Marksist Klasiklerin Üretiminde
Bir ‘Komünist Manifesto Öyküsü de Öncü’den:
Yayın politikamızda K. Marx Biyografi, Max Beer, SSCB’nin ve Çin’in Tarihi vb. kitapların Türkçeye kazandırılması vardı.
Komünist Manifesto ile Marx-Engels’in Politika ve Felsefe isimli eserlerinin Türkçeye çevirisi için Tektaş Ağaoğlu ile anlaşmıştık. Ayrıca Manifesto, Politika ve Felsefe kitabımızın içinde de yer alacaktı. T. Ağaoğlu ile Öncü arasında yapılan telif-tercüme sözleşmesi için de avans ücret verilmişti. Tercümeler tamamlanıp getirilene kadar da T. Ağaoğlu’ya fazlasıyla tercüme bedeli ödenmişti. Anılan kitapların dizgi-redaksiyon çalışmaları tamamlanmıştı; basım işleri de devam ediyordu.
Bir akşam üzeri A. Kadir yayınevine geldi. Oldukça telaşlıydı. Çantasından bir mektup çıkarıp bana verdi. “Bak Öncü, PTT’de yanlışlıkla benim kutuya atmışlar, seninle ilgili, al oku ve aramızda kalsın…” dedi. Aradan tam 42 yıl geçti. Şimdi açıklıyorum. MİT’e ihbar niteliğinde yazılmış bu mektup “GELGEF” imzalı. ABD emperyalizminin kullandığı eloğullarından, servis uşaklarından biri Öncü’nün yayımladığı kitaplardan, benim I. TİP içindeki (Fatih İlçe Başkanlığı yaptığım dönemden) çalışmalarımdan, yayın politikamızdan ve özellikle de Manifesto’nun basımından söz ediyordu. Bu türden ajan provokatörleri tanımam uzun sürmüyordu, kendilerini hemen ele veriyorlardı.
Aradan bir iki gün geçti, postacı iadeli taahhütlü, noterden tasdikli bir protestoyu elime sıkıştırmıştı. Protesto; Manifesto’nun tercümesiyle ilgiliydi ve Tektaş Ağaoğlu tarafından geliyordu. Merakla okudum. Protestoda mealen: “Çevirisini Öncü’ye verdiğim Komünist Manifesto’nun şu an sakıncalı bulduğumdan yayımlanmasını istemiyorum. Yayımladığınız takdirde doğacak sorumluluğu şimdiden ihtaren bildiriyorum. İşbu ihtarnamenin bir sureti İstanbul Emniyet Müdürlüğü I. Şube Basın Bürosu Başkanlığı’na, bir nüshası İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na, bir nüshası Öncü Kitabevi Yayınları sahibi ve sorumlusu Zeki Öztürk’e ve bir nüshası da noterliğimizde saklı kalmasına…” İmza: Tektaş Ağaoğlu.
Bu olayı Av. Muvaffak Şeref’e bir fotokopisiyle birlikte ilettim. T. Ağaoğlu’nun bu türden “vukuatına” karşı ne yapmalıydık? Gülüp geçmeli miydik? Yoksa bu durumu Sol “cenahımıza” lisanı münasiple duyurup açığa mı vurmalıydık? Bu türden eserlerin üretilmesinde rol ve sorumluluk alanlar bir yandan daha dikkatli olmalıydı, diğer yandan hesap sorulmalıydı.
Aynı günlerde postadan bir taahhütlü mektup ve paket daha geldi. Gönderen: Ankara’dan Cemal Süreya idi. O da dört ay önce Maksim Gorki’nin siyasî yazılarını içeren bir kitabın tercümesi için ve anlaşmamız gereği, benden tercüme-telif hakkı için bir miktar avans para almıştı. C. Süreya mektubunda bu tercümeyi özür dileyerek yapamayacağını, dava konusu olursa, açıkça korktuğunu ve bu nedenle kitabın orijinalini ve aldığı avansı iade ederek, bu arada ‘başarılar’ da dileyerek “dürüst” bir tavır sergilemişti.
C. Süreya ile ilgili bu konuyu, Bay T. Ağaoğlu utanır mı? diye yazıyorum. Yazarken de bu türden “aydın”ların yetişmiş olmasından kendi payıma utanıyorum.
Av. Muvaffak Şeref birikimli ve onurlu bir Marksist idi. Yaptığı durum değerlendirmesi ile ‘Komünist Manifesto’yu tercüme eden yerine yüz kişilik imza açın. En başa da benim imzamı koyun…’ diye öneride bulundu. Prof. Üstün Korugan ise ‘Bize yakışan T. Ağaoğlu’nun ismini aynen koymak, duruşmada devrimci ilke ve ahlâka yakışan bir tavır sergilemek, kitabın sorumluluğunu Öncü üzerine alarak sistemin saldırısını göğüslemek olmalıdır.’ demişti. Kerim Sadi de Manifesto’nun tercüme edilip forma forma basılmasında daha önceleri emeği geçmişti. O da mealen; “Yayınevinin çizgisine ve onuruna yakışan bir tavır sergilenmeli ve Öncü sorumluluğu mahkemede üstlenmelidir,” diye görüş bildirmişti.
T. Ağaoğlu’nun tercüme ettiği Manifesto; onun imzası ve benim yazdığım önsöz ile yayımlandı. Kitabın üretim süreci böyle işlemişti. Manifesto hemen toplatıldı. Yayınevi sahibi olarak bana ve T. Ağaoğlu’na TCK’nın 142. Maddesine göre dava açıldı. Ticari defterlerime el konulup incelenmeye alındı.
Sistem öylesine saldırıyordu ki bir yandan içimizdeki eloğulları, diğer yandan tekelci militarist polis devleti peşimizi bırakmıyordu. Her gün yeni bir olayla karşılaşıyorduk.
Bu arada Mihri Belli arkadaş siyasî akl-ı bâliğ dahi olmamış üç-beş zavallıyı Ankara’dan İstanbul’a gönderiyor, başlarında da Nahit Töre… ‘Gidin Öncü’ye haddini bildirin…O, kime sordu da Manefisto’yu bastı… Yayınevini başına geçirin!...’ diye: Dev-Genç’in bilinçsiz kadrolarını bana karşı kışkırtmıştı. Mihri Belli Manifesto tercümesinde yaptığı tahrifatı böylece engellemeye çalışıyordu zahir…
Ağabeyim Sırrı Öztürk; 15/16 Haziran ile ilgili eserinde bu konuyu şöyle anlatıyordu4: ‘Nahit bir gün: ‘Ağabey, demek sen Öncü’nün ağabeyisin (Öncü Yayınevi’ni ve kardeşim Zeki Öztürk’ü kastediyor). Vay canına… demek ki Mihri İneği’nin tahrikine kapılsaydık, Öncü’de seninle karşılaşacaktık. Vay anasına. Biliyor musun ağabey …kardeşin Manifesto’yu bastı diye… sanki kitap basmak kendi tekellerindeymiş gibi… Proletarya adına Öncü’ye el koymaya gelecektik… Kardeşinin ağzını burnunu dağıtacak… dükkânını başına yıkacaktık… yanıma 20 tane asker almıştım… anlarsın ya!’ ‘Peki neden yapmadınız?’ dedim; ‘O sıralar daha acil bir iş çıkmıştı. Türk Solu’nu bastık… Proletarya adına el koyduk… İneklerin neyi var nesi yoksa!’
Nahit övünerek konuşuyorken; içimden, ‘ey proletarya, çabuk davran bak senin adına el koyulacak o kadar iş var çabuk be kardeşim, silkin’ diye haykırmak geçiyordu.’
Manifesto ile ilgili duruşmalar, 1969’da İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesinde başladı. Av. Muvaffak Şeref, Hâkim Tayyip Bey, Savcı Çetin Yetkin idi. İlk duruşmada dava bilirkişiye havale edildi.
Aynı gün Savcı Çetin Yetkin, elinde çantası ve pür telaş yayınevine daldı. Rengi solmuş, eli ayağı titriyordu. Korku halindeyken, çantasını bir kenara attı ve silahına davrandı. “Öncü Adliyeden beri (Öncü Kitabevi Adliyeye 100 metre mesafedeydi) beni takip ediyorlar, korkarım bu adamlar beni vuracak…” (Çetin Yetkin, o dönem TCK’nın 141. ve 142. Maddelerinden yargılananlara karşı demokrat bir tavır sergiliyor ve açılan davaların beraatla sonuçlanmasına katkı getiriyordu.) Silahını doldurup davrandı, elinden aldım silahını. Yoksa kendisini takip edenleri az kalsın vuracak ve elinden bir kaza çıkacaktı. Birlikte dışarı çıktık. Takip edenleri gördüm. Elimdeki silahı görünce toz oldular.
O akşam Çetin Yetkin’i yalnız bırakmadım. O sıralar yayınevine gelen Birsen Balcıkardeşler ile O’nu Boğazdaki evine götürdük. Birsen, o dönemlerde Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Arada bir tashih işlerinde çalışıyordu. Aynı zamanda Suat Derviş’e de yardım ediyordu. Suat Derviş, Kıvılcımlı’nın önerisi ile hazırladığımız Henri Barbusse’ün Ateş isimli eserini tercüme ediyordu. Gözleri son derece bozuktu. Büyüteçle çalışıyordu. Bazen O’na Süavi Kaçar da yardım ediyordu. Sağlık durumu hiç de iyi değildi. Yanında yardımcı olarak TKP’den arkadaşı Neriman Hikmet Öztekin ve üvey kızı Hakiye de vardı. Bu insanları iki yıl süreyle korudum. Tüm ihtiyaçlarını karşıladım. Dayanışmamı eksik etmeyip her şeyimi paylaştım. Bana yapılan tercüme ücreti dışında başka çareleri-umarları yoktu. Bu insanlara birilerinin katkı yapması gerekiyordu.
Günlerimiz çoğunlukla Adliye labirentlerinde geçiyordu. Üretiminde rol aldığımız Sovyet Şairleri Antolojisi kitabımız da hemen toplatıldı.
Yine bir ihbar üzerine satışını yaptığımız Sovyet plakları da toplatıldı. Teyp ve plaklara el konuldu. Binlerce longplay plaklar polis arabasına gelişigüzel, tahrip edilerek konuldu. Yeniden Sansaryan Hana I. Şubeye götürüldük. Geceyi ‘usulüne uygun’ biçimde sorguda geçirdik. “Dükkânda Kızıl Ordu Marşı’nı sürekli çalıyormuşum!..’
Birkaç gün sonra haber gönderdiler ‘gel plaklarını al’ diye. Tüm plaklar ambalajlarından çıkarılmış, tornavida ile çizilmişti (Söz konusu plakların çoğunluğu klasik müziğin SSCB ve diğer Sosyalist ülkeler sanatçılarının eşsiz yorumlarıydı.)
Bir şubat ayı dükkânımıza gelen Sovyetler Birliği Kültür Ataşesi bu durumu bizzat gördü. ‘Çok üzüldüğünü’ söyledi ve “bunları çöpe atabilirsiniz,” dedi. Tahrip edilen plakları dükkânın önüne koydum; teşhir ettim.
Çetin Altan Akşam gazetesinde Sovyet Şairleri Antolojisi ve Sovyet plakları ile ilgili olayları Taş sütununda yazmıştı.
12 Mart 1971’de tutuklandım. Gece yarısı yayınevine getirildim. Aramalar sabaha kadar sürdü. Kitaplarımın tamamına el konuldu. Yeniden Sansaryan Hanı’nın yolunu tuttuk. Aynı gün yayınevinde çalışan Sabri Kösem de depo olarak kullandığımız Kasımpaşa’daki evde (kendisi orada ikamet ediyordu) kitaplarımızla birlikte gözaltına alındı. Depomuzdaki tüm kitaplar askeri (GMC) cemse kamyonlarına dolduruldu ve Selimiye Kışlası’na götürüldü.
Kitaplarımız: Manifesto (2978 adet), Politika Felsefe( 2930 adet), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (2600 adet), Kadın ve Komünizm (2260 adet), muhtelif dergi ve kitaplar (124 adet) isimli kitaplarımız idi.
Ateş isimli kitabımız da toplatıldı. Bu kitabı benim yokluğumda (günümüzde) komünizm tüccarlarından biri, bu kitabın öyküsünü, emeği geçenleri dahi anmadan, iznimizi de almadan iki kez yayımlamıştı! Kerim Sadi Ateş’in sonuna Henri Barbusse için bir araştırma yazısını eklememi önermişti.
Yayın faaliyetimizi sonlandırdıktan sonra da pek çok kitabımız, iznimizi almadan ‘korsan yayın’ olarak yayımlanacaktı.
Öncü Kitabevi Yayınları (12.060 adet) Selimiye Kışlası avlusundaki çöp yakma yerinde, yazılı hukukta yeri olmayan biçimlerde 12 Mart tutsaklarının pencerelerden faşizmi lanetleyen ‘yuh!’ sesleri içinde yakılarak imha edildi.5
12 Mart süresince ‘Sıkıyönetim yasalarına uymamak ve yasak yayın bulundurmak’ gibi gerekçelerle yargılandım.
1976’da bir gün Av. Müşür Kaya Canpolat Adliyeye giderken bana uğradı. ‘Öncü, Aydınlık’ı gördün mü? Senin hakkında yazılanları okudun mu?’ demişti. Ayaküstü konuyu görüştük. Aydınlık dergisi âdeti olduğu üzere SSCB’ye, Sosyalist Sisteme düşman; ABD doğrultusunda yayın yapan, solcu ve devrimci geçinen bir organdı. Aydınlık; şahsım ve Öncü Kitabevi Yayınları hakkında çeşitli ihbarlarda bulunuyordu. Tüm eloğulları gibi bu dergi de yaptığı ihbarla bizi neredeyse “Rus Casusu” yerine koymuştu. Tercüme eserlerimizle SSCB yanlısı bir yayın çizgisi izlediğimizi, SSCB’nin gönderdiği eserleri yayımladığımızı, benim ‘sosyal faşist’ olduğumu ve kaleme almaya dahi irkildiğimiz bir sürü herzeyi sayfalarında, fotoğraflarla döktürmüştü. Sistemin mantığına ve işleyişine uygun hizmetini böylece yerine getirmişti.
Vakit geçirmeden ihbarlarını kanıtlamaları için Adliye’de Toplu Basın davalarına bakan mahkemeye müracaat ederek Aydınlık hakkında dava açtık. Adliye dönüşü saat 16.00 civarında Yayınevine geldiğimde, ilgili polisler, polis arabaları kapıda beni bekliyordu. Cumhuriyet Baş Savcılığı Aydınlık’ın yazılarını ihbar kabul ederek polislerce gözaltına alınmamı istemişti. Polisler beni Cumhuriyet Savcılığı yerine o zaman Sansaryan Hanı’nda bulunan Emniyet I. Şube Müdürlüğü’ne götürdü. Orada, hücreye atıldım ve sabaha kadar alıkonuldum. Polisler ellerinden geleni artlarına koymadı. ‘Usul’ böyleydi. Çaresiz ’işlemlerden’ geçirilecektik. Sabah Adliye’de Savcılığa çıkardılar. Benim de Aydınlık’ta yayımlanan asılsız ihbarlara karşı dava açtığım tespit edilince ifadem alınarak serbest bırakıldım.
Faşist cuntacılar Hitlerden derslerini iyi almış olacaklar ki Treblinka Yangını’nı aratmayacaklardı / aratmadılar…
Bu süreçte şahsıma yapılan işkence ve hakaretleri bilmem ki anlatmama gerek var mı? Fukara Anşa Anam ‘ölmediğine şükret’ demişti. Bize de onun sözünü tutmak düştü!...
Hücre arkadaşım tiyatrocu-yazar Tanju Cılızoğlu kitabında bu konuları birazcık işledi. Tanju bana: ‘Öncü Abi (Babıali de bana ‘Öncü’ diye hitap ederlerdi.), şu Manifesto’yu senin kıçına nasıl soktuklarını bir daha anlat nolur?...’, diyerek takılırdı. ‘Teatral tiyatro yazılarımda bu olayları canlandırmaya çalışacağım,’ diyordu. Hücre arkadaşım THKO’lu Yavuz Yıldırımtürk de 12 Mart sürecinde bana yapılanların yakın tanığıdır.
Hazır Sıkıyönetim ilan edilmiş ve de polisin elindeyken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya yataklık etmek, yurt dışına kaçırmakla da suçlandım! Kıvılcımlı’nın önerisiyle Sosyalist Gazetesi bürosunun kira mukavelesinde imzam ve yayınevinin kaşesi (kefaleti) vardı. Oysa benim üstüme yıkmaya çalıştıkları olayın içyüzü ve Kıvılcımlıyı kimlerin yurtdışı serüvenine götürmeyi planladığı çok daha sonraları meydana çıkınca hakkımdaki suçlamalardan vazgeçeceklerdi.
Bu süreçte ‘yeni’ bir dava ile ilgili olarak da sorgulanacaktım: ‘İran Tudeh Partisi militanlarının İstanbul’da teorik çalışmalarına yardımcı olmak ve yurtdışından gelen Farsça broşür ve kitapları onlara ulaştırmak!... Beni Sadr ile örgütsel işbirliği içinde olmak!…’ vb. suçlamalarla yargılandım.
Sistemin yaptıkları yetmemiş olmalı ki 2 Şubat 1971’de Öncü Kitabevi Yayınları’nı (Dükkânımı) kundaklayıp yaktılar. Bu türden kundaklama, yağmalama işleri artık umur-u adiyeden bir hale gelmişti. En sonunda 26 Şubat 1976’da Öncü Kitabevi tümden yakılıp yok olacaktı!6
Öncü’yü hedef gösterenler, azmettirip kundaklayanlar daha sonra faşist partiden milletvekili ve bakan oldular. MİT Raporu da bu yolda bilgi vermişti, yangın sonu hakkımda açılan dava dosyasında…
Öğrencilik yıllarında Öncü’yü hedef gösterenler ise kara gerici, ırkçı ve faşist bir partiden milletvekili, bakan ve başbakan oldu. Biri de “doruk”lara oturmayı başarmıştı!7
12 Eylül 1980 askerî faşist darbe döneminde de benzeri işlemlerden geçtik. Öncü’nün yayımladığı ve toplatılan Manifesto kitabımız bu kez Sorun Yayınları Kolektifi’nin bürosuna polis marifetiyle konularak ağabeyim Sırrı Öztürk yeniden tutuklandı (Ağabeyim 12 Eylül 1980’den 12 gün önce zaten bilinen gerekçelerle gözaltına alınmış, 11 Eylül akşamı serbest bırakılmıştı.). Oysa Sorun Kolektifi’nin kapısı kırılarak girilen bürosunda iyi saatlerde olsunların işine yarayacak tek satır bir ‘sakıncalı malzeme’ bulunamamıştı. Sorun Yayınları 12 Eylül 1980 - 12 Kasım 1986 yıllarında, tam altı yıl süreyle biri, Emniyet I. Şube, diğeri Sıkıyönetim’in aramalarında yetkilerce çifte mühürlü ve çifte kilitli tutulmuştu. TCK’nın 141. ve 142. maddelerini ihlal, yasak yayın bulundurmak, Devrimci ve Komünist içerikli yayın faaliyetinde bulunmak ve Sıkıyönetim kanunlarına aykırı hareket etmek ve benzeri gerekçelerle Sorun Yayınları 6 yıl süreyle kapatıldı. Kitapları kamyonlarla Selimiye Kışlasına taşındı ve yakıldı. Sırrı Öztürk ve Yayın Kurulu üyeleri tutuklandı. Yargılamalar sonunda Manifesto’nun polis marifetiyle yayınevine konulduğu neden sonra anlaşıldığından Sırrı Öztürk “beraat” etti!
Yaşam alanlarımız boğuma getirildiği için 1995 yılında Öncü’nün faaliyetine son verdik.
Manifesto’yu yayımlamakla ‘övünen’ ve günümüzde ahkam kesen birileri kitabın bedelini ödeyenlerin “vukuatını” anmamakta âdeta yeminlidir. Burjuva resmî tarih ve resmî ideolojiye gerdan kıranlar açısından doğal bir olaydır; yadırganamaz.
T. Ağaoğlu’nun Manifesto’nun tercümesi bahsindeki ‘vukuatını’ açığa vurmayı amaçlarken konu haliyle başka alanlara kaydı. Benim birileri gibi sistemin gazabından korunmak gibi şerbetli olmadığım açık. Burjuva resmî ideolojisi ve revizyonizmin koruyuculuğuna da sığınmadım. Cebimde de renk renk pasaportlarım yok. Sosyalist Sistem’in kimileri gibi beni beslemesine de ihtiyacım yok. Devrimci ilke ve ahlâkımızda ağlayıp sızlanmak da yok. Evet PARTİ disipliniyle oluşturulmuş Bilim Kurulu, Enstitü ve Akademi’lerin Marksist Klasikleri sorumlulukla üretmesi esastır. Olanaklarım ölçüsünde bu ilkeselliğe saygılı olmaya çalıştım. Öncü hiçbir zaman kendi konumunu parti ve anılan kurumlar yerine koymadı. Yaptıklarının bedelini ödedi. Artısı eksisi ile bazı gerekli eserlerin üretiminde rol ve sorumluluk üstlendi. Kitap ve kırtasiye satışı yapılan kitapevinden ve de kitap üretiminden hem ekmeğimi kazandım hem de paylaşmasını bildim. Devrimci birlik ve dayanışmadan uzak durmadım. Ne yaptıysak belgelidir. Yapmaya çalıştıklarımızı küçükburjuva ‘solcu’ takımı değil, işçi sınıfı, Devrimci ve Marksist kadrolar değerlendirecektir.
Bay Tektaş Ağaoğlu, gerek yayınevimize karşı işlemiş olduğu ‘vukuatı’ yüzünden , gerekse Sol ‘cenahımıza’ karşı örgütsel ‘vukuatından’ ötürü şimdiye kadar ne özür diledi, ne hatır sordu ne de bir özeleştiride bulundu. I. TİP, TSİP, ÖDP ve benzeri siyasî tercihlerinden sonra Kızılcık dergiciliğine ve heykelciliğe merak saldığını öğrendim.
Not: Sistemin keyfî-fiilî uygulamalarına karşı yazılı hukuktaki haklarımı kullandım. Fakat hiçbir olumlu yanıt alamadım. Anlatmaya çalıştığım konular belgelidir.”
Zeki Öztürk
12 Mart 2009
Dipnot Açıklamaları:
4 S. Ö., İşçi Sınıfı Sendikalar ve 15/16 Haziran -Olaylar-Nedenleri-Davalar-Belgeler-Anılar-Yorumlar- “Anılar Bölümü”, s. 368, Sorun Yayınları, (1. Baskı 1976) 2. Baskı, 2001.
5 S. Ö., 12 Mart 1971’den Portreler, C: I., II., III.,
6 Öncü Kitabevi’nin kimin / kimlerin yaktığı “resmen” ortaya çıkmadı / çıkarılmadı. Konuyu açıklayan MİT raporu belge olarak dava dosyasına girmesine rağmen, bilinen sorumlular korundu. Faşist kundakçılar tarafımızdan bilinmektedir. Bu konuyu çeşitli vesilelerle basına da yansıtmış bulunuyoruz. Ayrıca, fiilin bizzat kimin tarafından yerine getirildiği çok önemli de değildir. Sistemin Devrimcilere, Komünistlere karşı ideolojik-sınıfsal karakterini ve mantığını açığa vurmayı öne çıkarmayı amaçlamıştık.
Bu kundaklama ile; Kitabevi’nin tüm maddî varlığının yanı sıra arşivi de yandı-yok oldu. Yangından sonra kimi ilkesiz dayanışma örneklerinin yanı sıra o zamanlar plaklarını Öncü’den başka kimsenin bulundurmaya ve satmaya cesaret edemediği “büyük halk sanatçısı” Ruhi Su’nun eşini de yanına alıp bir miktar alacağını tahsile gelmesi ise unutulmaz bir “anı” olarak kaldı…
7 Ayrıntılı bilgi için bakınız: 1.) SORUN Polemik Dergisi, Ocak 2008, Sayı: 29, s. 26-28, S. Ö., “Kim “İşçi Çocuğu” başlıklı yazı. 2.) SPD., Mayıs 2007, Sayı: 26, s. 19-22, S. Ö., “ ‘Cumhur’ ile ‘Başkan’ Polemikleri” başlıklı yazı. 3.) SPD., Mayıs 2007, Sayı: 2007, s. 23, Belge.
Kaynak: Sorun Polemik dergisi Sayı:36 - Mayıs 2009. s.103