7 Temmuz 2010 Çarşamba

Takvim gazetesi orijinal röportaj - Halid Özkul

DÜZMECE “ERGENEKON”U GERÇEK “ERGENEKON” TEZGÂHLADI

(Halid Özkul’un Takvim gazetesi röportajının orijinali)

Gazeteci Hakan Dilek’in göndermiş olduğu sorular Halid Özkul tarafından cevaplanmıştır. Bu cevaplardan birçoğu röportaj olarak Takvim gazetesinin 02 ve 03 Temmuz 2010 tarihli basımlarında yayımlanmıştır. Aşağıdaki metinler orijinal olan söyleşidir:


1- CIA-MOSSAD ilişkisi.. yıllardan beri vurgu yapılır ama işbirliklerinin niteliği üzerini doğru dürüst kelam eden insan ya da yazı sayısı çok azdır. Boruyla bağlantı yapmadıkları ortada.. Ne istemekteler ve bunu nasıl gerçekleştiriyorlar?

Doğrudur. Çünkü genellikle enformasyon ağı CIA üzerine yön verir. Dikkat edin, “bilgi”(knowledge) demedim “enformasyon” dedim. Neden? Çünkü burada geçerli olan “bilme” değil, hazırlanmış olan “haber”dir. Kibernetik (Dümenci Sanatı) bir kurgu söz konusudur. Global (“Anglo-Amerik-Hegemonya”yı ifade eden özel bir terimdir. Dünya çapında/ Küresel –worldwide- değil, bu iktisadi bazlı ayrı bir kavramdır. Türkiye’de bilinçli olarak hep karıştırılır!) medya Yahudi cemaati ile bağlantılarından dolayı Zionistsever oldukları için MOSSAD haberleri ince bir sansürden geçer. İşbirliği -sizin güzel bir espriniz ile- “boru” ile değildir, elbet. Operatif-İşlev alanındadır. Bunlar; a- İstihbarat örgütlerinin özel eğitimleri ve talimnameleri, b- Özellikle “anti-terör” UZMANlık alanlarında kurumlaşmalarda, c- Planlama-lojistik aşamalarında, d- Uygulamada ortaya çıkar; ama ikisinden biri muhakkak “örtü”lenmiştir. Çünkü sızıntı olur ise “kesinlikle” yalanlanacaktır. Bu temel ikili kombinazyonlar MOSSAD-BND arasında da mevcuttur ve tarihi kökleri çok derindir. Nazizme kadar uzanır (tabii o zaman MOSSAD, Yahudi Ajansı- a Sohnut adını taşıyordu). a Sohnut’un MAH ile de derin bağlantıları vardı. Bir kolu da MI.6 ile bağlantılıydı. Ama 1948 sonrası Britanyalılar MOSSAD’a mesafeli davrandılar. CIA-MOSSAD kendi için bir şey istemez, zannettirildiği gibi Hollywood senaryolarına konu edilen türden maceralara da girişmezler. ABD ve İzrael devletlerine egemen olan iktisadi güçlerin-patronların global çıkarları doğrultusunda, bu çıkarları seslendiren kurumların çizmiş olduğu küresel stratejiler doğrultusunda taktik eylemleri gerçekleştirirler. Bu gerçekleştirme güncel savaş metodlarını kullanarak olur. Bunlar “sivil” veya “militer” olabilir. Tabii ki hedef ülkenin yasalarına aykırıdır bu, bunun için illegaldir. Ama onlara yardımcı olan yerli işbirlikçi güçler muhakkak vardır. Bunlar olmadan başarı yüzdesi düşüktür…


2- Filistin için savaşmayı göze almak… bir halka bağlılık sunarak yaşamından vazgeçmek. Gençler neyi hedeflediler? Neden Filistin’de savaştılar? Özgür bir vatan için savaşmak duygusu nasıl bir şeydir? Bilim yeter mi? Vicdan ne demektir?

Aristotales’e göre insan “politik bir hayvan”dır. XIX. yüzyıla kadar bu görüş itibar görmüştür. Bunu “bireyselleşebilen sosyal bir varlık” konumuna çıkaran Marx olmuştur. Yine onun tarafından Kapital’de ilk olarak “bilinçaltı” terimi kullanılmıştır. (Freud, buradan ilham almıştır.) İnsan aynı zamanda “manevi” bir varlıktır da. Maneviyatı yönetmek için egemen güç tarafından “ideoloji” denen tarihin en eski enformasyonu üretilmiştir. (Haklı olarak Engels, ”ideoloji”yi “yanlış bilinç” olarak tarif etmiştir.) Hâlbuki insanın “manevi” gücü uzaysal ve enerjiktir- buna biz volantarizm/iradecilik diyoruz. Ama “ideoloji” kıskacında kalır ise insan “sürü”leşir. Çünkü yüzyıllardır - köleci toplumdan, feodal toplumdan beri- “bilinçaltına” bir sürü bağımlısı olduğu nakşedilmiştir. Kapitalizm “işsizler ordusu”nun “özgür-köle” işçi sürülerini yaratmıştır- kendi içinde sınıf olarak. Fakat insan BİLİM ile donanır ise söz konusu “bilimsel bilgi” olacağı için bireysel olgu BİLİNCi geliştirir. Buradan “Filistin” sorununa bakarsak sadece coğrafi sınırlar ile bağlantılı bir olay yoktur. Daha geniş bir hedef vardır: emperyalist ve zionist; bu da enerji –petrol ve su- alanlarının ele geçirilmesi demektir. Karşı çıkış bunun anti-sidir. Burada yabancı gençler için hedef bu kadar yüksektir. Çünkü hedefi coğrafi olarak sınırlamak global gücün enformasyonudur, halbuki bilinçli gençlerin bilgisi küreseldir. Ama bu bahsettiğim süreç 1965–1980 arasıdır, işte burada CIA-MOSSAD devreye girer ve kaos üretilmeye başlar. Bu da meyvesini provokasyon olarak verir. Devrimci şiddet, kibernetik-kaos ile “terör”e dönüştürülür. (“Terör Uzman”ı hokkabazların aynada kendini eleveren ilizyonu buradadır.) Bu çok yönlü bir operasyondur. 30 yıllık bir ana-stratejinin 5-10-20-25 yıllık bir periodik taktikleri uygulanmaya başlar. “Özgürlük”(freedom) çok önemli bir kavramdır, “hürriyet”(liberty) ile karıştırmamak lazımdır. TDK ve sözlükleri lisanımızı sabote etmiştir. “Özgürlük” zorunlulukların (ki tabanı iktisadidir) tezahürü olarak kavranmadıkça, gençlik yurt-vatan için canını verir ama barışta ülke tekrar işbirlikçilerin eline geçer- bu kaçınılmazdır. Çoşku-duygu-irade, akıl-bilgi-bilinçle donanmadıkça ortaya çıkan “gazman milliyetçiliği” veya “gazman devrimciliği” olur, sonuçta “gaz” olarak kalır, yavaş-yavaş söndürürler. Onun için Kemal Atatürk, değerli edebiyatçı Karay’a vasiyetini açıklarken “ideoloji”yi değil “bilim”i öngörmüştür. Bu çok doğru bir tespittir. Ama bilimde esas olan sürekliliktir, çünkü bilimsel doğru “izafi”dir. Vicdan ise edebi bir deyimdir. Nesnel gerçek yaşamda önemli olan onurdur, onurlu insan özverilidir, tamahkârdır, “eline, beline, diline hâkim” olandır, her şeyden önce insanlık onuru diyoruz… Böylece “insan-ı kâmil” olabilirsiniz! Asıl hedefimiz budur!


3- Dezenformasyonun ayakları nasıl örülüyor? Fikir hokkabazlarına karşı nasıl mücadele etmek gerekir?

Dezenformasyonun üçayağı vardır: a- kara, tamamen yalan, b- gri, yalanla-olanın (doğrunun değil) karışımı enformasyon, c- beyaz- somut gerçeklik. Günümüzde bunun formülü öncelikle; %10 c, %30 b, %60 a’dır. Size c-b-a sunulur. Bunun için görsel ve yazılı bütün medya olanakları kullanılır. Geniş çalışan-emeği sömürülen kitleleri hiptonize edip, burjuva “ideoloji”yi bilinçaltına şırınga yapmak TV tüpleri ile gerçekleştirilir. Bunun için Prof.- Dr.- “uzman” ünvanı verilmiş her türden meddah serbest piyasaya çıkarılır. Bunların en büyük marifeti olayı özünden saptırıp, meseleyi istatistiki sosyoloji ile sınırlamaktır. Buna politik psikoloji derler. Bunun “uzman”ları emperyal istihbarat güçlerinin akil adamlarıdır. Bu kısaca emperyalist güçlerin “kültür terörü”dür. Bu hokkabaz ve çanak yalayıcılara karşı ne olursa olsun “sivil” değil, “demokratik kitle hareketi”ni oluşturarak, bilimsel açıklamalar yolu ile her türlü görsel, yazınsal ve özellikle sanatsal (ki insanın en değerli manevi güç odağıdır) alanlar kullanılmalıdır. İktisadi-Siyasi-Toplumsal-Tarihsel süreç “ideoloji” batağına saplanmadan bilimsel toplumsal disiplin düşüncesi ile açıklanmalıdır. Bu çalışmaları yapanlar teşvik edilip, ön plana çıkarılmalıdır. Bacakları değil, beyni güzel insanlara ihtiyacımız var…


4- Sabetayların tarihiyle ülkemizin tarihi arasında nasıl bir paralellik var? Yalçın Küçük’ü nasıl değerlendirmek gerekir?

Bu paralelliği kuranları ben yukarıdaki sorularınıza dâhil ediyorum. Bir kere zionizm meselesi ile ortaya sürülen bilgilerin çoğu Batı’da Vatikan veya mason ya da bizzat zionist çevrelerce pompalanmış spekülatif enformasyondur. Çünkü Sabetaycılarda (XVII. Yüzyıl) dâhil Musevi “uhrevi zionizmi” savunan Torah- Mesihi önderliği ile ondan ikiyüz yıl sonra ortaya çıkmış Yahudi “siyasal zionizm”in revizyonist-terörist önderliğini bir araya getirip özdeşleştirmek için insanın ya manipüle edilen bir hokkabaz veya klinik bir vaka olması gerektir. Her ikisi de ülkemizde TVlere fışkıracak kadar pek boldur. Bir kere Sabetaycılar Arap(Sami)-Saferattır, Zionistlerin hemen hemen hepsi Türkik Aşkenazidir. İster Hazar, ister Özbek, ister Karaim, ister Tatar, ister Çağatay olsunlar. Elmalar ile armutlar bilinçli olarak karıştırılmaktadır. Ayrıca insanların siyasal davranışlarını belirleyen en önemli unsur onarlın “sınıfsal” duruşlarıdır. Hangi cemaatten, topluluktan veya etnik yapıdan geldikleri değil. Bu karıştırma emperyalist güçlerin arzu ettikleri ve kışkırttıkları “radikal milliyetçi” ideolojinin yanlış bilinç saplantısıdır. Sonuçları klinik tedavi gerektirecek kadar vahim edinimlerle sonuçlanabilir…Bu konuda yegane başarılı çalışmalar araştırmacı Tayfun Er’in “Erguvaniler” ve “Yalıdakiler” kitaplarıdır…


5- Ergenekon’a nasıl bakmak gerekir? Bülent Ecevit çok önceki röportajlarından birinde Elazığ Garnizon Komutanından duymuş özel harp dairesinin adını… Özel Harp Dairesinin ABD Elçiliğinde odası varmış. Ordumuzun ABD Büyükelçiliğinde ne işi var?

“Ergenekon” olayına da yukarıda zikrettiğimiz açınımdan bakılmalıdır. Hep söylüyoruz ama medya hokkabazların, “guru” taslaklarının ve “çok bilmiş”lerin tekelinde olduğu için sesimizi duyurmuyorlar. “Efendi”ler öyle istiyor. Kibernetik-Koas istiyorlar. ABD ile yapılan NATO-Stay Behind gizli anlaşmasına göre kurulmuş bir örgüt var. Bir kere bu örgüt asker komutasında değil. Asker sadece tetikçileri ve onları eğitecekleri eğitmek ile yükümlü. Bu örgütün varlığını sadece ordunun üst kademesi değil bütün Başbakanlar ve ilgili bakanlar biliyorlar. “Kırmızı Kitap”ta strateji konuyor, bunlar para-militer unsurlar. Devletin istihbarat gücü de bu yönlendirme içinde. Onun için efendim Ecevit’in sonradan haberi olmuş, falan hikâye. Bu örgütlenmeyi Adnan Menderes’ten 1996 yılı başbakanına kadar bütün başbakanlar biliyordu. Bilmiyordum diyenlerin burnu uzundur! 1994–96 arası NATO’da örgütlenme militer ağırlıktan iktisadi ağırlığa geçirilmiştir. Bu yeni örgütlenme halen Avrupa’da sürdüğü gibi ülkemizde de sürmektedir. Türkiye’de bilinmiyor, daha doğrusu istenmiyor, bugün İtalya’da “P2-Gladio”cular kendi adlarını kullandıkları legal bir dernek içinde toplantılarını sürdürüyorlar. Çünkü İtalya’da “devrimci komünist” hareketin kökünü kazıdılar, ortalıkta dolaşanlar “CIA’nın solcuları” (yeşilciler, feministler, “ultra gazman solcuları”). Eğer bir ülkede sadece NATOcu-Amerikancı generaller genelkurmaybaşkanı olabiliyorlar ise ÖHD’nin ABD Elçiliği içinde olması kadar normal bir şey olabilir mi?


6- Süleyman Demirel’in Ergenekon’la bağlantısı var mı? “1” numaranın o olduğunu düşünüyorum.. Yanlış mıyım?

Bu soruya yukarıda cevap verdik. NATO-Stay Behind örgütlenmelerinde hiçbir başbakan “1” numara olamaz. İtalya’daki açıklamaların çoğu dezenformasyondur. Olay bilinçli olarak saptırılıp-kesilip-kapatılmıştır. Çünkü İtalyan Komünist Partisi, II. Dünya Savaşın’ndan kalma partizan silah depolarını açıklayıp-dağıtmayı reddetmektedir. Ki bu İtalyan burjuva demokrasisine karşı teminattır… Size ilginç bir örnek vereyim, Türkiye’de gerçek Ergenekon’un peşine düşüldüğü, sahte Ergenekon’un foyasının ortaya serilmeye çalışıldığı günlerde Daniele Ganser adlı İsviçreli genç bir araştırmacının “NATO’nun Gizli Orduları” adlı kitabı piyasaya verilmiş böylece düzmece Ergenekonculara icazet sağlanmıştı. Ama serbest piyasadaki “ben bu işi ilk bilenim” diyenlerden hiç kimse bir şeye dikkat etmedi ve oltaya geldi- adamı boş yere poh-pohlamazlar: a- kitapta bilinenin haricinde yazılmış yeni hiçbir şey yoktu, b- her şeyden ilginci bu zat İsviçreli olduğu halde ve özellikle İsviçre NATO-Stay Behind Harekatının GİZLİ ÜSSÜ olduğu halde, İsviçre örgütü hakkında nerede ise HİÇBİR ŞEY yoktu. Benim 1996’ta tamamlayıp ancak 5 yıl uğraşarak bastırabildiğim “Gizli Ordular-CIA” kitabımda dahi İsviçre hakkında çok daha fazla bilgi bulunmaktaydı. Ama bu zat Türkiye’ye geldiği halde ve bu konu ile ilgilendiği halde bize ulaşmak için hiçbir çaba harcamadı. Bu konuların gerçek uzmanlarından Av. Suat Parlar’da Daniel Ganser’in kitabından çok daha önemli bilgiler sunduğu halde kimse onu aramıyor, rastlantı mı? Şu kadarını söyliyeyim ki askeri olarak “E-Day”(Ergün) olarak kodlanmış “Ergenekon” harekâtının ilk örgüt kurucularından ve başkanı ünlü hukuk profesörü Sulhi Dönmezer’di. İlginçtir ki kendisi NATO Stay Behind’ın en önemli mali kaynağı olan “narkotik” sorunları ile çok yakından(!) özel olarak ilgilenmişti. Kemalistlerimizin anti-komünist zaafindan yararlanıp onlara yaranmayı bilmiş kurnaz bir adamdı. Bu güçle komünistlerin amansız düşmanıydı. Birçok aydının yazdıkları kitaplarına bilirkişi olup, onları “komünist” ilan edip, çok ağır hapis cezaları için icazet vermiştir (Onun bilirkişiliği ile Aytunç Altındal, bir “şiir kitabı”ndan dolayı “20 yıl hapse mahkûm” olmuştu]…(Orhan Aldıkaçtı, Sahir Erman, İsmet Giritli komitanın en eski tanınmış mason simalarıydı.) Sonra yerini yine aynı masongillerden çok iyi İbranice bilen “Roma Kulübü” (bu İtalyan kulübünün kurucusu da Kırım Tatarı kripto Yahudi bir zattır, rastlantı değil mi!) onursal Başkanına bıraktı. O da Harvard-lılar Derneği onursal başkanına-. Ah Harvard nelere kadirsin! Görüleceği gibi bunların hiçbiri su işleri mühendisi değildir…

7- Doğuda üretilen Kürt sorununun asıl nedeni nedir?


Her zaman ilk adımın doğru atılmasında yöntem olarak fayda vardır. Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeni Miri toprak düzeni idi. Yani geniş topraklarda özel mülkiyet söz konusu değildi. Hazine arazilerini gaspetmiş ayana (ağaya, beye, paşaya) karşı yoksul köylüyü kollamak için 1858’de arazi kanunnamesi ile bir toprak reformu yapılmaya çalışılmıştı. Ama özellikle Doğu Anadolu’da başarılı olamamıştı. İlginçtir ki, 1862’de Çarlık Rusyası’nda Toprak Reformu başarılı olmuştur. (Bu konuları çok başarılı bir biçimde araştırmacı Candan Badem “Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars Vilayeti” adlı yapıtında açıklamaktadır. Dezenformasyon hokkabazlığına karşı nasıl bilimsel kitap yazılır- işte böyle!) Abdülhamid döneminden itibaren, İttihat Terakki döneminde artarak Doğu’da Kürt aşiretlerin toprak gaspları artarak devam etmiştir. Ulusal sorun, özünde toprak meselesi yani köylülük meselesidir. Kemalist hareket, işçi hareketinin siyasal önderliğini düşman olarak gördüğü için, kendini en büyük müttefikinden soyutlayarak, pre-feodal kastlar olan Kürt aşiret yapısına karşı Bonapartist taktikler ile başarıya ulaşacağını zannederek büyük bir hata yapmış, böylece toprak reformu hareketini başlatamadığı gibi sonuçta kast-aşiret düzeni ile süreç içinde uzlaşmıştır. Her zaman gerici üretim güçlerini desteklemiş olan emperyalist güçlerin Türkiye’nin müzminleşmiş bu yarasını deşmesi normaldir. Günümüzde global emperyalist gücün desteklediği mikro-milliyetçilik rüzgarına uygun olarak Türkiye’deki Kürtçülük hareketi de kendini burjuva “insan hakları” ve “demokratik haklar” gibi ABD’nin klişeleşmiş sloganları ile pazarlamaktadır. Ortada “devrimci önderlik” yerine “CIA güdümlü solculuk” olunca kibernetik-kaos istenildiği biçim ve tonda yürümektedir. Tek çözüm “Toprak Devrimi”dir. Üstelik kamulaştırmalarda tek kuruş ödemeden, çünkü sözkonusu olan gaspedilmiş hazine topraklarının geri alınmasıdır. Yeniden organize edilecek topraklar üzerinde kooperatifçiliğe dayalı “sanayi için tarım” örgütlenmelidir. Kooperatifçilik zorunludur, çünkü modern makinelaşmış tarımın maliyetini bireysel mülkçüler karşılayamaz. Tabii bireysel mülkiyet içinde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Bu yapılırsa ne PKK kalır, ne Kürt toprak ağaları, ne de Kürtçülük. Kürtlerin benliğinin ifadesi olan folkloresinin öğeleri korunmalı ve sürekliliği de sağlanmalıdır, bu ille de “kimlik” sorunu değildir. ABD’de hangi ırk, etnik yapı veya cemaat kimliği belirler-hiçbiri, her şeyden önce “ulusal”lığın, “İç Pazar”ın belirlenmesinin “manevi-ideolojik” ifadesi olduğu göz ardı edilmemelidir. Bilgisayar terminoloji ile “sanal”lığın…


8- 1923’le birlikte başlayan süreç bir liderin vicdanına terk edilemeyecek kadar çetrefili gelmiş olmalı ki Mustafa Kemal erken ayrıldı aramızdan… Bunu nasıl ve hangi yöntemlerle yapıyorlar?

Kemal Atatürk, vicdanla değil irade ile hareket etmiştir. Hiçbir devrimci veya radikal reformist vicdanla hareket edemez. Daha önce dediğim gibi vicdan edebiyatçıların sorunudur. Atatürk’ün en büyük eksisi kadro olarak güveneceği genç bir bilimci çevresinin olmamasıydı. Onu yaratmaya çalışma çabasına dikkat edilmelidir. Yukarıdan konu ettiğim gibi ipleri en büyük düşmanları olan İttihatçıların elinden tamamen alamamıştır. Bazı İttihatçılara güvenmesi hep onun geri adımlar atmasına neden olmuştur. Günün komünistlerinin içeri tıktırılmasını ve işkence görmelerini önlemek için çaba harcamış olsaydı belki daha olumlu adımlar atılabilirdi. Ama Bira fabrikası patronu olunca sınıfsal konumunuz berraklaşmış oluyor. Dış politikada SSCB ile dostluğu sürdürürken, içeride komünistlere işkence uygulanmıştır. İşçi sınıfı belki aritmetik olarak az bir nicelik gözükebilir, belki önderliği aritmetik olarak kağıt üzerinde bir hiçtir; ama maddi ve özellikle manevi bir güç-nitelik olarak artı-değerler toplamı olan toplumsal emeğin göstergesi “ulusal değer”i yaratan en önemli sınıftır. Siz bu en önemli müttefik olacak sınıfı sindirirseniz, komprador ve ağalık sistemi Atatürk bile olsanız sizi imha eder. Ardından da sizi “kült” haline dönüştürerek, ileride “düşman” muamelesi görmeniz için kapıları açar. Trajik olan bu ifadenin bizzat Atatürk’e ait olmasıdır. Ama Atatürk, Bolivar’dan daha “ileri”de bir burjuva demokratik devrim önderidir. Tarihsel yeri budur. Bazı etnik mikro-milliyetçi faşistler ve “CIA solcuları” ne derse desin!


9- Aynı karanlık sokaklarda kol kola dolaşan silah satıcıları 12 Eylül öncesi ortalığı alevlendirmek için neler yaptılar?

Bakın çok önemli bir ayrıntıyı yakalamışsınız. Hani en başta CIA-MOSSAD hakkında sormuştunuz. Gazete arşivlerine girdiğinizde 12 Mart darbesi öncesi Türkiye’de ilginç olarak silah kaçakçılığı olaylarının arttığı gözüküyor. Ben size bir not yazıyorum şimdi üstünde düşünün: (kişilerin yanındaki tarihler onların katledildiği tarihlerdir. Trafik kazalarının bütün içinde düşünüldüğünde acaba rastlantı mı?)

Necip Hablemitoğlu 18.12.2002

Ercan Arıklı (Nokta-Vatan) 03.06.2003

Recep Yazıcıoğlu 08.09.2003

Şemdinli Olayı 09.11.2005

Denizli ilk Glock kaçakçılığı. 11.01.2006

Rahip Santaro cinayeti 02.2006

Danıştay cinayeti 05.2006

Ülke çapında Glock tabanca kaçak. 07.2006

Hırant Dink cinayeti 19.01.2007

Malatya Zirve Kitapevi cinayeti. 18.04.2007

Necip Hablemitoğlu polis içindeki “F” grubunu çok iyi tanıyordu. Türkiye’nin gerçek demokrat yayımcılarından Ercan Arıklı emperyalist medya için büyük bir engeldi, çünkü geçmişte emperyalist güçlerin birçok tezgâhını yayımları ile deşifre etmişti. Satın alınması çok güçtü. Recep Yazıcıoğlu, akıl-bilgi-bilinç prestiji ile elde ettiği Türkiye’nin aydınlarını, hatta marxist ve devrimci milliyetçilerini etrafında toparlayabilecek, hedefin toprak devrimi olduğunu bilen bir Türk “Chavez”di. Hırant Dink açıkca “milli birlik”ten yana olacağını haykırmış ve Kürtleri alışık olmadıkları bir tonla uyarmıştı. O da Recep Yazıcıoğlu’nun yerine “devrimci” kulvardan oynayabileceği sinyali vermişti… Doğada ve toplumsal yaşamda hiçbir şey rastlantı değildir, rastlantı bilinçaltına yerleşmiş ideolojik bir yanılgıdır… Enformasyonla beslenir akıl-bilgi-bilinçle yok edilir…

2007’de birileri düzmece “Ergenekon” tezgâhına başladı. Tabii siz operasyonu 28 Şubat 1997 öncesinden başlatırsanız daha doğru sonuçlara varırsınız. Bu harekât 15 yıllık bir tarihsel evrenin tartışmasıdır. İlginçtir tarih militer Ergenekon’un iktisadi-sivil Ergenekon’a dönüşme tarihi ile çakışmaktadır. Örneğin bu şebeke holdingleşmiştir, üniversiteleşmiştir, anti-terör enstitüsü (İbranice “enstitü” karşılığı “MOSSAD”tır) kurmuştur. Hatta yeni MİT müsteşarımız bile buradan doktora almıştır. Güvenlik örgütü kurmuştur. TBMM, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, ÖHD, Genelkurmay, Danıştay, MİT, Merkez Bankası, Danıştay gibi devlet kurumlarını bu örgüt koruduğu halde hiçbir gazeteci, çokbilmiş, bilgiç kalkışta: “yahu Danıştay saldırıldı, ÖHD girildi, Genelkurmay dinlendi, burayı devlet mi yoksa “en derin, kök devlet” mi koruyor, bunların adı sanı nedir, kim bunlara bu vazifeyi vermiştir. Cumhurbaşkanı neden bunlarla ilk olarak halvet olmuştur” diye sormamıştır. İşte dram, trajedi ve komedi bu zavallılıkta yatmaktadır. Onun için bunu düzmece “Ergenekon” tezgâhı ile sınırlamak büyük hatadır. Çünkü düzmece “Ergenekon” tezgâhını hazırlayanlar, 1952’den beri başımıza bela olmuş emperyalist işbirlikçisi burjuvazinin gerçek “Ergenekon” şebekesidir. Bunların CIA-MOSSAD bağlantılarının nasıl çalıştığını ve neler yaptığını Temmuz ayı içinde yayımlanacak “Gizli Ordular-ABD-İzrael Global Devlet Terörü-JI-TRC-IIS” adlı kitabımda deşifre ediyorum. Ağustos ayında bu istihbarat kurumlarının en can alıcı harekâtı hakkında “Gizli Ordular- Devlet Terörü ve Ajan Provokatörler” adlı kitabımda tartışmaya açıyorum. Masal bitti…