15 Mayıs 2009 Cuma

Bilimin Işığında; "Kimin" Kimlik Bunalımı - Halid Özkul

BİLİMİN IŞIĞINDA; “KİMİN” KİMLİK BUNALIMI?


Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 Harp Akademileri Komutanlığı’nda yapmış olduğu konuşması araştırmacı-yazar gazeteci Nazım Güvenç’in de Gerçek Gündem’deki yazısında belirttiği gibi yeni bir açınım değildir. TSK’nın “siyasal müdahil” kanadı olduğu iddia edilenler tarafından pek sevilmemiş olduğu serbest piyasaya “malum çevrelerce” üflenen Em.Gen.Kur.Bşk. Hilmi Özkök tarafından dile getirilmiş. Em.Gen.Kur.Bşk. Yaşar Büyükanıt tarafından üstü bir daha çizilmiş olan görüşlerin rütuşlanarak tekrar ifade edilmesidir. Aynı zamanda NATO Koleji mezunu olan komutanların dile getirmiş olduğu görüşler, bu askeri gücün 1997 Kasımında açıklanan stratejik ufkunun güncel açınımları ile berkitilmiş olması gözden kaçan noktalardır (Konuya vakıf olanların dışında)… Ne ki, bundan bir yıl önce NATO Brüksel toplantısında “Soğuk Savaş (Cold War)” stratejisinden New Democracy Project (Yeni Demokrasi Projesi) stratejisine geçilmesi kararlaştırılmıştır. Bu çok bilgiç necip Türk medyası tarafından pek tartışılmamış bir husustur. Ne ki, Türkiye demokrat ve devrimci yelpazesinin de bu konuda derinlemesine pek bilgili olduğu iddia edilemez…


Burjuva liberal ve demokrat medyamızda ise konuya nesnel yaklaşanlar arasında en dikkate değeri deneyimli “monşer”lerden aynı zamanda büyük burjuvazimizin yeni ve ilk universal örgütlenmesi Global İlişkiler Forumu-GİF kurucu üyelerinden Rıza Türmen’in makalesidir. Emekli diplomatımızın Milliyet’teki köşesinde 24.04.09 tarihinde yazmış olduğu “Kimlik tartışması” köşe yazısı yazarın “özel” kişiliğinden de dolayı eleştirilere yön vermesi açısından iyi bir özet sayılabilir…


Temcit pilavı gibi durmadan tekrarlanmışsa da tekrar iktibas etmekte fayda vardır. Genelkurmay Başkanı’nın sözlerini aktarıyor Sayın Türmen: “vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik” kavramı “Irk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı ‘Türk’ saymaktır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır.”… “çağdaş demokratik toplumlarda üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikinci kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan, kültürel ikincil kimliklerin bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.”… “Modern-ulus-devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine… bireysel kültürel özgürlükleri genişletir.” Bu görüşlerin arasına kendi görüşlerini eklemekte yazar; kimlikte özne, ben-öteki ve kültür bağlamlarına değindikten sonra, diyor ki: “Oysa içinde bulunduğumuz küreselleşme çağında, kimlikler çok değişken. Küreselleşme, ulusal sınırlar ötesindeki bağlantılar kurulmasını sağlıyor. Uçak, telefon bilgisayar, TV, sinema aracılığıyla bireyler başka kültürlerle bağlantı kuruyor. Doğup büyüdüğü dar çevrenin değer sisteminden kopuyor. Bağımsız bir özne olarak kendi yaşamına ilişkin tercihler yapabiliyor. Kimliğini de seçebiliyor.”…”Kimlik dar kalıba sokulmamalı” başlığı altında, ”Çok kimlikli olabiliyor. Ya da başka bir kimliğe ister entegre, ister asimile olabiliyor. Artık doğuştan elde edilen etnik kimlikler bile önemini yitiriyor. Üst kimlik-alt kimlik gibi hiyerarşileri yaratmamalı. Onun yerine, cumhuriyete, farklı bireysel kimliklere yer açan, bu kimlikleri tanıyan, bir arada yaşamalarını sağlayan demokratik bir nitelik kazandırmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum.”… “Bireyselleşmenin önemi” başlığı altında ise, “Cumhuriyet ile demokrasi çelişen değil, birbirlerini tamamlayan kavramlar… farklılıklara yer veren, farklılıkların tanındığı, kabul edildiği, kavga eden değil uyum içinde yaşayan çok kültürlü, çoğulcu bir toplum yaratabilmeliyiz… Ancak, bütün bunların önkoşulu, Türk insanının cemaatsal yaşamdan çıkıp bireyselleşmesi, özne olması. Türkiye’de yaşayan insanları bir arada tutacak öğenin, kimlik değil, demokratik bir anayasal düzene bağlılık olduğunu düşünüyorum.” Diyor liberal “demokrat” yazar…


Şunu belirtmek gerekir ki Türmen’in yazısı uluslararası Batı burjuva dünyasını bir burjuva diplomat olarak yakından gözlemlemiş olduğu için ciddi entelektüel (entel-dantel değil) bir değer taşıyor. Bu yüzden gözlemleri ve sonuç için yol göstermesi Sayın Başbuğ’dan daha somut yani elle tutulur biçimde. Tabii sonuç olarak her iki bireyinde ufkunu iktisadi nedenlerden dolayı bağlı bulundukları sınıfın çıkarları belirliyor. Bu da çok doğal. Fakat “değişim” adına analiz yaparken bunu gözden kaçırdığınız zaman, ufka ancak “solcu”, daha ılıman iyimser deyimle sosyal-“demokrat” gözlük takmış bir tezle bakabilirsiniz. Bu ‘miyopluk’ ise, benim gözlerimi bozuyor, bulanık görüyorum!


Onun için ben (her liberal gibi maskesinin altında “faşist” içeriğini daima koruyan Taha Akyol’un pek hoşuna gitmeyen tanımla) bir devrimci ve bilimsel toplumsallaşmış toplum demokratik birlikteliği taraftarı olarak öncelikle iktisadi alt yapıdan kaynaklanmayan (bunun için anti-ekonomist irade hatalarını taşıyan) görüşleri eleştiriyorum. Çünkü iktisadi alt yapısını ve onun siyasi yansıması olan siyasal üst yapısını ve bunların ideolojik izdüşümlerini tanımlayamamış bir ülkede “demokratik anayasa” olsa ne yazar… Burjuva entelektüellerimizin de “hafıza-i beşeriye”sinde sorun var! “1960 Anayasası”, Birleşmiş Milletler tarafından Sovyet Anayasası ile beraber dünyanın en “demokratik” anayasaları seçilmişlerdi. [Ne ki, hala BM tarafından bu Anayasanın yazarlarından biri Afrika’nın genç devletlerinin Anayasasını hazırlayan komisyonlara başkan olarak atanmaktadır.] Sonuç ne oldu faşist Mussolini İtalyasından alınmış Türk Ceza Kanunu sayesinde bu Anayasa güdükleştirildi, iki askeri faşist darbe sonrasında da “bize bol geliyor” çığırtkanlıkları arasında tamamen ortadan kaldırıldı. (Diğer tarafta ise Sovyetler tarihe gömüldü. Hiçbir Sovyet işçisinin “kılı kıpırdamadı”!) Şimdi sondan başa dönüyorum…


Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik” olarak ifade edilen “TC vatandaşlığı” ifadesi Thomas More’un “ütopya”sının “Atlantis Vatandaşlığı” ifadesinden başka bir şey değildir. Bunu kanıtlamaya çalışan “Ortak kimlik/Üst kimlik” ifadesi de Sayın Türmen’in haklı deyimi ile “hiyerarşik” bir ifadedir. Sosyolojik değil. “Vatandaşlık” bağı, “Ordu” bağı gibi kurumsalıklar ile çok farklı içerik ve tezahürleri içeren iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel-enerjik-uzaysal bir sürecin sonunda oluşmuş bir olgunun “izafi-kuruntusal” ifadesidir. Bunun nesnel gerçek “somut” ifadesi bu “vatandaşlar”ın hangi iktisadi kaynaklara dayanan “toplumsal sınıfın” üyesi oldukları ve kendi toplumsal emek ürünleri olarak toplam artı-değerin ifadesi olan “milli gelir”den hangi oranda pay aldıklarıdır…


Şimdi bir başka ayrıntıdan dalalım… Bir türlü paçamızı kurtaramadığımız göçebe/barbar toplum folkleresinin “arabesk”leştirme geleneği gereği sosyoloji bilimini de keyfimize göre düzenliyoruz. Hangi politik uçtan olursa olsun kaos adeta ruhumuza işlemiş. Kent olgusunun “adab-ı muaşeret” dediği “birlikte yaşama yordamı”ndan nefret ediyoruz. Doğal olarak onun kavramlarından da… Ne ki Anadolu kent geleneğini yüzyıllarca uygulayanları gayri-müslim olmaları dezavantajı nedeni ile aynadaki suretimizle anlaşarak büyük bir kısmını puntuna getirip toptan, diğerlerini parça parça imha-tenkil etmişik. Bunun hep böyle olacağının imanı ile “zemzem kuyusu”nda arındığımız için, herkesi enayi yerine koyma dürtüsü ile dünyayı parmağımızda oynattığımıza da daha ilkokuldan başlayarak inandırılmışık. “İnançlı” bir sürüyüz, “bilinçli” bir toplum değil! “Türk” Devletinin ne olduğuna dair bilgilerimiz de Orta Asya steplerinin oymaklarının ataerkil klan-boy yönetimlerinin kan-soyları boyutunda süregiden kan-davaları ufku izdüşümünde, bir emekli başçavuşun keşfi ile “16” kere yıkılıp tekrar “imal” edilmiş. Bunun için folklore ile kültür, tebaa ile millet, millilik ile milliyetçilik, kulluk ile yurttaşlık, şovenizm ile ırkçılık, ulus-devlet ile küresellik hatta yurt/vatan kavramları kıymeti kendinden menkul enteller, proflar ve nihilist bilgiçler tarafından keyfe keder yorumlanmaktadır…


Benim irdeleme ilkemin en önündeki tümce şudur: Gerçek ayrıntılarda gizlidir. Bütüne ulaşmak için en küçük parçadan toparlamaya başlamak zorunludur. İşin kolaycılığına kaçarak küçük burjuva oportünist kaypaklık ile “Lozan Anlaşması”nın “azınlıklar” paragrafına şutladığımız “demokrat” davranışlarımızın en can alıcı sorusu şudur: Niçin kendilerini T.C vatandaşları olarak kabul ettiğimiz Müslüman olmayan (Ermeni, Rum, Süryani, Musevi vb.gb.) yurttaşlarımız, yurttaşı oldukları halde devletlerinin kurumsal görevlerinde (her kademede ordu, polis, mülki idare, bürokrasi vs.) kendilerine yer bulamazlar? İlginç olanı etnik varolmalar yokoldukça, bu çember bu sefer din mezheplerine doğru daraltılmaktadır!


İşte ilk önce bunun cevabını vermek zorundasınız. Bunu cevaplamadan diğer (başta başarılı bir biçimde “mesele” olmaktan çıkarılıp “sorun” haline getirilen “Kürd”) meselelerin/sorunların doğru cevabını bulamazsınız. Bırakın “çağdaş demokratik toplumlarda ortak/üst kimlik…” falan-filan palavralarını, gayet somut açık-seçik bir soru soruyorum! İsterseniz bakalım şu “çağdaş demokratik toplumlar”a ne yapıyorlar. Evet, bunlar tekelci kapitalist yani emperyalist ülkeler (bunların Avrupa kanadı sosyal emperyalizme dönüşüm yapmış), ama oradaki demokratik haklar; “bu ülkeye Komünizm gerekiyor ise onu da biz getiririz” tepeden inmeci, Bismarkçı emir-kumanda, hiyerarşi bağımlısı göçebe gelenekli bezirgân-ağa-paşa totaliterizmi ile sağlanmamıştır. 1600’lerin başından başlayarak 1945’lere kadar Avrupa işçi sınıfının (erkek, kadın, çocuk) kanları ile ödedikleri, tırnakları ile sökerek aldıkları sınıf savaşları sonucu, -burjuvazi ve aristokrasinin gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldıkları- bunun için artık bilimsel bir nesnel gerçeklik olarak kıtasal toplum belleğine kazınmış haklardan bahsediyoruz. Kıymeti kendinden menkul bir takım “hazret”lerin lütuflarından değil. Bu ülkeler, hani “ırk, din farkı gözetmeksizin” yurttaşı konumundaki bireylerine devletin bütün kurumlarında -belli kademelerde olsa bile- yer alma hakkını tanıdığını ilân etmekle kalmıyor, “göçebe gelenekli” parlamenter totaliter-Bismarkizmlerin (Bonapartizmlerin) veya faşizmlerin egemenliğinde sindirilmiş kır kökenli elkızını-eloğlunu devletinin ideolojik aygıtlarını kullanarak şevklendirerek iradelerini bütün burjuva sivil toplum örgütlenmelerinde katılım yönünde itekliyor. (Daha 1992’de yazdığım “Yeni Dünya Düzeni” kitabımda “emperyalizmin artık uygar-sömürgeci pelerinli sosyal-emperyalizme dönüştüğü”ne dikkat çekmiştim. Ama Türk solcuları ve “devrimci”leri varını yoğunu “mikro-milliyetçi Kürtçülük” uğruna harcamakla meşgul oldukları için fark bile edemediler.) Üstelik bu ülkelerin birçoğu bırakın burjuva Cumhuriyet demokrasilerinin parlamenter rejimleri olmayı, düpedüz Kraliyet monarşilerinin parlamenter rejimleri. Yurttaşlık esasına göre değil, tebaa esasına göre hukuksal yapılanmadan dolayı Anayasaları bile yok. Aynı içerikten dolayı laik bile değiller, sekülerler. Demek ki ezber yanlış ezber, bozmak gerekiyor. Karşınızda artık “dünkü çocuklar” veya daha Türk usulü ile “enayiler” yok!


Kavramlar üretim güçleri arasındaki üretim ilişkilerinden kaynaklanan sınıflar mücadelesinin tarihselliğinin oluşumu içinde türetilirler. (Taha Akyol gibi liberal kılıklı utangaç neo-faşistlerin kavrayamadığı nesnel gerçeklik budur). Bunun için sınıflar mücadelesine zamansallık esas olmak üzere ( ve mekâna göre); hangi ülke öncülük etmiş ise o ülkenin türettiği kavramlar genel içinde bilimsel değer taşırlar ve genel kabul görürler. “Serbest” Vahşi Rekabetçi Kapitalizmin egemenliğinin biçimlenmesine paralel olarak sınıflar mücadelesinin siyasi boyutu için Fransızca, ondan çok önceleri iktisadi gelişme boyutu için İngilizce, felsefi söyleşi boyutu için ise Almanca (lisanına anlatım zenginliğini bahşeden antik Latince kökünden dolayı) kelimeler özgün konuları içinde türetilerek kavramların ifadesinde kullanılır. Siyasal edebiyatta, yüzyılımızda Almanca kelimelerin yerini İngilizce kelimelerden türetilmiş kavramların doldurması da yine bu iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel (enerjik-uzaysal) sürecin nesnel gerçekliğinin sonucudur. Tabii bu başka ülkelerin kavramlarının da genel değer taşımayacağı anlamına gelmez. Örneğin Çarlık Rusyası Dekabrist devrimci aydınlarının saygın mücadelesi Latince kökenli “entelegentsia” kelimesinin Batı’da kullanılan “entelektüel” kelimesinden ayrı olarak değerlendirilip kullanılmasına neden olmuştur. Ruslar için utanç verici olan, bugün kavramın ne demek olduğunun günümüz Rusya’sında unutulup “entelektüel”lerden medet umulmasıdır!


Emperyalist-zion tarafından yürütülen günümüz psikoloijk savaşının taktik muharebelerinin en can alıcı kısmıda işte bu lisan boyutunda kavramların deforme edilmesi için verilir. Onun için birçok gerçek anlamları saptırılmış kavramlar gibi “Kimlik” meselesine (sorun değil) doğru yaklaşabilmek için kaynağa şanlı Aydınlık Devrimi 1789 İhtilâli günlerine dönmemiz zorunludur. Büyük Fransız Devrimi’nin önemi sadece demokrat burjuva Anayasıcıların “Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik” sloganlarının öncülüğü ile küçük-burjuva radikal devrimci jakobenlerin “Cumhuriyet” veya “laik” kavramlarına yüklediği anlamlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda daha çok liberal burjuva jirodenlerin üstünde durduğu millet (nation), milliyet (nationalite), milli (national), yurt (patrie), yurttaş (citoyen-compatirote), yurtseverlik (patriote) kavramları da belirlenmiştir. Bu genel olarak burjuva sosyolojisi tarafından halkın (peuple), tebaa (ressortissant) olmaktan çıkıp “yurttaş” olmasıdır, diye tarif edilir. Tabii ayrıntıya dalmamak işin esasıdır. Çünkü buradaki ayrıntı çok hassas ve tehlikelidir…


Fransa gerçeği ile hareket ettiğimizde, burada belirliyici olan feodal üretim ilişkileri karşısında egemenliğini ilân eden kapitalist üretim ilişkilerinin güncel sınıflararası mücadelesinden üreyen kavramlar geçerlilik kazanmıştır. Burjuvazi kendi için yaşamsal süregenlik meselesi olan iç-pazarı alt yapıda örgütlerken, bu nesnel gerçeği peşinden sürüklediği sınıfların gözünden ve belleğinden saklamak için üst yapıda psikolojik (manevi-kuruntusal-hissi) değerler oluşturur. Bu ideolojik değerleri peşinden sürüklediği sınıflara (özellikle dini kullanarak ya da ideolojiyi kültleştirerek) gönüllü olarak kabul ettirerek iktisadi alt yapıdaki diktatörlüğünü üst yapıda “demokratik” olarak tezahür ettirir. Uyanan işçi ve emekçi sınıfların “vatan-millet-sakarya” olarak mizahlaştırdığı fenomenin somut kaynağı budur…


Ama nihilist bir hataya düşmemek için şunu unutmamak lazımdır. Her yeni üretim ilişkisi bir öncekinin bağrından doğmuş iktisadi-siyasi-toplumsal-tarihsel-enerjik-uzaysal bir süreçte ortaya çıkan zorunluluğun kaçınılmaz devrimci yansımalarıdır. Her sınıf kendi tahakkümünün geleceğini garantiye almak için de “devrimci” (aynı zaman da “karşı-devrimci”) olmak zorundadır da… Onun için kapitalist üretim ilişkilerinin ürettiği burjuva sınıfların üst yapı kavramlarıda bu nesnel gerçeklik içinde irdelenmek zorundadır. Sonuçta kavramların üretilmesinin maddi kaynağı insanın emek gücüdür. Bu da kitlesel olarak egemen sınıfların elinde toplanan toprak-rant, emek-rant ve artık-değere (kâr) tekabül eder. Bu değerleri kitlesel olarak üretenlerde daima köleler, emekçiler ve “özgür köleler” olarak işçi/emekçi sınıfları olmuştur. Yani anti-ekonomist nihilist-romantik-radikallerin gözden kaçırdıkları nesnel gerçek budur. Ama oportünist küçük burjuvazinin adının teleffuz ettiği halde uygulamada “fülüğlaştırdığı” nesnel gerçek de yine budur. Bunu bilimsel olarak ifade eden ilk devrimci biliminsan(lar)ı Marx-Engels olmuştur. Yani devrimci burjuvazinin yükselttiği ve iktidara oturup düzenini kurar kurmaz elinden düşürdüğü tüm devrimci bayrakların asıl sahipleri bu kitlelerdir. Onun için işçi ve emekçi sınıflar devrimci yürüyüşlerini sürdürürken burjuvazi (ve küçük burjuvazi)nin kirli elleri ile bu devrimci bayrakları “tekrar” kirletmemesi için azami bir dikkat göstermesi ustalar tarafından vurgulanmıştır. Diğer taraftan iç-pazarı birlik içinde tutmak gibi bir amacı olmayan işçi sınıfı öncelikle milli sınırları içinde burjuvazi ile mücadele etmek zorunda olan bir devrimci sınıf olarak “yurtsever”dir. Ama bunun anlamı izah etmeğe çalıştığımız gibi burjuvazinin yüklediği anlamda değildir. Yani işçi sınıfı “içerik bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, “biçim bakımından” ulusal”dır (Engels). Bu bakımdan tarih trenini zaman ve mekân içinde çoktan kaçırmış olan küçük burjuva sınıftan ve değerlerinden yine “devrimci” bir medet ummak sadece trajedinin komedi olarak tezahür etmesine yarar (“Ergenekon” komedisi gibi). Manifesto’da belirtildiği gibi, “burjuvaziye karşı olan bütün sınıflardan, yalnız proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar büyük sanayi ile yıkıma doğru gitmekte ve mahvolmaktadır; proletarya, tersine, onun en öz ürünüdür.” İşte bu nedensellikten dolayı işçi sınıfı bütün milli sınırların kaldırılmasından da yana devrimci tavrından dolayı millilerarası-birliktenci(enternasyonalist)dir. Bu görüş ufkundan Yurtseverliğinin önüne Enternasyonalizmi yani “Yeni İnsanlığı” koyar. Bu küresel barış ve toplumsallaştırılmış toplumculuk demektir. İşte bunun içindir ki işçi sınıfı, sınıfların bütünü olarak ifade edilen “halk” kavramından hareket etmez. Hele “halkların uluslararası kardeşliği” kavramı tamamen işçi sınıfının birliğine karşı sinsice savunulmuş emperyalist amaçlı oportünist likidatör bir slogandır. Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programları içindeki bu gibi Lassallecı önermeleri haklı olarak şiddetli bir biçimde eleştirmişlerdir. Ustalar bu “ulusal” nutuklar atan sözde devrimci sosyal-“demokrat” Lasallecı programı eleştirirken şöyle toparlarlar: “…”namuslu” oportünizm, belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir.”


Buradan her türlü Bakuninci ve de “namuslu” oportünistin kaynadığı Türkiye’ye dönelim. Anadolu’nun kendisi tarih boyunca uygarlıkların beşiği olmuştur. Bu özellik Anadolu’ya özgüdür. Çünkü Afrika’da doğan ilkel insan sürülerinden Homo Sapiens’in Güneyden yürüyüş yolunun kilit noktası Anadolu’dur. Buradan Kuzeye, Batıya ve Doğuya yönelmiştir. Ayrıca Anadolu ileri çağlarda hem Kuzeyden hem de Batı’dan tekrar göç almıştır. Sonraki çağlarda ise Doğusundan göç almaya devam etmiştir. Onun için üzerinde sınıflı toplumların ilk evresinden itibaren çeşitli ve uzun yıllar süren farklı inanç ve folklorelere ait farklı habitatlara hükmeden imparatorluklar kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu içinde pek çok devrimi barındırmış olan bu muazzam evrimin son halkasıdır. Kapitalist üretim güç ve ilişkilerin öncüsü, yayıcısı, egemeni olarak yaşlı kıta Avrupa’da ise yerleşikliğe geçen barbar toplulukların ardından kurulan imparatorluk egemen Roma İmparatorluğudur. Akdeniz’e ve Anadolu’ya da hâkim olmuştur. Ardından aynı halk toplukları temelinde Avrupalı imparatorluklar kurulmuştur. Bunların hepsi Pagan inanış sonrası semi-pagan Hıristiyan ideolojisini benimsemiş, çoğu Anglo-Saksondur ve aralarındaki “it dalaşı”na rağmen birbirleri ile akrabadır. Ardından aynı temel üzerinden kıtanın bazı ülkelerinde ise aristokrasi ile “it dalaşı”na giren burjuva Cumhuriyetleri kurulmuştur…


Oysaki Osmanlı İmparatorluğu üç farklı kıtaya dağılmış, içinde Müslümanlık (Sunni, Şii-Şia ve Alevi), Hıristiyanlık (Ortodox Elen, Ortodox Gregoryan, Ortodox Kadim Süryani, Kıpti-Yakubi, Katolik, Protestan), Musevi ve hatta Yezidi gibi çok farklı dinsel inançları, farklı ırkları ve halk toplulukları çok uzun yüz yıllar barındırmıştır. Bunların bazıları imparatorlukların, kısa ömürlü küçük devletlerin kült-ideolojileri olmuştur. İktisadi hedefleri küçümseyerek kendini ideolojik “İslam cihadı” yönünde hedefe kitleyen imparatorluklar, iktisadi deteminizm doğrultusunda ilerleyen Avrupa karşısında zamanla küçülerek sonunda dağılmıştır. Bu dağılış sırasında sorunları sürekli üstyapıda halletmeye çalışan Osmanlı devlet sistemi içinde ümmetçilik ve milliyetçilik ekseninde tartışılan siyasal açınımlar Müslüman tebaa üzerinden temellenmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin imparatorluğun diğer parçalarına nazaran daha ilerisinden olan Balkanlar’da ve ardından Doğu Anadolu’daki tebaa arasında başgösteren ayrılıkçı milliyetçilik hareketleri ise Hıristiyan temelden hareket etmiş ve bu ayrılıkçı milliyetçilik ‘eşyanın tabiatı gereği’ burjuva cumhuriyetler hedefleri üzerinden hareket etmişlerdir. Bu hareketler içinde sadece Balkanlardaki milliyetçi hareketlerin başarılı olmasının nedeni Hıristiyan temeli üzerinde mezhep karşıtlığının keskin olmaması ve emperyalist güçlerin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama konusunda mutabakatlarıdır. Anadolu’da ise Ortodox Elen ve özellikle Türkik-Peçenek kökenli Rumların tarafsız kalmaları, Ortodox Ermeni Gregoryanların dini kökleri nedeni ile genellikle ‘Pay-i taht’tan yana tavır koymaları ve Amerikalı misyonerlerin kotardığı Ermeni Protestanlar ile Vatikan’a bağlı Ermeni Katoliklerin, Gregoryanlar ile kökleri Haçlı Seferlerine varan uzlaşmaz mezhep düşmanlığı buradaki ayrılıkçı milliyetçi hareketlerin yenilgisinin önemli nedenlerinden biridir. (Bu konu necip Türk milletinin “ulu kahvehane akademia”ları dışında kalan bir önemli ayrıntıdır). Ayrıca zengin madenlere sahip olan Anadolu ve yeni keşfedilmiş zengin petrol yataklarına giden stratejik coğrafi Mezopatamya bölgesinin paylaşma kavgasında mutabakata varamamış emperyalist güçlerin varlığı sayesinde Anadolu birliği şu veya bu şekilde Emperyalist I. Paylaşım Savaşı başına kadar sürmüştür. Bu arada kökleri Britanya hattı içindeki Zionist hareketle bağlantılı olarak atılan “Turancı Türk” milliyetçiliği ideoloji mason locaları aracılığıyla kurdurulan İttihat veTerakki Cemiyeti aracılığıyla Osmanlı Ordusu içinde işlenmeye başlamıştır…


1918 Sevr Sözleşmesi’nin öngörülerine uygun olarak işgal edilen Anadolu üzerinde bu İttihat veTerakki Cemiyeti etrafında toplanmış veya yine bu cemiyetten ayrılarak çeşitli siyasal duruşlar benimsemiş asker-sivil aydınların önderliğinde “misak-ı milli” üzerinde anlaşılmıştır. “Misak-ı Milli- Ulusal Ant” çizgisi Batı Trakya, 12 Adalar-Rodos, Kıbrıs, Halep, Musul ve Türk-Rus savaşı çizgisidir. Sadece anti-emperyalist olan Milli İstiklâl (“Kurtuluş” değil “Bağımsızlık”) Savaşı sonrası Lozan Anlaşması ile ise bu Batı-Güney çizgisinden tamamen taviz verilmiştir. Bu çizgi o zamanki Müslüman-Türkmen (Sunni veya Şia ve Alevi) nüfus çoğunluğu esas alınarak çizilmiştir. (Sonradan ancak Hatay kurtarılabildi). Fakat Ankara Millet Meclisi Hükümeti’nin ordularının Kafkasya’da Bolşevik Moskva’nın müttefikliği sayesinde ’93 Osmanlı-Rus savaşı öncesi çizgi Sovyet Hükümeti’inin teklifi ile kazanılmıştır…


1929’da Atatürk’e karşı İzmir Suikastı Konspirasyonu sonrasında sinsice İttihatçılar tarafından oluşturulan “Türk-İslam-Turan” milliyetçi hatta şoven ırkçı ideolojisine göre biçimlendirilen “resmi tarih”e karşın, Anadolu “misak-ı milli”sine kitlesel olarak Türkmenler(Aleviler, Sunniler, Şia) [Konya, Yozgat, İzmit ve Doğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde Sunnilerin Sultan’ın fetvasına uyarak “millici” kuvvetlere karşı ayaklandığı unutmayalım], Kürtler (Alevi, Şia olanlar -Sunnileri genelde Sultan’ın tarafında kalmıştır), Ortodox Peçenekler (bunların bir kısmı Sultancı Sunnilerle aynı tavrı sergilenmiştir), Ortodox Kıptilerin (Nasturiler ise Fransızların kışkırtması ile ayaklanmıştı) tamamı, hatta İstanbul’da oturan işgal kuvvetleri içinde nüfuslu Gregoryanlar tarafından da gizlice ama İttihatçı züluna uğramış Anadolu Gregoryanlarınca açıkca desteklenmiştir. Bu Anadolu halk (folklor) topluluklarının bütünü yeni doğacak burjuva cumhuriyetin mustakbel “yurttaş”ları olarak “milli” bir birlikte mutabakatının ispatıdır. Bu aynı zamanda adı XI. yüzyılda Bizans tarihçilerinin ve Venedik-Ceneviz tüccarları tarafından konulmuş olan “Türkiye” (Anadolu) toprakları üzerindeki “halk”ın “siyasal” ifadesidir…


Bu aynı zamanda bilimsel-sosyolojik olarak, “Türkiye Halkı”nın modern burjuva yurttaşlar olarak ifade edilmesidir. Kapitalizm sisteminde “Halk”ın çoğulluğu tüm sınıfların ifadesidir. “Milli”lik ve “yurt” tekilliğin ifadesidir. Bu “tekil” içindeki çoğunluğun ifadesi olarak bireyler toplamı olan “yurttaş”lar aynı zamanda “içe dönük” olan “milli” iradenin ifadesinin “içe dönük” yaptırımcı “dışa dönük” caydırıcı bir yüksek “duygu” (“his” M.Kemal)- (“ideal-ülkü” değil) biçimlenmesi olarak hakiki “yurtsever”ler olarak tanımlanırlar. Bu hakiki tanımlamaların en üst ifadesi olarak (ki Türkiye’de komik bir biçimde aynı anlama gelen ama Türkçe değil Arapça olan “vatansever” kelimesi taraflarca kabul ya da reddedilmektedir) “Milliyetçilik” ise “etnik” içerikli olarak yine “iki yönlü”dür, hem içe hem dışa yöneliktir. “Milliyetçilik” siyasal-kuruntu karakterini ifade eder. Gerçek burjuva iktisadi altyapının üstyapıdaki yabancılaşmasının yansımasıdır. Hakiki “çoğul”u yani halkı elde etmek için, insanın kendine yabancılaşmasının hakikati olarak kolayca “öteki”yi “düşman”ı üretir. Halkı “yabancılaşma” soyutunda ikiye böler- hakiki bölücüdür! Hemde öncelikle içrek sonrada dışarıya yönelik olarak. Dışa dönerken “etnik” boyuttan “ırk” boyutuna geçer ya makro Pan-Türkçüdür veya mikro Pan-Kürtcüdür. Onun için çizgisi çok doğal olarak yabancılaşma hakikatinin en altındaki kuruntudan başlayıp en üstteki tutkuya, şovenizmden ırkçılığa kadar sürdürür. Bu onun hakiki süreç karakteridir, zorunluluğudur. Kendisi için sınıf olan burjuvazinin, sınıflı toplumun egemeni olarak tarihte zorun rolünün bilincindedir. Çünkü devlet onun denetimindedir. Devlet-Hukuk-İdeoloji-İktidar ulusal değil, sınıfsal hakikattırlar… Marx diğerleri için felsefi kuruntu der…


Demokrat”lık ise esas itibarı ile “içe dönük” bir siyasal duruş biçimi olarak gözükse de, asıl hedefi dışa dönüklüktür. Demokratlar onun için entelegentsianın omurgasını oluştururlar. Bunun için hakikatçı olarak gerçekçi kapitalist “milliyetçi”liğin karşısında yer alırlar. “Demokrat”lık felsefidir (hakiki) onun insanın kendine yabancılaşmasının en üst utanç kuruntusu olarak “milliyetçilik” karşısında “gerçek” kılan ancak “devrimci”liğidir. İster burjuva olsun, ister proleter/proletek… Fakat bencil “entelektüel” liberal-demokratın “demokrat”lığı sahtedir. Liberalin üstündeki pulları dökülünce altından faşist çıkar. Faşistin pelerini ise liberaldir. İlginçtir ki bu olgu sosyal-“demokrat”lar tarafından Almanya’da gerek Spartakist ayaklanma sürecinde, gerekse de 1968 RAF olayları sürecinde aynen yaşanmıştır. Sosyal-demokratın pulları dökülünce altındaki faşist ortaya çıkmıştır. Bunun içindir ki “demokrat”lığı belirleyen ne “yurttaş” olmak, ne de “yurtsever” olmaktır, onun belirleyen “sınıfsal duruş” tarzıdır. Bu anlamı ile tekildir. XIX. yüzyılın toplumsal çalkantıları içinde tekil ve dışa dönük tavırlarından dolayı burjuva demokratların universal-kozmopolit olmaları bunun için mason örgütlenmeleri içinde bulunmaları raslantı değildir. Onlara “devrimci işçi sınıfı örgütü” alternatifini gösteren Marx-Engels olmuştur. Ama “çoğul” dışraklardan liberaller gibi oynak ve kaypak değillerdir. Bunun için sınıfsal duruşları devrimcileştikçe evrensel-hakikatçılar olarak kapitalizmin ürünü olan yegâne evrensel-devrimci (kendi içinde) sınıf proletaryanın yanında yer alırlar. Hatta onların “entelegentsia” grubunu meydana getirerek onlara öncülük ederler… Bilimsel sosyolojik edebiyatın en önemli karakterlerinden olan “demokrat” ucuz makro veya mikro (çoğu zaman utangaç) milliyetçi laflar etmeyen birey demektir. Her zaman özgün, yalnız ve cesurdur. Burjuva sivil toplumun yurttaşını, proleter toplumsallaşmış toplumun “birey”i haline dönüştürecek siyasal kültür birikimini taşıyan ve ileten “demokrat”tır. Sınıf savaşından korkan değil! Çünkü “demokrasi, kendini korumak için mücadele ederek ve hem devletten hem de siyasal yabancılaşmadan sıyrılmış topluma doğru kendini aşarak yaşar ancak.”(H.Lefebvre) Bu devrimci praxisin bireyidir demokrat…


Buradan meselenin esasına “devlet”e gelmekte fayda vardır. Modern “Devlet”i tartışırken başlanacak mizaç Firenzeli Machiavelli zeki bir adamdı, ama tarihsel zamanı ve konumu içinde. Aristocu formel mantığın, Platoncu “devlet” yönelişinde önemli feylozoflardan biriydi, “kutsal devlet” yolunda… Ama onun ünlü yapıtı “Prens”in intihal olduğunu tartışanlar görmemezlikten gelindi. (Bu konuyu “Gizli Ordular-RT-CFR-BG-TC”/Sorun yay.2005/ kitabımda dikkate sunduysamda kimse oralı olmadı.) Machiavelli’yi göklere çıkaranlar kendi küçük-burjuva ya da burjuva ufuklarından haklıdırlar. Ama İtalya’nın özgün koşulları ile diyalektik mantık kuranlar yanılmaktadırlar. Machiavelli İtalya’nın feodal yapısı içinde kendini kurtarmaya çalışan bir uyanık entelektüeldir, o kadar. Neymiş fikirlerini o feodal-teokrat devlet sistemi içinde başka türlü anlatamazmış! Bu görüşüm onun hayranlarını kızdırabilir, onun hakikatlerine kendini kaptırmış olanlar miyoplukla müzderip olabilirler. Ama ben olaylara tarihsel materyalist polyalektik yöntemim ile bakıyorum. Onun için sözüm ona bu diyalektikçileri aşıyorum. Diyorum ki, Katolik İtalya’da bu saray feylesofları böyle “Roma”dan kalma eskimiş ve çürümüş “entrika”larla meşgul olurken, Protestan Almanya’da Thomas Münzer gibi devrimci önderler genç yaşlarında kellerini veriyorlardı. Devrimci köylü ayaklanmaları, onların önderleri konumundaki Hıristiyan Komünizminin ideolojik “baba”larının izinden yürüyen Münzer gibi din adamlarının öncülüğünde, bir yandan siyasal edebi ürünlerini verirken (bunları araştırmamak bizim değil Machiavellistlerin günahıdır- Ne ki Engels’in bu konuda bir kitabı da Türkçeye çevrilmiştir) diğer yandan fiilen devrimci mücadelenin içinde yer alıyorlardı. Bu devrimci hareketler işçi ve emekçi sınıflarının tarihle imtihanlarıydı, yüzbinlerce cana mal olmuşlardı. Bu devrimci hareketlerin yansımaları Almanya’da Hegel gibi filozofların ardından Marx-Engels gibi devrimci biliminsanlarının doğmasına sebep olmuştur. İşte tarihi materyalist irdeleme bilimsel komünist perspektifi budur…


Buradan Hegel’e gelirsek. Çağcıl bilimsel komünist düşüncenin en önemli düşünürlerinden biri olan Henri Lefebvre’nin “Marx’ın Sosyolojisi”(Sorun.3.Baskı.1996) adlı çalışmasını yukarıdan beri esas alarak devam ediyorum. “Marxist düşünce, temel bakımından devlet-karşıtıdır.” Ayrıca şu unutulmamalıdır ki “devlet teorisi, marxist düşüncenin merkezinde… doruğunda yer alır.” Marx’ın Hegel’le olan ayrılığının temel vurguları hukuk ve devlet üzerinden yapılır. Bir bakıma Hegel’in takipçisi olan Ferdinand Lassalle ile de şiddetli bir şekilde mücadele etmiştir Marx. Marx-Engels’in şiddetli bir biçimde eleştirdikleri Lassallecı Gotha Programı Marxist olduğunu ileri süren pozitivist sosyoloji ile her zaman reformculuğu savunmuştur. Bu çizgi bugün açıkça muhafakâr bir anlayışta kendini teşhir eder. Marxist düşünceye keskinliğini kaybettiren Hegelci sistemleştirme içinde sınıf ve sınıf mücadelesi kavramını gözden kaybederek toplumu, ulus ve ulusal devlet ile bütünleştirir. Marx’ın devrimci aşma kavramına karşın, sentez yani devlet Hegelci “sistemin inşasında, tez ile anti tezin doruğunu oluşturan; onları tamamlayan ve hareketsiz hale getiren şeydir”(H.L) “Orta sınıfı (ve ona bağlı olan devlet bürokrasisini), bilinç ve bilgi taşıyıcı evrensel bir sınıf olarak ileri” sürer Hegelci tez. Hegelci tezde özgürlük sistemi değil “devlete bağlılık” esastır. Machiavellizmin felsefesini küçük burjuvazi daima “siyasal paragmatizm”inin “felsefi şahadetname”si yapmıştır. Lefebvre devam eder: “siyasal insanın; vatandaşın (siyasal vatandaşın), sadece bir (siyasal) kuruntu olduğunu ve kuruntu içinde, gerçek insanın ve bütün insanın kendini ancak hayali [kuruntuya dayanan] bir şekilde tatmin ettiğini açıklamaktadır. İdeolojik, hukuki ve buna benzer kuruntulara, siyasal ya da devlete dayanan bir kuruntu eklemekte ya da onların üzerinde yer almaktadır. İnsanoğlu, devlet düzeyinde, devlette ve devlete bağlı olanda gerçekleştirmez kendini; tam tersine, devletten sıyrılarak gerçekleştirir.” Bunun için “işçi sınıfını yöneten devrimci süreç, devlete onunla, birbirinden ayrılması kabil olmayan üç yan taşıyacaktır. Demokrasinin gelişmesi, proletarya diktatörlüğü ve devletin ortadan kalkışı.”(H.L) Gerisi makalelerin satırları arasında gizlice sizi teşhir eden cümlelerin “Atatürkçü soslu” Hegelci Bismarkizmin güncel versiyonlarıdır. Yerseniz…


Bu arada bilimsel açıdan “kimin” kimlik bunalımı? Sorusuna genel olarak cevap vermiş olsakta, tekrar kısaca bilimsel olarak cevap verelim. Türkiye’de bir tek “halk” vardır. O da “Türkiye Halkıdır”. Bu Halk, “yurttaş” olarak “Türk”tür. Halk olarak bütün “Türk”lerin yaratmış olduğu maddi veya manevi değerler “milli” olarak adlandırılır. Bu hakikat “milli duygu”dur, o kadar. Bu bütün onun modern burjuva toplumu “kim”liğidir. Ama tarihsel materyalist açıdan dünya üzerinde insanların varolması ile üreyen ve göçen insanlar bu ülke toprakları üzerinde varolmuşlardır. Bu topluluklar “ana-ata kan soyuna” dayalı sınıfsız ilkel ortakçıl toplumdan, “baba-ata kan soyuna” dayalı sınıflı toplumlara geçişleri ile çeşitli folkloreleri (halk topluluklarını) meydana getirmişlerdir. Bu folkloreler kimlik değildir. Varolmayı biçimlendiren statülerdir- aile çekirdeği üzerinden kan-klanına dayalı örgütlenmelerdir. Çünkü köle ve efendilerin varolduğu antik halk topluluklarında “kimlik”ten bahsetmek için, çokbilmiş-bilgiç emekli başçavuş olmak yeterlidir. Aynı şekilde artı-emeği feodal beylerce-ağalarca gasp edilen serf denilen yarı-kölelerin varolduğu “ataerkil kan-aşiret soyu”na dayalı halk topluluklarında “kimlik”ten değil “sürü” ve “tebaa” olmaktan bahsedilebilir. “Kimlik” sorunu burjuva devrimlerin özellikle kapitalizmin yarattığı “sürüden bireysel”liğe geçen “özgür köleler” olarak toplumsal emeğin sahibi işçilerin serbest pazarda boy göstermeleri için determinist gerçeklikten doğmuş pragmatik ve pratik bir olgudur. Onun için kapitalist bir toplumda “alt kimlik”, “üst kimlik” gibi bilimdışı saçmalamaların nesnel gerçeklikte hiçbir “kıymet-i harbiye”si yoktur. “Aşiret düzenine” dayalı olmayan ileri üretim ve yeniden üretim ilişkilerine ve de işbölümüne erişmiş etnik halk toplulukları da ancak (hepsi değil- şu ya da bu şekilde tarih içinde ve halen “devlet” olarak varlıkları söz konusu ise) “milliyet” olarak adlandırılabilirler. “Milliyet” “kimlik”e tekabül etmez. “Milliyet” folklore sürecinin kapitalist üretim ilişkileri içindeki “duyusal varolma” boyutuna denk düşer. Yani burada sürüden (aşiretten) kurtulmuş “birey”lerin oluşumu esastır. Burada karakteristlik olan “duyusal varolma”nın fırsat eşitliği hakkı içinde ifade edilip-edilemediğidir. Aşiret örgütlenmesi içinde olan toplumlarda bırakın “millet” olmayı, “milliyet” kavramını kullanmak dahi bilimdışı bir varsayımdır. Onun için Araplar bir millet olmak çırpınırlar, ama milliyet sürecine bile giremedikleri için aşiret-cemaat-tebaa bataklığında emperyal-zionun güdümlemesinde şeriatın esiri olurlar.…


Eğer aşiret-sürü (veya tekabülü cemaat) varsa zaten “kimlik” yoktur. “Kimlik” istediğine istediğin gibi yapıştırılan bir yapışkanlı-kağıt parçası değildir. Asya tipi üretim tarzının aşiret düzeni “kast”laşmış bir yapıya denk düşer ki bunu “devlet”e tekabül ettirmek ancak Pentagon ve Tel-Aviv’in başarısıdır. Sosyoloji biliminde ise yeri yoktur. “Ulus-devlet”in amacı iç pazarı oluştururken tüm milliyetleri, etnik toplulukları ve azınlıkları bir arada tutarak pazarın bütünlüğünü (büyüklüğünü) garanti altına almaktır. Onun için kendi bireylerinin özgün “kimlik”leri olması şarttır. Onun ideolojisi siyasal değil iktisadi pragmatizmi ve pratiği ön koşar. Zaten kendisi gerçeklik olarak ekonomi-politiktir. Siyasal pragmatizm ise zaten “din” olarak şekillendirilmiştir. Ama egemen etnik folklorenin bütün diğer etnik folk varolmaları haklarına karşı egemenliğini öne süren şoven ve ırkçı ideolojisini şart koşmasıda totaliter bir baskıdır. Çünkü burjuva kültürü evrenseldir, determinist nedenlerden öyle olmak zorundadır, bunu en somut örneği güncel global emperyalist kültür istilasıdır. Universal ve kozmopolit olan bu kültür yozlaştırarak insanın kendine yabancılaşmasını gizemleştirerek asimile eder, entegrasyonu sağlar. İlginçtir ki millet içindeki cemaat ayrılıklarının asimilasyonuna karşı çıkan Naziler olmuştur, günümüzde ise neo-faşistlerdir. Bu açıdan yazımızın girişinde sorduğumuz soru üzerine Türkiye’yi açıklarsak. Türkiye’deki 1930’lu yılların ortalarından itibaren İttihatçıların devlet bürokrasisindeki ağırlıklarına paralel olarak “Türk-İslam” sentezi –çoğu zaman yanına “Turancılık” katılarak- “ resmi ideoloji haline getirilmiştir. Böylece hakiki “milli duygu”nun ön koşulu olarak tüm etnikler arası folklorenin varolmaları üzerinde devlet tarafından totaliter (zorla bütünleştirici) bir baskı kurulmuştur. (Zaman zaman fiilen pogramlar uygulayarak.) Bu devlet organlarında görev vermemekten, halk topluluklarının kendi folklore etnik ana lisanlarını konuşmama ve folklorik yapılarını böylece güdükleştirerek (sadece halk oyunu boyutunda bırakarak) genel “milli duygu” içinde evrensel kültürün bir parçası olma “fırsat eşitliği”nden mahrum etmesi sağlanmıştır. Bu ülkedeki etnik folklorenin güdük kalmasından büyük fayda sağlayan en önemli unsur ideolojik feodal üst yapılarında çok işine gelmektedir. (Aileden, ahlâka ve hukuka kadar- dinci yapılanmalar içinde). Ama küresel kapitalizmin nesnel gerçekliğinden kaçmak imkânsızdır…


Dünyada XX. yüzyılın başından bu yana nerede ise bir yüzyıldır hem üretim güçleri, hem de üretim ilişkileri yönünde önemli dönüşümler yaşandı. Özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren tekelci kapitalizmin öncü emperyalist ülkeleri köklü dönüşümlere yöneldiler. 1992 yılında Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda anektodlar biçimde yazdığım gibi emperyalizm, sosyal-emperyalizme dönüştü. Bu dönüşüm mali oligarkların arzusu değil iktisadi nesnelliğin siyasi gerçekliği oluşumunun tarihsel sürecinin otodinamizmiydi. Böylece burjuva sivil toplum uygar pelerinini takarak, geri bıraktırılmış ülkelerde yeniden mandater iktisadi ekonomi politikalarını uygulamak için yeniden faşist siyasal perspektifine geri dönüyordu. Çünkü bilincinde olduğu tarihsel olgu, devrimci oluşumun aşma yönünde topuzunu sivil toplumun çanını kırmak üzere vurmasıdır…


Böylece Türkiye’deki mücadeleyi “sınıfsal değil ulusal” olarak nitelemek, “bugünün Türkiye’sinde tek devrimci ve ulusal çizgi Atatürk’ün çizdiği yoldan geçmektedir” diyerek “ulus-devlet”i kutsamak ve bunu “devlete bağlılık” olarak adlandırmak doğaldır ki bu tipik Hegelci burjuva “demokrat” maskeli sosyalizminin sentezidir. Hem üretim güçleri ve ilişkilerinin küreselleşmesinden dem vurup, dünyadaki muazzam bilim-teknik değişimini alkışladıktan sonra böyle bir dönüşü yapmak trajik oluyor. Çünkü tarihte iki ülke bu “u” dönüşü yaptı biri İtalya’ydı diğeri Almanya! Doğaldır ki gençlerin tepkileri bu “tarihi oluşumu” kavramanın önsezisel tepkisinden kaynaklanıyor… Çünkü dünya işçi ve emekçilerinin rotası çoktan “herkesin yeteneğinden, herkesin ihtiyacına göre” olan bilimsel toplumsallaştırılmış topluma doğru çevrilmiş durumda. Bunun ama maması yok, bunu kavrayamayanlara tepki haklıdır…


Artık tartışılması zorunlu olan, burjuva sivil toplumun “yurttaşlar sürüsü” haline getirdiği bireylerin, burjuvazinin bu “yeni” yabancılaşma güdüsüne karşı kendilerini aşma yönünde hakiki bireyselliklerinin hangi birliktelik içinde oluşumudur. Artık tartışılması gereken yurtsever milliliğin, millilerarasıbirliktenci (enternasyonal) aşılması zorunluluğudur. Artık tartışılması gereken sınıflı toplumların en gelişmiş siyasal yönetim biçimi olan “Cumhuriyet”in, sınıfsız topluma doğru yol alan “öz yönetim-Kurultay” (Komün) siyasal yönetimi biçimine doğru aşılması zorunluluğudur. Bunu da başaracak yegâne sınıf artı-değer üreten dinamik-güç bizzat proletaryanın kendisidir. Bu saatten sonra kalkıp sınıf savaşımını göz ardı etmek için “âmâ” olmak veya emekliliğini kazasız-belâsız geçirme sevdasında olmak lazımdır…


Artık “ulus-devlet”, “Atatürküm önderim”, “bir ırkın afadıyız” mavallarını aklı başında olan kimse takmıyor. Kemalist-Jakobenler artık gerçeği görüp boş manipülasyonların peşinde koşmayı bırakıp, işçi-emekçi sınıf saflarına katılmalıdır. Kemalist-Jakoben hülyalar tarihsel misyonunu tamamlamıştır, gelecek proletek tassavvurun-hayalin yaşama geçirilmesinde yatmaktadır. Artık tek bir “ulus” olmalıdır; dünya “ulusu” ve dünya “yurttaşlığı”. Bütün sahte “milli” sınırlar kalkmalıdır. Kan emici “milliyetçilik” tarihin çöplüğüne atılmalıdır. Artık bizim bayraklarımızın üstünde “tembellik hakkı”nı elde etmek için “çalışma saatlerinin 4 saate indirilmesi” devrimci parolası yazmalıdır. Barış ancak sosyalizmle mümkündür. Çünkü üretim güçlerinin muazzam devrimci atılımı “herkesin (gücüne değil) yeteneğinden ihtiyacına göre” ilkesinin yaşama geçirilmesi bilimsel-teknik imkânlarını bizlere devrimci bir içerikle sunmaktadır…


Yürünecek olan tek yol, bütün açık veya gizli milliyetçiliklere karşı, “dünyanın bütün ülkelerinin (kafa ve kol bileşkesi) proleteklerinin birleş”mesidir!


Halid Özkul

14.05.09