde "umudu büyütme"nin kaderciliği içinde yuvarlanıp gitmiş, komplo teorilerine, kurgusal olguculuğa kapılmış legalist sol (en yeni legalistiyle birlikte) yine de huyundan vazgeçemedi.
"Kılıçdaroğlu, iç ve dış güçlerin AKP Hükümetinin ‘tek’ güç olma pozisyonundan duydukları rahatsızlığın bir sonucu olarak vizyona yerleştirildi. İçeride AKP’yi dengeleme siyasetinde, CHP’de vizyon değişikliği ile ‘yeni’ kapı açılmış oldu. Dışarıda da İsrail’le yaşanan gerilim, İran nükleer konusunda ABD’yi memnun edememe gibi dengeler, emperyalistler açısından da AKP’nin karşısına yeni bir gücü zorunlu kılmıştır. Bu vizyon için koltuğa oturtulan Kılıçdaroğlu, ne kadar ‘değişim’ci ve ‘halkçı’ olabilir?"[3*]
"Kılıçdaroğlu’nu CHP genel başkanlık koltuğuna birileri ittirdi. Komplodan filan söz etmiyorum; o birileri tekelci medyamızdır, TÜSİAD’dır, batılı başkentlerdeki odaklardır. Kimse kendini kandırmasın. Demek ki tahmin edilebilecek ama asla ‘tek’e düşürülemeyecek bir dizi karmaşık hesapla, CHP’de taşları yerinden oynatmak gerektiğini düşündüler."[4*]
Elbette söz konusu olan "olay", eski "sosyal-demokrasi" olgusu olunca, legalist sol altındaki halının çekildiğini düşünmemezlik edemezdi. Neo-liberal sosyal-demokrasi anlayışının İngiltere ve Almanya örneklerinden yola çıkarak, eski "sosyal-demokrat" çizgide bir söylem tutturmuş olan legalist solun telaşa kapılması da çok doğaldı. Bu telaşla, AKP’nin "yandaş" unsurlarının söylemindeki "komplo teorisi"yle hemen özdeşleşiverdiler.
Daha dün kadın hareketinden, çevrecilikten, işsizler hareketinden söz eden legalist sol, şimdi bu alanları, sanki kendilerinin tapulu mülküymüşcesine "yeni sosyal-demokrat CHP"ye kaptırmaktan korkmaya başladı.
Ve böylece sosyal-demokrasinin "tarihsel misyonu", yani proletaryanın sınıf mücadelesini pasifize etme ve saptırma işlevi anımsandı. Bu anımsama içinde, kendisini "marksist sol" vb. çerçevede gören herkes, "sosyal-demokrasinin yüzünü açığa çıkarma", kitlelerin "sosyal-demokrasinin kuyruğuna takılmasını önleme" "misyonu"nu konuşmaya ve bu "misyon" bağlamında da, solun "CHP’nin kuyruğuna takılmasını önleme misyonu"ndan söz etmeye başladı.
Olacak iş değildi! Tam kitleler, Çulhaoğlu’nun "müstehzi" biçimde ifade ettiği "emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanım" dışında kalan "herkes" tam da "sol"a yönelmişken ve "CHP dışı sol"da saf tutmaya hazır hale gelmişken üstelik! Demek ki, egemen sınıflar "solun yükselişini" gördüler, bundan korkuya kapıldılar! Bu korkuyla da, "solun yükselişi"nin önünü kesmek, "sol"u pasifize etmek, "kütle"den yalıtmak için hemen bir Baykal operasyonu yaparak CHP’nin başına "sosyal-demokrat" söylemle Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçiriverdiler!
Eğer durum buysa, ortada "muhteşem" ve beklenmedik bir "toplum mühendisliği projesi" olduğunu da kabul etmek gerekir.
Olayları ve olguları bireysel niyete göre kurgulamaktan uzak durulmadığı sürece, böylesine "müthiş" tahliller yapmaktan ve sonuçlar çıkarmaktan kaçınılamayacaktır.
"Gelişen olaylar Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ortamdan soyutlanamayacağı gibi, ülkemizin yapısından da soyutlanamaz. Bizim için önemli olan, olayların gösterge niteliğini ve hangi dinamiklerin ürünü olduğunu kavramaktır. Bu konuda seçmeci, dar görüşlere kapılamayız. Marksist doktrin, dar görüşlülüğü ve olayları yüzeysel olarak ele almayı reddeder. Olguların iç çelişmelerini ve ülke çapında gelişen hareketin genel gelişim çizgisini (dinamiğini) kavrayamamak, bizi küçük-burjuvazinin dünya görüşlerine hapseder.
Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, herşeyden önce, içinde bulunulan durumun tarihi köklerini ‘içinde bulunulan an’ın pratiği ile olan bağlarını açığa çıkaracak biçimde olmalıdır. Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkileri, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler. Tahliller analitik bir metodla, gelişen olguları (unsurları) tespit eder, bu unsurlar arasındaki ilişkiyi kurar ve gelişim çizgisini tayin eder. Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve antimarksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu kavrayışın ürünleridir."[5*]
Evet, mevcut durumun tahlil edilmesi, herşeyden önce toplumun sınıfsal tahlilini gerektirir. Bu da, tarihsel materyalist bakış açısıyla olayların ve olguların sınıfsal kökenlerinin saptanması, hangi dinamiklerin ürünü olduğunun ortaya konulması demektir.
İşte "bizim sol"da, legalist solda olmayan da bu sınıfsal yandır.
"Emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanım" ülkemizin bugünkü somut gerçekliğinin en temel olgularından birisidir. Kimilerinin "orta sınıf", kimilerinin "orta direk", kimilerinin "yeni orta sınıf" diye tanımladığı bir sınıfsal kesimin parçasıdır.
"Emekli öğretmen Tevfik beyle Macide hanım", 1991 genel seçimlerinde iktidara gelen DYP-SHP koalisyon hükümetinin "işsizliği önleme" amacıyla çıkarmış olduğu "emeklilik yasası"yla olgu haline geldi. Kadın çalışanların 38 yaşında, erkek çalışanların 43 yaşında emekli olmasını sağlayan bu yasayla birlikte "genç emekliler" dönemi başladı. Bu "genç emekliler", emekli ikramiyeleriyle "toplu konut projesi"nin finansman kaynağı oldular. Bugün 1 milyon 660 bin "kamu emekçisi" ve varisleri emekli maaşı almaktadır. Bunlara SSK emeklileri dahil edildiğinde "emekli nüfus" beş milyona ulaşmaktadır. (Seçmenlerin %12’si)
Bunlara, çok sevilen terimle, "yeni orta sınıf"[6*] eklendiğinde, nüfusun %15-20’sini oluşturan kent küçük-burjuvazisinin "yüzer-gezer oyları" ortaya çıkmaktadır.
Bu kent küçük-burjuvazisinin en temel özelliği, tüketim ekonomisinin hedef kitlesi olmasıdır. Bu açıdan, bu sınıfın "aydın" kesimi, her durumda "globalizm"in ideolojik savunucusu olarak ortaya çıkmıştır ve "medya" aracılığıyla bu ideolojinin tüm toplum kesimlerine yayılması ve yerleştirilmesi "misyonu"nu üstlenmiştir.
Bu sınıfın ikinci özelliği, akışkan olmasıdır. Tarihsel olarak küçük-burjuvazinin proletarya ile büyük burjuvazi arasındaki konumunun bir yansısı olan bu akışkanlık, "yüksek faiz, düşük kur" politikasıyla sürdürülen ithalata dayalı tüketim ekonomisi içinde sürekli iş ve meslek değiştirmeleri biçiminde görünür olur. Klasik anlamda "esnaf"tan farklı olan, ithalatın liberalizasyonuyla ortaya çıkan iş alanlarında faaliyet yürüten "yeni esnaf" kesimi bu akışkanlığın en belirgin olduğu bölümü oluşturur. Bu "yeni esnaf" kesiminin 1980’lerin her köşe başında ortaya çıkan yabancı sigara satış bayilikleriyle başlayan "iş yaşamları", hal pazarcılığından marketçiliğe, cep telefonu satıcılığına kadar uzanan değişimlere sahne olmuştur.
"Yeni orta sınıf"çıların "iletişim dünyası çalışanları, satış elemanları" gibi terimlerle cilalanan bu "yeni esnaf"ın üçüncü özelliği, eğitim görmüş ve 80 öncesinde sola bulaşmış kesim olmakla birlikte niteliksiz işgücü oluşudur.
Bu özellikleriyle, bir bütün olarak kent küçük-burjuvazisi tüketicidir, akışkan ve geçişkendir; niteliksiz işgücüne sahip olduğundan "globalizm"le gelen marjinal ticaret alanlarında yoğunlaşır. Doğal olarak ticaretin temel özelliği olan spekülasyon dünyasında yaşar, kısa vadeli çıkarlar peşinde koşar, fırsatçıdır ve fırsatlardan yararlanmak varoluş koşulu haline gelmiştir. Eğitim görmüş işsizler ordusu bu kesimin organik bir parçasını oluşturur.
Dün olduğu gibi bugün de kent küçük-burjuvazisi ekonomik ve siyasal yaşamda etkin bir güçtür. Bu özelliği yüzünden, hemen her dönemde oligarşi ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar tarafından yedeklenmeye çalışılan bir kitle durumundadır. 12 Mart döneminde Nihat Erim’in "beyin takımı", Turgut Özal döneminde "dört eğilimi birleştirme" demagojisi, Tansu Çiller’in "iki anahtar" vaadi ve AKP’nin "sol liberaller"le ittifakı bu kitlenin yedeklenmesini amaçlamıştır.
Ancak bu sınıfın dünü ile bugünü arasında, yani 1980 öncesi ile sonrası arasında (özellikle de 1990’lardan sonra) belirgin bir farklılık ortaya çıkmıştır. 1980 öncesinde (1960-1980) ekonomik büyüme, kalkınma, sanayileşme vb. düzeylerinde konumlanırken, 1980 sonrasında ithalat, ticaret, serbest pazar ekonomisi vb. düzeylerde konumlanmıştır. Birinci durumda yurtseverlik ve ulusalcılık öne çıkarken, ikinci durumda "globalizm" ve "liberalizm" öne çıkmıştır. Bu nedenle, bu kitle 1980 öncesinde sanayileşme, büyüme, ulusal kalkınma vb. sloganlarla yedeklenebilirken, 1990 sonrasında globalizm, liberalizm, serbest piyasa vb. söylemleriyle yedeklenebilmiştir.
Şubat 2001 kriziyle başlayan ve 2008 dünya finans kriziyle dönüşen yeni süreçte bu durum büyük ölçüde değişmeye başlamıştır.
Gerek Şubat 2001 krizinin yaratmış olduğu "yaşam standartları"ndaki çöküşe duyulan tepki, gerekse yeni konumlarına uygun olarak "piyasalarda istikrar" arayışı, "ekonomik istikrarın yolu siyasi istikrardan geçer" mantığı içinde onları AKP’ye itmiştir. Ama 2008 finans krizi ve paralelinde gelişen Ergenekon operasyonları bu kesimlerin "ekonomik ve siyasal istikrar" algılamasını değiştirmeye başlamıştır. Bu değişim de Mart 2009 yerel seçimlerinde belli ölçülerde görünür olmuştur.[7*]
İşte değişen ve yeniden değişen bu konumuyla kent küçük-burjuvazisi, dün olduğu gibi bugün de siyasal gelişmelerin belirleyicisi olmayı sürdürmektedir.
Bu değişen ve gelişen süreçte "ezber" bozan en temel gözlemsel olgu, oligarşinin yapısına ve gücüne ilişkin belirsizliklerdir. Genel ve yüzeysel bir gözlemle bu süreçte oligarşinin eski gücünü yitirdiği bile söylenebilir. Hatta AKP’nin temsil ettiği feodal kalıntıların (tefeci-tüccar sermayesinin) oligarşiyi gerilettiğinden ve etkisizleştirdiğinden de söz edilebilir. Ancak bu genel ve yüzeysel bir gözlemden ibarettir ve gerçeği yansıtmaz.
Genel ve "ezber" tanımla, oligarşi, emperyalizm ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile toprak burjuvazisi ve feodal kalıntıların en irilerinden oluşan, egemen sınıf ittifakıdır. Burada "toprak burjuvazisi", pazar için üretim yapan büyük toprak sahiplerini; "feodal kalıntılar" ise tefeci-tüccar sermayesini ifade eder. Ancak oligarşinin temel gücü, emperyalizmle baştan bütünleşmiş işbirlikçi-tekelci burjuvazidir, genel ve amiyane ifadeyle, Koç’lar, Sabancı’lardır, TÜSİAD’tır, İSO’dur, MESS’tir. Ve herkesin "bildiği" gibi, son yıllarda bunların "esamesi" bile okunmamaktadır. AKP, "servetin yeniden dağıtımı"nı yaparken bu kesimlerden hiç "ses" çıkmadığı gibi, TSK’ya yönelik operasyonlar karşısında da sessiz kalmışlardır. Daha popüler ifadeyle, Türkiye’de hükümetler kuran, hükümetler deviren, askeri darbeler tezgahlayan TÜSİAD’ı kimse ciddiye bile almamaktadır.
Bu görünümden ve söylemden yola çıkıldığında, artık oligarşiden, oligarşik yönetimden söz etmek olanaksız olmaktadır. Doğal olarak, egemen sınıf ittifakı olarak oligarşinin yerine "başka" bir egemen sınıf ittifakının geçtiği düşünülebilmektedir.
Ama bunlar sadece görüntüdür, söylemdir.
Şüphesiz oligarşi, sabit bir sömürücü sınıflar bileşimi değildir. 1950’lerden günümüze kadar oligarşinin bileşiminde pek çok değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yapısında ve bileşiminde meydana gelen değişikliklerle biçimlenmiştir. Kimi zaman sanayi burjuvazisinin ağırlığı artarken, kimi zaman işbirlikçi-ticaret burjuvazisinin ağırlığı artmıştır. "İthal ikamesi" döneminde iç ticaret burjuvazisi etkin bir unsurken, "ihracata yönelik sanayileşme" döneminde dış ticaret burjuvazisi etkin bir güç olmuştur. Benzer biçimde, orta sermaye kesimlerinden bazıları tekelleşip güçlenerek oligarşi içinde yer alırken, bazı dönemlerde bir başkaları güçlenmiş ve oligarşi içinde yer almıştır. Ancak her dönemde işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi oligarşinin temel unsuru olarak varlığını sürdürmüştür.
Gerçek gerçeklikte bir bütün olarak işbirlikçi-tekelci burjuvazi (işbirlikçi-tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisi) AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerine kadar tartışmasız bir güç olarak ülkedeki ekonomik ve siyasal gelişmelerin belirleyicisi olarak ortada bulunmuştur. Gerek 1999 krizi sırasında bankalara el konulmasında, IMF ile stand-by anlaşması yapılmasında, gerekse 2001 Şubat krizi sürecinde ve Kemal Derviş’in ekonominin başına geçirilmesinde bu kesimin belirleyiciliği her türlü tartışmanın dışındadır. Aynı şekilde DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin erken seçime zorlanmasında, DSP’nin dağıtılmasında, AKP’nin oluşturulmasında işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yeri ve rolü de tartışılmaz bir gerçektir.
Bugün oligarşiden, işbirlikçi-tekelci burjuvaziden söz edilmemesi ya da TÜSİAD’ın "eskisi gibi" etkin bir güç olarak siyasal arenada yer almayışı bu gerçekleri ortadan kaldırmadığı gibi, oligarşinin etkisizleştiği, güçsüzleştiği anlamına da gelmemektedir. Kurtuluş Cephesi’ndeki değişik yazılarda ortaya konulduğu gibi, 1997 Asya Krizi ve 2000 emperyalist dünya krizi koşullarında emperyalist ülkelerin büyüyen aşırı-üretim sorununun yaratmış olduğu dünya ticaret hacmindeki artışın ürünü olarak iç pazarın genişletilmesi ve iç ticaretin yoğunlaştırılması nedeniyle Anadolu tefeci-tüccar sermayesiyle yeni bir ittifak oluşturulmuştur. AKP iktidarı bu ittifakın ürünü olmuştur. Ve herkesin bildiği gibi, AKP hükümeti, Kemal Derviş döneminde uygulamaya sokulan IMF "istikrar tedbirleri"ni harfi harfine uygulamıştır. Bu uygulamanın güvencesi olarak da Cemil Çiçek, Kemal Unakıtan gibi isimler AKP’ye transfer edilmiştir.
Burada "kafa karışıklığı"na yol açan durum, yukarda da ifade ettiğimiz gibi, AKP’nin TSK’ya yönelik operasyonları karşısında işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, daha somut ifadesiyle Koç’ların, Sabancı’ların ya da TÜSİAD’ın sessiz kalışıdır. Bu da son üç yılın görüngüsüdür. Doğal olarak 2007 yılına kadar tüm ekonomik ve siyasal süreçlerin belirleyicisi olarak "arka planda" yer alan oligarşinin son üç yılda birden "yok" olduğunu ya da güçsüzleştiğini söyleyebilmek için de ortada somut bir olgu yoktur.
İSO’nun (İstanbul Sanayi Odası) yayınladığı "En Büyük 500 Şirket" sıralamasının başında yer alan Tüpraş, Koç Holding’e aittir. Yine aynı sıralamada 3. büyük şirket Ford, 4. sırada yer alan Ereğli Demir-Çelik, 6. sırada yer alan Tofaş, 7. sırada yer alan Arçelik, 9. sırada yer alan Aygaz, Koç Holding’e aittir. Sadece bu şirketlerin ciroları 50 milyar TL’dir.
Popüler ve günlük söylemle oligarşinin "ikinci büyük gücü" Sabancı Holding her ne kadar "miras" paylaşımlarıyla belli ölçülerde "iç sorun"larla uğraşmak durumunda kalmışsa da, ülke ekonomisinin ikinci büyük gücü olmayı sürdürmektedir.
Bu veriler bile, oligarşinin temel yapısının değişmediğini açıkça gösterir.
Yine de oligarşinin, yapısal değişiklik olmamasına rağmen, AKP’nin "icraatları" karşısında neden "sessiz" ve "tepkisiz" kaldığı sorulabilir. Elbette böyle bir soru sorulabilir, ama tersi de geçerlidir: Neden tepki göstermesi gerekir?
Gerçekte bu sorular anlamsızdır. Tarih bilincinin yok edildiği bir ortamda bu türden anlamsız soruların sorulması da kaçınılmazdır.
Bugün işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ve onun temel unsurlarının AKP iktidarından, "ılımlı islamcı" söyleminden, ekonomik uygulamalarından fazla bir rahatsızlığı yoktur. Üstelik AKP’nin "servetin yeniden dağıtımı"nı yaparken, kendi "yandaşlar"ını güçlendirirken kendileri de güçlenmektedir. Uzanlar olayına ya da Aydın Doğan "medya"sına yönelik "medyatik" olaylar da kendilerinin konumuna ve gücüne herhangi bir zarar vermemiştir, vermemektedir. Üstelik Uzanlar gibi şantaj ve tehdit yoluyla gücünü artıran bir sermaye kesiminin tasfiye edilmiş olmasından memnundurlar.
İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin, Koç’ların ve Sabancı’ların AKP’nin TSK operasyonları ve laiklik karşıtı söylemleri karşısında tepkisiz kalışlarına bakarak "etkisizleştikleri"ni söylemek ne kadar yanlışsa, bunlara karşı tepki göstermelerini beklemek de o kadar yanlıştır. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin tarihine bakıldığında, hiçbir dönemde laiklik diye bir sorunu olmadığı hemen görülür. Aynı şekilde oligarşinin hiçbir dönem demokrasi diye de bir sorunu olmamıştır. 27 Mayıs dışındaki diğer askeri darbeler (12 Mart ve 12 Eylül) bizzat oligarşinin istemi ve onayı ile gerçekleştirilmiştir.[8*] Tüm yanılgı ve yanılsama ülkedeki tüm askeri darbelerin ya da askeri operasyonların mutlak biçimde oligarşinin istemi ve onayı ile gerçekleştiği sanısından kaynaklanmaktadır. Özellikle 28 Şubat sürecinin, yani "post-modern darbe"nin oligarşinin "laiklik hassasiyeti"nin ürünü olduğu sanısı belirgin bir yere sahiptir.
Şüphesiz oligarşinin bileşiminde bazı değişiklikler olmuştur. Bazı orta sermaye kesimleri ("islami sermaye"nin bir bölümü) oligarşinin içinde yer alırken, başka kesimler (Uzanlar gibi) oligarşiden tasfiye edilmişlerdir. AKP iktidarı, tefeci-tüccar sermayesi ile işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yeni ittifakının ürünüdür. Gerçek şudur ki, her sermaye kendisini genişletmek ve büyütmek yönünde hareket eder. Dolayısıyla ne düzeyde ittifak kurulmuş olursa olsun, her kesim ve her kesimin tekil bileşenleri kendi gücünü ve etkisini artırma yönünde hareket eder. Bu hareketi, siyasal iktidar içindeki "adamları" aracılığıyla siyasal bir nitelik kazanır. Sorun, tefeci-tüccar sermayesinin ya da popüler ifadesiyle "islami sermaye"nin kendisini güçlendirmesi değil, bu hareketinin işbirlikçi-tekelci burjuvazinin yaşam alanına ne kadar müdahale ettiğidir.
Diğer bir sorun ise, egemen sınıflar ittifakının yapısının ve siyasal iktidarın emperyalizmin çıkarlarına ne ölçüde uygun ya da ters düştüğüdür. Emperyalizm ile işbirlikçi sermaye, özellikle de işbirlikçi siyasal iktidarlar arasındaki ilişki "mutlak" bir özdeşlik değildir. Emperyalizm, kendine bağımlı ülkeleri her yönden ve her açıdan mutlak olarak denetler, ama mutlak olarak yönetmez. Yer yer uygulamada farklılıklar ortaya çıkar. Ancak bunlar öze ilişkin değildir. Ama AKP iktidarı neredeyse "mutlak" denilebilecek ölçüde emperyalizmin direktiflerini uygulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında emperyalizmin AKP iktidarından "rahatsızlık" duyması da söz konusu olamaz.
Tüm bu gerçekler ortadayken CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu olayı ülkenin gündeminin birinci sırasına gelince, birden "komplo" teorileriyle beslenmiş bir "durum değişikliği" ya da emperyalizmin (sözü edilmese de işbirlikçi-tekelci burjuvazinin) AKP’yi gözden çıkardığı yorumları yapılmaya başlanmıştır.
Ekonomik temel her zaman üzerinde yükselen üstyapının, siyasal ilişkilerin belirleyicisidir. Ama üstyapı da edilgen ve sadece belirlenen konumunda değildir.[9*]*
Nasıl ki Uzanlar vb. olaylarda görüldüğü gibi "servetin yeniden dağıtımı" siyasal üstyapı tarafından gerçekleştiriliyorsa, aynı biçimde egemen sınıfların iç ilişkilerinde de siyasal üstyapının etkin bir rolü vardır. Bugün emperyalizm (ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi) açısından AKP’nin tasfiye edilmesi için zorunlu bir neden mevcut değildir. Ancak emperyalizmin Ortadoğu’ya, özellikle İran’a yönelik politikaları açısından AKP’nin varlığının bazı (ve kısmi) sorunlar da yarattığı gerçektir. Öte yandan 2008 krizinin toplumsal etkileri ve sonuçları, AB’de ortaya çıkan yeni borç krizleri Türkiye’de "yönetim" sorununu öne çıkarmaya başlamıştır. Bu olgulardan yol çıkarak, emperyalizmin AKP’yi tasfiye ederek yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun yönetiminde CHP’yi geçirmeye karar verdiğini söylemek tek başına yeterli değildir. Böyle bir tek yönlü çıkarsama ya da değerlendirme, egemen sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkinin durumunu hesaba katmadığı gibi, emperyalizmin "kadir-i mutlak" olduğunu, herşeyi yapabildiğini ve yapacaklarını önceden "planladığını" düşünmekle özdeştir.
Bugün daha belirgin biçimde görüldüğü gibi, Kemal Kılıçdaroğlu olayı, bir "komplo"nun ürünü değildir; şu ya da bu siyasal nedenlerle Baykal’a ve CHP’ye yönelik bir "kaset komplosu"nun yaratmış olduğu boşluğun doldurulmasıdır. Siyasal olayları yakından izleyenlerin çok iyi bildiği gibi, "kaset komplosu" olmasaydı 33. Kurultay’ı sonrasında CHP’nin "vitrini" bizzat Baykal tarafından bugünküne benzer biçimde yeniden biçimlendirilecekti. Bu açıdan "kaset komplosu", bu "vitrin" değişikliğini genel başkanın değişmesinden başka bir sonuç vermemiştir.
Bu nedenlerden dolayı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun "sosyalist solun yükselişini engellemek için" (sanki yükseliyormuş gibi) yapılmış bir "komplo" olduğunu söylemek ne kadar yanlışsa, emperyalizmin ya da "merkez medya"nın "toplum mühendisliği"nin ürünü olduğunu söylemek de o kadar yanlıştır.
Sınıfsal perspektiften kopmuş ve sınıfsal tahlilleri temel almayan hiçbir yorum ya da değerlendirme somut gerçekliği açıklayamaz. Ülkemizin somut gerçekliğinde, daha istikrarlı işçi ve köylü kitlesinin yanında kent küçük-burjuvazisinin akışkan ve değişken tutumuyla belirlenen bir siyasal ilişkiler egemendir. Bu sınıfın akışkan ve değişken tutumu, aynı zamanda bu sınıfın tutarsızlığının bir ifadesidir. Bu akışkan ve değişken tutuma bakarak ya da bu akışkan ve değişken tutumu tutarlı ve istikrarlı bir "durum" gibi ele alarak yapılacak yorumlar, dün olduğu gibi bugün de tutarlı ve ilkeli bir siyasal çizgi izlemeyi olanaksız kılacaktır.
Dipnotlar
[1*] Tayyip Erdoğan ya da yeni adıyla "Recep bey", bu açıklamasından iki gün önce şöyle konuşuyordu: "Taksim’i kopara kopara aldık diyenler var. Kimse AK Parti iktidarından kopara kopara bir şey almadı. Bu böyle bilinsin. Kopara kopara alma güçleri varsa 77’den iktidarımıza kadar neredeydiler."
[2*] Metin Çulhaoğlu, Sanal "Sol" gazete, 22 Mayıs 2010.
[3*] Atılım.org 24 Mayıs 2010.
[4*] Kemal Okuyan, Baykuş Bakışı, sanal "Sol" gazete, 25 Mayıs 2010.
[5*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.
[6*] Sencer Ayata’ya göre "yeni orta sınıf", "mühendisler, öğretmenler, hemşireler, araştırmacılar, reklamcılar, finans örgütlerinde, iletişim dünyasında çalışanlar, tasarımcılar, mimarlar, sekreterler, satış elemanları, genel olarak tüm beyaz yakalılar"dan oluşmaktadır.
[7*] Bugün Mart 2009 yerel seçim sonuçları unutulmuş görünmektedir. Oysa bu seçimlerde CHP, oyların %23,1’ini (9.233.000 oy) alırken, DSP oyların 2,8’ini (1.110.000 oy) almıştır. Kemal Kılıçdaroğlu "olayı" öncesinde yapılan anketlerde CHP’nin oylarının %25-28 aralığında görülmesi bu açıdan şaşırtıcı değildir.
[8*] 27 Mayıs "ihtilali" ve bunun karşısında işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile emperyalizmin tutumunu Mahir Çayan yoldaş şöyle değerlendirir:
"1950 harekatı oldu. Emperyalizm tam yönetim sağladı. O anda dayanacağı temel güç tekelci burjuvazi değildi.Tefeci bezirgan ve toprak ağaları takımı idi.
Tekelci burjuvazinin durumu temel dayanak olabilecek seviyede değildi. Yıllar ilerledi, emperyalizmin çıkarları açısından, kapitalizm açısından, bu müttefikin tasfiye edilmesi şart oldu. Emperyalist üretim ilişkileri tekelci burjuvaziyi de güçlendiriyordu. Nihayet 1960 harekatı oldu. Tekelci burjuvazi daha temel güç olma durumunda değildi. Bu yüzden ABD reformist burjuvaziye devrimde destek oldu. Nasıl olsa 60 dünyasında reformist burjuvazinin ekonomik, idari ve sosyal bütün tedbirleri tekelci burjuvaziyi güçlendirecekti. Ve öyle oldu.
Kısa bir süre sonra 1963’de reformist burjuvazi tekelci burjuvazi ile yer değiştirdi. Tekelci burjuvazi reformist burjuvaziyi hem tasfiye etmeyerek ona belli haklar tanıyarak (çünkü gücü yoktu) hem de tefeci bezirgan takımını eskisi gibi olmasa da imtiyazlı duruma getirerek ülkede garip bir yönetim dengesi kurdu. Buna nispi denge dönemi de diyebiliriz. Bu nispi denge ikilidir.
1. Hakim ittifaklar ile reformist burjuvazi arasında – yansıması 61 Anayasası. Belirleyici yön hakim ittifak.
2. Hakim ittifakın kendi içinde, tekelci burjuvazi ile tefeci bezirgan arasında – belirleyici yön tekelci burjuvazi.
Böylece Türkiye yarı-sömürgeler arasında bir istisna oldu. Çünkü hiçbir ülkede Türkiye’deki sınırlı demokratik haklar yoktu."
[9*] Engels şöyle yazar: "... Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken, son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne Marks ileri sürdü, ne de ben. Eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli öğeleri: sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları –savaş bir kez muzaffer sınıf tarafından kazanılınca yapılan anayasalar vb.– hukuksal biçimler ve hatta bütün bu gerçek mücadelelerin, bu mücadelelere katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha sonraki gelişmeleri de, tarihsel mücadelelerin gidişi üzerindeki etkilerini gösterir ve birçok durumda, onların biçimini baskın bir tarzda belirler." (Engels, J. Bloch’a Mektup, 21 Eylül 1890.)
Kurtuluş Cephesi
Mayıs-Haziran 2010