Perry Anderson ya da Avrupa Marksizminin sefaleti-2
Merkezi Almanya’nın Türklerin yoğun yaşadığı Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin eski müdürü Prof. Dr. Faruk Şen, Türkiye’de son yıllarda daha fazla hissedilen Yahudi karşıtlığının bu noktaya nasıl geldiğini sorguladığı ünlü makalesinde, İshak Alaton’a şöyle sesleniyordu: “Avrupa’nın yeni Yahudileri olarak, sizi en iyi Avrupa’da yaşayan 5 milyon 200 bin kaderdaşınız anlar. Türkiye’de belirli çevrelerin anti-semitik yaklaşımları sizi üzmesin, Türk Halkı ve Avrupa’nın Yeni Yahudileri olarak arkanızdayız.”
Şen, Türkiye’de yaşayan Yahudilere destek vermek için sarf ettiği bu sözlerin, işinden kovulmasıyla sonuçlanacağını aklından bile geçirmemişti büyük ihtimalle. Avrupa’da yaşayan büyük bir bölümü Türkiye kökenli göçmenlerin karşı karşıya kaldıkları haksızlıklara, adlarından ve kimliklerinden vazgeçseler bile yaşadıkları ülkelerin toplumlarınca kabul görmemelerine karşı bu çıkışı, Şen’in Alman bilim ve siyaset dünyası tarafından aforoz edilmesine yetti.
Peki, Türkler gerçekten Avrupa’nın yeni Yahudileri olarak görülebilir mi?
Her ne kadar, Fransa’da 1958’deki askeri darbeyle iktidara gelmiş olan General Charles de Gaulle, kendisine yöneltilen “Siz Cezayir’de bir milyon insanı katlettiniz. Bundan rahatsızlık duymadınız mı?” sorusuna, “Sözünüzü düzeltiyorum, biz Cezayir’de bir milyon değil, 850 bin kişiyi öldürdük! Fransa’nın güvenliği için bu gerekliydi” diye karşılık vermiş olsa da; Avrupa’nın çevresine örülen duvar nedeniyle her sene binlerce insan, Birleşmiş Milletler tarafından koruma altına alınan haklarından birini kullanırken Yunan sahil güvenlik botlarından boğulmaları için denize atılarak ya da kullandıkları teknelerin batması nedeniyle hayatlarını kaybetse de, Avrupa’nın kendi içindeki “Doğu Sorunu”nu fiziki bir soykırım yoluyla halletmeyeceği açıktır. Ancak, Avrupa’nın Yahudilere bakışıyla Türklere bakışları arasındaki benzerlik hatta aynılık, Faruk Şen gibi sistemle uyumlu insanları bile isyan eder noktaya getirebilmekte.
Nedir bu benzerlik ve daha önemlisi Türkiye’de olup bitenle ilgisi nedir?
Naziler, Yahudileri bulundukları ülkelerdeki düzeni çürüten ve “homojen” yapıyı bozan, göçebe, köksüz ve devletsiz bir kitle olarak görüyorlardı. Günümüz Avrupa’sında da Türkler, sosyal devletin nimetlerini yağmalayan, sürekli suçla birlikte anılan ve homojen yapıyı bozan “kara kafalılar” olarak görülmekte ve bu, açıkça her ortamda dile getirilebilmekte. Avrupa’da yaşayan ve çoğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bu insanları Yahudilerden ayıran en önemli fark ise, bir devlete sahip olmaları. Türkiye’nin hukuksal varlığının sona ermesi ya da sakatlanması durumunda, Avrupa’da yaşayan bu insanların neredeyse yarım asra yaklaşan bir süredir yaşadıkları, emek verdikleri bu ülkeleri terk etmekten ya da asimile olmaktan başka seçenekleri olmayacaktır.
Ancak, Türkiye’nin hukuksal varlığının sona ermesi ya da sakatlanmasına yönelik çabaların ve özellikle Batı Marksizminin üyelerince dile getirilen argümanların muhatabının sadece Türkler, hesaplaşmanın ise sadece Türkiye Cumhuriyeti ile olduğunu düşünmek, genelde geri planda tutulan, arada sırada kaçamak bir şekilde dile getirilen ve “üzerine demokrasi ve Türklük çarşafı gerilen” bu savaşın aslında ne için verildiğinin anlaşılmasını önleyebilir.
Batı Marksizminin önde gelen isimlerinden Perry Anderson tarafından, London Review of Books dergisinde 2008 yılı içinde “Division of Cyprus” “Kemalism: after the Ottoman” ve “After Kemal” başlıklarıyla yayımlanan makalelerin, yürütülen bu savaşın üstüne “demokrasi çarşafı” germeye çalışmaktan başka bir anlamı bulunmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Kerameti kendinden menkul Türkiye uzmanı Erik-Jan Zürcher ve “soykırım araştırmacısı” Taner Akçam’ın yazdıklarını Türkiye tarihi olarak kabul eden Anderson’un, AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat aynı noktaya gelerek, Kemalist Devrim’i, sosyal boyutu olmayan bir kültürel devrimden ibaret olarak görmesi kimseyi şaşırtmamalı. Türkiye’nin kuruluşunda izlenen “yukarıdan modernleştirici” politika nedeniyle Kemalist rejimin “toplumsal destekten yoksun” olduğunu ve kısa bir süre içinde otoriter bir diktatörlüğe dönüştüğünü iddia eden Anderson, Türkiye’nin Ermeni soykırımını her zaman inkâr ettiğini ve hatta bunun ötesinde, adı soykırıma karışanların önemli devlet görevlerine getirildiklerini ve isimlerinin sokaklara, ilçelere verilerek onurlandırıldığını dile getiriyor.
2007 genel seçimlerinde oy kullanabilse, yaptığı reformlar nedeniyle AKP’yi destekleyeceğini söyleyen Zürcher gibi Anderson da sınıfsal bakış açısını bir kenara bırakarak AKP’nin Avrupa Birliği sürecinde yaptığı “reformları” makalelerinde övüyor.
Aynı şekilde son üç yıldır daha sık dile getirilmeye başlanan, Kurtuluş Savaşı’nın emperyalizme karşı yapılmadığı, Kemalizmin anti-emperyalist bir tarafı bulunmadığı ve sanki Yunan işgal orduları Ankara önlerine gelmemiş gibi bütün olan bitenin dini arka plana sahip bir Yunan-Türk savaşı olduğu iddiasını “Kemalism” başlıklı makalesinde Anderson da dile getiriyor:
“Yunanistan küçük, kendi içinde bölünmüş, önemsiz bir askeri güce sahipti. Ulusal kurtuluş bir mücadelesi için daha iyi bir hedef olarak hayal etmek zor olurdu.”
“Ulusal kurtuluş savaşı, Osmanlı’nın genişleme inancına sadık bir savaşçı olan ve (Mustafa Kemal’in) 1930’ların ortasına kadar unvan olarak kullandığı, Gazi’nin yönetimindeki kutsal bir savaştı. ‘Tanrı birdir ve zaferi büyüktür!’”
Bir haber portalında (www.sol.org.tr) Ermeni meselesinin arka planına ışık tutan “Lizbon ve Ermeni Açılımı: Bir ‘Mülkiyet Kalesi” başlıklı bir makalede, Yurdakul Er, Ermeni soykırımı meselesinin arkasında nasıl bir mülkiyet savaşı sürdüğüne dikkat çekiyordu:
“Türkiye’nin tasfiyesi, felaketimiz, böyle sahneler içermeyecek de ne içerecek sanki? Özellikle bir mülkiyet sorunu (“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”) olarak Ermeni acımızın kullanılmayacağını düşünmek abesle iştigaldir. Kullanacaklar. Ermeni sorunu, yoğun ve yakın bir “özel mülkiyet sorunu” olarak Türkiye gündemine sokulmaktadır. Bir mülk hırsızlığını büyük harflerle gündeme getirmiyorlar, o alttan alta işliyor; ama dert asıl budur.”
Er, makalesinde, Çekoslovakya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki cumhurbaşkanı ve 1948’deki komünist iktidarın da selefi Edvard Beneş tarafından çıkarılan ve bir kısmı Nazi Almanyası’yla işbirliği yapmış ya da Nazi Almanyası’nın bu ülkede yaşattığı acılar nedeniyle artık Çek ve Slovak halklarıyla bir arada yaşamasına imkân kalmayan Südet ve Karpat Almanlarının, Macarlarla birlikte, tazminatsız olarak mülklerine el konulmasını ve Çekoslovakya’dan kovulmalarını sağlayan yasa gücündeki “Beneš Kararnameleri” nedeniyle Avrupa Birliği ile Çekler arasında çıkan krizin daha ağır bir benzerinin Ermeni meselesi nedeniyle Türkiye’de yaşanabileceği ihtimalini belirtmekte:
“Eski mülk sahiplerinin ve mirasçılarının, Çekoslovakya’daki o mülkleri geri alma şansları, bu Beneş Kararnameleri yürürlükte olduğu sürece yok. Ama Lizbon Anlaşması, Nazi barbarlığına tepki olarak gerçekleştirilmiş o hukuksal düzenlemeleri geçersizleştirecek bir hukuksal zemin oluşturuyor.
(…)
Peki bu, sadece Orta Avrupa’da mı?
Türkiye’deki Ermeni ve Rum mülkleri ne olacak?
“Ermeni soykırımı” tanındığı andan itibaren gündeme gelecek olan “Pontus soykırımı”, daha doğrusu “Rum soykırımı”, Anadolu’daki her evin veya arazinin altına şu ya da bu ölçülerde bir bomba yerleştirilmesi anlamına gelmeyecek mi? Bombanın üstünde hangi insan veya hangi halk normal bir yaşam sürdürebilir?
Ermenilerin eski mülklerine dönmesi veya tazminatla kayıpların karşılanması, Türkiye’nin zaten bu koşullarda bile bitirilmesi demektir. Kapitalizmin Türkiye’yi bitireceğini nereden ve hangi köşeden bakarsak bakalım görüyoruz. Bu ülkeyi sosyalist bir iktidarın belirleyeceği merkezi planlama ve kamu mülkiyeti ağırlıklı iktisat politikaları dışında hiçbir şey kurtaramaz.”
2006-2009 yılları arasında Ermenistan’ın Kanada Büyükelçisi olan ve halen Modus Vivendi Merkezi’nin başkanlığını yürüten Ermenistan’ın önde gelen aydınlarından Ara Papian’ın Türk kamuoyunda sessizlikle karşılanmasına rağmen Ermenistan’da geniş yankı bulduğu belirtilen Ahmet Davutoğlu’na açık mektubu, Yurdakul Er’un haksız yere endişelenmediğinin bir kanıtı olarak kabul edilebilir.
Papian, kendilerine Birleşik Devletler Başkanı Wilson tarafından verilen Ermenistan topraklarının dörtte üçünün Türkiye tarafından işgal altında tutulduğunu ileri sürmekte ve daha ileri giderek “Kemalist hareketi” yasa dışı bir hareket olarak görmektedir:
“Açıktır ki protokolde sözü edilen “mevcut sınır”, Bolşevik ve Kemalist hareketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan kanunsuz ara-hattı değildir. “Ex injuria non oritur jus”, yani yasadışı hareketler yasa yapamazlar.
(…)
Bolşeviklerin ve Kemalistlerin, 1921’de oldukları gibi tanınmamış, dolayısıyla yasadışı, kendi kendini ilan etmiş iki yönetimin karşılıklı yaptığı antlaşmanın (Moskova); meşru bir şekilde mutabakat edilmiş ve 18 meşru devlet tarafından imzalanmış uluslararası bir belgeyi (Sevr) geçersiz kılabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?”
Papian’ın Türkiye ile Kemalist kadroyu birbirinden ayrı tutmaya özen gösteren yaklaşımı ve Anderson ile benzer biçimde Kemalist yönetimin “kitle desteğinden uzak”, “kendi kendini ilan etmiş” olmasına yaptığı vurgu ilgi çekicidir. Sevr’i imzalayan Osmanlı İmparatorluğu’nu meşru bir devlet, Yeni Türkiye’yi ise Sovyetler ile beraber “haydut” devlet kabul eden Papian’ın Batı Marksizminin herhangi bir temsilcisinden farklılaşmamasını, Osman Çutsay’ın “Türkiye, Türkçe ve Enver Gökçe: Bir Haklılığın Öyküsü” başlığıyla bir kitap projesi için hazırladığı, ancak henüz yayımlanmamış bir makalesinden alınan aşağıdaki satırlar sayesinde daha rahat anlamak mümkün olacaktır:
“Sovyetler Birliği düşmanları, şu ya da bu ölçüde Türkiye düşmanlarıydı ve tersi, Türkiye düşmanları da Sovyetler Birliği düşmanlarıydı. O zaman, Türkiye düşmanlarının, kendilerini hiç böyle adlandırmamış olsalar ve bugün de çeşitli kılıflar altında sakladıklarını düşünseler bile, SSCB’nin iki kurucusuna, Lenin ve Stalin’e düşmanlıkla, son dönemde ayyuka çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babalarına kayıtsız şartsız düşmanlık arasında bir bağ kurma hakkımız var.”
Düşmanlık, Türk Devrimi ya da Ekim Devrimi ile sınırlı kalmaz; Fransız Devrimi de bu düşmanlıktan nasibini alır. Fransız Devrimi’nin 200’üncü yılında, Fransa’nın sosyalist (!) başbakanı Michel Rocard, Devrim’in yıldönümünün “birçok insanın devrimin tehlikeli olduğuna, şayet Devrim olmasaydı her şeyin çok daha iyi gideceğine ikna etme”nin bir vesilesi olmasını memnuniyetle karşıladığını öğrenmek, ünlü tarihçi Hobsbawm tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır.
Çutsay’ın adı geçen makalede Doğu Alman tarihçi Glasneck’ten aktardıkları Ekim Devrimi’ne duyulan nefreti anlamayı kolaylaştırır; Glasneck, “Ekim Devrimi[nin], o zamana kadar hep sömürgeci güçlerin üstünlüğü nedeniyle yenilgiyle biten ulusal kurtuluş savaşlarının başarıyla sürdürülmesi olanağını” yarattığının altını çizmektedir:
“1981’de 100’üncü yaşına giren Mustafa Kemal, etkileri iki çağın dönüm noktasıyla, 1917 yılındaki dönümle belirlenen büyük tarihsel kişiliklerden biridir. Dünya tarihindeki gelişimin gereklerini gören ve onlara göre hareket edenlerdendir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, sömürgeler olarak baskı altındaki Doğu halklarının yolunu açıyor, ulusal kurtuluşları için başarılı bir mücadele vermelerini mümkün kılıyordu; o, bunu gördü. Mustafa Kemal, böyle bir durumdan, bu ilk sosyalist devrimin devlet gücü, Rus sovyet hükümeti ile çok yakın ve dostça ilişkiler kurma sonucunu çıkardı. Başarılı bir kurtuluş savaşı yapmak için oranın manevi, diplomatik ve maddi desteğini aldı.”
Aynı makalede kendisinden alıntılara yer verilen bir başka Doğu Alman tarihçi Ernst Werner de Ekim Devrimi’nin Kemalizmin varoluşu açısından oynadığı önemli rolü şu şekilde açıklamıştır:
“Kemalizmin oluşumu, Kızıl Ekim’in, Lenincil bir dış politikanın etkileri dikkate alınmaksızın açıklanamaz. Genç Sovyet iktidarının varlığına sırtını dayamasaydı, kurtuluş devrimi tüm kahramanlığına rağmen başarısızlığa mahkûm olurdu. Leninizmin harekete geçirici düşünceleri olmaksızın Mustafa Kemal’in de Jöntürk sözde doktrininin ideolojik safralarını atması ve döneminin tarihsel gereksinimlerine uygun bir gerçekçi politikadan yana çıkması daha zor olurdu.”
Türkiye tarihi hakkında dipnotsuz kitaplar yazmayı başaran Zürcher’i, “Kemalizme ve Türk modern siyasi tarihine eleştirel bir gözle bakmayı başarabilen ve bu alanda kayda değer çalışmalara imza atan değerli bir isim” olarak okuyucuya sunan iki genç Türk akademisyen adayı Oğuz Alyanak (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler - Yüksek Lisans) ve Ümit Kurt’un (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler - Doktora) 10 Kasım 2009’da Radikal gazetesinde Zürcher’in neoliberal Arı Hareketi’nin konuğu olarak Türkiye’de yaptığı konuşmaya atıfla kaleme aldıkları yazı, -Sovyetlerin çözülmesiyle daha da azgın bir şekilde-“tarihin çarkını ileriye çevirmeye” çalışan tüm hareketleri tepeden inmeci, elitist ve kitlesel destekten yoksun oldukları gerekçesiyle yapılan eleştirilere güzel bir örnek teşkil etmekte:
“[B]ir modernleş(tir)me paradigması olarak (…) Kemalizm rasyonel bir toplum mühendisliği projesinin unsurlarını bünyesinde taşımıştır. Toplumsal bir tabana sahip olmayan Kemalizm ideolojik hegemonyasını sağlamak ve onu temsil eden bürokratik zümrenin çıkarlarını devam ettirmek adına toplumsal ve kurumsal bir dizi değişiklik yapmıştır.”
Sosyalist tarihçi Glasneck ise, Mustafa Kemal’i, “Türk halkının emperyalist tahakkümden ve feodal-mutlakiyetçi sultanlık rejiminden kurtulma çabasına bağlı hisseden” bir burjuva politikacısı olarak nitelediği makalesinde Kemalizm’in krizinin sosyalist bilim insanlarının öngörülerini haklı çıkardığını belirtmektedir. Ancak Kemalizmin tüm bu sınırlılığına rağmen, Glasneck’e göre “Burjuva Türk cumhuriyeti, feodal-teokratik Osmanlı İmparatorluğu karşısında, büyük bir tarihsel kazanım resmi” vermektedir.
Batılı Marksistlerin ve onların başta Birikim çevresi olmak üzere Türkiye’deki tilmizlerinin, Fransa’nın sosyalist (!) başbakanı Michel Rocard’un “Fransız Devrimi olmasaydı da olurdu” tavrıyla benzer bir şekilde “Kemalist Devrim olmasaydı belki işler daha iyi olurdu” tavrı ve bu kesimin Ekim Devrimi düşmanlığı, modernizm ve insanlık tarihini ileriye taşıyan tüm devrimlere düşman olan nazilerle ortak bir noktada buluşmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle Batılı Marksistler ve onların Türkiye’deki tilmizleri rahatlıkla nazizmin sol yüzü olarak görülebilir.
Bu kesimin kitle desteği fetişizmine karşı Slavoj Žižek’in son kitabı “First as Tragedy, then as Farce”da verdiği örnek yeterli olacaktır. Žižek, seçimlere dayalı kitlesel desteğin her zaman gerçeğin (Truth) bir göstergesi olmadığını, hatta genel kural olarak bunun tam tersinin geçerli olduğunu belirttikten sonra, bu duruma örnek olarak 1940 yılında Fransa’da özgür seçimler yapılsaydı nazilerin kuklası Vichy hükümetinin Devlet Başkanı Mareşal Pétain’in yüzde 90 oranında oy almasının muhtemel olduğunun Komünist Parti’nin ikinci adamı Jacques Duclos tarafından bile kabul edilmesini göstermektedir. Fransa’nın teslim kararını reddeden de Gaulle ise, Batılı marksistlerin Kemalizm söz konusu olunca çokça vurgu yaptıkları kitle desteğine sahip olmamasına rağmen “Gerçek Fransa’nın temsilcisi” olarak kabul görmüştür. Aynı, Sevr’i reddeden Mustafa Kemal’in “Türkiye’nin gerçek temsilcisi” olarak kabul görmesi gibi.
Komünizm korkusu ve düşmanlığı ile aslında Cumhuriyet’in kuyusunu kazdıklarını fark edemeyen Kemalistler, 1 Mayıslarda işçi sınıfı ile saf tutmadıkları ve sosyalist cumhuriyet projesine destek vermedikleri sürece, dayak yemeye devam edeceklerdir.
Perry Anderson ve Türkiye “faaliyeti”, böyle bir ışıkta da görülebilir.
Emre Ertem