10 Haziran 2009 Çarşamba

İstihbarat ve Praksis - Halid Özkul

İSTİHBARATTA AMATÖRLÜK, PROFESYONELLİK, KONSPİRASYON, PROVOKASYON, DEZENFORMASYON ve PRAXİS


Tekelci kapitalizmin küresel iktisadi alt yapıda güncel sürekli krizleri gittikçe derinleşirken paradox olarak siyasal üst yapıda değişimleri zorluyor. Bu varolmanın doğal sonsuz değişim-hareketi. Olgunun materyalist polyalektik etkileşimi. Ama emperyalizm bu değişimlere tabiatı gereği direnerek buna dönüşümlerle karşı koymaya çalışıyor. Bu maddenin karşı-madde aksiyomu. Bu hareketin zorunluluğunda emperyalizm artık “extra durağı” olan sosyal-emperyalizm istasyonuna vardı. Bunun böyle olacağını 1992’de basılan “Yeni Dünya Düzeni” (Anahtar Yay.) adlı kitabımda yazmıştım, öngörüm doğrulandı. Uygar sömürgecilik periodunu yaşayan sömürgecilik 1980’lerde “sivil toplum ve örgütleri” pelerinini giymeye karar vermişti. Bu kararlar global mali oligarşinin harekât merkezi olan CFR’de alınmış, Bilderberg ve Trilateral Commission’da onaylanmıştı. Hedef Yeniden Mandater - Yeniden Faşizmdi. Bunun için öncelikle Latin Amerika’da 1990’larda, 1970’lerde barutu ıslanmış eski “tüfekleri” kılıfına uydurup satın alarak onları “yeni sol”cuların ideologları haline dönüştürdüler. Devrimci önder kadroların imha edilmiş olmasının avantajı ile medyanın gücü kullanılarak “Devrimci”lik, “sol” ve “solcu”luk; “demokrat”lık ise “liberal”lik derecesine indirgendi; hatta faşistler hemen öteki yüzleri liberaller oluverdiler… Böylece “demokrat”lık ile “devrimci”lik arasındaki doğru orantı tamamen dejenere edildi. Arzu edilen asıl hedef olarak “Devrimci”lik suni olarak aslında burjuva devletin özü olan “terörist”lik ile tersyüz edildi. Bir bakıma devlet öz-kök-yüzünü gösterdi ama bunu kavrayabilen kuramcıların açıklamalarının duyurulmaması sağlandı; “solcu” dangalaklığından faydalanılarak, sağlanmaya devam edilmekte… Bunu sağlayan Mayıs 1968’den beri başarıyla uygulanan kibernetik-kaos sisteminin bu sefer “açık toplum” dümeni ile tezgâhlanmaya başlamasıydı. Bu “Psikolojik Savaş”ın yeni bir evresiydi. Bunu siyaset yönünde Marx’ın veciz sözü ile doğrulayan imge, “Felsefenin Sefaleti”dir…


Kaos” çok kullandığımız bir kelime ama “kibernetik” siyasetçilerimiz için çok yabancı bir kavram. Hâlbuki 1950’lerden beri hem ABD’de, hem de SSCB’de biliminsanları tarafından tartışılmış, hâlâ da tartışılmakta. Bilim olarak “Kaos” kuramının kuramcılarından Franz Benoit Mandelbrot şöyle diyor: “Sezgi insanda tanrı vergisi olarak bulunmaz. Ben sezgimi eğiterek onun başlangıçta saçma bulduğu için reddettiği şekilleri, sonradan apaçık şekiller olarak kabul etmesini sağlamışımdır; herkesin de aynı şeyi yapabileceğini sanıyorum”, “Fraktal, kendine benzeyen demekti… Kendi kendine benzerlik her düzeydeki ölçekte simetri anlamına gelir. İçeriğinde, başlanan yere geri dönülmesi, motif içinde motif bulunması vardır… Kendi kendine benzerlik kolaylıkla tanınıp ayırt edilebilen bir niteliktir… İki ayna arasında duran bir insanın görüntüsünün sonsuz derinlikte” yansımasıdır. Böylece simetri “sol”cuları temsil etti. Oysaki “devrim”, simetrinin inkâr edilmesi, onun aşılmasıdır. Kibernetik ve Kaos, Soğuk Savaş içinde ve sonrasındaki dönemde emperyal-zion istihbarat örgütleri tarafından think-tank boyutlarında araştırılmış, gizli servislerin özel operasyonları boyutunda uygulanmış ve kendileri açısından hâlâ başarıyla uygulanmakta olan bir non-lineer sistemdir. Fransız Yüksek Teknik Bilimler Enstitüsü Teorik Fizik Prof. David Ruelle devam ediyor: “Peki kaos ne zaman ortaya çıkar? Başlangıç durumuna hassas bağlılığın bulunması için modların en az üçerli gruplar halinde birbiriyle bağlantılı olarak salınım göstermesi gereklidir. Ayrıca modlar ne denli çok sayıdaysa ve aralarında ne denli çok bağlantı varsa kaosun ortaya çıkması olasılığı da o denli yüksek olacaktır.” İşte modern Psikolojik Savaşın içinde kullanılan “mod”lar kuramının yaşama geçirilmesinde, “olay” olarak kıtalararası “grup”lar tetiklendi, “element” olarak harekete geçirilenler ise “ajan provokatör”lerdi. Devrimci saflar için bu baş belâsı soruna gerek Marx gerekse Lenin dikkat çekmişlerdi…


Ama ne hikmet ise 1960’ların ortalarından (Vietnam Savaşı’nın kızıştırılması yılları) itibaren bu konu devrimcilerin gündeminden çıkarıldı. Devrimcilerin kendilerini koruma tedbirleri bilimsellik içinde oluşturulup savunulmayınca, yerini “korku rejimleri”nin gıdası olan “polis fobisi”ne bıraktı. İlginçtir ki, “eski sömürgecilik” emperyalizminin döneminde “milli bağımsızlık savaşları”nın temelini atan ilk ülkelerden biri olan “jön-Türk” gelenekli jakoben Türkiye, yıllar sonra “27 Mayıs” gibi askeri tandanslı jakoben uyanışların ilklerini gerçekleştirdi. Hâlbuki bu dönemde Latin Amerika’da jakobenler seçimle iktidara geliyorlar, ABD güdümlü askeri darbelerle alaşağı oluyorlardı. Yine yıllar sonra işbirlikçi devlet terörü içindeki “polis fobisi”ni nötrleştiren, “Pol-Der” (Polis Derneği) gibi ilerici-devrimcileri kollayan milli-örgütlenmelerin de ilk örneğini vermiştir. Bu jakoben gelenek, görmemezlikten gelinemez. 12 Eylül faşist rejimi bu derneği derhal kapattığı gibi, pek çok Pol-Der’li polisi tutuklamıştır ve bunların çoğu İstanbul, Ankara polisinin siyasi şubelerinde diğer devrimcilerle beraber elektrik ve diğer işkence türlerine maruz kalmışlardır. Pek çoğu meslekten atılmıştır. Onun yerine, ülkücü-faşist oluşumun tasfiyesi öne sürülerek, “Fethullah” örgütlenmeleri tezgâhlanmıştır. Ama “F Tipi” örgütlenmenin de kökeni itibari ile aynı faşist “Türk-İslâm Sentezi” ideolojik kaynağından doğmuş olduğu göz ardı edilmemelidir…


Buradan konu başlığımıza geçebiliriz; istihbaratta amatörlük, profesyonellik, konspirasyon, provokasyon, dezenformasyon ve praxis. İstihbarat üzerine ilk adımı atarken daima belleğimizdeki değişmeyen ilkeler şu olmalıdır:


1- Bilgi gücün anahtarıdır.

2- Gerçek ayrıntılarda gizlidir.

3- Akıl-Bilgi-Bilinç daima Coşku-Duygu-İrade’nin önünde olmalı ve onu yönetmelidir.

4- Eğer doğru izafi ise ki öyledir o zaman paradoxtur.

5- Dünyaya monoletik veya diyalektik değil, kesinlikle polyalektik bakmak zorunludur.


Başarılı istihbaratın “beş temel” ilkesi budur. Tabii “süreç” içinde bunu çoğaltmak bireyin yetisine bağlıdır…


Konspirasyonun türkçe açılımı fesattır, provokasyonun ise kışkırtmadır. Bunlar faaliyet biçimidir, ama bunu yönlendiren bilgi dezenformasyondur. Yani doğru bilgilerle karıştırıldığı için doğru imiş gibi gözüken, ama çoğu tamamen enforme olan hazırlanmış-imalât bilgilerden oluşan “yanlış bilgi”ler toplamıdır. Hedef, toplumsal belleği çok önceden kararlaştırılmış stratejik ana hedefler doğrultusunda yönlendirmektir. Böylece aslında, özünde tamamen kitlenin aleyhine sonuçlanacak olan hedefe varmaları için, bizzat kitlenin “gönüllü” desteği alınmak istenir. Bunun aracı da medyadır. Çağımızda burjuva devletin en etkin ideolojik baskı aygıtı. Provokasyon yaratmak için konspirasyona ihtiyaç vardır. Yani çokbilmişlerin zannettiği gibi fesat, kışkırtma ve bununla görevli ajan provokatörler kitleyi “pasifize” etmezler; aksine, demokratik yollardan şansını hiç denemeden hemen “radikal aktivist” yollara sevk etmek için ellerinden geleni yaparlar. Çünkü demokratik mücadelenin (artı-değer yaratan ve sömürülen olarak işçi ve emekçi) kitlenin haklılığına kendi akıl-bilgi-bilinç yönlendirmesindeki iradeleri ile sahip çıkmaları için bir “okul” olduğunu tarihsel egemen sınıf bilinçlerinden dolayı çok iyi bilmektedirler. Ama kitleyi daha demokratik mücadele okulunda eğitmeden radikal aktivist faaliyet içine atarsanız, devletin “zor” mekanizması hemen kitlenin üstünde “terör” estirecek ve onları sindirecektir, tabii bu arada daha önceden mimlediği “militan” unsurları da “ortadan kaldırma” yollarını elde etmiş olacaktır. Zaten burjuva demokrasisinin diktatörlük yüzünün arzu ettiği de budur. Onun için devrimci bilinçli eylem(praxis), ona devletin dolaylı ideolojik aygıtları tarafından fısıldanmış hedefleri dangalakça ve ahmakça hedef olarak belirlemez, her yıl tekrarlanan “1 Mayıs” komedyalarımız gibi…


İşte bunun için “kurulu düzen”i aşmayı hedeflemiş olan devrimci bilinçli eylem(praxis)in iki yönünü iyi kavramak zorunludur. Bu zorunluluğu kavrayamadığınızda bütün çabalarınız bir etkinlik olarak sentezleşecek- resmileşecek, böylece Hegelcilikte kazık çakılacak, sonuçta egemen Hegelci devlet yapılarının borazanı olunacaktır. Marx daha 1844’te “teorik bilmecelerin çözümü praxis’in görevidir” diyerek meselenin ana noktasının altını çizmiştir. Eğer devrimci istihbarat bu ilkeyi gözden kaçırırsa daima konspirasyon, provokasyon, dezenformasyonların oyuncağı olarak amatörlük batağında debelenip duracaktır. Ama debelendikçe dibe batmaya devam ederek…


İstihbarat, devrimci mücadelede de hassasiyet taşıyan bir konudur; bunun için Lenin, Eylül 1902’de şöyle demiştir: “İşçilere şunu anlatmalıyız: hafiyelerin, ajan provokatörlerin ve hainlerin öldürülmesi bazen elbette kaçınılmaz olabilir. Ama bunu sistemleştirmek, hiç istenilmeyen ve hatalı bir şeydir. Hafiyeleri izleyip açığa çıkararak zararsız kılacak bir örgüt kurmaya çalışmalıyız. Hafiyelerin hepsiyle uğraşmak imkânsızdır, ama onları açığa çıkaracak ve işçi sınıfı kitlelerini eğitecek bir örgüt kurmak hem mümkün, hem de gereklidir.” İşte bunun için kendisi, bir puntch(darbe) olan 1917 Ekim Kışlık Saray Baskını sonrası Kızıl Ordu’dan önce hemen RSDİP MK üyesi de olan Polonyalı Felix Edmundoviç Dzerjinskiy’e, işçi sınıfının devletinin ilk istihbarat örgütü olan ÇEKA’yı kurdurtmuştur. Ne ki daha “1908 Mayıs’ında “Biloye” dergisi redaktörü Vladimir Livoviç Burtsev, Azef’i provokatörlükle suçlamasına yol açabilecek bilgileri olduğunu” açıkladığında Devrimci-Sosyalistler-SR’lerin ona saldırmasına karşın onu kesinlikle savunmuştur. Kendisi o zaman sosyal-demokratlara yakın duran bir liberal demokrat olan Burtsev, Ohrana özel görevlisi Mihail Efimoviç Bakai’nin anlatılarına dayanarak ve ardından bu bilgilerle örgütün direktörü senatör Aleksey Aleksandroviç Lopuchin’e ulaşarak, XX. yüzyılın en tehlikeli ajan-provokatörünü deşifre etmiştir. Kod adı “Dayı” olan Azef’i… (Gen.bil.i.bkz. “Gizli Ordular-Devlet Terörü ve Ajan Provokatörler”)


Burtsev profesyonel davranmayıp, büyük bir amatörlükle Bakai ve Lopuchin’i hedef alan bir yayımda bulunsa (ya da onları suçlayan bir kitap yazsa idi) onlar derhal suçluluk kompleksi ile savunmaya hatta karşı saldırıya geçeceklerdi. Ama o bu hatayı yapmadı profesyonelce davranıp, onların sonuçta Britanya Birleşik Krallık emperyalizminin işbirlikçileri, devrimcilere işkence yaptıran hatta infaz ettiren suçlular olmalarına karşın, “feodal devlet memurları”nı insancıl yönlerinden vurup “karakutu”nun açılmasını sağlayarak, devrimci mücadeleye köstek değil, büyük bir destek sağlamıştır. Çünkü mücadele kişisel intikamların veya olayların hesaplaşması değil, tarihi sosyal bir mücadelenin eylemiydi…


Sayın O. G.'nin “Mehmet Ağar” kitabı diğer burjuva araştırmacıların “Hiram Abbas” kitabı gibi (üstelik bu çalışmalar hiç bilinmeyen bir işi ifşa etmedikleri gibi, birçok dezenformasyonu tekrarlayarak toplumsal belleği yanıltmakta yardımcı işlev görmeleri) kendilerini bağlar ama “Mehmet Eymür” kitabı ile peşinden Türkiye’nin hakiki Kemalist Devrimcilerinin saygın bir simgesi olan Talat Turhan’ı sürüklemiştir. Üstelik kitap ilk basımında telif cezasına uğradığı halde, “hangi akla hizmet, bilinmez(!)” ikinci kere galat halinde aynı şahsa karşı tazminat davasına düşmüştür. Sonuçta yazar, düşman ilân ettiği emekli “devlet memuru”nu ekonomik sıkıntıdan kurtarma vazifesini “gönüllü” ifa eder duruma gelmiştir. Ayrıca bizim için saygın bir yeri olan, bir takım insanların haricinde kanser illeti gibi bir değil-birkaç hastalığa karşı mucizevî bir direniş gösteren Sayın T.Turhan’ı bu “tatsız” olgu, psikolojik bir baskı altına aldığı gibi ekonomik darboğaza da itme tehlikesi göstermiştir. Üstelik hukuki gelişmelerden kendini haberdar etmemek, yazar ve yayımevinin (Güncel Yayınları) bırakın devrimciliği en basit anlamı ile kentli etik dışılığının ispatıdır. Bunun ne demek olduğu benim için çok açıktır, ama Sayın Turhan’a sonsuz saygımdan dolayı akıl-dilimi ve klavyeye basan parmağımı tutmakta çok zorlanıyorum!


Son “Ergenekon” tezgâhı ile zan altında kalan ve tarafımızdan profesyonel bir bilinç ile kurgulanan suçlamaya maruz kalan emekli MİT görevlisi Mehmet Eymür, sonuçta beklediğimiz gibi sessizliğini bozarak kendini savunma konumuna geçerek, tezgâhın asıl faillerinin kesinleşmesinde yardımcı olmak zorunda kalmıştır. Bu istediğimiz ortamda kendisi geçmişe aitte bilmediğimiz konularda tarafımıza açıklama yapmak zorunluluğunu hissetmişken ve yaparken, bu amatörlük yüzünden tekrar “ricat” etmiştir. Bu da karşı-devrimcilerin işine yaramıştır. Onların isteği de zaten konuşmaya hevesli ve zorunlu eski istihbarat mensuplarının çenelerinin kapatılmasını sağlamaktır… Ya direkt veya dolaylı. Biz kişilerin peşinde “kan davası” gütmüyoruz veya olayların soyut “dedektif”leri değiliz, biz somut evrensel-sosyal bir “hesaplaşma işi”nin peşindeyiz. Biz kendimizi “solcu” değil, proleter devrimci demokratlar-komünistler olarak niteliyoruz ki bunun anlamı ve kavraması arkaik-ilkellikleri “aşma”yı zorunlu kılan bir derinliktedir…


Burada devreye “zor” girer. Hadi bakalım açıklayın ajan-povokatörleri. Neden ajan-provokatörleri açıklamayı göze almıyorsunuz? Ben 1987 yılından beri bu konu üzerinde çalışıyor ve açıklamalar yapıyorum. Bu konu yüzünden mağdur olmuş devrimcileri açıklıyorum. Sorgulanması zorunlu olanları açıklıyorum. Ama genel “hesaplaşma işi”nin birer önemli ayrıntıları olarak. Ne ki karşı-devrimci şefleri bile açıklayamadan, bir alt kademede “kayıkçı kavgası”ndan dolayı açığa çıkmış olanları hedef almak arkadaki “büyük şef”leri es geçmek de devrimci etiğe sığmaz. Gücünüz yetiyor ise bütün şebekeyi açıklarsınız. Yetmiyor ise yettiğiniz konuların dışına çıkmazsınız. Yoksa sizinki de bir başka “kayıkçı kavgası” olur. Örneğin, bugüne kadar kimse Nuri Gündeş hakkında ayrıntılı dosya çıkarmadı. Ama adam “gölgeler ordusu”nun başında hâlâ. Uğraştıklarınız hep “Esas Oğlan” olmaya çalışmış ama bir türlü tali adamlar olmaktan kurtulamamış “zavallı devlet memuru” adamlar. Daha 1992’de Dursun Karataş’ın ajan-provokatör olduğunu ifşa ettim. Korkudan kimsenin sesi çıkmadı. Bu konuyu dergisinde yazdığım sözüm ona bir “eski tüfeğin”, bu şerefsiz adam, efendileri tarafından usule uygun olarak ortadan kaldırıldıktan sonra, aynı dergisinde “taziye mesajı” yayımlaması Bedri Yağan ve arkadaşları gibi gerçek devrim şehidlerine yapılabilecek en büyük hakarettir. Hiçbir şekilde devrimci etiğe sığmaz. Ne ki zamanında sadece Bedri Yağan ekibi konu ile ilgilenip benimle temas kurdu. Yaptığım plan sonucu tamamen deşifre olan D.K’yı kimse sorgulamadığı için B.Yağan ve arkadaşları gibi yiğit bir grup genç gerçek NATO-Stay Behind “Ergenekon” çetesi tarafından insafsızca katledildi. O zaman bu “iş”in başında M.E değil, N.G vardı! Pek bilmiş araştırmacı-yazar geçinen gazeteci taslağı “artist” olma heveslileri, niçin bunu sorgulamıyorsunuz? Niçin bu konularda suskunsunuz? Niçin Turan Dursun gibi nice insanların ölümleri hatta “kanlı 1 Mayıs 1977” ile ilintili “Çin-in Sesi” D.Per-İn-Çenk’in “maceraları”nı sorgulamıyorsunuz? Niçin PKK’nin kimler tarafından kurulduğunu ve “Apo” denen adamın Bekaa vadisindeki gizemli ilişkilerini sorgulamıyorsunuz? Niçin bunları milliyetçi Mançurya kobayı-Mankurt taslaklarının dezenforme etmelerine bırakıyorsunuz? ABD-İzrael zaten bunu istiyor. Niçin bunlara “komplo teorileri” deyip, Fehmi Koru gibi bir “F Tipi”nin izdüşümünde kalıyorsunuz? Kimin hesabına yazıp-çizip-basıyorsunuz? Büzüğünüz sıkmıyor değil mi? Öyle ise devrimci istihbaratı dezenforme etmeyin. Konspirasyon, provokasyon aleti olmayınız. Psikolojik Savaş unsurunun “gönüllü” dangalakları, ahmakları olmayınız…


Sayın Prof.Dr. Osman Altuğ’un dediği gibi “kişileri konuşmak cehalettir; olayları konuşmak yarı-cehalettir; işi konuşmak lazım”* yine onun belirttiği gibi “Gündem Mühendisliği”nin oyuncağı olmamak için…*[Marmara Üniv. Ekonomi Öğr.Üye. Ruhat Mengi- Her Açıdan- Star TV. 31.05.09. Tartışma programı]


Son sözüm şudur: İstihbarat bir profesyonel eylemdir. Devrimci saflarında istihbarat çalışmaları kendi bilimsel mecrasında olmak zorunda ve zorunluluğundadır. Bu çalışmayı örgütleyemedikçe amatör “artist” olma heveslilerinin amatörlüğü yüzünden tersyüz olmak kaçınılmazdır. Çünkü “bilgi gücün anahtarıdır”. Çünkü örgütlü çalışma profesyoneldir ve devrimci şiddeti içermek zorundadır. Hem karşı-devrimcilere ve hem de “hangi akla hizmet ettikleri” belli olmayan “solcu” amatör dangalaklara karşı…


Halid Özkul

01.06.09