23 Mart 2009 Pazartesi

İstihdam ve proleter enternasyonalizmi - Nazım Güvenç

Ekonomide istihdam sorunu ve proleter enternasyonalizmi


Altı ayı aşkın bir süredir resmen, daha uzun bir süredir ise fiilen hem küresel, hem de ulusal düzeyde yaşanan ekonomik krizin anca 1929 Krizi ile kıyaslanabilir ve onun daha büyüğü olduğu gerçeği kendini en çok ve en şiddetli olarak iki düzlemde gösteriyor:


  1. Daralan, küçülen ekonomi (mal ve hizmetlerde üretim ve tüketimin ciddi oranlarda düşmesi)

  2. İşsizlik artışı, istihdam azalışı.


1929 ile 2009 arasında bir alay başka ekonomik kriz yaşandı elbet ancak hiçbirinin şiddeti ve tahribi bu derece yüksek ve yaygın olmamıştı. Bu seferki neden böyle oldu konusuna yeniden girmeyeceğiz, birçok kez değişik yanlarıyla elealdık. Bu kez, krizi işgücü üzerindeki sonuçları itibariyle irdelemek gereğini duyuyoruz.


Ekonomilerin küçülmesi, küresel ve ulusal düzeyde ticaretin gerilemesi kaçınılmaz olarak işgücü piyasasını da olumsuz etkiledi. Kimi şirketler önlem olarak, kimileri de iflas ettikleri için çalışanlarını işten çıkarttılar. Bu noktada hemen bir anımsatma yapalım:


‘İşten çıkartma’ olgusu hiç de yeni ve bu krize özel bir şey değildir. Özellikle kıdemli kapitalist ülkelerde 1980’lerden beri ciddi bir şekilde kendini gösteren bir toplumsal olaydır. İki temel nedenden ileri gelmektedir:


  1. Gelişen teknoloji ve robot kullanımının artışı. (Özellikle Japonya’da. O derecede ki işten çıkartmanın çok ender olduğu ve bir çalışanın ilk girdiği işten emekli olmasının fiilen ‘kural’ gibi yaşandığı bu ülkede bile son on yıldır ekonomik nedenlerle işe son verme uygulaması gözle görülür derecede artmıştır.)

  2. Yeni yükselen ekonomilerin küresel rekabeti. (Üretim maliyetini düşürmenin en kestirme yolu olarak çalışan sayısını azaltma veya üretimi işgücü maliyetinin düşük olduğu coğrafyalara taşıma nedeniyle artan işsiz sayısı ve azalan yeni istihdam ihtiyacı.)


Çıkış yolu ?


Halen yaşanmakta olan kriz bu tabloyu çok daha ağırlaştırmıştır. Durum çok kısaca bu. Peki çıkış yolu?


Biliyorsunuz, özellikle ABD (ve Çin) ‘çare’yi ‘Keynes’e dönmek’te buldu: Altyapı yatırımları yaparak yeni iş alanı açmak. Günümüz dünyasında anca ‘aspirin tedavisi’ gibi bir sonuç verecek, kısacası gerçek anlamda, kapsamlı ve uzun vadeli bir çözüm olmayan bir tedavi!


Denenen bir başka yol krizdeki şirketleri devletleştirme oldu! ‘Marx büyük’; tüm o neo-liberal her şeyi özelleştirme ve her şeyi piyasalara havale etme hayalcileri çarpıldı ama bunun istihdam (yani insanlara geçimlerini sağlamak üzere ‘ekonomik iş’ yaratma) açısından yine hayli sınırlı ve geçici, kısa vadeli bir çare olduğu ortada.


Hayek’çilerin reçetesi de malum: Sakın piyasaya para sürmeyin, ateşi söndüreyim derken büsbütün büyültürsünüz. Bırakın kriz doğal seyrini yaşasın ve kendisi sönsün! ‘Ölen ölür kalan sağlar bizimdir’ mantığı. Salt ‘ekonomik akıl’ açısından bakınca elbette mantıklı bir çözüm (zayıf şirketlerin tasfiyesi, kalanların daha güçlenmesi) lakin ‘sosyal vicdan’ yoksunu ve bu nedenle elbette o da uzun vadeli kalıcılığı olan bir yol değil. Meğer ki o arada, aynı zamanda, ‘yeni bir çalışma düzeni’ (sözgelimi kişi başına daha kısa çalışma ve istihdamı daha çok kişiye yayma fakat herkese yine de ‘makul’ bir ücret ödenmesi) ilkesi de hayata geçirilsin. Ne var ki bu da Hayek’çilerin yapacağı şey değil!


Peki kim yapar?


‘Sosyalistler, Komünistler’ demek gönlümden geçiyor ama aklım durduruyor. Çok basit bir nedenle: ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz’ sloganı, ne yazık ki, ilk seslendirildiği 1848’den beri slogan olmaktan öteye gidemedi! G-50’de (başta küresel ekonominin yüzde 85’inin yaratıldığı G-20 olmak üzere) çalışanların ücretleri ve sosyal hakları (başka etkenlerin de hesaba katılmasıyla dar bir çatal şeklinde belirlenen alt ve üst sınırlar içinde) aşağı yukarı denk hale getirilmediği sürece bu elbette ki olamaz. Çünkü bunun da iki nedeni var:


  1. Ücretler ve sosyal haklar düzeyinde bugünkü gibi uçurumların varlığı işgücü kaleminde rekabete imkan vermez ve Batı’da son 30 yıldır tanık olduğumuz gerileme düzelmez. Çin vb.’lerinde ise kuşkusuz son 30 yılda hiç değilse gelir düzeyinde görece bir ilerleme var elbette lakin emperyalizmin sağladığı artı-değerden pay alarak görece refah düzeyinde daha ileri bir noktaya gelmiş olan Batı’daki düzeyle kıyaslandığında hayli geridedir. İşin kötüsü Doğu – Batı arasında ‘eşitlenme’de gidişat yukarı doğru değil aşağı doğrudur!

  2. Teknolojik hamleler nedeniyle ‘Sanayi toplumu’ çağı hızla kapanmakta, yerini ‘Bilgi toplumu’ çağı almaktadır. Bunun istihdam üzerindeki etkisi şudur: sadece sanayide değil, artık hizmet sektöründe de (bkz. İnternet bankacılığı; her işlemi yapabilen bankamatikler, vb.) pek çok alanda el emeğinin yerini robotlar, bilgisayarlar, dijital aygıtlar almaktadır. Elbette bazı sektörlerde yeni iş ve istihdam alanları açılmaktadır ama ‘kalifiyelik düzeyi’nde de çıta çok daha yüksektir (‘bilgi toplumu’).


‘Yeni Çağ, Yeni Yol’:


Sendikaların enternasyonalist bir zihniyetle dayanışma arayışı içine girmek yerine kendi işverenleri ile uzlaşmaktan başka bir çare düşünmeyişleri; Sol adına ‘enternasyonal’ muhalefetin marjinal ve küçük burjuva kesimlerin oluşturduğu bir ‘küreselleşmecilik karşıtlığı’ ekseninde tipik tutucu, hatta özünde gerici bir tavır şeklinde kendini göstermesi de Sol’un bir türlü kendini yenileyememiş olmasının, çağı doğru okuyamamasının sonucudur.


Durum bu iken, kalkıp ‘piyasa düzenine son verelim, tüm üretim araçlarını devletleştirelim’ diye ortaya çıkmak 1917’den buyana yaşanan tarihsel deneyimi hiçe saymak olmaktadır. Yani bırakın yarının dünyasını öngörememeyi; bırakın bugünün dünyasını okuyamamayı, dünün dünyasını bile anlamamak oluyor!


Komünist Manifesto’da ‘Gerici Sosyalizm’ başlığı altında yeralan şu yargı, bence, bedenen günümüzde yaşayan fakat zihnen geçen asırda kalmış ama kendini Sol’da varsayan / sanan çevreler için de geçerli:


‘‘(…) Feodal sosyalizm ortaya işte böyle çıktı; yarı yakınma, yarı hiciv; yarı geçmişin yankısı; yarı geleceğin tehdidi; bazen acı, nükteli ve keskin eleştirisiyle burjuvaziyi tam yüreğinden vurarak; ama modern tarihin gidişini kavramakta tam bir beceriksizlik gösterdiğinden etkisi bakımından hep gülünç düşerek.’’


Çünkü bugünküler de, o günküler gibi ekonomiyi anlamaktan acizler. Ekonomi ile kapitalizm arasında ayrım yapamıyorlar. Tıpkı sakar atıcılar gibi kapitalizmi vurayım derken ekonomiyi de vuruyorlar!


Tam bu noktada yeniden istihdam konusuna dönelim. Çünkü ‘ekonomi’nin varlık nedeninin bir ayağı üretim ise, diğer ayağı istihdamdır. Üretim ve istihdam, insanın ‘sosyal bir canlı’ olmasının ve hayvandan farklılaşmasının maddi temelidir. Hayvanlar da (arılar müstesna) tüketir; lakin yiyeceğini üretemez, sadece avlar veya toplar. İnsanın tarımı (üretim) ve ticareti icat etmesiyle hem sınırlı da olsa bir pazar (piyasa) oluşmuştur, hem de başlangıçta kölelik şeklinde de olsa ‘istihdam’ olgusu kendini göstermiştir. Bir başka deyişle, piyasa eşittir kapitalizm değildir, kökü çoook gerilere dayanır. Kapitalizmi ortadan kaldıracağım diye henüz tarihsel olarak ortadan kalkma saati gelmemiş piyasayı da ortadan kaldırır veya hiçe sayar bir kafayla ‘ekonomi’yi gütmeye kalkarsanız altında kalırsınız. (Bakınız: SSCB.)


‘İstihdam’ sorunu çağlar boyunca tüm toplumların çözmek zorunda kaldıkları ve çok zorlandıkları, çözmek için bir alay yapay, yani ekonomi dışı veya ‘ekonominin yerini tutucu’ yollar, yöntemler icat ettikleri (bilinçli olarak değil elbette, hayatın dayattığı sorunlarla baş edebilmek için geliştirdikleri) bir büyük sorundur.


Kapitalizm ve Sanayi Devrimi, bu anlamda insanlık tarihinde bu yönde atılmış en etkili adımlar olmuştu. Lakin ekonominin (üretici güçlerin) gelişmesi şimdi kapitalizmin sınırlarını zorlamaktadır. Bir başka deyişle, en ileri kapitalist elbise bile gelişen ekonomiye artık dar gelmektedir.


Çözüm: elbiseyi kurtarmak adına elbette gövdeyi cüce bırakmak değildir; lakin çıkartalım diye elbiseyi kesip biçerken gövdeyi delik deşik etmek de değildir.


Yeni Çağ’a uygun Yeni bir Yol bulmalıyız. Ekonomiye yeni bir don biçmeliyiz. Bunun için de öncelikle ekonomiye bakışımızı yenilemek zorundayız. Gelecek yazıda istihdam konusuna bu mantıkla eğileceğiz.


NOT:

Dünkü Milliyet’te Selma Şenol’un ‘Krizde altın kurtardı’ başlıklı haberinden bir alıntı:

‘‘Son 6 ayda 24 ayar altın gibi, altın fonlarına yatırım yapanlar da kazandı. Altın fonlarının getirisi yüzde 50’yi aştı, doların getirisi yüzde 12,5; euro’nun getirisi yüzde 9’da kaldı. Hisse senetleri ise ortalama yüzde 9,3 değer kaybetti. Altın fonları 17 Ekim 2008 – 17 Mart 2009 döneminde yüzde 50 – 55 arasında getiri sağladı.’’

İlgilenenlere duyuru...



NAZIM GÜVENÇ